Kânî Karaca ve Geçmiş Zamanlar

kani karaca’dan fatiha suresi. video kapağına ise benim bu kufi fatiha yazımı koymuşlar. şükrân cezîle!

Kânî Karaca ve Geçmiş Zamanlar (Yedi İklim Dergisi, 1992, s. 31)

“Halk içre bir âyine var

Herkes bakar bir ân görür

Her ne görür kendi yüzün

Ger yahşi ger yaman görür.”

Dede Ali Şir-i Ganî, Nühüft durak.

Bir zamanlar, ben henüz lise talebesi iken, Refi Cevad Ulunay (galiba bir Kur’an-ı Kerim okuma yarışması ile ilgili olarak) Kani Karaca’dan “İslâm Bülbülü” diye bahseden bir yazı yazmıştı. Üstadın hanendeliği hakkında duyduğum ilk şey, bu ifadeydi (Refi Cevad’ın Tanburi Cemil çalarken, tanburunun sapına bülbül kondurması da hoş bir hikâyeydi. Lâkin geçenlerde, Halep’te, Şeyh Ahmed Teysir’den dinlediğim ifade daha da hoştur: Hikâyenin Halep varyantına göre, bülbül sadece tanburun sapına konmaz, Cemil Bey’in nağmelerine dayanamaz ve düşüp ölüverir.) Uzun zaman Kani Karaca ile hiç tanışmadan, sadece dinleyerek, gıyabi bir hayranlık duyardım. Benim tanbur ve talik yazı hocam, rahmetli Kemal Batanay bir Ali Üsküdarî hayranıydı (Ali Üsküdarî, “Kurrâ”nın meşhurlarındandır ve kendine mahsus “Üsküdarî Tavrı” diye bilinen bir Kur’an okuma tarzı vardı ki Hafız Kemal Batanay, onu taklit etmeye çalıştığını, fakat pek beceremediğini itiraf ederdi.) Kani Karaca, Ali Üsküdarî’ye lâyık bir halef olmuştur. Hocasının üslubunu taklîd ederek okuduğu bir mevlid bandı dinledim ki, rahmetli Ali Üsküdarî’nin sadece üslubu değil, sesi de onun sesi zannedilecek kadar başarılı idi. Kemal Bey bir ara Kani Karaca’ya kendi bestesi olan mevlidi meşk ettiğini anlatırdı ve derdi ki, “esasen ondan başkası okuyamaz, zaten bir dinleyişte ezberlerdi, ama tamamını meşk etmedi”. Gözü bu dünyayı görmeyen musikişinaslardaki musiki hafızası esasen meşhurdur ve üstadın dahi, hocası Ali Üsküdarî rahmetli gibi, mahfuzatı çok geniştir. Derler ki:
“El-mûsiqî hüve nutku ilâhî
Bahrün vâsiün lâ yetenâhî”
“Musiki denilen nutk-ı ilahi
Bir engin denizmiş nâ mütenâhi”…
Bir engin okyanusa benzeyen musiki hazinelerimiz içinde pek sevdiğim ve Kani Karaca’nın mahfuzatı cümlesinden olmak üzere dinleyip yukarıda naklettiğim, Dede Ali Şiri Gani’nin (ki Kanuni devri bestekârlanndandır derler) ilâhisinde, Yunus Emre’nin buyurduğu gibi, “müslüman müslümanın aynasıdır. Herkes bakar onda bir ân (bir güzellik) görür.” Fakîr-i ila’llah, Kani Karaca üstadımızın, bize geçmiş zaman denizlerinden taşıyarak getirdiği güzellikler içinde, kendi görebildiğim ve duyabildiğim yahut hatırladıklarımı naklederek, bir “gâib ummân”ı yâd edeceğim: Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer… “Geçen demler değer misl-i cihanı” demiş Şevki Bey.
Her ne kadar şimdi hâmûş olsak da, bir zamanlar bizde de çok nevâlar, güftügûlar vâr idi. Ali Üsküdarî rahmetli ile ilk defa Neyzenbaşı Halil Can rahmetlinin evinde karşılaşmıştım. Süheyl Ünver hocanın tavsiyesiyle gittiğim Halil Can rahmetli, kendisi artık ney üfleyemediği için, Neyzen Ömer Erdoğdular’ı bana ney hocası tayin ettiyse de; Ömer de askere gidince, bizim ney öğrenme hevesimiz suya düşmüştü. Biz de ne yapalım, eski aşinamız ney için bir şiir söylemekle iktifa ettik:
“Düşündün mü, bir gölde saz olmayı
Geceler ay ışığında yattın mı
Unuttun mu, düşünceye dalmayı
Geçmişte kalanları unuttun mu?”

