hat sanatı hakkında

Tohum Dergisi, İstanbul, 1969

Yazının Menşei ve Karakteri

Hat sanatı, Arap alfabesinin en derin ifadesini Türk dehasıyla yoğrularak bulduğu, mücerret bir sanattır. Arap alfabesi, rahmetli üstad İ.H. Danişmend’in İslam Tarihi Kronolojisi isimli eserinde belirtildiği gibi, Fenike yazısı menşelidir. Aynı alfabeden alınan Latin alfabesi geometrik bir istihale geçirerek gittikçe aslî hüviyetini kaybetmiştir. Bunun içindir ki; Latin alfabesi ancak grafik sanatına müsait bir alfabedir. Sami ırkın karakteri de bu alfabeye kendi damgasını vurmuştur. Bursalı Şerbetçizade ile Ahmet Karahisari’nin karşılıklı tefâhür için söyledikleri manzumelerden birinden alınma şu beyit, Arap alfabesinin geometrik olmayan karakterini pek güzel ifade eder:

” Harf başka başka bahirdir deniz gibi
Kim satır mevc, nokta ana dürr-i pâkdir “

Hat Sanatının Doğuşu

Gittikçe mükemmelleşen bu yazı Asr-ı Saadet’le birlikte bize hat sanatını müjdeliyor. Vâkıa, geometrik olmamakla beraber, mücerret bir geometri anlayışı bu sanatın Kûfe’de icat edilmesi sebebiyle Kûfî ismini alan hat çeşidinde tezâhür etmiştir.

Peygamberimizin Hz. Ali’ ye hitaben, “satırların arasını açmak, harfleri ayân olmak, kalemi de uzun kesmek“ tavsiyesini yapmak suretiyle hat sanatında bir âmil olduğu eski kaynaklarda zikredilir. Hattâ besmeleye hususi bir önem vererek Hz. Osman’a uzun uzun tarif etmişlerdir, “ el-ilmü saydun ve’l-kitâbetü kaydun “, “ilmi yazı ile bağlayın” gibi hadis-i şerifler de vardır. İbni Abbas “yazı elin dilidir “ der. Hz. Osman ve Hz. Ali hat sanatında büyük mevki işgal eden mümtaz iki hattattır.

“Hattı-ı Kûfî’ de nezâket-i kalem ve cevdet-i rakam onlarda hatmolunmuştur.” Hz. Hasan, Hüseyin ve Abdullah İbni Ömer de Kufî yazıyı iyi yazanlardandır. Hz. Osman’ın kıraat-i seb’a üzre yedi mushaf-ı şerif yazdığı (rivayet edilir.) Hatt-ı bedî-i mensûbu evvel kitâbet eyleyen İbni Mukle’dir. Hicri 328’de vefat etmiştir. Badehu hicrî 413’te vefat eden Ali İbni Kemal ( İbni Bevvâb ) zuhûr eylemiştir.“

Yazıyı Geliştiren Hattatlar

“Yakut-ı Mavsilî ( el-melikî ) hicrî 618’ de vefat etmiş bir hattattır. Melikî, nisbeti Melik Şah oğlu, ikinci Melik Şah’ a izâfeten verilmiştir.  Yâkut- i Hamevî, Tuhfetü’l Hattatîn müellifi Müstakimzâde Süleyman Saadeddin Efendi’nin nasılsa yanlışlıkla Yâkut-ı Mavsilî’ye ait olduğunu zannettiği “Mu’cemü’l-Büldân” isimli dev eserin müellifidir. Vefatı hicri 677’dir.“

Bu üstatların elinde tekamül eden yazı, mihrâkını “ kıbletü’l-küttâb “ Yakut İbni Abdullahi’r-Rumiyy’ü’l Musta’sımî” elinde kazanmıştır. Yâkût-ı Musta’sımî “fenn-i kitabette bir sihr-i bî nazîr eylemiştir.”  “Harfü’l – kalem”  hadis-i şerifinden istidlâl ile kalemini muharrer eyleyüp, “ aklâm-ı sittede”  nezâketi kalem cihetinden tarz-ı cedîd ihtirâ ve ibda etmekle, kendisine “ kıbletü’l – küttâb”  denilmiştir.  Abdulkadir Geylani Hazretleri Yakut-ı Musta’sımî’ye çok fazla hürmet göstermişlerdir. Halife Musta’sım Billah’a nisbetle Musta’sımî denilmiştir. Türk’tür. Amasyalıdır. Hicri 698’de ölmüştür. Ali Sofi, Yahya Sofi gibi büyük hattatları unutmamakla beraber, yine Amasya’dan neşet ile Yakut’ı Musta’sımî’den “ Kıbletü’l-Küttab” payesini bi’l-istihkak devralıp icma’-ı ümmetle beş asırdır taşımakta bulunan Şeyh Hamdullah bin Şeyh Mustafa hicri 940 (miladi 1436) tarihinde doğmuştur.

