Yılmaz Öztuna’nın Türk Musikisi Ansiklopedisi’nin Yeni Baskısı Vesilesiyle Bazı Hatıralar
“unutulsa bile bütün şarkılar
kalır mı yankınız, ey hâtıralar?”
Büyük Müzikolog,Tarihçi ve Jenealogist Yılmaz Öztuna’nın Musiki Ansiklopedisi’nin Orient yayınları tarafından ” Türk Musikisi- Akademik Klasik Türk Sanat Musiki’sinin Ansiklopedik Sözlüğü” ismiyle yapılan yeni neşri hakkında görüşlerimi arz edeceğim. Sözlerime, bu ansiklopedi vesilesiyle aklıma en önce gelen tedai ve hatıralarla başlamak isterim: üstatlar ve tilmizleri ve hatıralar…
Bu tedai ile başlıyorum: çünkü, her ne kadar Yılmaz Öztuna’nın yazar olarak doğmuş olduğu ilk eseri olan “1402 Ankara Muharebesi” kitabını daha çoçuk yaşta (1946′da) neşretmiş olması ve sayısız değerli esere imza atmış çok değerli bir tarihçi ve jeneologist(ki üstadın beş hacimli ciltten mürekkeb bir “Hanedanlar Tarihi” eseri var jeneoloji sahasında)oluşu ile sübut etse de; Müzikoloji sahasındaki engin bilgisini, büyük ölçüde, her zaman hayırla yad ettiği üstadı Hüseyin Sa’deddin Arel’e medyun olduğu malumdur
Bilindiği gibi Arel Osmanlı devrinde en yüksek bürokratik rütbelere erişmiş büyük bir hukukçu idi. Ancak çocukluğundan itibaren esaslı bir musiki tahsili de yapmıştı ve pek çok musiki eserine imza atmıştı. Fakat musikimiz cihetinden asıl mühim olan tarafı, Klasik Türk Musikisi Nazariyatını sistemli bir şekilde yeniden ifade eden ve Bugün “Arel-Ezgi-Uzdilek” sistemi dediğimiz nazariyatın üç büyük kurucusundan biri olması ve belki bundan da önemlisi Klasik Türk Musikisinin ihmal edildiği ve hatta yasaklandığı zamanlarda dahi, ömrü boyunca cansiperane müdafaa edip pek çok eser yazdıktan başka; servet ve himmetini bezlederek dar-ül-elhan’da olsun, evinde olsun pek çok talebe yetiştirmek suretiyle musiki kültürümüzü yaşatması olmuştu. Arel’in tilmizleri arasında ise, musikimize belki en esaslı hizmetleri, ona çok bağlı bir talebesi olan Yılmaz Öztuna üstadımız yapmıştır dense sezâdır.
Bunun elimizdeki canlı şahitlerinden biri de bu ansiklopedi. Yılmaz Öztuna’nın Klasik Türk Musikisi için bir Devlet Konservatuarı kurulması işinde ne kadar çok emeği olduğu da malumdur. Bazı üstatların böyle hayr’ül-halef talebeleri oluyor ve hocalarının hayallerini geçekleştirmek için var güçleri ile çalışıyor ve nihayet Türk Musikisi için bir Devlet Konservatuarı kurabiliyorlarsa, herhalde hocalarının rûhunu şâdetmiş ve emeklerini ziyan etmemişler demektir.
Yılmaz Bey’in bu hayırlı mesaisinin ne anlama geldiğini,üstadın eserleri vesilesiyle yaşadığım bir kaç musiki hatırasını naklederek arzetmeye çalışacağım.
