Selected Poetry

Muvaşşah

Çâresiz ve yalnızca yenmek için zamânı
Bu gece bir kahvede şiirler yazıyorum:

.
Şu yağmurlu gecede sigara dumanından
Zamânı süzüyorum: zamânın her ânından
Çıkıyor bir kafiye-bir hayal ormanından
.
Sisli bir orman gibi sigaramın dumanı
Bu ormana mısralar yazıyor… bozuyorum
.
Çâresiz ve yalnızca aşmak için zamânı
Zamânın kemirdiği beynimi kazıyorum
Yazdığım her mısra bir ızdırâb armağanı
.
Dalıp bir an ru’yâya; alıp inci, mercânı
Ben dumanlar üstüne desenler çiziyorum
.
Ve birden duyuyorum bir Endülüs nağmesi
Bir “muvaşşah” söylüyor çöller aşan nefesi
Gannî yâ Ümmü Külsum! Kayıp zamânın sesi
.
Rü’yâlar görüyorum: Cihânı, âsumânı,
Dolduran çığlıkları tesbîhe diziyorum…
.
Endülüs’te bir zaman, Elhamrâ Sarâyı’nda
O Arslanlı Havuz’da, Fıskiyeler Çağında
Billur şavkı câriye kızların yanağında
.
‘Muvaşşah’ söylenirdi, sevmek için her ânı
Onları hatırlıyor-zamâna kızıyorum.
.
Yaşadığı zamanı beğenen şâir olmaz
Geçen gün âh, geçmiştir-gelecek belli olmaz
Yalnız bu ân senindir; o da sana yâr olmaz
.
Şiirle aşamazsam ben bu yeri, bu ânı
O ‘kayıp cennet’leri ya niçin yazıyorum?
1989

GÜL

.
Ey gönül gel, gör, ibret al!
Bir avuç kilden topraktan gül biter…
Topraktan gül nasıl biter?
Tohum nasıl oluyor gül?
.
Tohm-u gül, güldür, gül açar,
Bu cansız ‘kil özü’nden ne alır gül?*
bir gül açmışsa eğer gâyesī var, cânı var
Gül mü asıl, Kil mi asıldır, ey dil?
.
Aslı, nesli, resm-i hüsn-ū ânı var
Kōkusū gül, rengi gül, bir gonce-ī pinhânı var
Ey ‘Sebeb’-ī hilkat-ī gül, ‘Gâyet’-īvuslat nedir?
Şerh-i esrâr-ī rümûzdur hem nihânî bir sadâ!
.
Gül açar; ki sırr-ı beyânıdır:
Bir avuç “kil”ī…gül” eden O’dur!
.
Ey gönül gel kendözün bil
Gel kendine sefer et, bul!
Kendözünden kendine gel
Budur Yolculuk, budur Yol!
.
Dil de bir güldür: “Lem-yezel”
.
Her nesnede gizlidir ol
Evvel, Âhir, Bâtın, Zâhir
Ondan sever şeydâ gönül
Ondan biter mutalsam gül
.
Ondan mıdır ki güldür, gül?
gül değildir gönüldür gül
.
Ondan mıdır şeydâ gönül?
gül alır gül satar gönül
.
güldür solar tekrar biter
dalında bir bülbül öter
kokusu cânımda tüter
gönlümdeki bir güldür, gül
.
“Her gül-ī gülzâr bûyî
nâfe-ī “kaalû: belâ!” **
Her dem-ī hoş-bû gül-ī ter
taa ezelden merhabâ!
.
Sebebi nedir bu açan gülün?
niye yaprağı dökülür dalın?
nereden gelir kokusu gülün?
.
Gül kokar “açık sır” olur âşikâr ***
“Gül remz-i cemâl-ī gül-i ruhsârı o yârin!”•••
Dil şâhid-i mazmûn olalī ol gül-i gülzâr
Gül olur açar…
Gül açar ki sırr ola âşikâr!…

Bârekallah, ger nühüfte, ger selâm-i âşikâr…

Taa ezelden merhabâ!

Taa ezelden merhabâ!
.
…*“Üstünde Gül biten bir toprağın ‘kil’ tabakasına
o gülün kokusu sinmiş, ve o kilde dahi bir gül kokusu
peydâ olmuş”… Kil dermiş ki: “ben bir müddet gül ile
komşu oldum/ bu gül kokusunu o gülden aldım”
Gülistan, Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî
•* şairin kendi divanındaki “Fuzuli’nin gazeline taştîr” şiirinden alınmış bir mısra
•• *açık sır (open secret) Goethe’den muktebes “varlığın ma’na ve mazmunu” kitabında geçen bir bahis
••• şairin kendi “tevhid kasidesi” nden alınma bir mısradır

ROSE

.

“There is no reason for the rose, the rose blossoms, because it does.
Neither craves to be seen, nor cares for itself.”
Angelus Silesius. Translated by Sedat Umran
.

“The clay layer of the soil on which the rose blossomed

absorbed the smell of the rose, and even in that clay

arose the smell of the rose. The Clay would say:

“I have been the neighbour of the rose for a while,

and that’s where I got this smell of rose”

Gülistan, Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî
.

.
Oh heart, come! and see! Take a lesson!
From a piece of clay and soil a rose is risen.
How does a rose rise from the soil?
.How does a seed become a rose?
.
The seed of the rose, is the rose, it burgeons.
What does the rose get from this lifeless clay?
If a rose blooms, there is a purpose, since it is alive!
Oh heart, is it the Rose or the Clay that is of the essence?
.
It has an origin, a genesis, and noblesse and a moment of beauty.
It smells of the rose, its color is the rose, and a hidden sprout it has.
What is the purpose of its creation? where is the ultimate union?
That is an exegesis of the meaning from mysteries of those hidden signs, and also a secret call!
.
The blooming of the rose is the revelation of a secret:
It is Him who makes a rose from a piece of clay.
.
Oh heart, come and know thyself,
come and journey into thyself, and find!
Come from yourself toward yourself.
That is the journey, that is the Way!
.
The heart is also a rose – everlasting one!
.
He is in every object, former and latter,
innermost and outermost.
Therefrom comes the talisman of the rose.
Is that why the rose is the rose?
The. rose is the heart, it is not a rose.
.
Is that why the heart flows over?
The heart gets a rose and gives a rose.
The rose withers, and buds again,
And on its branch the nightingale chirps,
While its smell reeks into my soul.
The rose is a rose in my heart.
.
Every rose in the garden is the musk of saying yes,
to the oldest question of Old Testament
Every whiff of it is a blessing,
it is a greeting from eternity.
.
What for opens the rose?
Why does its petals fall?
From where comes its scent?
.
The rose smells, and the “open secret” reveals.
.
“The rose is a symbol of the beauty of that rosy cheek of the Beloved!
Since I have become the witness of the concealed meaning of God, that rose of
the garden of roses.
Becomes a rose and blooms again and again
.
The rose blooms so to reveal the secret!