.
Ümmü Külsum’un dediği gibi:
“Ya fuâdî lâ tes’el eyne’l-hevâ
Kâne sarhan min hayâlin fehevâ!”
(Ey kalbim sorma bana nerde o aşk, o hevâ?
Hayalden bir mâbed idi, uçtu gitti).
Kemal Bey’in talebesi olduğumu üğrenince, rahmetli Halil Can iftiharla, “Üstadın nikriz ayini şerifi bestelemesine ben vesile oldum” demişti. Kemal Bey Itrî’nin na’tını dügah makamına aynı usul ve üslupta nakletmiş. Halil Can da, “Üstat böyle şeyler yapacağına, bir ayin bestele” demiş ve nikriz ayin bu sayede bestelenmiş. Kemal Bey’in Evcara Ağır Aksak Semaisi için “Sadullah Ağa’nın Mihriban’ı gibidir” dediğini hatırlıyorum. TRT, sözde Türk sanat müziği diye, bir alay “maval” neşreder; ne hikmetse çağdaş klasiklere asla geçit vermez. Bir seferinde (sanıyorum üstat neyzenlerimizden Ömer Erdoğdular da mecliste idi) Ali Üsküdarî merhum dahi gelmişti. Halil Can, ayini kadimi okumaya başladı. Ali Üsküdarî, “Pencügah mı?” deyince, Halil Can, “Çocuklar” dedi, “bu eski üstatlar (Ali Üsküdarî Hoca Sultan Hamid zamanından kalma, takriben yüz yaşlarında idi) nota bilmezler, ama perde bilirler ve dahi perde bilmek nota bilmekten evladır!” Şüphesiz, Ali Üsküdarî gibi bir üstadın pencügah makamındaki ayini kadimi (Kanuni devrine ait) bilmesi son derece tabiîdir. Burada kastolunan “perde bilmek” meselesine gelince, Ali Üsküdarî gibi eşsiz bir üstadın rahle-i tedrisinden geçen Kani Karaca, bu perde bilmek mevzuunda misilsiz bir üstattır. 1978 senesinde, Lutiye dostum, Turhan Demirel’de misafir idim. Rahmetli Akagündüz Kutbay her akşam bizimle oturur, tanbur için bağa yapardı; biz de sohbetinden istifade ederdik. Bir buçuk ay boyunca her akşam sohbet ettik. Bu sohbetlerden birinde, fakir, Kani Karaca’nın hanendeliğini övmüş bulundum. Meclisteki bir neyzen ve bir tanburi arkadaş ise, Bekir Sıtkı Sezgin üstadımızı tercih ettiler ve Kani’nin üslubunu tenkit ettiler. O esnada, Tanburi Cemil Bey’in plaklarını ve Kani Karaca’nın bazı bantlarını benim için kopya etmekle meşgul olan Akagündüz rahmetli, Kani’nin sesindeki bir viyolonsel “timbr”ini hatırlatan eşsiz kaliteye ve teganni ustalığına dair nefis bir sohbete başladı ki, 15 yıldan beri hâlâ tadı damağımdadır. Bu, “perde bilmek” deyince aklıma geldi: Bizim Kani Karaca bir bakıma Araplar’ın Ümmü Külsum’una benzer. Yine Halep’te dinledim. Derler ki bir diyapozon sayesinde nasıl hiç hatasız bir perde elde etmek mümkünse, aynı şekilde Ümmü Külsum’un sesinden hareketle bütün perdeleri tesbit etmek mümkündür. Ümmü Külsum varken diyapozona ne hacet var? Bu bana Türk musikisinin hâlâ lâyıkı veçhile halledilmemiş perde problemi için ilham verdi. Gerçekten de Ümmü Külsum veya Kani Karaca’nın sesi kullanılarak bu problem halledilmelidir. Bunu izah için, rahmetli Akagündüz’ün tesbit ettiği, Kani Karaca’ya ait bir banda dair bilgi vermem gerek.