Şeyh Hamdullah

Üstadı Hayreddin-i Meraşi olmakla beraber eski kaynaklara nazaran Bayezid-i Veli’nin de teşvikiyle Yakut’un yazılarını inceledikten sonra kendine mahsus bir  üslûb-u kâmil  meydana getirmiştir. Pek velûd bir sanatkârdır. Deniz seferleri esnasında üzerinde para bulunmadığı zaman hemen belinden dividini çıkarıp bir çifte vav çekerek, kayıkçıya para yerine verdiği ve kayıkçıların minetdâr olup, bunu hat meraklılarına satarak iyi para kazandıkları rivayet olunur. Üstat yüz on yıl yaşayıp Kanunî devrini dahi teşrîf etmiştir. Kanuni de kendisinden bir mushaf-ı şerif istemişse de bir felç geçiren üstat artık yazı yazamaz hâldeydi.

Kanuni devrinin en büyük üstadlarından Ahmet Karahisarî zaten mücerret olan yazıyı üstelik bir de stilize ederek yazmıştır. Müsennâ denilen Karahisarî vâdisini kendisinden sonra yalnız oğlu Hasan Çelebi, Karahisarî Dervişi ve Muhyiddin Hanife takib etmiştir. Karahisarî Esedullah-i Kirmânî’nin talebesidir.

Karahisarî Hakkında

Molla Şemspir’den naklen, Karahisarî merhumun nazik-ten olduğu, bir beyâz sâdeyi yedi sene miktarı giyip yine bir fakire hibe eylediği  Gülzar- Savab’da yazılıdır.

“ Hatt-ı hûb içre beyâza çıkaran kendözünü
Yazının Karahisârîdir ağartan yüzünü “

Süleymaniye Camii’nin büyük kemerinin müdevver müsennâ yazısı onundur.Bu camiinin diğer yazıları oğlu ve talebesi Hasan Çelebi’nindir.

Yazının Türkistan’dan Gelişmesi

Türkistan’da ise Hüseyin Baykara Hazretleri Mîr Ali’ye nestâlik meşk etmiştir. Mir Ali ve talebeleri hususiyle İmâd, iran milli karakterini icad ve ikmal ettikleri talik yazısında ifade etmişlerdir. Hüseyin Baykara’nın vezîri büyük Türk şairi Ali Şir Nevâî ’de nestâlik’i iyi yazanlardandır.

Gülzar-ı Savab’ da nesh-i talikin gerek ‘hafî’si gerek ‘ celî’si olsun vâzı’ının Hoca Mir Ali olduğu yazılmıştır.

Karahisarî’nin sanat dimağına açtığı uçsuz bucaksız âleme rağmen asırlar boyunca hat sanatı tabii gelişmesine Şeyh Hamdullah vâdisinde devam etmiştir.

Yahya ve Ali Sofilerin basit ve müsennâ celîleri Fatih asrında 300 yıl daha teveffûk edilemeyen, gayet muvazeneli istiflere malik pek kıymetli numuneler vermiştir.   Fatih devrinde Şeyh Hamdullah kalemi münharif kestikten sonra nestâlikten gayrı bütün islamî yazılarının şahikasını teşkil eden Osmanlı mektebi 2. Bayezid devrinde bu derecesini bulmuştur.  En namdar 9 hattatın yetiştiği Amasya bu devirde pek önemli bir merkez teşkil ediyordu.

Asırlar boyunca Hafız Osman gibi hattatların deha ışıklarıyla örülen Türk hat sanatı hususiyle celî sülüste teknik mükemmelliğini Mustafa Râkım’ın elinde almıştır. Bir musâhebe ânında merhum Ahmed Naim’in merhum Yahya Kemal’e dediği gibi:  “Şeyh Hamdullah pîr-i hattatîn ise de yazıya asıl mükemelliğini veren Mustafa Râkım’dır.”

Diğer hat nevilerinden dîvânî hattı da Fatih devrinde mütekamil bir dereceye vasıl olmakla beraber son şeklini Yavuz Sultan Selim devrinde almıştır. Siyâkat yazısı da bu devrin icatlarından olmak lazım gelir.