 

“Dixit Deus ad Mosen:
Ego sum qui sum.” (Tevrat, Exodus, 3:14).

.
YOL
“Ego sum qui sum!”: “Ben, ‘Ben’im!”
Dedi Allâh…
Tûr-u Sînâ’da Mûsâ’ya.
“Nosce te ipsum” :
kendini tanı sen!
Ve “Gnothi sauton!”: Kendini bil!
Yazarmış Delphi Mabedi’nde…
“In culpa est animus qui se
non effugit unquam! “ :
(That mind is at fault which
never escapes itself)
Demiş, erenler de ‘vaktin dem’inde;
.
.
“Hatâ eder o nefis ki /
hiç kaçamaz kendinden! “
.
“Şol seni seven kişi…”
“Sen sende iken menzîl,
Alınmaz” demiş; çünki
.
Nefse aldanan kişi
düşvâr olur her işi
bilmez gerçeği, düşü
zihnindeki teşvîşi
bile yürür ol kişi
.
Düşte yürür çün …yol bilmez
ol menzil alabilmez
.
Kendini “bile-bilmez”
.
aşamazsa özünü
kendinden mahrum kalır
Söyleyemez sözünü
.
Kendinden mahrûm kalan
Terkedemez kendini!
.
Yol almaz…yolda kalır
.
Yol içre bir yol olmak
bir şahrâh açmak gerek
Nefsi tanımak içün
kişi özünü aşmak gerek

“Hatâ içre o akıl ki
Hiç aşamaz kendini”
Kendinden mahrûm olan
Terkedemez kendini
.
Kervân yürür…yol kalır
“Yolcu”…yolunda…”Yol” olur.
.
.

Nature’s first green is gold
her hardest hue to hold

her early leaf is a flower
but only so an hour

then leaf subsides to leaf
so Eden sank to grief

so dawn goes down to day
nothing gold can stay”

…….

Tabiatın ilk filizi altındır
en az süren renk tonu da o tondur

ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak
belki bir tek saat çiçek kalacak

sonra yaprak sürgün verir yaprağa
böyle gark oldu hüzne “Aden Bağı”

şafak biter de başlar gün ışığı
sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.’

Robert Frost

  •  

.

mersiye: divan’dan tercüme eden: AHMED FAHREDDİN UÇAR
elegy:
Alas, my rose have withered, the rose garden spoiled
The time has shifted
And the nightingale is lamenting again.
The day is born but the candle of the lent-world died down
Alas, it has no meaning, Yet it still revolves.
Dark and sinister nights and in obscurity, my beloved lies under the soil
My soul like my beloved
In dungeons resides
In sinister nights
Yet the dome of heaven is mute and glorious
Though one is sorrowful,
Does it heavens trouble?
So far the world is the world still; this, the green heaven, still
Stands exalted
The heavens didn’t collapse yet
But the soul remains with this problem in his heart,
All the more in constant reminiscence of the beloved,
Aye like a pearl contained in an oyster shell.
Repeats my pangs of cry that sonorous sky.
Full of screams is my heart Like a turbulent ocean,
Resounds in that ocean
Revolving this melody
A tune of lamentation
Mournful grievance again
Passed like a dream where is that trace of forelock
As a hyacinth, alas
Faded this fancy again.
What days has she seen in this world? Her spring turned to autumn,
Didn’t see plenty good many days
Her rosecheekes
A wanderer at dusk coming to observe the sun,
Perceived as though it is forever gone,
Thus Commences the winter solstice.
Like the extant and the absent, is this world and the hereafter
Even the world is but a fancy dream:
An intricate mystery.
If present being is the existence, what is it’s ultimate resolve?
Merged together the extant and the absent,
In this tomb of mystery.
O God. You buried into darkness that image of beauty,
That yearning eye,
You’ve burnt my lamenting heart.
My God, disregard my obstinacy, my rebelliousness,
Is my beloved in darkness?
Leave her not in darkness,
Leave not in darkness.

  • .
  • (1978 de vefat eden Hatice Uçar için)
  • MERSİYE

eyvâh gülüm soldu harâb oldu gülistân
çarh eyledi devrân
bülbül yine nalân
gün doğdu çerâğ söndü kalan eğreti dünyâ
ma’nâsı yok ammâ
devretmede hâlâ
muzlim geceler toprağın altında o cânân
cânım gibi cânân
zindanlara mihmân
gök kubbesi hâlâ yine dilsiz ve mutantan
kahr olsa da insân
gökler içün âsân
âlem yine âlem yine bu kubbe-i hadrâ
durmakta muallâ
gök çökmedi hâlâ
dil derd-i derûnüyle kalır başbaşa ammâ
yâdında o cânâ
dil sadef-i azrâ
feryâdıma ma’kes olur ol kubbe-i tannân
kalbimde pür efgan,
ummân-ı hurûşân
devretmede anda
bir nağme-i hicrân
hicrân, yine hicrân
rü’yâ gibi geçdi hani ol kâkül-i turrâ
sünbül gibi hayfâ
soldu yine hulyâ
âlemde ne gün gördü hazân oldu bahârı
gün görmedi bâri
ol gonce i’zârı
bir şâm-ı garîbâne erip mehr-i temâşâ
sönmüş gibi gûyâ
başlar şeb-i yeldâ
mevcûd ile ma’dum gibi dünyâ ile ukbâ
dünyâ dahi rü’yâ
müşkil bu muammâ
mevcûd ise varlık nedir encâm-ı karârı
câmi’ yoğu vârı
esrâr-ı mezârı
zulmetlere gark eyledin ol nakş-i nigârı
ol çeşm-i humârı
yaktın dil-i zârı
ya râb benim isyânıma tuğyânıma bakma
zulmetde mi cânâ
zulmetde bırakma
zulmetde bırakma

.

Hz. ŞÂH-I VELÂYETE GAZEL

Muhterem Ağabeyim Fethi Gemuhluoğlu’na

ey dü-dârın tâc-dârı yâ Ali
mülk-i aşkın şehriyârı yâ Ali
bağrıma derd-î Hüseyn-i Kerbelâ
urdu zahm-i zülfikaarı yâ Ali
anda görmüş nüh-felek kim âşıkın
bes nedir bu kâr-ı zârı yâ Ali
rûz ü şeb aşk ellerinde gönlümüz
subh ü şâmî zâri zârî yâ Ali
ehl-i beytin aşkıdır cân ü dilin
bir medâr-ı iftihârı yâ Ali
var mı senden özge yâri şâhinin
Haydar-î kerrâr-ı Bârî yâ Ali
.