Kani Karaca okuyor; Tanburi Abdi Coşkun ve Akagündüz Kutbay ustalar refakat ediyorlar. Kani Karaca, bazen, perdeleri kullanma hususundaki virtuozitesini sergileyerek, sazendeleri aciz bırakma muzipliği yapar! Akagündüz rahmetliden kopyasını aldığım o bantta da öyle yapıyor. Sazendelere hiç çaktırmadan, gelip öyle bir perde üzerinde öyle bir geçiş yapıyor ki, o perde üzerinde o makamı (transpozisyonla) icra etmek, yani o makamı o perdeden başlayarak icra etmek, mümkün değil: Çünkü tanburda, o perdeler esasen mevcut değil! Mezkur bantta Abdi Coşkun “Yahu ne oluyor çargaha gelmişiz, ama bu perde üzerinde bu makam olmaz” deyince, Kani Karaca gevrek gevrek basıyor kahkahayı! Sonra izah ediyor, hangi makamları dolaşarak hangi geçkileri yaptıktan sonra, sazendelerin elini ayağını bağlayan perdeye nasıl geldiğini ve orada hangi makama geçtiğini… Tabii Abdi Coşkun üstadımıza da derin bir hayretle, “Allah Allah!” demek düşüyor! Zamanımızda iki büyük hanende var; bizce biri Kani, biri de Bekir Sıtkı. Fakat, öyle sanıyorum ki, perdelerle böylesine oynamak ve istediği perdede, istediği makama geçip, ondan sonra da saz ile transpozisyonu dahi kabil olmayan perdeler üzerinde, diapozonal bir tarzda makam icra etmek virtuozitesi herhalde Kani’ye mahsustur. Bu öyle bir kulak hassasiyeti ki icrası âdeta imkânsız gibi görünüyor. Tabii Ali Üsküdarî talebesi olur, Kani Karaca ustalığına ve “mutlak müzik kulağı”na da sahip olursanız, olur. Teorik olarak, insan sesi herhangi bir frekans, yahut perde üzerinden başlayarak, herhangi bir makamı icra etmek için müsaittir. Ama bu tarif ettiğim tarzda (ki Kani’nin bunu nasıl yaptığını müşahede eden müzisyenler herhalde kasdettiğimi daha iyi anlarlar) bir virtuozite, Kani’nin bunu yaptığını bilmemiş olsaydık, herhalde “imkânsızdır” derdik. Kani Karaca’nın gözü bu dünyayı görmediği için, nota bilmez elbette; ama nota bilen müzisyenlerimiz de maşallah bir musiki eserini nasıl seslendireceklerini bir türlü bilmez ve öğrenemezler. Perde bilmek derken, Ali Üsküdarî ve Kani gibi eski üstadların bildiği ve kullandığı anlamda perde bilmeyi kastediyoruz; yoksa bir makam icra edilirken, herhangi bir sesin, hangi perde olduğunu her iyi müzisyen bilebilir.
Bu perde meselesi üzerinde duruşumun asıl sebebi şu: Bir ara Tanburi Necdet Yaşar’ın tanburuna müracaat ederek, Türk musikisi perdelerinin doğru bir şekilde tesbit edilmesi gerektiğinden bahsederlerdi. Biz neyzen değiliz ama, bize öyle geliyor ki Arel-Ezgi sisteminin Tanbur perdelerinden hareketle Türk musikisinin perdelerinin tesbiti yerinde olmakla beraber, ney daha esaslı bir fikir verir. Şöyle ki: Bilindiği üzere Arel-Ezgi sistemi Türk musikisinde ve tanburda 24 eşit olmayan aralıktan bahseder (ve Arel eski Yunan müziğinin, perdeleri eşit tel boyundan hareketle tesbitini hatalı sayar). Tanbur telinin tam ortasından, neva perdesi elde edilir; yani tel boyunun 1/2’si, bir oktav