ÂKİF İNAN ile Şahin Uçar’ın şiir sohbeti. Kanal 7 TV , 1997
Şahin Uçar: Şiiri bizim ortalama münevverlerin anladığından çok farklı anlıyorum, felsefi gelenek olarak da farklı anlıyorum. Şiir, hakikati aramanın yollarından biridir. Kendi özel dilini kullanır, sezgi diliyle, kendi sembolik diliyle -üst dil diyebiliriz semantikçi tabiriyle- kendi üst diliyle, şiir diliyle hakikati sezgiler yoluyla kavramaya çalışmak ve bir çeşit metafizik şiir arayışı, diye ben anlıyorum. Tab’ım böyle. Esasında ben Şeyda Divanı’nı yazdığımda görüyorsunuz, tamamen klasik Osmanlıca, bir hayli ağır. Divan şiirine aşina olmayan insanlar pek anlayamaz; hatta bu Mâlihulyâ şiirleri de… Yani belki güzel ama -bilmiyorum okuyucu takdir edecek onu dediğim gibi-. Ölümden, Tanrı’dan, metafizik meselelerinden, zaman felsefesinden falan bahsediyor ki bunlar tabii ki sıradan insanları çok fazla ilgilendiren şeyler değil ve biraz ağır konular.
.
.
ÂKİF İNAN ile Şahin Uçar 438
Âkif İnan– İyi günler olsun. Bu haftaki konuğumuz Şahin Uçar. Çok yanlı, yönlü bir bilim adamı ve sanat adamı. Kırk sekiz yaşında ve birçok alanda eserler yazmış. Tarih profesörü kendisi fakat bir o kadar da üzerinde önemle durmuş olduğu alan güzel sanatlar. Hat, tezhip, minyatür hatta beste çalışmaları olan birisi… Kendisini kendi ağzından dinleyelim belki daha yakından tanıma fırsatı buluruz. Buyurun hocam.
Şahin Uçar- Ben Sivaslıyım, 1949 yılında doğdum. Biz aslında Kafkas muhaciri bir aileden geliyoruz, Karapapak Türkleri derler. Birazcık kültür farkı vardır Karapapaklar’ın Anadolu Türkleri’ne göre. Biraz daha eski kültüre bağlıdırlar ve Azeri lehçesine benzer ona çok yakın bir lehçe, çok az farkı olan bir lehçe ile konuşurlar. Dolayısıyla ben kendi köyümdeki o eski kültürün, o atmosferinden etkilenmişimdir Sivas’ta büyümeme rağmen. Benim ilk hocam da dini meselelerde veya şiirde diyelim rahmetli eşimin dedesi benim de halamın kocası idi: Musa Yılmaz Hocaefendi. Çok güzel Farsça bilirdi. Liseyi bitirdiğim yıllarda kendi kendime çalışarak merak ettiğim için Arapça, Farsça öğrenmiştim bazı akrabalarımdan. İlk Farsça hocam da oydu, onunla Gülistan okumuştum.
İnan– Yani bir yandan resmi okula devam ederken, lise öğrenimi yaparken öte yandan da çevrenizdeki hocalardan Arapça, Farsça öğrendiniz(?)
Uçar- Biraz Arapça, Farsça gördüm. Sonra resmi tahsilimiz İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde okuyordum. O zamanda geliştireyim diye Arapça, Farsça sertifikalar aldım. Onların bir müddet derslerine devam ettim. O zamanki hocalarımız derslerdeki bazı münakaşalarımızdan ötürü bizi tanıyınca derslere devam etmemizi lüzumsuz gördüler ve biz sizi özel hocalara gönderelim, dediler. Profesör Münir Aktepe, Osmanlıca hocamız, beni Süheyl Ünver’e gönderdi. Süheyl Bey meşhur bir insandı, ordinaryüs profesördü, tıp tarihi profesörü idi ve onun Tıp Tarihi Enstitüsü’nde Cuma günleri birden beşe kadar özel tezhip dersi alırdı birtakım gençler. Bunlardan biri de ben oldum; fakat hoca sonradan beni diğer derslerine de götürmeye başladı, diğer günlerde de gidip gelmeye başladım. Ayrıca kendisini ziyarete gelen bütün meşhur sanat ve ilim adamlarına takdim eder ve onlara rica eder, bana ders vermelerini isterdi.