 

 

ZERVÂN: SONSUZ ZAMAN

Ne zindeem ez hicr-i tü ne mürdeem ey şuh

Feryad ez in nevi vücud-i adem-alud

Yavuz Sultan Selim

Ne canlıyam ne ölmüşem çün ayrıyam senden
Feryad yokluk bulaşmış bu varlığın elinden

I
Ey iki yüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İki yüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader
Geceden gizli açan bir gül olur bir zamân
Bir ân kanlı lâledir! bir kâse dolusu kan
Bir ân çan sesi gelir, yola düzülür kervân
Bir ân Sûr-i Sirâfil: ebedî şimdiki ân!
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.

II
Şafak vakti çalan çan! Yola çıkıyor Kervân
Önümüzde sonsuz çöl, ardımızda Rûzigâr
Kum tepelerde yiter, silinir izlerimiz…
“-Ey deveci, develer
Yorgundur / yük ağırdır
Öyle şarkı söyle ki,
Aşka gelsin develer”
Gözyaşıyla yıkansın kum dolan gözlerimiz
Zaman denen Ankaa Kuşu
Hiç benzemez başka kuşa
Çabuktur kanat çırpışı
Çabuk geçer yazdan kışa.
“-Ey deveci, devemiz
Yorgundur / yük ağırdır”
O şarkıyı söyle ki,
Söylemiştir pîrimiz!
“Cân ararsan, cansın
Nân ararsan, nansın
Bu nükteyi anla ki
Ne ararsan, ondansın!”
Rüzgâr esip geçiyor, geçip gidiyor Kervân
Rüzgâr kanatlı zaman / yürüyor çölde kumlar
Ve kum tepelerinden silinir izlerimiz…

III
Hem geçmiş, hem gelecek: iki yüzlüdür Zervân:
“Geçen geçmiştir, istikbâl gâibdir / geçer zamân
Sana yalnız şu ân kaldı, içinde olduğun şu ân!

Şu geçen “ân”dır Zervân: yok olup, yiten zamân
Şafakta çan sesi var; geçip gidiyor kervân

IV
Ey iki yüzlü Zervân! Sen ey ebedî nisyân!
Hem Âhurâmazda’sın, hem karanlık Ehrimân
Zerdüşt yaktığı zaman bu idrâk kandilini
Bir devler savaşında arada kaldı insân…

Ve gecenin bağrından çıktı gül yüzlü şafak
Çölde doğan o şafak yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in her putu kırdığına.
Gördü “Darb-ı Kelîm”in kayaların kalbine
Vurarak âb-ı hayât bulduğunu bu çölden.
O “Kazıklar Sâhibi” Firavn’i yenen asâ
Asâ da bir “yed-i beyzâ”da yedi mâr yedi a’sâ
Çok kervân geçti çölden: Dâvûd, Süleymân, Îsâ…
Ve Muhammed Mustafâ katıldı bu kervâna!
Canlanıp, hayat bulan bir avuç toprak gibi
“Lâ ilâhe illallah!” dedi cân ü gönülden
Bu tevhîddir erişir karanlıktan şafağa…

V
Ne zemîn kaldı ne zamân; ne iki yüzlü Zervân
Çünki vahdet münezzeh zamandan ve mekandan
Zamân aşk ile doldu; mekân nûra gark oldu
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

“Lî maallâhi vaktün!” dedi çünki Mustafâ
“Allâh ile bir vaktim var!”: ebedî şimdiki ân…

VI
Şafakta ezan sesi; yola çıkıyor Kervân
Bu sonsuz yolculuğun rehberi Mustafâdır.
Zamân bu Kervândadır, bu kervân içre mekân
Çöl yok artık, kervân var: Kervân, bütün dünyâdır!
“El-Mülkü Lillâh!” dedik: “Mülk Allâh’ın!”, öyleyse
Bütün Dünyâ bizimdir ve bu zamân da bizde
Bir Kervân türküsüyle gelir gönlümüz vecde
İki yüzlü de olsa zamânımız, her zamân
Beyin kâfir olsa da, kalb dâimâ Müslümân…

VII
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor: uyan ey yolcu, uyan!
Katıl bu kervancının sonsuzluk nağmesine
Zamân bu nağmededir / Ebediyyet: şimdi! bu ân…

VIII
“Câme-siyeh ger küfür
Nûr-u Muhammed resîd”
“Vakt şüd ey mürdegân
Haşr-i mücedded resîd.”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor / Uyan ey yolcu, uyan!
Geldi Diriliş Çağı: Ey ölü gönül, uyan!
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kutlu bir ışık doğdu
“Nûr-u Tevhîd çevirdi karanlığı şafağa.
“Kar cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişti
Vakt erişti Ölüler, yeni bir Haşr erişti!”
Dağların, denizlerin ufuklarından, şafak
Göklere erişerek aydınlatır geceyi
Ey Ölü-gönül, uyan
Diriliş vakti bu ân
Uyan ey gönül, uyan!

IX
“Haber kün ey sitâre yâr-i mârâ”
“dil çü süturlâb şüd,
âyet-i heft âsümân”
Ey gönül usturlâbı! İşte Şafak Yıldızı…
“Haber ver ey sitâre
Haber ver yârimize”
“Ki gönül usturlâbı
Yedi göğün âyeti…”
Dünyâ nedir ki bize? Nedir bu devrân, nedir?
Bu Kubbe-i devvâre,
Dönen gökler, güneşler,
Saman Yolu, bir zerre,
Bir zerredir âsümân.
Bu sonsuz kâinât ne? Yalnızca bir damla kan…
Bütün bu kâinatdan daha geniştir bu cân
Çünki sığar kalbine rahmeti sonsuz Rahmân
Kâinat vâr olmadan/zamân, olmadan zamân
“E lestü bi-Rabbiküm?” hitâbının cevâbı
“-Belâ!” demişti ruhlar; “Belî!” dediğin zaman
Bir ışıktır, çevirir karanlığı şafağa…