tiz sesi verir, aynı şekilde tel boyunun 1/3’ü dügah (5’li aralık) ve 1/4’ü ise rast (4’lü aralık) perdesini elde etmeye yarar. İkisi arasındaki perde ise, rast-dügah arası, bir “tam aralık”tır. Arel sistemindeki, “dörtlü artı beşli eşittir sekizli oktav aralığı” buradan mülhemdir. Her ne kadar Arel eski Yunan tezini tenkit etse de; işin aslı şu ki, musikiyi lir’deki tel boylarını bu matematikî nisbetlere bağlayarak izah eden de eski Yunan Hakimi Fisagor’dur. Şark musikisi geleneği dahi böyle bilir, böyle söyler. Bilindiği üzere, neyde dahi, bir perde biraz daha hızlı üflenmek suretiyle, tabii olarak 5’li, 4’lü ve bir oktav tiz perdelerde aynı notayı istihsal etmek mümkündür. Fisagor’un matematik esaslı nazariyesinin tabiattaki karşılığı bizce tanbur değil, neydir. Tel boyunu sırf tesadüfî matematik nisbetlerle tesbit etmek 1/2, 1/3, 1/4 gibi mümkündür; ama nefesli çalgılardaki ihtizaz farkı ile bu sesleri tabii olarak elde etmek de mümkün. Fakat problem ondan sonra başlıyor. Segah perdesi nerede, kürdi nerede, yahut, daha net söyleyecek olursak, fizik dilinde bunlar kaç frekansa (yani kaç titreşim bölü saniyeye) tekabül ediyor. Bu hususta herkesin zevki muhtelif olduğu için, üstatların icra ediş tarzına (diyelim Necdet Yaşar’ın tanburundaki perdelerin verdiği sese) göre perde tesbiti mevzuubahis olmuştur. Bu noktada, diyapozon mu istiyorsunuz, Türk musikisi için, ben size daha esaslı bir kaynak söyleyeyim: insan sesi! Ama hangi perdeye bastığı meçhul bir hanendenin sesi değil, Ümmü Külsum yahut Kani Karaca’nın bastığı perde esas alınmalıdır. Her ne kadar kimsenin aklına gelmemiş olsa da, biz kaynağı gösterelim dedik. Ümmü Külsum öldü, ama Kani henüz hayatta iken, onun perdeler hususundaki bu virtuozitesinden istifade edilmelidir. Perde tesbitini basit bir hadise zannetmeyelim, bilindiği gibi bir sesin alt ve üst akorları, beşli, sekizli vesaire tizleri de beraber işitildiği için, herkesin veya her aletin sesi ölçü olmaz. Ümmü Külsum ve Kani için, “bizim musikimizin diyapozonu” derken bunu kastediyoruz. Önceki bir yazımızda da dediğimiz gibi, artık şu belirsiz koma lafını bırakıp, Türk musikisi perdelerini frekans ölçüsü cinsinden ve daha esaslı bir şekilde tesbit etmek gerekir. Bunun için Kani gibi “nec mortale sonans” (sesinde fanilik tonu olmayan) bir hanendeye müracaat etmek lâzımdır.
Gelelim üslup meselesine. Herkes Türk sanat müziği icra eder; ama herkes eski üslubu bilmez ve o üslupta okuyamaz. Herkeste iyi musikiyi kötüsünden tefrik edecek zevki selim dahi bulunmaz. Ömrünü bu işe vakfeden kimselerin dahi, sözgelişi Itrî’nin arkasından (günümüzde bestelenmişlerden, sözüm ona Türk sanat müziği diye) son derece bayağı arabeskler okuduğuna her gün şahit oluyoruz. Evet bugün Türk sanat müziği diye bestelenen eserlerin çoğu bayağı arabesktir, malum ola! Bir tarihte Özbekler Tekkesi’nde