İnan- Bu arada Hamit Aytaç hocadan hat sanatı aldınız. Kemal Batanay’dan…
Uçar- Hamit Aytaç hocadan hat dersi aldım. Kemal Batanay’dan tanbur ve talik meşk ettim. Aynı zamanda, Kemal Bey İstanbul Fetih Cemiyeti’nde Samiha Ayverdi’nin musiki dersleri verirdi, orada başka hocalar da vardı, Kemal Bey’e ilaveten Münir Nurettin Selçuk da hocamız oldu, Yusuf Ömürlü vardı, başka pek çok insan… Dolayısıyla ben neredeyse hemen hemen fakülteye hiç devam etmedim, hep böyle özel derslerle geçti eğitimimizin bir kısmı. Medyûn-u şükranız ve şunu da söylemeden geçemeyeceğim:
Şimdi bu eski geleneksel diyebileceğimiz eğitim tarzı kurumlaşmış mektep eğitiminden çok farklıdır. Eski İslâm’da da böyleydi, -malumu âliniz- ben hem tarih felsefesi ile iştigal ediyorum hem İslâm tarihi uzmanıyım. İslâm’ın ilk devirlerinde camilerde bir halka şeklinde toplanırlardı ilim irfan sahibi insanlar namazdan sonra. Meraklıları onların derslerini dinlerlerdi. Bu insanlar şayet talebeyi yeteri kadar yetişmiş bulurlarsa ona başkalarına da ders verme yetkisi için bir icazetname verirlerdi. Şimdiki gibi maaşlı, kadrolu profesyonel bir eğitim tarzı, kurumlaşmış bir eğitim tarzı değildi, üniversite modelinde olduğu gibi. Vakıa üniversiteler kurulduktan sonra da -bizde eski ismiyle medreseler- o camiilerde yapılan, hasbetenlillah yapılan, bu tarz eğitimin semeresi görülmemiştir. O çapta büyük insanlar da yetişmez olmuştur. Hatta bu yüzden eski medreseler suçlanmıştır, “bunlar ilmi taşlaştırdılar, taşlaşmış orta çağ kafası”, diye. Çok da haksız sayılmaz, Batı’da da ruhban sınıfı böyle yapmıştır. Üniversiteleri malumunuz ruhban sınıfı kurmuştur. Bizde de kuruluş gereği medreselerin siyasi sebepleri de vardı, resmi ideolojiyi alakadar eden yönleri vardı.
İnan– Sonuç olarak bir yandan normal eğitim gördünüz, tarih okudunuz ve öte yandan da yetişmiş olduğunuz önemli sanatkârların, müzehhiplerin, hattatların derslerine devam ettiniz ve oradan feyiz aldınız ve onu da eserlere dönüştürdünüz. Sizin hat ve tezhip sergileriniz olmuş.
Uçar- Evet, bir “Hat ve Tezyinat” sergisi açmıştım 1989 yılında Ankara Valiliği’nin himayesinde. Burada örneği yalnızca Şeyda Divanı’nın kapağında basılı bir eser gösterebilirim, (Şeyda Divanı adlı eserin dış kapağını göstererek) gerçi kötü bir baskı renkler tutmamış ama eserin orijinalini getirmedim. İçte kûfi hatla Fatiha suresi, dışarıda da tezyinatı var. Beğenilen örneklerden biriydi, Matbuat’ta da birkaç kere çıktı. Sanıyorum Beşir Ayvazoğlu Tercüman’da basmıştı, birkaç kişi daha basmıştı. Kendi çapımızda birtakım eserler de vermedik değil gençliğimizde, ama akademik kariyer bunlarla daha fazla iştigal etmemize mani oluyor.
İnan– Bu arada TRT repertuarına alınmış besteleriniz de var bir hayli.
Uçar– Çok fazla değil. On beş-yirmi kadar beste yapmıştım. Bunların bir kısmını benim talebelerimden birisi, kargacık burgacık nota yazılarımı tebyiz ederek verdi bana. Ben de TRT Repertuar Kurulu’ndan bir arkadaş istiyordu verdim kendilerine. Alaaddin Yavaşca’nın riyasetinde bir heyet incelemiş ve eserlerin bir kısmını TRT Repertuar Kurulu’na almışlar.
İnan– Tebrik etmeli sizi. Gerçekten bir yandan bilimsel çalışmalar yapıyorsunuz, profesör oldunuz; öte yandan da güzel sanatlarla ilginiz böyle onları izleyen bir zevk sahibi, bir amatör gibi değil, fiilen o alanlarda da eser üretme biçiminde ortaya çıkmış ve birçok kitaplarınız var. Zannediyorum on bir eser…
Uçar- On bir, bir tanesi neşredilmek üzere; bir kısmını buraya getirmedim, bir kısmının mevcudu yok. Rüya ve Gerçek diye bir manzum piyes vardı, Şeyda Divanı’na mülhak olarak basılmıştı. O baskıdan bende yok çünkü sadece iki yüz baskıydı, eşe dosta dağıttık.
İnan- Şeyda Divanı sizin yirmi dört yaşlarınızda yazmış olduğunuz bir divan.