X
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Îran-zemîn’de zamân Zümrüdü Ankaa gibi
Yanıp kül olsa bile / küllerinden dirilen
Ölümsüz bir kuştur ki- tüyleri Gökkuşağı
Şafak yüzlüdür Hürmüz
Karanlıktır Ehrimân!
Zervân, o sonsuz zaman, o iki yüzlü Zervân
Bir “ân”a sığdırsa da insanın kaderini
Böyle buyurdu Zerdüşt:
“-Zervân içinde yürür; geri dönmez bu kervân
Gidişi var, dönüş yok; yalnızca bir tek sefer”
Ebediyyet bu ândır… bu ân’a bağlı zafer
Kuzgunlara sunulsa bile insanın leşi,
Bir ân olsa da ömür, Tanrı dilerse, bir ân,
Bir ândır Ebediyyet, bir ân inanmak yeter!
-Karârın nedir şimdi?
– Kötülükle savaşmak / iyiliğe inanmak!
– Nedir bir ân inanmak?
– Pervâne gibi yanmak!
Gönül âteş-gededir: Gönül bir aşk çerâğı.
– Yürek nedir? Yanmaktır, pişmek, kavrulmak, yanmak!…
– Kaderin efendisi kim? / Sensin! İnanan insan!
Uyan ey gönül, uyan
Geldi diriliş çağı
Ey Ölü-gönül, Uyan!..

XI
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu…
“- Bu yol, hayat yoludur!” derdi Üstâd Lao-Çe;
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu.
Gönül bir özge cândır: Hem şâhin, hem güvercin
Karanlıkta parlayan
Bir çift gözdür o kaplan
Hem erkek, hem dişidir
Hem avcı, hem avlanan
Hem Yolcu, hem Yol’dur O
Her iklîmi dolaşır
Gönlü geniş, ufku hür…
Gobi çölünü aşar
Varır Sarı Irmağa
Her kalıba girer O
Ying ü Yang’ın ahengi / Tao’nun sırrı budur:
“Değişmeden-değişen” bir bulut; ve bir sağanak
Şimşek çakar ve söner: bir ân!
Gök gürültüsü; Yağmûr
Mührünü vurur Çağ’a…

XII
Yürekte hırs var, kîn var: Kirli kan var yürekte…
Dinler Sidarta Buda Ormanda bir ırmağı
Ormanın gölgeleri, “Mâyâ”dır; Gerçek değil!
Ormanda sonsuz-sükûn, “Ebedî ân”dır; geçer
Kaderin cilveleri, “Karmâ”dır… Gerçek değil!
Orman susar ve söyler: Sessizliğin dili var…
– Söz nedir? Söyleyenin kadri kadardır “söz”ü
Ne eksik, ne fazladır: tam sözü gibi özü!
Söz söyle, boş söz değil; çöz ey Sükût dilini!
Buda’ya sırlarını anlatır Irmak şimdi…
Anlar Buda, Irmağın, arzûların dilini
Mâyâ’dır Dünyâ,
Moksâ’dır Arzû,
Serap’tır Karmâ.
Bu Varlık bir serap’tır: Yokluk dahi Seraptır.
Nirvânâ: hîç ender hîç! Serâb içinde serâb…
“- Ey Suya düşen gölge!” diyor Irmak, Buda’ya,
Su temizdir kaynakta: kirli kan var yürekte…
Yürek yıkanmak ister/
Yürek ister, yıkanmak!
Ganj’da yıkanmak değil/Deri yıkamak değil,
Rûh’u yıkamak gerek,
Yıkamak gerek Çağ’ı
Ve kuşanıp Gerçeği; aşmak gerek Mâyâ’yı…
Sonra Aziz Buda’yı
Budayıp put yaptılar
Tebessüm eden bir put
İnsanların taptığı,
Tebessüm eden bir put, insan ahmaklığına…

XIII
Çölde doğan o şafak, yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in putları kırdığına
Bâbil Tanrılarını: Gökteki Yıldızları
Beğenmedi İbrâhim… Ay’dan da gönlü geçti.
Ve Mısır’ın Tanrısı “Güneş’ten de vazgeçti
Batışına bakarak ayın da, güneşin de
“Lâ uhibbul-âfilîn!” (Batan şeyleri sevmem!)
Dedi, kendi gönlünce.
Baktı kendi gönlüne:
Orda Tek Tanrı vardı,
Bütün putları kırdı.
İbrâhim Milletiyiz: Putumuz yoktur bizim
İbrâhim Milletiyiz: Tanrımız Tek’tir bizim!

Sen ey Destan şâiri! taa Zerdüşt’ten bu yana
Bak Ölüler dirildi: Sen hâlâ uykudasın
Halîlullah İbrâhim kırdı putları ama
Putlar bile dirildi-
Ey “ölü-can”lı insan, sen niçin dirilmezsin?
Kelîmullah’dı Mûsâ: gönlü Sînâ Dağ’ında
Tûr-i Sînâ’dır gönül çün “belî” makaamıdır!
Bak Mûsâ indi dağdan / Îsâ çıkıyor dağa
Zeytin Dağı’nda vaaz eder: Kelâm onun Kelâmıdır
Kelimetullah İsâ
Çık Golgatha Dağı’na
Sen kendin yapıyorsun ve kendin taşıyorsun
Çarmıhını sırtında…
Habîbullah Mustafâ katıldı bu Kervân’a
Su içerek canlanan kurak bir toprak gibi
“Lâ ilâhe illallâh!” dedi, cân ü gönülden
Bu Tevhiddir çeviren Karanlığı Şafağa…

XIV
“Tabl-ı kıyâmet zedend, sûr-i Haşir şîdemed”

Ey kara cübbeli Küfr! Sen ey insana tapan,
Kendi putuna tapan, put yaparak uyuyan-
“Uyuyan insan düş görür: Ölülerle konuşur-
Uyanan insan ibret alır, uyuyanlardan!”
“Kara cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişir
Vaktidir ey ölü-can, diriliş vakti bu ân!”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kulu bir ışık doğdu
Anlamasa da Küfr’ün Karanlığı, Işığı
Nûr-u Muhammed ile yeni Haşr oldu Zervân
Diriliş vakti şimdi, mahşer vaktidir bu ân
“Sûr-i Sirâfil ile Tabl-ı Kıyâmet vuran”…
Ebediyet “şimdi”dir! Ebedî çünki bu ân
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.
Geçip gidiyor Kervan: Uyan ey yolcu, uyan!
“Uyan derin uykudan
Derin uykudan uyan”
Ey Ölü-gönül, uyan!…

.