Gülzar-ı Savab’da “Evvela ta’likte vazı’ül-asıl, Mîr Ali merhumdur ki, evâil-i hâlinde Hüseyin Baykara yazmıştır”  diye kayıtlı olmasına binaen, Sultan Hüseyin Baykara’nın muazzam şahsiyetinin, muhteşem Herat devrinin başlıca mihrak ve minberi olduktan başka ta’lik yazının doğuşunda da müessir olduğunu söyleyebiliriz.

Talik Yazının Bizdeki Gelişmesi

Büyük üstat İmâd tarzı bir müddet taklit olunmuş, Katipzade Mehmed Refi’den itibaren millileşerek Yesârizade elinde tam bir Türk şahsiyeti almıştır.

Diğer sanatlarımızda vukua gelen çöküşe mukabil, çok şükür hat ve musiki sanatımız daha sonraki asırlarda da tekamül ede gelmiştir. Hafız Osmanlar, Kazasker Mustafa İzzetler, Sami Efendiler gibi daha saymakla bitmez medâr-ı iftihâr vesîlesi hattatlar yetiştiren Türk Hat Sanatı, Latin harflerinin kabulünden sonra da ölmemiş ve elan feyizlendiğimiz üstat hattatlara malik olmaya devam etmiştir.

Asırlar boyunca çok popüler olmuş, bütün Türk evlerinin ziyneti olarak bugüne kadar gelmiştir.

Hat sanatı, diğer sanat kollarının da vazgeçilmez bir unsuru olmuş, teknik elverişsizliğine rağmen halıcılık sanatına dahi girmiştir. Halılarda kenar suyu olarak Kufi bordürler şeklinde kullanılmıştır. Hatta bugün bile, birçokları hattat elinden çıkmamış, çirkin taklitleri bulunmakla beraber ; Türk hayatında (eskisi kadar rağbet olmasa da) yalnız meraklılarının değil birçok işyerinin de tezyînî bir unsuru olması sevinilecek bir durumdur.

Türk hat sanatı son derece mücerret bir sanattır. Picasso dahi senelerce aradığı soyut sanatın hat sanatı olduğunu idrak ederek bizim sanat dehamıza bizden daha fazla hayran olan yabancılar arasına katılarak Arap alfabesini öğrenmeye başlamıştır.

Denilebilir ki  hat sanatımız en derin bir ma’nâ alemiyle yüklü bir sanattır. Onda asırların tekamülünün mahsulü engin bir mimârî tenâsüb ve âhenk dolu bir mûsiki ile, lirizmin  engin şiiriyeti vardır. Üstadım Hattat Hamid Bey’in bir sülüs yazısında musiki için söylediği:

“Musiki denilen nutk-u ilâhî
Bir engin denizmiş nâmütenâhî”

beytinde bahsolunan, musikinin benzetildiği engin deniz, beytin yazıldığı sülüs yazıdaki ahenk ile mütenasibdir.

Sülüs yazı tam bir imparatorluk yazısıdır. O kadar ki haşmetlidir. Arap karakterini kufi, iran karakterinin ta’lik, türk şahsiyetini ise sülüs yazı aksettirir. Sülüs sağlam, mantıkî, oturaklı ve kemâlini bulmuş bir güzellik arz eder. Diğer sanatlarımızda da olduğu gibi. Kûfî, mücerret bir geometri arz etmektedir: Yatık ve dik hat. Mutavassıt olarak yalnız eğik hat olup eğri hat yoktur. Araplar çok kere süslü kûfi’yi tercih ederler. Bizde selçuklu kûfisi süslü olmakla beraber Osmanlılar az ve süssüz olarak kullanmışlardır. Ta’lik yazı gibi kufi’yi de türkleştirerek yazmışızdır. Ta’lik iran karakterini ne kadar kuvvetle tebârüz ettirir. Zarif, kayıp gidiyor gibi akıcı bir yazı.

Yahya Kemal, Yesâri hattından bahsederken:

“ Mermerle kaplı çekmede, mevzun kitabede
Baktım Yesâri hatlarının bir nefîsine“

demeye doyamamış,  bir başka şiirinde de,

“ Bazen gönül dalar suların musikîsine
Bazen de Yesari hatlarının en nefîsine“

demekten kendini alamamıştır.

Netîce

İbda’, yoktan yaratma değil, mevcûd olanı en güzel bir şekilde terkîb etmektir. Bu iş devre uygun olarak yapılırsa “Rönesans” olur. Kanuni Sultan Süleyman Han devrinin muhteşem cemiyet hayatı böyle vücut bulmuştu. Temennî edelim ki, modern Türk cemiyeti, ecdad sanatlarını en güzel bir şekilde terkîb edip “İbda'” ya muvaffak olsun ve müstakbel Türk cemiyeti öz benliğinden gelen bu terkip sayesinde mesud olarak yükselsin.

Scroll to Top