Uçar- Aslında daha üniversite yıllarında başlıyor, bunu şöyle ifade edebiliriz: Ziya Nur vardı, rahmetli oldu şimdi, Dündar Taşer, Erol Güngör gibi, bazı İstanbul Milliyetçiler Derneği azası olan bazı arkadaşlar İstanbul’da Marmara’da (marmara kıraathanesi) toplanırdık biz her akşam. Onlar teşvik ederlerdi, benim bu divan tarzı şiir yazmamı falan: Kendine göre bir okuyucusu vardı, talebi vardı, biz de yazardık. Talebelik yıllarına kadar uzanıyor çünkü bakıyorum Dündar Taşer vefat ettiği zaman “Ona niye tarih düşürmüyorsunuz ebcedle?” dediler. Ben hem Rumi hem Hicri tarih düşürmüşüm ama tarih 1972. Yani talebelik yıllarıma denk geliyor. Demek ki o kadar eskiye gidiyor divan tarzı yazmamız.
İnan- Çok genç yaşta bir divan tertiplediniz, divançe değil bu, divan. Her harfe göre de yazılmış bir en azından gazel, şiiriniz mevcut. Bu divan şiirine sizin -bildiğimiz kadarıyla- özel merakınız, eğiliminiz var.
Uçar- Sa’di okuyarak başladık Farsçaya, Mevlana’nın Mesnevi’sini okuduk. Ben fakülte yıllarında talebeyken Arapçam, Farsçam vardı. Yani eski kültürümüzü bir yandan Osmanlı devrinden kalma Süheyl Bey gibi, Kemal Bey gibi, Ali Üsküdarî gibi birçok zevattan tahsil ederken bir yandan da büyük şairlerin, Hafız gibi, Sadi gibi, Mevlana gibi büyük şairlerin etkisiyle –Fuzûlî’nin çok etkisi olmuştur üzerimde- bir heves bir de birtakım denemeler yapmıştık. Biraz da ben şöyle düşünmüştüm; kültür hayatı bir bütündür, bir çeşit organizma gibi, bunun geçmişi geleceği de olmaz. Kültürel öğeleri birbirinden ayırt etmek zordur. “Divan şiiri öldü.” falan deniyor. Buyurun size tam, klasik anlamında bir divan. Yahya Kemal’in de vardır böyle şeyleri ama divan şiirinden farklıdır malum âliniz. Sayısız mazmunla birlikte tam klasik bir divan. Hem de eksiksiz olmasını istedi gönlüm, bütün harflere göre, bütün kafiyelere göre. Otuz kadar rubai vardır içinde, rübainin -malum âliniz- ahrem ve ahreb vezinleri vardır, on ikişerden yirmi dört, yirmi dördü de kullanılmıştır. Eksiksiz olmasına çalıştık.
İnan– Divan şiiri derken sizin daha çok usta bellediğiniz büyük şairimiz Fuzûlî.
Uçar- Yunus’a da ayrı bir muhabbetimiz var.
İnan- Mevlana’ya da büyük zaafınız var. Aslında Doğu-Batı edebiyatlarının büyük ustalarını çok yakından tanımışsınız. Öteki kitaplarınızda da bilimsel kitaplarınızda da onlardan bazı alıntılar, onların üzerine birtakım işaretler var. Sizin Şeyda Divanı’nız çok genç yaşta tertiplemiş olduğunuz o divan sizin Divan edebiyatını çok iyi kavramış olduğunuzu da ispatlar durumda; fakat ondan sonra siz yine divan şiiriyle kan bağı içerisinde olmakla birlikte çok daha modern görüntülü şiirler de yazdınız. Yakında çıkan sizin Mâlihulyâ adlı kitabınızda toplandı. Yeterli mi buldunuz divan tarzında şiir yazmayı?
