Hattat Hâmid’in Âhı

“Kul bismillah tecid afvullah”; Şeyh Abdülkadir el-Cilâni (el-Gunye kitabında) fevkalâde bir müsecca nesirle besmeleyi şerhederken buyurdukları gibi, “bismillah de ki afvullahı bulasın!” Biz dahi bismillah diyoruz ki Allah Teâlâ bizi afv ü mağfiret buyursun ve günahlarımızı setr eylesin inşallah. Şöyle arz edeyim ki, bihamdillah, gençlik yıllarımda resmî mekteplerdeki tahsil hayatıma ilâveten birçok değerli üstattan istifade edip feyz almak şerefine erişmiştim. Medyûn-u şükran olduğumuz gelmiş geçmiş bütün insanlara rahmet ve mağfiret dileyerek faziletler menbaı Hz. Muhammed Efendimize dahi salâtü selâm edelim ki bütün âlem-i İslâm onun sayesinde füyûzât-ı ilâhiye erişmiştir. Hazâ min fazli Rabbi: Bu dahi Rabbimin fazlındandır. “Kani ol demler ki yad-ı hayalinle şad idim?”

Bir zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde talebe iken İstanbul Milliyetçiler Derneği’ne devam ediyordum. Bir gâib zamanda ve gemiler geçmeyen bir ummanda hayal-i fener gibiydim! Gece veya gündüz, canımız isteyince derneğe uğrar çayımızı içer; bir zat-ı muhterem gelmişse onu dinler, yahut akrânımız olan dernek mensupları ile sohbet eder veya meselâ canımız isterse, hep birlikte klasik musiki, bilhassa tasavvuf musikisi meşk ederdik. Bir ara dernek bir konser vesilesi ile iki Mevlevî âyininin notalarını bastırmıştı. Ne var ki kitap benim bir hatam yüzünden berbat olmuştu. İyi hatırlıyorum; Rahmetli Halil Can Mevlânâ’nın semâ hakkında bir gazelini bana dikte etmişti ki hocam Hattat Hamid’e yazdıralım da bu sema gazeli dahi kitapta basılsın.

Rahmetli Halil Can “Mevlânâ’nın semâ gazelini ben okuyacağım, sen yazacaksın!” diye tutturdu. “Hocam benim Farsçam zayıftır; kelimelerin imlâsında hata yapabilirim” dedimse de dinlemedi. O söyledi, ben yazdım. Mübarek adam nasıl yazdığıma da bakmadı; “sen yazarsın, yazarsın!” deyip savdı.Mevlânâ şiiri zaten semâ hakkında yazmış, üstelik musammat gazel formunda, yani ortadan kâfiyeli olduğu için “semâ’ redifi” çok geçiyor (Mevlânâ’nın birçok şiiri zengin kâfiyeli, aşırı âhenkli ve aşırı ritmik olduğu halde, hiçbir tasannu duygusu vermez; son derece tabiidir; elbette bu şiiri de çok güzeldi). Bana gelince Halil Can rahmetlinin Farsçam hakkındaki itimadına lâyık olmadığımı ispatladım. Semâ’ rediflerini imlâ hatası yaparak eliften sonraki ayın harfini koymadan “semâ” şeklinde yazdım. Ben semâ yazdım ama eliften sonraki ayın harfini koymayınca semâzenlerin ayakları yerden kesildi; oldu semâ’ bir gökyüzü semâsı… Üstelik musammat gazel ortadan kâfiyeli olduğu için ben onu halk edebiyatındaki sekiz heceli dörtlükler gibi yazmıştım. Tabii, Hamid Hocam da aynısını yazmış.

Kitap basılırken, Halil Can kıyameti kopardı, “beyit şeklinde yazılacaktı” diye; biz de çaresiz yanlışlıkla iki mısra gibi yazılan satırları kesip yan yana getirerek dörtlükleri beyit yaptık. Hamid Usta hattının da canına okuduk tabii üstelik her beyitin sonunda tekrarlanan semâ’ kelimesi de (Mevlevî semaı) semâ (gökyüzü) şeklinde yazılmış. Tabii Halil Can dahil herkes bana “küllü hattâtün câhil” (bütün hattatlar cahildir) diye takılıp sitem ediyor. Ne bileyim, o zamanki aklımla “Mevlevî semaı dönmek ma’nâsına geldiğine göre, gökyüzü de durmadan dönen bir künbed-i devvâr olduğuna göre, bu Mevlevî dervişleri de zahir gökyüzü döndüğü için dönerler” diye düşündüm.. (Mevlevîdir sevdiğim her dem külah eyler bana!)