KELÂM

I

İşte sabah yıldızı! işte bitiyor gece

-Uyandırdı dağları – şafağın parmakları-

Ey karanlık gönlümü kavrayan el gizlice-

Seninle doğar Kelâm ve seninle her hece-

Şiir olur akıtır şaraptan ırmakları-

Sularsın gönülleri, o susuz toprakları-

Yağmur olur çilersin toprağa ince ince…

 

Altın rengi filizler getirir ilk baharı,

Bir mevsimlik çiçekler solup döner yaprağa,

Ve sonunda boş kalır ağaçların dalları

 

Sessizce akar zaman çürütür her meyveyi…

Kalk, çalış! çünki bu ân, gül yaprağından ince

Şafak sona ermeden söyle bitir herşeyi,

 

Şâir! geçen zamanı yoğur alın terinle

Şiir bahçelerinden gül devşir ellerinle:

 

II

O destan çağlarından, vahşî orman sesinden,

O kayıp cennetlerin altın pınarlarından,

Dağdan dağa seslenen gür çoban nefesinden-

 

Doğma bir şiir: Âdem… Âdemin hikayesi,

‘Altın Çağ’ın destanı ile başlasa bile,

Âdem zavallı şimdi- çünki kısıldı sesi…

 

Tanrıya baş kaldıran o Âdem nerde şimdi?

Hani kayıp cennetin o mutlu hür -insanı?

Hani Tuba Ağacı, hani Kelâm Sahibi?

 

 

III

İlk “iğvâ” Kelâm idi:

Âdem ejderi görünce,

Allı pullu, süslü, ince;

“- Sen başkasın!” demişti, “Cennetdeki herşeyden”

Ejder dile gelip birden

“-Öyle mi dersin?” dedi.

Şaşırdı Âdem büsbütün

“- Hey sen konuşuyorsun?”

dedi hayretler içinde,

“Tıpkı Tanrımız gibi…”

“- Sen de öyle!” dedi ejder, “Senin de Kelâm’ın var!”

 

Ve Kelâmdır aldatan, iğvâ eden Âdemi

Âdem o zaman bildi

Ki tıpkı Tanrı gibi

O da Kelâm Sâhibi’ydi

Heyhat! tabiat dilsiz

Herşey ondan farklıydı: Herşey ona yabancı-

Yalnız yaratmış hilkat Yalnız yaratmış Âdemi….

İlk “iğvâ” Kelâm idi.

 

IV

Âdem ne için var? “Kelâm” ne için?

Her ne ki olduysa Kelâm’dan oldu

 

Vaktâ ki yüce Allah diledi yaratmayı

“İlâhi Kelâm”ından “Kün!” emri geldi

Bir altın şafağı doğurdu gece.

Ve zulmetden nûr’a geçerken zaman

Yokluktan bu Varlık doğmadan önce

Âlemi yaratan yüce Tanrı’dan

Tanrı’dan almıştı Kelâmı Âdem.

“Öğretdi Âdem’e bütün esmâ’yı.”

Bütün isimleri alıp Tanrı’dan

Varlığa, bilgiye, “söz”e, herşeye

Bir isim takarak koydu “Yasa”yı

Kelâm ile geldi “Kötü ve İyi”.

Heyhat, güneş batınca, ne kalır ki geriye?

İşte bütün mesele:

Âdem: Kelâm Sâhibi-

 

Kendini Tanrı gibi

Görüyordu kendince.

Tanrı’ya benzese bile

Yalnızca “ism”i bildi

Bilmedi “müsemmâ”yı”

Öğretmemiş olsaydı keşke Bilgi Ağacı

Karanlığın yüreğine gizlice

Öğrenmezdi belki de Havva’da utanmayı..

 

V

Bilgi Ağacının yasak meyvesi-

“-O yasak meyveyi yersen – bilgili olacaksın,”

“Tanrı gibi olacaksın,” diyordu Ejder,

“-İyi ve Kötüyü meyvelerinden-

“Tanıyacaksın!”

 

Önce Havva tattı yasak meyveyi, sonra da Âdem

İnsan çıplak dolaşamazdı-

Öğrendiler utanmayı Havva ve Âdem

Herşey onlara yabancı ve onlar insân idi

Ve buyruk odur, ki:

“-Saklasın o meyveyi – Toprağa gömsün Âdem

Olsun Toprak Sahibi! toprağın verdiğini,

Artık ‘Alın Teri’yle toplasın, yesin Âdem,”

O toprağın kölesi

Cennetini kaybetti!

LOGOS

translated  by Ahmet Fahreddin Uçar
I

Here is the morning star! Here ends the night.
The fingers of the dawn woke the mountains.
Oh, the hand that grapples my dark heart secretly
With you the Word is born, and with you every spelling
Becomes poetry and flows forth the rivers of wine.
You water the hearts, those arid soils
You become rain and thinly drizzle into the ground.

Blossoms of golden hue brings the first spring
Flowers of one-season withers and turn to leaves
And the branches of trees stand barren eventually.

Time flows silently and corrupts every fruit
Stand up, work! For this moment is thinner than a leaf of rose
Before the end of dawn, narrate and finish everything.

Poet! Mold the passage of time with the sweat of your head.
Convert the roses with your hands from gardens of poetry.

II

From the ages of epos, from the sounds of wild forests
From the golden springs of lost heavens
From the golubrious shepherd’s breath that echoes from mountains

Is born a poem: Adam… Adam’s story,
Although begins with the epic of ‘The Golden Age’
Adam is pathetic now, for his voice is fainted.

Where is that Adam that rebelled against God?
Where is the free and merry human of the lost heaven?
Where is the Tree of Heaven*, where the Possessor of Words?

III

The first bait was the Word:
When Adam saw the serpent,
Vivid scales, intricate and slender
“-You are different!“ said he, “from all that is in Heaven!“
“You say so?“
Adam completely taken aback
“Hey, you speak?“
Said he in wonder,
“Just like our God…“
“So do you!“ said the serpent, “You have the Word too“
And it is the Word which deceived and allured Adam
Adam then knew
That just like God
He too Possessed the Word.
Alas! Nature is without tongue
Everything is different than he: All is strange to him
Lonely created, Adam was created Alone…
The first bait was the Word.

IV

What for is Adam? What for the “Word“
Whatever is happened is happened from the Word.
It was when the great Allah wished to create
The order of “Kun“* came from the Divine Word.
The night bore a golden dawn
And when time passed from Chaos to Light
Before Existence came from Absence
From the great God that created the universe,
From God did Adam take the Word.
“God taught Adam all the symbols.“

Receiving all names from God
To Being, Knowledge, speech, and everything
Gave he the “Law“ by naming.
Came the Good and the Bad with the Word.
Alas, What more remains when falls the sun?
Here is the whole issue:
Adam: Possessor of the Word-
Saw himself as God
Though he seemed like God
He knew mere symbols,
And not what they symbolized.
Had the Tree of Knowledge not taught secretly
Into the heart of darkness
Perhaps Eve wouldn’t learn what it is to be ashamed.