Uçar- Aslında pek öyle bir kopukluktan söz edilemez, ben bunu kısaca şöyle ifade ettim, Mâlihulyâ kitabının arka kapağında müsaade buyurursanız okuyuvereyim: “Şiir ki Mâlihulyâdır, Eflatun’un tabiriyle bir idealar dünyasıdır hatta gerçek ve saf idealizm odur. Şiirin gerçeği duygu ile ifade edilen idea… Şiir beş duyunun dışında bir duygu ile sezgi ile ifade edilen ideadır. Şiirde her şey ideadır. Şiirin ideası hakikattir. Sahte görüntüler dünyası ise ilahi bir oyundur, bir illizyondur. Şair, gizli ve aşikâr sırlara kendi sezgisiyle kendi şairane şuuru yani şiiriyle erişecektir.” Demek oluyor ki şiir hakikat arama yollarından biri bu telakkiye göre. “Şair gizli ve aşikâr sırlara kendi sezgisi ile kendi şairane şuuru yani şiiri ile erişecektir. Şaire göre gerçek kendi 443 şiiri çünkü her şuur ancak kendi şuurunda mevcut olan şeyleri tasdik etmek zorundadır. Beş duyu ile şuuruna varamadığımız bu aşikâr sırları, görünen dünyanın arkasındaki ideal gerçekleri, şairane şuur ile aramak ve şiir diliyle ifade ve inşa etmek… İşte felsefi şiirin -ki bir metafizik aydınlık arayışıdır- istikameti ve gayesi budur. Şair Uçar şiirlerinde böyle bir arayış içindedir. “Şeyda Divanı” adlı eserinde klasik bir divan şairi hüviyetiyle tanıdığımız Şahin Uçar ‘Mâlihulyâ’ şiirlerinde klasik şiir geleneğimizden muhteva ve şekil olarak çok farklı bir metafizik şuur arayışıyla okuyucu karşısına çıkıyor. Bir Doğu-Batı terkibi… Belki bir ölçüde de olsa kendi kültürel zevk alışkanlıklarını ve sınırlarını aşmaya çalışan bir şiir… Bütün terkipler gibi cihanşümul değerler arayan bu felsefi şiir, bizim şiir geleneğimize ve alışkanlıklarımıza sanki biraz yabancı kalıyor. Zira muhteva ve şekil olarak Müslümanlar için fazla Avrupaî, Batıcılar için de fazla İslâmî… Öyle görünüyor ki bunlar oldukça hür düşünceli bir okuyucu isteyen şiirler. Baudelaire’in dediği gibi “Ey ikiyüzlü okuyucum, benim eşim, kardeşim şimdi hüküm senin, ferman senin fermanındır.” diye bağladık. Yani burada da ifade olunduğu gibi belli bir kiliseye, birtakım alışılmış şiir kalıpları, düşünceleri veya estetik görüşlere bağlı, “kilise mensubu” insanlara değil de gerçekten hür düşünebilen belli bir muhtevayı görebilecek seviyedeki insanlara hitap edebilecek şiirler. Bu bakımdan biraz farklı.
İnan- Siz güzel sanatların bütün dallarıyla yakından ilgilisiniz, diye söyledik. Fakat şiire bir ayrı özen göstermişliğiniz var, ağırlık vermişliğiniz var. Bunun neredeyse ispatı diyebileceğimiz biçimde şiir üzerine ve kendi şiiriniz üzerine düşünmüşsünüz derinlemesine, bunları da yazıya dökmüşsünüz. Bu elimdeki kitap Varlığın Mana ve Mazmunu bir bakıma sizin şiir anlayışınızı, şiire yaklaşımınızı ifade ediyor.
Uçar– Birinci bölümü öyle…
İnan- Bunu özetleyecek olursak izleyicilerimize, siz nasıl bir şiir kodluyorsunuz?
Uçar- Şiiri bizim ortalama münevverlerin anladığından çok farklı anlıyorum, felsefi gelenek olarak da farklı anlıyorum. Şiir, hakikati aramanın yollarından biridir. Kendi özel dilini kullanır, sezgi diliyle, kendi sembolik diliyle -üst dil diyebiliriz semantikçi tabiriyle- kendi üst diliyle, şiir diliyle, “hakikati sezgiler yoluyla kavramaya çalışmak” ve bir çeşit metafizik şiir arayışı, diye ben anlıyorum. “Tab’ım” böyle, esasında ben Şeyda Divanı’nı yazdığımda görüyorsunuz, tamamen klasik Osmanlıca, bir hayli ağır; Divan şiirine aşina olmayan insanlar pek anlayamaz hatta bu Mâlihulyâ şiirleri de… Yani belki güzel ama -bilmiyorum okuyucu takdir edecek onu dediğim gibi- ‘Ölümden, ‘Tanrı’dan, ‘Metafizik meselelerinden’, ‘Zaman Felsefesi’nden falan bahsediyor ki bunlar tabii ki sıradan insanları çok fazla ilgilendiren şeyler değil ve biraz ağır konular. Bilmiyorum ne derece günlük hayatla irtibatımız var.
İnan- Hayır, anlaşılmasında bir zorluk olacağını zannetmiyorum bu şiirlerinizin. Muhtemelen Şeyda Divanı’nın dilinde bugün kullanmadığımız bazı kelimelerin bulunması dolayısıyla bazı zorluklar olabilir fakat Mâlihulyâ öyle değil bir. Bir de şu var, sizin şiirinizin mesnedleri bizim geleneksel uygarlığımızın içinde olan şeyler. Toplumumuzun özellikle aydınlarımızın yabancısı olmadığı konular, tespitler ama onu siz kendinize mahsus bir anlatımla, bir dille söylemişsiniz.