Molla Hüdâvendigâr’ın kitaptaki sema’ şiirinin yanlış yazılmasının ve dahi Hamid Hoca’nın pek zavallı bir görüntü veren bozuk hattının sebebi elbette aslında benim cehâletimdi: Kâfi derecede Farsça bilmediğimi söylemiştim; amma Halil Can rahmetli bu sözüme pek kulak asmamıştı. Sonunda Hattat Hamid’in hattı hem bozuk imlâ, hem de bozuk bir mıstâr ile neşredilmiş oldu: Mamafih“ilim satırda değil sadırdadır” Rahimehullah ve Kaddes Allâhü sırrahu’l-a’lâ…

Allah bilir ya, galiba bu kusurumdan ötürü fakir-i pür-taksîri Hâmid Hoca’mın ahı tutmuştur! Başka kusur ve günahlarımız da az değil; amma benim bütün yazılarımın müşterek bir kusûru var: bugüne kadar yazdığım ve neşr ettiğim hiç bir makale veya kitabım hatâsız basılmamıştır. Ne hikmetse, bütün yazılarımda mutlaka bir çok imlâ ve dizgi hataları zuhûr eder. Bunların bir kısmının sebebi benim gafletim olsa da, korku belâsı ne kadar emniyet tedbiri alsam da, bir türlü mâni’ olamadığım bazı inşâ ve imlâ hataları var ki bu hususta ne söylesem imlâya gelmez. Naşirler bir çok kere yazılarımdan, kendilerince gereksiz yahut yanlış buldukları sözleri ya çıkarıp atıyor yahut akıllarınca tashîh ediyorlar. Bazen sayfaların sıralarını karıştırıyor, bazen kullandığım kelimeleri değiştiriyorlar. Elbette bu değişiklikler de, benim semâ’ kelimesini yanlış yazmam gibi yanlış imlâlar biçiminde; isabetli bir tashih yapsalar müteşekkir olurdum.

Hatta bazen, bu hallerin zuhûruna meydan vermemek için kitaplarımı ve bazı makalelerimi bilgisayarda ihtimam ile kendim dizip tekrar tekrar kontrol etmeme ve aynen basılmak üzere naşirlere bilgisayar disketi göndermeme rağmen; yine de bugüne kadarki bütün yazılarım sayısız hata ile neşredildi. Yani bunda bir garâbet yok mu? “El hattâtûne vel hayyâtûn ye’kulûne fi a’mak-i uyûnihim fe men ezâhüm; lâ’nehumullah” (hattatlar ve terziler gözlerinin nurunu yerler; Allah onlara eziyet edenlere lanet etsin) buyurulmuştur.

Bunun en son misali olarak bir cerîdede neşredilen yazılarımı da zikretmem mümkün: yazıda geçen “yaratıcılık” kelimesi naşirlerin canını sıkmış ve bana hiç sormadan müdahale ederek; bu kelimeyi bir yerde “düzenlemek” bir yerde de “üretkenlik” kelimeleri ile değiştirmişler. Halbuki bir telefon açıp, “hocam bizim câmia bu hususta hassas, şu kelimeyi başka bir kelime ile değiştirmemiz mümkün mü” şeklinde, bir kere de bana danışmaları pekâlâ mümkündü. Amma oradaki hazretler her şeyi herkesten iyi biliyorlar ve her türlü müdahaleye hakları olduğunu vehmediyorlar galiba. Kaldı ki bu hususta da yanlış düşündükleri kanaatindeyim; halk etmek başka yaratmak başka. Yaratmak, bir şeyi bir işe yarar hale getirmek ma’nâsına gelir; halk etmek gibi yoktan var etmek ma’nâsına gelmez. Velev ki bu hassasiyeti yerinde bulsak bile, yazarın yazısına müdahale etmeden evvel nezâketen bir sormak yok mu? el-insâf! Yoksa, “insâfın o yerde nâmı yok mu?”

“el-insâfü nısfü’d-dîn”: insaf dinin yarısıdır…Dedim ya, Hamid Hoca’mın hattındaki o yanlış imlâya sebep olduğum zamandan beri, hikmet-i hudâ, bu hal bütün yazılarım için vâki’dir. Fuzûlî’nin tabiri ile birer “kâtib-i bed-tahrîr” olan zevattan, bütün müellifler gibi ben de çok çektim. Latinler “vox voila scripta manet”: “Söz uçar, yazı kalır!” derler. Ben de Mevlânâ’dan mülhem olarak “Sebt est ber cerîde-i zamân hatâ-yı mâ”: zaman cerîdesinde bizim hatâmız tesbit edilmiştir! diyeceğim. Bu hususta başka ne diyeyim bilmiyorum. Hocamın asil rûhu beni affetsin; dedim ya, galiba beni Hattat Hâmid’in âhı tuttu vesselâm…

Scroll to Top