rahmetli Sebilci Hüseyin’i dinlemiştik: Üstadın tarzı biraz Arap üslubuna benzerdi. Arap üslubunu her gün duyduğunuz şu yanık arabesklerle karıştırmayın! Biz Ümmü Külsum’u da dinledik: Çok asil bir üslubu vardır. Bugün arabesk deyince kastedilen bayağılıktır ki o anlamda şimdiki Türk sanat müziği bütün arabesklere taş çıkartır. Kelimedeki arabesk (Arap tarzı) ifadesi sizi yanıltmasın: Arap tarzında ne şaheserler var! Her neyse, o da bir bahsi diğer.
Değerli musikişinas ve yazar Nezih Uzel’le birlikte bir akşam Özbekler Tekkesi’ndeyiz. Radyoda bir hanende bozuntusu Zekai Dede’nin suzinak aksak Semai’sini güya okuyor. Rahmetli Ali Hoca, “bu böyle okunmaz” deyince, fırsatı ganimet bilen bizler, “nasıl okunur üstat?” deyip radyonun kulağını büküverdik. Hoca o sıra 90’lı yıllarını çoktan geçmiş, 100’e merdiven dayamış; o yaşta elbette sesi kalmamış; ama üslup ve tavır başka bir şeydir. Halk güzel sesi olanı dinler; zaten üslubu iyi mi, kötü mü tefrik edemez. O kültür ve bilgi işidir çünkü. Müzisyen, sesi olmasa da, üslup sahibini dinler elbette. Uzatmayalım, o günkü musiki ziyafeti bitti. Hoca, gitmek üzere kalktı. Hiç unutmam, Nezih Bey, o sıra Türkiye’de bulunmayan şu küçük teyplerden birini getirmiş Avrupa’dan. Hoca ayaküstü bana, “Sen nerenin gülüsün bakayım?” diye sorunca, “Azerbaycan gülüyüm” dedim. “Dur öyleyse sana bir Azerbaycan gülü okuyayım” dedi. Nezih, hocaya çaktırmadan banda kaydedebilmek için, teybinin düğmelerini gizlice kurcaladı, bir şeyler yaptı. Hocanın mestleri üzerine bir lastiği fakir, bir lastiği Nezih Abi kapmış, giydirmeye çalışıyoruz: Lastik dar geliyor! Bir hayli uğraşıp lastiklerini giydirdikten sonra yolcu ettik. Koşup, teybin düğmesine bastık, heyecanla bekliyoruz. Hoca, Abdülkadir Meragi’den okumuş, nadide bir eser, biz de güya kaydetmişiz, gel de heyecanlanma; velâkin, anlaşılan Nezih Bey teybi kullanmakta henüz acemi olacak ki, maalesef hiçbir şey kaydedememişiz! Üstadın sayısız mahfuzatından bir eser daha, maalesef tarihin karanlıklarına karıştı gitti. Nota yokluğundan Türk musikisi eserlerinin yüzde doksanı, ebediyyen kayıptır. Kani’nin, hocadan meşkettiği üslup da kaybolup gitmeye mahkumdur. Derler ki vaktiyle, galiba Mesut Cemil Bey zamanında, Kani’nin Radyo Arşivi için doldurduğu bantlar ve plaklar kıskanç kişilerin kırılası elleri tarafından kasten tahrip edilmiştir. Turan Yazgan Hoca’nın vakfı bir hayli klasik Türk müziği plağı yaptırmış; ama gariban Kani’nin değerini kim nereden bilecek ki? Batı müziğiyle uğraşmıyor ki, devlet sanatçısı yapsınlar!