Uçar- Şu var yalnız Âkif hocam, benim Doğu kültüründen de Batı kültüründen de -zaten Mâlihulyâ şiirlerinde bazı referanslar veya telmihler anlaşılabilsin diye birtakım dipnotlar da koydum, okuyucuya yardımcı olsun diye- Bazı kısımlar tercümedir, Mevlana’dan alınmıştır yahut Hint şairi filandan alınmıştır, Çin şairi filandan alınmıştır gibi bazı referanslar da koydum. Aslında bütün büyük Doğu kültürlerinin bütün Batı kültürünün izlerini bu kitapta görmek mümkün mesela Robert Frost’tan bir tercüme vardır çağdaş Amerikan şiirinin devlerindendir. Mevlana’dan, Hasan Harakani’den, Fahreddin-i Irakî’den bazı Farsça tercümelere rastlamak mümküni Sa’di’den filan. Birçok Budist terimlerine, Hindu terimlerine, Taoist fikirlere, eski Zerdüşdilik’e hatta Zerdüşdilik öncesi bir İran dini olan Zervanizm’e göndermeler bulmak mümkün. Yani bir Doğu-Batı terkibi gerçek anlamda bu. Fakat bu tip çok yönlülük belki bir anlamda yabancılaştırıyor sanki biraz. Ama biraz da şiir anlayışım farklı. Bunu Varlığın Mana ve Mazmunu’nun birinci bölümünde ifade ettim. Şöyle kısaca arz edeyim efendim. Mazmun üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi divan edebiyatçıları tarafından. Bazı arkadaşlar fikrimi sordular. Tabii ben bir divan şairi olduğum için farklı düşündüğümü, bunları beğenmediğimi söyledim. Yazarlar Birliği’nin yöneticileri sağ olsunlar, siz bize yazın dediler yıllığa, yıllık için birinci bölümü yazdım, Varlığın Mana ve Mazmunu’nun, “Ma’nâ ve Mazmûn” diye. Orada hem dil felsefesi açısından şiir dili ve hakikati kavramadaki rolünü göstermek bakımından, hem de dilin zaten kendisi bir semboller dünyasıdır –malum âliniz- baştan aşağı semboller dünyasıdır. Şurda çok güzel bir söz vardır, Emerson’un sözüdür: “Halk şiirden hoşlanmamak fantezisi yapabilir, bazıları şiir sevmediklerini falan iddia ederler ama aslında herkes şairdir.” Şöyle ki herkes semboller diliyle konuşur. Dilin kendisi baştan aşağı semboller dili. bilhassa ilk devirlerde şiir diline mutlaka daha yakındı dil. Tabii dil felsefesi açısından, şiir felsefesi açısından eski Divan edebiyatının mazmunu, “Mazmun” dedikleri kavram nedir veya bizim çağdaş dilde şairlerimizin “imge” dediği, “imaj” dediği, “sembol” dediği şeyler nedir? Bunun poetika’sını yazmak istedim ve beğenilen bir şey oldu. Yazdık onu kırk elli sayfa kadar.
İnan- Anladığım kadarıyla sizin şiirinizde -tekrar ifade etmiş olayım- geleneksel uygarlığımız bir öz olarak var. Ama bununla birlikte dünyanın büyük sanatçılarının elinde billurlaşan tutalım Batı uygarlığı, Uzak Doğu uygarlığının da izleri var. Bu yanıyla bir bakıma evrensel bir çerçeve belirtiyor.
Uçar- Vardır, tesirleri vardır. Bunun sebebi şu üstadım, ben malum âliniz- tarih felsefesi ile uğraşıyorum. Tarih felsefesiyle uğraşabilmek için bir kere en az birkaç kültürü iyi bilmek gerekir. İnsan kendi kültürünün sınırları içine habs olunduğu takdirde tarihin anlamını kavrayamaz. Çünkü her nevi kültür aslında bir çeşit beyin yıkama da farz edilebilir veya telakki edilebilir. Kendi kültürünüzün perspektifinin dışına çıkabilmelisiniz. Bunun için de tarih felsefesi, umumi tarihin yorumunu yapabilmek için en az birkaç kültürü mukayese edecek kadar yakinen tanımaya esasen mecbursunuz. Ben Şiir ve Marifet diye bir başka yazımda ifade etmişimdir: “Bir tarih filozofu aynı zamanda şair de olmalıdır, sanatkâr da olmalıdır.” Çünkü tarih filozofluğu dediğimiz pratik sanatın da işe karıştığı tarihe sanatkârane bir kompozisyon izafe etmek gibi birtakım özellikleri de hâizdir. Binaenaleyh, bir tarih filozofunun esasen güzel sanatların dilini de bilmesi gerekir, anlaması gerekir. Hatta sanat, bir kültürün en gerçekçi aynasıdır ve en doğru sözlü aynasıdır. Tarihçi yalan söyleyebilir de sanat eseri söylemez, eğer dilini bilirseniz, anlayabilirseniz.