Bir insan doğuştan bir işe meyyâl ise, muhitinde o işin erbabını arar. Ben çocukluğumda önce bir mandolin yakıştırmış, bir kaç yıl sonra da anacığıma yalvarıp, sınırlı imkanlara rağmen okuduğum Atatürk Ortaokulunun müdürü ve komşumuz olan Selahattin Bey’in de kefaleti sayesinde, bedeli aylık taksitlerle ödenen iyi bir keman aldırmıştım. Burada bu hikayenin teferrüatını anlatmaya şimdi gerek yok.Ama Atatürk Ortaokulundaki Müzik öğretmenim Hikmet Bey’den (Soyadını hatırlamıyorum: ondört,onbeş yaşlarında olduğuma göre, demek 1964 yılında Atatürk Ortaokulu’nun müzik öğretmeni olan Hikmet bey)keman dersi alıyordum: yani demek ki, o zamanlar bir öğretmen bir talebesine hiç bir menfaati olmadan zaman ayırıp, her gün bir saat ders verebiliyormuş (şimdi her şey parayla olduğu için söylüyorum bunu da!…) Tabii, Batı müziği, çünkü Hikmet Bey’in bizim musikimizle pek fazla alakası olduğunu zannetmiyorum. Ne var ki, ben türkülerimizi de, şarkılarımızı da çok seviyordum ve lise yıllarında bir yerlerden bulduğum Dede Efendi’nin Rast Kar-ı Nev’i “gözümde daim hayal-i cana”nın notasını müzik defterimin sayfaları arasında gören bayan müzik öğretmeni nedense çok bozulmuştu. Nedense, diyorum; ama malum olduğu üzere, kendi kültürümüzün bir çok unsuru gibi musikimize dahi düşmanlık etmek, cumhuriyetçiliğin şanındandır. Müzik öğretmenleri batı müziği tahsili yapıyorlar; Türk müziğinden de hoşlanmıyorlardı. Bir devirde Türk Müziğinin resmen yasaklandığı da malum: iş bu türk müziği düşmanlığı yüzünden ben meraklı olsam da kimseden türk müziği öğrenemezdim.
Sözü şuraya getireceğim; o zamanlar belki fiilen görerek, meşkederek değil, ama yazdıklarını okumak sureti ile, ben dahi Yılmaz Öztuna’nın tilmîzi olmuştum. Çocukluğumda mandolinle başladığım zaman da, kemanla biraz notaları söktüğüm zaman da, türk musikisi açısından bilgi açlığımı giderecek bir kaynak eser arıyordum, ama yoktu… Aslında, mezun olduğum lisede müzik öğretmeni olduğum zaman, musiki talebeleri tarafından tanıştırıldığım Tanburi Cemil aşığı Saatçi Hüsnü Emmi varmış Sivas’ta, hem de Bezzazlar çarşısında. Rahmetli udi Saim Konakçı ve tanburi kızkardeşi de onun talebesi idiler; Hüsnü Emmi’nin Duttan oyma tanburu da bende idi; amma şimdi o yadigar, Erzurum Üniversitesine geçince kurduğum musiki korosunda talebem olan Mazlum Bayram’da. ben nerden bileyim ki, Sivas’ta plaklarını dinleye dinleye Cemilperest olup, tanbur resimlerine bakarak oturup dut ağacından bir tanbur oymuş ve dahi tanburi olmuş, bir Saatçi Hüsnü Emmi varmış. Daha doğrusu bir varmış, bir yokmuş. Allah rahmet etsin. Müzik öğretmenliği yaparken Cemil Beyin ferahfeza saz semaisini de ondan meşketmiştim.
Çocukluğumuzdan beri tarih okuyucusuyuz ya, o zamanlar Hayat Tarih Mecmuasını neşreden üstadımız Yılmaz Öztuna’ya mektub yazıp sordum. “Efendim, sizin “Türk Musikisi Lügati”niz varmış (elimizdeki bu güzel ansiklopedinin ilk nüvesi) bir de Suphi Ezgi’nin Nazari ve Ameli Türk Musikisi kitapları. Bunları nasıl temin edebilirim.” Yılmaz bey de Tarih Mecmuasında bana cevap yazmıştı: “Bu kitaplar tamamen tükenmiştir; mevcudu olmadığı için temini de mümkün değildir.” Ne yapalım, yoktu…
Ama ben yine de, liseyi bitirip kendi köyümde vekil öğretmenlik yaptığım 67 senesinde, kemanımla notalarını deşifre ederek; Köprülü üstadımızın Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar kitabının sonundaki 5-10 ilahiyi hem kendim öğrendim, hem de ilkokul bebesi talebelerime öğrettim. Çocuklara, “Öyle gür sesle okuyacaksınız ki köyün her yerinden duyulacak” der, köylülerime de her gün zoraki ilahi konseri dinletirdim. Mükafatı şu oldu ki, Müfettiş, talebelerimin pek çok bakımdan çok iyi yetişmiş olduğunu söylemekle beraber (mesela Yahya Kemal’in pek çok şiirini de ezberletmiştim çocuklara; hatta Şehriyar’ın epeyce uzun “Haydar Baba şiirini de) bana menfi rapor yazdığı için; o zamanlar vekil öğretmenlere yaz tatilinde de ödenen “yaz aylıklarını” alamamıştım. Sivas gibi kültürü zengin bir şehirde bile, üstelik oldukça zengin “Ziya Bey Kütüphanesi”nin de müdavimi olmama rağmen, İstanbul’a gidinceye kadar benim bulabildiğim bütün notalar işte bu 10 parçadan ibaret idi. Yani, “hiç ender hiç est”…