V

The Forbidden fruit of the Knowledge Tree
“If you eat that forbidden fruit – you shall be knowledgeable”
“You shall be like God” said the serpent
“You shall recognize the Good and the Bad by their fruits”

First Eve tasted the forbidden fruit, and then Adam
Human shouldn’t walk naked.
They learned shame – Eve and Adam.
Everything was alien to them and they were human
And the decree is:
“Hide Adam that fruit – bury it him to the ground
Become the owner of the soil! What the soil yields
He shall obtain with sweat and tears”

He who is the slave of Terra
Lost his paradıse of Aden.

 

 

.

Beşir Ayvazoğlu’nun İslam Estetiği ve İnsan kitabında Şeyda Divanı:

Divan şiirini klasik tarzda devam ettiren şairlerden bazıları şunlardır: amil Çelebioğlu, Midhat Sertoğlu, Şahin Uçar (Şâhin-i Şeydâ), Cemal Kurnaz, Mustafa Tahralı. Şahin Uçar’ın “Şeydâ Divanı” (Sivas 1980), Fuzulî vadisinde yazılmış ve klasik tarzda düzenlenmiş bir divandır ve bu özelliğiyle yirminci yüzyıl Türkiye’sinde bir benzeri yoktur. İran’da Azerî türkleri arasında geniş yankılar uyandıran Şeydâ Divanı, Fuzulî edasında seci’li nesirle yazılmış bir “Mukaddime”yle başlıyor, “Kaside der tevhîd-i hazret-i bârî”, “Musammat kaside der vasf-ı hazan”, “Der na’t ü salat ber fahr-i kâinat”tan sonra, gazeller, terkib-i bend, terc-i bend, müseddes, muhammes, murabba, Fuzuli’nin gazelini taştir, rubaiyyât ve tarihlerle son buluyor. Şahin-i Şeydâ’dan bir gazelini, örnek olmak üzere buraya alıyoruz:
Dil sadef ü cânân ona şeh-vâr olur ancak
Dil aşk ile bir vâkıf-ı esrâr olur ancak
Dil nağme-i ummânı terennüm eder ammâ
Ma’kes ona bu kubbe-i devvâr olur ancak
Dil mest bu câm olmadan bir âlem-i gülgûn
Açdıkça gözüm kan yaşı reftâr olur ancak
Dil şerh edemez bâri sabâ söylese yâre
Nutkum tutulur yâr dil-âzâr olur ancak
Dil derdine şeydâ yine bîgâne mi cânâ
Dîvâne gönül sende bu bâzâr olur ancak
.

JANUS

 

“Whatever exists is both Just and Unjust

and equally justified in both”

F. Nietzsche: The Birth of Tragedy kitabından

Ey boş duvarlar! susun! sessizliği dinleyin!
Bir kar yağar, sessizlik örter bütün sesleri
Ey bu kader dersini öğrenmeyen öğrenci
Bir yüzün çocuk senin / öbür yüzün ihtiyar
Bir çığ düşer ey gönül, örter sesini senin
Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?
Kar yağar lapa lapa çocukluğum üstüne
Sessiz sessiz yağan kar örten bütün sesleri.

Çocuk bahçende koşan iki köpek yavrusu
Dallarından elmalar sarkan ağaçlar hani?
Hani nerde, cennetin o kaygısız türküsü?
Cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akan su
Kurumuş; solmuş çayır; ötmüyor çayır kuşu
Ne dağların rüzgârı, ne tarlanın başağı
Ne kaldı elde bugün… ne yaptın mahsûlünü?

Atlas gibi omzunda bu dünyayı taşırken
Titan’lara benzerdin: Promete gibi / sen
Tanrı’dan ateş çaldın, Tanrı Dağı’ndan ışık
Dağlarda ateş yaksın diye gür sesli çoban
Öğrenir, öğretirdin insanlara sırları
Sen / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk
Ödedin bedelini Tanrı’ya ihânetin
Oyar her gün kalbini kartal gagalı zaman
Bir yüzün çocuk yüzü / öbür yüzün ihtiyar.

Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader
Bir yüzünde mutluluk / öbür yüzünde keder
Herşeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Var olan herşey doğru / herşeyde bir yanlış var
Zaman âdildir / gerçi / hakksızlığı da sever
Hem iyi, hem kötüdür / hem mutluluk, hem keder
Janus gibidir hayat: iki yüzlüdür kader

Zehirlenmiş bir köpek gibi kıvran ki bugün
Mutluluk çağı geçti: ışığı söndü günün
Bir yüzün çocuk yüzü-öbür yüzün ihtiyar
Karlar altında kaldı sesleri gençliğinin
Hangi ses saltanatı, sürer sonsuza kadar?
Artık yalnız kar sesi: ne mutluluk, ne keder

Ben / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk
Ödedim bedelini zamanı öldürmenin
Oyar hergün kalbimi kartal gagalı zaman
Bir yüzüm çocuk yüzü / öbür yüzüm ihtiyar
Herşeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Janus gibidir zaman: iki yüzlüdür kader
Bir yüzünde mutluluk / öbür yüz sonsuz keder…

 

FÜRÛĞ-İ ÂZÂDÎ Gazetesi, İran, 1981

Toplayan ve yazan: Yahyâ Şeydâ

Şahin Uçar «Şeydâ» Türkiye’nin Klasik Ve Üstâd Şâiri Türkiye’nin ötmegim dilli ve klasik şe’r yazanı indi Şahin Uçar’dır ki, «şeydâ» tehallus edir. Onun şe’rleri ümumiyyetle eski kalıbda (aruz vezninde) olub, möhkem ve mazmunludur. Şahin uçar 1949′da Sivas’da anadan oldu. Boy atandan sonra 1972-nci ilde İstanbul Edebiyat Fakültesine ad yazdırıb tarih riştesinde fâriğ-i tahsil oldu. Üç il ondan sonra Sivas’da muallimçilik eyledi. Lakin bu bilikler onu kaani’ ede bilmeyib ulu ir’adesin ödemeyirdi. Bu sebebe göre, İstanbul’da talebe sırasında olub hususi ustadlardan hat-tezhib-şe’r-musiki ve tarih derslerin öyreşdi ve derin mütalielerle ikmâline çalışdı. 1976′da Erzurum’da Atatürk Dânişgâhında Türk Dili ve Edebiyat Rişte(sinde) ders vermeye başladı ve bu riştelerin üstadı ta’yin oldu. İndi ise Şahin Uçar Edebiyat Dânişgedesinde islam tarihi(ni) ders verib ve tarih riştesinin asistanıdır. Onun şe’rler mecmuası «Şeyda Divanı» adındadır ki, 153 sehifeden ibaretdir ve öz yazdığı başlanışla Türkiye’de çap olub. Biz ona müveffekıyyetler dileyib ve daha da gabagcıl olmasını ulu tanrıdan arzu edirik. Ve megalenin gurtuluşunda iki parça şe’r ondan köçürürük; tâ azizokucularımız onun kudretine ve ihâtasına edebiyat ve şe’r aleminde vâkıf olsunlar:

âşıkın îlhâmı

ey gönül dünyâ sana vermez neşât

gerdişinden eyle havf ü ihtiyât

yârdan dûr olmasa şeydâ gönül

halk ile men eylemezdim ihtilât

koymadı öz hâlime bütler meni

büt-perestem mezheb ü meylim galat

âşıka ilhâm sendendir müdâm

âşıkındır çünki var bir irtibat

yâre kurbân eyle şeydâ cânını

cândan cânâne varmakdır sırat.

tab’ı-mevzûn

kûşe-i uzletde bağrım çâk çâk

bî-kes ü bîçâreyem men derd-nâk

her nefes bir dûd-i âhım var menim

âteş-i dil böyle derd-i sûzinâk

cânımı cânâne verdim almadı

oldu cismim intizârından helâk

belki yârim sîneme mihmân olur

olsa cismim râh-ı cânân üzre hâk

vasf-ı aşkın dinlemez bîgâneler

var mı şeyda tab’ ı -mevzûn, kalb-i pâk

..

İLÂHÎ KELÂMA GAZEL

  • .

Nihân ettim Kelâmım; gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu

  • .

Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşâ
Nihân û âşikâr ammâ, söz oldu; söz medâr oldu

  • .

O söz, goncâ gül oldu “Küntü Kenzen” sırrını açdı
Bu söz cân içre cân oldu; gül açdı; gül-i zâr oldu

  • .

“Kün!” emrinden zamân oldu; zaman, kevn ü mekân oldu
Kelâmdan “cân-ı cân” oldu, Kelâmdan vâr vâr oldu

  • .

Gönül ekmek yemez; cânım “Kelâmullah”la can buldu
Kelâmım câna can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu

  • .

Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam Hakk’a
Bu ma’nî-i kelâm halk’a bu gönlümden nisâr oldu

  • .

Eğerçî âh ü zâr eyler, Kelâmla iftihâr eyler
Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr ü ne zarâr oldu

  • .

“Meta’-î nengden ârem” bu Şeydâ sözde “hem-vâr”em
Eğerçî fikr-i âvârem bu aşkâ lâlezâr oldu

  • .

Bidâyetde Kelâm vardı: “İlâhî Nefha”nın savtı
Zuhûru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu

  • .

Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.
.
.

.

  • bu şiirin erol başara tarafından yapılan zavil makamındaki bir diğer bestesi.

 

Şahin Uçar kendi divanından bir gazel okuyor:

 

kaamet- i dildâr aceb tûbâ mıdır
ol hırâmân serv-kâd cânâ mıdır
.
tâ ezelden rû- nümâ peymânede
gördüğüm hüsn ol gül- i ranâ mıdır
.
bilmezem dünyâ vü mâ- fîhâ nedir
lâ mıdır illâ mıdır leylâ mıdır
.
ser-hoşam döndükçe dünyâ bâşıma
dil kıyâm etmekde bi-pervâ mıdır
.
yâ niçün dönmektedir çarh- i ezel
âşık- ı zârın gibi şeydâ mıdır
.

 

A’râf ..

Vaktâ ki kadem bastı bu dünyâ üzre âdem
Her lahza geçen ânı unutmakta dem-â-dem

.

Bir nağme ki her dem değişir kalbi zamânın
Efsûs geçen günleri kalbim unutursun
Yâdında kalır belki şiir kalb-i zamânın

.

Yâdında kalır belki şiir söylediğim gün
Efsûnü geçen demlere kalbim gibi hem-dem
Bir tortu kalır gerçi kadehinde bu ömrün

.

Son şarkısı aşkın ve şarâbın unutulsun
Ben şîşeyi çaldım taşa… kalbim de kırılsın
Hâtırda bu tortû bu kırık câm ile kalsın

.

Her lahza dem-â-dem unutur kalbi: zaman bu
Kaybettiği Cennet’te geçen günlere dönmez
Bir ân-ı tahattur idi: A’râf… Unutuldu…

.

Her lahza geçen ânı hatırlar da dem-â-dem
Hayfâ ki kadem bastı bu dünyâ üzre âdem
1998

 

 

HAABİL’İ ARAYAN KAABİL

.
Cennetden kovuldu Âdem
düşman idi oğulları
arz ise ebedî matem…
.
Haabil’in kaatili Kaabil
yeryüzü cehenneminde
ümitsiz, muzdarip, sefîl
göçebe kalbin çölünde
yaşamak umrunda değil
.
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”
.
Gezdiriyor küçük oğlu
onu arzın her yerinde
dağda, ovada, ormanda
ışık yok gözlerinde
diz tutmuyor, göz görmüyor
eli oğlunun elinde
her taş her kaya ardında
Haabil’i arıyor Kaabil
göçebe kalbin çölünde
.
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”
.
Oğlu küçük, aklı ermiyor
acıyor babaya oğlu
ağlamaklı “-baba!” diyor
“baba bu dağ, baba bu göl,
baba bu çöl… ıssız bir çöl!
.
nerdedir kardeşin Haabil?”
.
Haabil Kaabil’in dilinde
Kaabil’in kalbinde Haabil
eli oğlunun elinde
göçebe kalbin çölünde
Haabil’i arıyor Kaabil
.
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”

.
PHOENIX

Ankaa…

 

“Tao hayat yoludur ve her şey Tao’dur”