İnan- Sanatın yalnız bu buyurduğunuz dalları değil tıptan hukuka varıncaya kadar hepsiyle de mutlaka iç içe bağlantılı…
Uçar- Hakikat aslında bir bütündür.
İnan- Fakat ne yazık ki günümüzde bu bilim dallarına bu derece geniş çerçeve içerisinde yaklaşan insan sayısı hem ülkemizde olsun hem dünyada fevkalade azaldı. Sizi yetiştiren, kendilerine minnet borçlu olduğunuz o hocalara bakalım; bunlar çok yanlı, çok yönlü insanlar. Güzel sanatlarla ileri derecede ilgili ama adam bir tıp tarihi profesörü. Bütün güzel sanatların bütün birimlere kan veren bir özelliği, yanı var. Efendim, sizin tabi bütün bunlarla uğraşmanızla birlikte en belirgin yanınız elbette şiir. İsterseniz önce bir Şeyda Divanı’ndan bir örnek izleyicilerimize sunalım, ondan sonra da bir de Mâlihulya’dan” ve üzerine açıklama yapalım.
Uçar– Aklıma geldi; adamın birisi bir şairi hicv etmek için: “Sizin nesriniz nazmınızdan zarif!” demiş ya; aslında benim nesrim de nazmımdan zarif gibi gelir bana. Bu Şeyda Divanı hakkında Türkiye Yazarlar Birliği’nin talebi üzerine Fuzûlî Sempozyumu’nda bunun “Fuzûlî Divanına nazîre” gibi takdim etmişler, onun üzerinde bir konuşma yapmıştım, aslında çok hoş bir üslubu olan bir şey, ama tabii uzun olur. Ben size kısa bir şey -yani onu okumak isterdim nesrim daha zariftir diye ama(!)
İnan- Onu okuyucular okusun, biz şiir dinleyelim isterseniz.
Uçar- Hazan Hakkında Musammat Kaside’den bir bölüm okuyayım. Musammat Kaside der vasf-i hazân
“ey gül-i ruhsârı yârin gördün ahir rüzigârı
soldu reng-i itibarın geçdi devr-i tâb-dârı
geçdi vakti nev-behârın, gül-sitânın, lâle-zârın
gayri fırsat rüzigârın yahşi sakla gül-i’zarı
sâgar-ı mül kâse-i gül hem nevâ-yı savt-ı bülbül
nergis ü nesrîn ü sünbül hep fenâ-yı sâz-ı kârı
yokh şegâyıg sûrh-rûy-ı yokh benefşe reng ü bûyı
yokh sadâ- yı hayy-i hû-yı çeng ü santur sâz kârı
yasemen devri dolupdur susen ü sünbül solupdur
böyle kim tenha qılupdur gül-sitân-ı târümârı
her varâk âzurde titrer hal diliyle ey gül-î ter
rüzigâra bağlıdır der her varâqın ihtiyârı
sû-be-sû evrâk-ı eşcâr hep dökülsün kılsun izhâr
bî-sebât-ı hüsn-i dildâr hem bekaa-yi kirdigârı
Yani sevgilinin hüsnünün sebatsız ve geçici olduğunu ama Yaradan’ın baki olduğunu ifade eder.
İnan- Şiir felsefenizi de çok güzel yansıtan bir şiir. Bu sizin eski şiirlerinize örnek.
Uçar- Aslında çok fazla kopukluk yok. Mâlihulya’da da eski tarzda yani divan şiiri tarzında yer yer bölümler vardır. Hatta serbest gibi görünen bölümler de bazen aruzdur, dikkate şayandır. Ben Sa’di’nin bir kıtasını peygamber hakkında, bir salavat tercüme etmiştim. O Mütefâ’ilün Mütefâ’ilün veznindedir. O biraz Türkçeye ters düşen bir aruz vezni olduğu için bizde pek kullanılmamıştır. O yüzden belki fark edilmeyebilir, bilinmeyen bir aruz vezni olması hasebiyle. Ancak serbest gibi görünen yerlerde de çoğunlukla o vezin hoşuma gitti benim, serbeste uygun düşüyor gibi geldi, onu kullandım. Yer yer aruz, yer yer hece olabilir aslında. Bazen de eski dilde olan kısımları vardır bölüm bölüm.
İnan- Başta daha çok geleneğe uygun şiirler var.