Yılmaz Bey’in neşrettiği hayat tarih mecmuasını ve bulabildiğimiz diğer eserlerini okuyorduk. Ve üstadın ilk hacimli eseri çıktı: Türkiye Tarihi. ben lisede okurken mimari ve sanat tarihine meyl etmiş ve mimari okuyabilmek düşüncesi ile lisede fen bölümünü seçmiştim. Ancak bu arada merak edip akrabalarımdan öğrendiğim biraz Arapça Farsça ile, Mesnevi ve Gülistan gibi şark klasiklerini, Zeki Velidi Togan hocamızın Umumi Türk Tarihi’ne Giriş’ini, hatta İbni Haldun üstadımızın Mukaddimesi gibi değerli tarih kitaplarını da okuyordum. Böylece okuyucusu olarak tilmizi olduğumuz tarihçiler arasında Yılmaz Bey de vardı. Herhalde bu literatürün ruhi tesiri ile, ve bütün fakülteleri kazanmış olduğum halde, meslekten tarihçi olup, İbni Haldun üstadım gibi bir tarih filozofu olmak ideali ile, hocaları arasında Zeki Velidi Togan dahi bulunan İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü tercih ettim. Talebe iken yazdığım bir iki makale(”Mimar Sinan ve Sinan-ı atik”, “Hat Sanatı Hakkında” vb.) vesilesiyle yaptığımız sohbetlerde Zeki Velidi hoca’ya kendimi sevdirdiğim için, beni Rusça öğrenmeye ve asistan olmaya teşvik eden Rahmetli hoca, akşamları gelip fakültede rusça dersi vermek üzere Mahmut bey isimli muhtemelen Başkırt bir dostunu görevlendirmişti.
Ciddi bir Musiki tahsili yapmama da, tarih bölümündeki hocalarla münasebet tarzım yol açtığı için bu hatıraları anlatıyorum. Daha ilk derslerde Kafesoğlu rahmetli ile, “İbni Haldun’u yanlış anladığını” iddia ederek tartışmıştım. Benzer bir tartışma Şehabettin Tekindağ ile, hoca derste Fatih’in ölümü meselesini, anlatırken, “Efendim Yılmaz Öztuna Fatih’in zehirlendiğini yazmış delillerini ve kaynaklarını da göstermiş” diye itiraz ettiğim için yaşandı. Hoca beni, “madem bu kadar meraklısın teneffüste odama gel, konuşalım” diye çağırıp; incelemem için “Fatih’in Ölümü Meselesi” isimli makalesinin ayrı basımını da verdi. Ben makaleyi inceledim; ama makalede verdiği tarihi bilgileri yorumlayışı açısından, onun görüşünün değil Yılmaz Öztuna’nın görüşünün daha isabetli olduğuna hükmettim. Daha sonraki yıllarda dahi, akademisyen değil diye Yılmaz Beyi beğenmeyen bazı kibirli akademisyenlere (Mesela Konya’da genç bir akademisyen olarak çalıştığım sırada Profesör Nejat Göyünç’e, hem de asistanların yanında) “Yılmaz bey’in ciltler dolusu değerli eserleri olduğunu, bazı profesörlerin ise türkçe bile bilmediğini” söylemekte tereddüt etmemişimdir. Lisede okurken bile hocalarımla çok tartışırdım. Netice olarak ben çocukluğumdan beri o kadar çok okumuştum ve kendime o kadar güveniyordum ki, Şehabettin Bey Rahmetli gibi değerli bir tarihçinin tarih anlayışını o zaman ki çokbilmiş delikanlı halimle bile yetersiz sayarak Osmanlı Tarihi sertifikasını bırakmakta hiç tereddüt etmedim. Evet, belki biraz bilgiliydim; ama tarih bölümünde okumaya henüz yeni başlamış bir delikanlıydım. Ve bu arada söyleyim; sanat tarihi sertikası da almıştım; ama sanat tarihi sertifikasını da “derslerin seviyesini beğenmediğim için” derhal bırakmıştım. kimbilir, belki de, asi, tembel ve çabuk bıkan bir mizaçta olduğum için, “bu dersler çok sıkıcı; bunları dinlemeye değmez kardeşim” diye bir bahane uyduruyordum. Tabii ki Zeki Velidi gibi çok büyük bir tarihçinin verdiği “Çıngız Han” dersleri hariç.