Lao Tse

.
I
Ve Ebâbil kuşları
Çırpınarak kanat kanat
Kanatlarını açarak
Bir çırpıda aştılar
Rûh uçurumlarını
Ve Mâyâ’yı
Ve kuşatıp gerçeği
Kapladılar semâyı.
Ve Ebâbil kuşları -cehle ve zulme inat-
Orduyu kuşattılar ve taşlar fırlattılar
-Yıkar bâtıl düşleri çökerken her Saltanat-
Ordular yok oldular
Ve o kuşlar gittiler.
II
Ve Ebâbil kuşları
Dünyâyı düşünmüşler:
Bu Mâyâ’dır! demişler; bu Mülk ve bu Saltanat.
Ey ruhların berzahı,
Ey aldatıcı dünyâ! Seni de aşacağız
Ey kışkırtıcı rü’yâ! Gerçeğe ulaşacağız…
“Âlemlerimizden sefer” ederek, berzahlardan geçerek
Bin yıl boyunca uçmuşlar-yorulmuş gümüş kanatları
Ama birbirine yaslanarak, birbirine seslenerek
Yola devam etmişler
Sîmürg’ü bulmaya and içmişler: Bin yıl daha uçmuşlar
Yoruldukça ilhî söylüyormuş o kuşlar:
Çünki her şey bu yoldur
Bu yol hayat yoludur
Ve bu yoldan geçerek
Cümle gülzâre gelir.
III
Kanatlanıp aştılar rûh uçurumlarını: Ve Mâyâ’yı
-Dünyâyı- ve Moksâ’yı aştılar.
Bir uçuşta geçtiler bu âlem-i berzahı
Nirvânâ ülkesinde İllâ’ya ulaştılar:
Varlık bir serâb idi: Yokluk dahi seraptır.
IV
Ve orda çintemânî: Buda’nın üç incisi
-Nirvânâ ülkesinde, Lâ ve İllâ Mülkünde-
O ziyâfet sunulur;
Ve bir inci yemişler
Esrârı anlamışlar.
İkinciyi yemişler,
Birer Phoenix olmuşlar.
Ölümsüz Phoenix gibi;
Yanıp kül olsa bile -Külleri dirilen kuş!
Yeniden dirilişin, O Sîmürg’ün tılsımı
Saymışlar üçüncüyü
Kalplerinde gizlemişler.
V
Çintemânî’yi bulunca, Lâ ve İllâ sırrını
Ying ü Yang’a kavuşunca, âhengin esrarını
Keşfedip anlamışlar Tao’nun sırlarını
Dokuzuncu felekte “Kelime”yi öğrenmiş
Îsâ ve Rûhü’l-Kudüs bâbını okumuşlar…
VI
Bütün felekleri geçmiş, sonsuzluğa kanat açmış
Lâ-mekân ülkesinde, sonsuzluk okyanusunda
Allah’ın huzurunda
Yeniden açmışlar o şehâdet sancağını:
“Lâ İlâhe illallâh!”
O şehâdet sancağıyla
Ve ve İllâ kanadıyla
Dönmüşler bu Kevn ü Fesâd’a…
VII
Ve işte ben-
Gözlerim gökyüzünde,
Onları arıyorum:
-Yıldızlar arasında: Onları görüyorum-
Çünkü her şey bu Yol’dur
Bu yol Hayat Yolu’dur.
Ve bu yoldan geçerek
Cümle gülzâre gelir.

.

QUO VADIS DOMINO?

 

“Benedicite omnia opera Domini Domino”*

Artık düşünmüyorum çalınan zamânımı

Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı

Sadece yaşıyorum sevinçle her ânımı

Ve umrumda değil artık ne olacağı

 

Olanlar oldu, zaten olacaklar da oldu…

Sessiz bir ırmak gibi akıp giden bu zaman

Kum saatindeki kum, “Kun” dediğinde oldu.

Dem bu demdir, dem bu dem, bu dem dediğin şu ân

Neden bir ân durmuyor? Nereye gider zaman?

“Quo vadis Domino?” Nereye göz maskesi?**

Göz bir elbise giyer gerçeği bizden gizler

Niçin kısalıyor da istemediğim zaman

Zaman geçmek bilmiyor ben istediğim zaman?

 

Ve bu çağlayan sesi: eski çağın türküsü

Niçin yıkanamazsın akıp giden bu suda?

Ve çünki hep değişir gerçeğin görünüşü

Değişmeden-değişen uykulu bulutu da

Öyle sakin zannetme, şimşek çakar birazdan…

 

Ve yağmurlar yağacak, sonra güneş doğacak

Ve bir çiçek açacak: bir mevsimlik ömrü var.

Bu güzel, kutlu-şiir, bu mevsimler, bu başak

Bu değişen çehreler: yüzünü unuttuğum yar.

“Quo vadis Domino?” Eli-çabuk mutluluk,

Ve ben ah seviyorum akıp giden ırmağı,

Ama ben biliyorum, Îsâ’ya sorulan, o,

“ Quo vadis Domine?” benden de sorulacak***

Ve ben yıkanamadan akıp giden bu ırmak

Benliği ve Zamânı çarmıha geren Roma

Durmadan değişen yüz, tanımadığım soluk

Tanımak mümkün değil, ama biliyorum: O!

 

Artık düşünmüyorum çalınan zamânımı

Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı…

.

* “Benedicite omnia opera Domini Domino”: Takdîs ederek izz ü senâ söyleyin Rabbe ve Rabbin bütün işlerine

**“Domino” kelimesi Rabb için demektir fakat bir anlamı da “göz maskesi”dir

***Roma’daki hristiyan katliamından kaçarken yolda Hz. İsa ile karşılaşan St Peter sorar:

_ Quo vadis Domine? ( nereye gidiyorsunuz Efendimiz?)

Cevap şöyledir:

_ Romam vado, iterum crucifigi… (Roma’ya gidiyorum tekrar çarmıha gerilmek için!)

Vaiz’in sözlerine benzer ifadeler bunlar: şiirin kısa bir şerhi niyetine işaret edeyim dedim…
Quid est quod fuit? Ipsum quod futurum est.
Quid est quod factum est? Ipsum quod faciendum est.
Nihil sub sole novum.

Ne olduysa yine olacak.
Ne yapıldıysa yine yapılacak.
Güneşin altında yeni bir şey yok.
Ecclesiastes (vaiz) 1:9

domino: göz maskesi, yani “persona” maskesi: eski yunan tiyatrosundaki karakterlerin giydiği persona maskeleri, yahut göze takılan maske demek.

göz bir elbise giyer gerçeği bizden gizler. Gözün giydiği elbisenin gerçeği gizlemesi ise, kendi giydiğimiz personamız/şahsiyetimiz, yahut duruş noktamızın telkinleri yüzünden gerçeği kendi anlayışımıza göre çarpıtarak idrak etmek, yahut tam olarak (yani bütünüyle) idrak edememek anlamına gelir.   “Persona” isimli şiirim de vardır.
Scroll to Top