Uçar- Başta geleneğe uygun şeyler var tabii. Ben size isterseniz şuradan bir kısa kısım okuyayım. “İlahi Kelama Gazel”. Bu da yine divan tarzı, aslında bu çok modern bir şiirin son bölümü, Bayezid Makamesi’nin sekizinci bölümü, sonunda da var kitabın. Sevdiğim bir gazel oldu. Bazı beyitleri bana sanki divan şiirinin büyük ustalarıyla da rekabet edebilirmiş, gibi geldi, bilhassa ilk beyit. O yüzden başa da koydum bunu. İlahi Kelama Gazel:
“Nihân ettim Kelâmım; gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu
Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşâ
Nihân û âşikâr ammâ, söz oldu; söz medâr oldu
O söz, goncâ gül oldu “Küntü Kenzen” sırrını açdı
Bu söz cân içre cân oldu; gül açdı; gül-i zâr oldu
“Kün!” emrinden zamân oldu; zaman, kevn ü mekân oldu
Kelâmdan cân cân oldu, Kelâmdan vârı vâr oldu
Gönül ekmek yemez; cânım “Kelâmullah”la can buldu
Kelâmım câna can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu
Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam Hakk’a
Bu ma’nî-i kelâm Halk’a bu gönlümden nisâr oldu
Eğerçî âh ü zâr eyler, Kelâmla iftihâr eyler
Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr ü ne zarâr oldu
“Meta’-î nengden ârem” bu Şeydâ sözde “hem-vâr”em
Eğerçî fikr-i âvârem bu aşkâ lâlezâr oldu
Bidâyetde Kelâm vardı: “İlâhî Nefha”nın savtı
Zuhûru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu
Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.”
Burada da yer yer eski dil kullanılmış ama çok değil. Bu şiir kitabının -malum âliniz- çoğunluğu sade bir Türkçe ile yazılmış. Sadelerden güzel bir örnek okuyayım. Ben size sevdiğim bir şiiri okuyayım. Bu Robert Frost’un İngilizce bir şiirinin tercümesi. Bundan mülhem, bunu şerh eder mahiyette “Kar Çiçeği Açarken Geceleri Dağlarda” isimli bir şiir bu.
Kar Çiçeği Açarken Geceleri Dağlarda
“Tabiatın ilk filizi altındır
en az süren renk tonu da o ‘ton’dur
ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak
belki bir tek saat çiçek kalacak
sonra yaprak sürgün verir yaprağa
böyle gark oldu hüzne Aden Bağı
şafak biter de başlar gün ışığı
sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.
’ Tabiat bir buluttur, serap gibidir zamân
“her ân değişebilen bir buluttur tabiat
değişir hiç durmadan/değişmez hiçbir zamân”
“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”
,bir buluttur tabiat, bulut gibidir zamân…
Göklerin saltanatı… unuttuk türkümüzü
hatırlamaz aynalar çocukluk yüzümüzü
gökyüzü, “alma mater”, ey şefkatli annemiz
unuttuk masalları, unuttuk sesini biz…
ben kendim söylüyorum ve kendim dinliyorum:
unuttuk türküleri unutulan çağlarda
bir ağıt söylüyorum kabaran yüreğimden
kar çiçeği açarken seher vakti dağlarda…
“sen benim göz yaşımsın, bu göz yaşlarısın sen
uzağa akar mısın dudağımdan ve benden?”
(Hallac’dan)
gökyüzü, ey gökyüzü, sen ey sonsuz gökyüzü!
biz dağların ardında bıraktık türkümüzü
kim dinler, kim anlar, kim söyler sözümüzü?
hangi Aden Bağı’nda unuttuk yüzümüzü?
“Ben!” dedikte cennetten kovulan gönlüm benim
kim anlar dilimizi, “-ben” dediğim zamân ben,
kapımı çalıp bana, “-kimsin sen?” demiştin sen…
men kimem bir mübtela-yi aşgınam kim ey sanem,
men kimem? ya sen kimsen? o kimdir? ya men kimem?
hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen
ebedî şimdiki ân! kapımı çalar mısın?
kapımı çalar mısın şafak vakti yeniden?
kapımı çalan kimdir? sen misin yine gelen
bulutlar arasından süzülen gün ışığı?
hatırlar mısın gönül zamânın ötesinden
dökülen yaprakları, hüzne gark olan bağı?
kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…
bir mevsim açıp, solan bir çiçek vardı hani
dalındaki ilk sürgün nihâl-i ömrümüzün
“ömrüm, ey ömrüm!” derdin; nasıl da soldu ömrün
ilk altın filizleri, dökülen yaprakları?
hatırlar mısın gönül, geçip giden günleri?
kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…
kılıçtan keskin sözün ey iki yüzlü zamân!