Bir tarihte, tesadüf eseri üstat ile tanıştık. Karaman’daki Mevlânâ ihtifalinde, Mevlânâ Hazretleri’ne dair bir konuşma yapmam istenmişti de, acizane üstadın (sonradan tercüme de ettiğim) “ateş nezened der dil-i ma illa hu”* rubaisini okumuştum. Konuşmam bitince, baktım beni Kani Karaca’nın yanına oturtmuşlar. Ahmet Özhan ve ekibi de sahnede ilâhi okuyacaklar. Fevzi Halıcı’ya dedim ki: Burada Kani gibi bir üstat var. Ama sahneye çıkarmadınız, yanımda oturuyor. Bizi, üstadı dinlemekten mahrum etmeyin! Ricamı kırmadılar, Kani’yi sahneye davet ettiler. Orada bir ilâhi arasında öyle nefis, öyle eşsiz bir solo yaptı ki, doğrusu beni ihya etti; bambaşka bir âleme, gençlik günlerime geri götürdü. Bütün geçmiş zamanlar, maveradan gelen bir sesle birlikte, bir “nunc aeterna”ya (ebedî şimdiki zamana) kalb oldu vesselâm. Şimdi ilâhi okuyanları dinliyoruz da, aman yarabbi, eski klasik ilahilerin arkasından okunan, sözüm ona çağdaş bestekârlara ait, ne zevksizlik numuneleri duyuyoruz! Doğrusu, “ben radyoda TV’de hiçbir zaman Türk sanat müziği dinlemem” dersem inanır mısınız? “Ars longa, vita brevis”: sanat uzun, hayat kısa. Tıpkı Ali Üsküdarî gibi, Kani Karaca da, değeri bilinmeyen mahfûzâtını ve üslûbunu alıp başka bir âleme göçünceye kadar beklemek, ancak biz Şarklılar’a mahsus bir “lâkaydî”den başka nedir?
İngilizler, özel sipariş ile Kani Karaca’ya Hatipzade Osman Efendi’nin Rast Kar-ı Nâtık’ını okutmuşlar, arşive koymak için! Akagündüz rahmetliden almıştım. Mehmet Şahin üstadımız el koydu; şimdi bende de yok ya, o eseri icra ederken mazhar (bendir) çalarak Kani’ye refakat eden Nezih Uzel’de vardır nasılsa! Bir gün gazetesinde yazsa da, TRT’den dinleyebilse millet. Ne diyelim, Kani Karaca için herkes üstat der de, ne hikmetse üstatların kadri yaşarken pek bilinmez:
“Hatırlayan gönüldür kırılan gönlümüzü
Hatırlamaz aynalar kaybolan yüzümüzü”
Bayezid Makaamesi isimli bir şiirimde, Dede Ali Şiri Gani’nin nühüft ilâhisi ve Kani’nin o ilâhiyi okuyuşundan mülhem olarak, birkaç mısra söylemiştim. Şimdi o mısraları “Kördür münkirler gözü” fehvasınca, Kani’nin değerini görüp anlamayanlara ithaf ederek tekrar etmek isterim. Zira, Kani bir ömür boyu, bizim yalnızca “kendimizi gören” perdeli gözlerimizin görüp, duymadığı bir gâib âlemin nağmelerini terennüm etti. Allah sa’yini meşkur eylesin. Amma Kani, derûnünde geçmiş zamanların aksettiği, fakat aslında, heyhât, bizi de gösteren bir ayna değil midir?
“Halk içre bir âyine var
Herkes bakar kendin görür
Sanma görür kendi yüzün
Gördüğü perdedir onun”…

yazıda bahsi geçen kâr-ı nâtık:

*Karaman’daki ihtifalde okuduğum rübai derken, burada yazıldığı gibi belki “Ateş nezened der dil-i ma illa hu” rübaisini de okumuş olabilirim amma sözü mutrıb heyetine bırakmadan önce nasılsa ezberimde olan “ey bank-i rübâb ez kücâ miyâyi” rübaisini okuduğumu hatırladım şimdi:

“ey bank-i rübâb ez kücâ miyâyî,

pür âteş ü pür fitne vü pür kavgâyi

câsûs-i dilî vü peyk-i an sahrâyi

esrâr-i dilest her çi mîfermâyî..”

kemal batanay’ın bu yazıda bahsi geçen dügah na’tı

bu yazıda halil can rahmetlinin medhüsenâ ettiği kemal batanay’ın evcârâ ağır semaisi:

.

.

Scroll to Top