dil üstünde dil olur! dilin altında yalan…
kim tefsîr edebilir hîleli dilimizi?
ey çığlık atan dudak ve sen ey sağır kulak
“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”
değişir hiç durmadan! değişmez hiçbir zamân
bir buluttur tabiat, serap gibidir zamân…
her an değişebilen bir buluttur ömrümüz
hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen
tabiat, alma mater: ey şefkatli anamız
“hatırlayan-unutan” bir çocuktur gönlümüz!
hatırlayan gönüldür o eski türküleri
“değişmeden-değişen” zamânın ötesinden
biz şiir söylemedik! şiir dediğin nedir?
hem şiirdir sesimiz, hem şiir değil sözüm
şiirle haber alır maveradan sesimiz
sözümüz hikmet olur, sazımız şiir bizim
hatırlayan gönüldür o eski türküleri
maveradan gelen ses! zamânın ötesinden
sesinde hiç fânîlik tonu olmayan şiir!
sen benim gözyaşımsın, bir ağıttır bu zamân
akıyor yanağımdan dudağıma bu şiir
hatırla ey gönül, ey ebedî şimdiki an!
hatırlar türküleri unutulan çağlarda
kar çiçeği açarken ilkbaharda dağlarda.”
İnan- Dilinize sağlık hocam, benim gönlümden geçen hiç olmazsa öteki kitaplarınızın da birer cümle halinde tanıtımı ile programımızın bitmesidir.
Uçar- İlk önce bu Şeyda Divanı’nın neşretmiştik, Şeyda Divanı’nın büyük bir “câize”si vardır. Kaya Bilgegil -rahmetli- bunun üzerine beni uzman olarak üniversiteye aldı.
İnan- Bir şiir kitabı yazıyorsunuz, üniversiteye uzman olarak alıyorlar.
Uçar- Arkasından şiir kitabı olarak Hüküm Gecesi çıktı ki buradaki şiirler Mâlihulyâ’da da var, buna ilaveten Mâlihulyâ’da on beş-yirmi kadar şiir var. Sonra Rüya ve Gerçek diye Şeyda Divanı’nın -ilk baskısı bende de yok- ona mülhak olarak basılan bir manzum piyes var. Anadolu’da İslâm-Bizans Mücadelesi bu benim doktora tezimdi. Emevi devrindeki, Eyüp Sultan’ın geldiği o devri inceler, Anadolu’daki İslâm-Bizans mücadelesini inceler. Daha sonra Tarih Felsefesi Açısından İslâm’da Mülk ve Hilafet, Medine’yi Yeniden Kurmak bu 1992’de neşredildi ve Yazarlar Birliği tarafından ‘yılın fikir adamı’ ödülü ile taltif edildi. İslâm’da devlet felsefesini inceler. Mülk, molok diye eski bir kelimeden gelir ve siyasi hâkimiyet demektir. Önemsenen bir kitaptır, hakkında pek çok medh ü sena yazısı çıktı matbuatta. Tarih Felsefesi Yazıları bu, tarih felsefesi ile ilgili makalelerim, Vadi Yayıncılık’tan çıkmıştı, sonra Tarih Felsefesi Sohbetleri diye Esra Yayıncılık’tan başka bazı konferanslar veya sohbetler çıktı. Şu sıralarda Nehir Yayıncılık’tan Tarih Felsefesi Meseleleri diye epeyce hacimli beş yüz elli sayfa kadar bir kitap daha çıkacak. En son şiir kitabımız malum Mâlihulyâ. Bir de epeyce hacimli, kitap hacminde bir makalem vardı Patterns And Trends In History diye İngilizce bir tarih felsefesi makalesi… Demek ki on bir neşriyatımız oluyor bu son çıkacak kitapla birlikte.
İnan- Bir yandan bilimsel çalışmalar, bütün yoğunluğuyla, ciddiyetiyle devam ederken öte yandan da güzel sanatlarımız için çok önemli şiir kitaplarınız çıkıyor. Onun yanında beste çalışmalarınız devam ediyor, hat eserleriniz devam ediyor. Sizi gerçekten tebrik etmek lazım. Çok mutlu bir yaşantınız olmalı.
Uçar- Teveccühünüz, çok teşekkür ederim.
İnan- Evet, gerçekten onu sevinerek söyleyelim, çok yanlı, yönlü birisiniz ve sizin yapınızdaki insanların çoğalması dileğiyle izin verirseniz programımızı kapatalım. Efendim, bu haftaki konuğumuz değerli bilim adamı ve sanatçımız Profesör Şahin Uçar’dı. Teşekkür ederim kendilerine, iyi günler olsun. ….
not: videoda ikişer sohbet kaydedilmiş. şahin uçar ile sohbet kısmı 2.yarıda