Derken benim itiraz edip durduğum hocalardan biri, Osmanlıca dersi veren Profesör Münir Aktepe, beni odasına davet edip bir kaç saat sohbet ettikten sonra; tarih bölümündeki lisans dersleri seviyesinde benim öğrenebileceğim fazla bir şey olmadığını söyleyerek; bir kart yazıp beni Süheyl Ünver’e gönderdi ve benimle hususi olarak ilgilenmesini rica etti. Ve ben, fakülteye devam etmek yerine, Süheyl Bey ve onun beni tanıştırdığı kendisi gibi Osmanlı devrinden kalma arkadaşlarından, bir takım büyük sanatkarlardan hususi dersler alma şansına kavuştum. Bu cümleden olmak üzere, Kemal Batanay, Münir N.Selçuk gibi meşhur ve büyük musikişinaslardan meşk etmem mümkün oldu.
Sonunda ben fakülteye çok nadiren ve imtihanlara girmek vesilesiyle gittim sadece. Süheyl Bey ve onun tanıştırıp bana ders vermesini rica ettiği dostları tarafından hususi meşk usulü bir tahsil yapmış oldum. Belki ben çok bilgili ve kabiliyetli bir delikanlı idim; ama o büyük hocalar da böyle bir öğrenciye kendileriyle tartıştığı için kızmak yerine hususi ders verip, verdirtip önüne imkanlar açan büyük insanlardı. Allah cümlesine Rahmet etsin.
Tabiidir ki artık İstanbul’da bulunmakla klasik musikimizi en iyi bilen insanlardan, Osmanlıdan kalma eski ustalardan meşk etme şansına kavuşmuştum ve Arel ekolünün musiki neşriyatına artık bir nebze ulaşabiliyordum. Subhi Bey’in Ameli Nazari Türk Musikisinin üç cildini bulabilmiştim. Yılmaz bey’in ballandıra ballandıra anlattığı Şehbal dergilerini bile buldum sahaflarda; hatta bir sahhafa Şehbal külliyatını getirmesi için, bir makbuz filan da almadan, 200 lira kapora verdim: ama ertesi gün adamcağız öldü. Artık varislerine bir şey de söylemedim. Adamın o gün öleceği günmüş: biz de hem paradan olduk, hem şehbal mecmualarından. Arel ekolünden ve Yılmaz bey’in yakın arkadaşlarından birkaçının musiki talebesi dahi oldum. Bir ara Belediye konservatuarına müracaatla seviyemle mütenasip bir sınıfa almalarını söylemiştim ve imtihan sonunda benim üçüncü sınıfa devam etmemi münasip buldular. Orada Nevzat Atlığ da hocalarım arasında idi. Bir ara da Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu Batı tarzı solfej dersi almam için beni Cahit Atasoy’a gönderdi. O rahmetli hocamla da bir musiki münakaşam olmuştur ama Cahit Bey ticarethanesinin bürosunda bana bir kaç ay solfej dersi vermişti. Çok iyi bir insandı ve herhalde teşvik etmek maksadıyla yaptığım bestelerin güzel olduğunu söylerdi. Gıyabımda Ziya Nur beye de söylemiş. Mamaafih öyle her şeyi beğenmeyen Kemal Batanay Hocam dahi Eviç Şarkımı beğendiğini söylemek lutfunda bulunmuştu.
İstanbulda Öztuna ile hiç tanışıp, görüşemedik ve bu ansiklopedi’nin birinci baskısı ise, ancak ben istanbuldan ayrıldıktan sonra, mezun olduğum 4 Eylül Kongre Lisesinde Müzik hocalığı yaptığım zamanlarda neşredildi. İşte nihayet musiki hazinelerimizi anlatan mükemmel bir kaynak esere kavuşmuştuk. Vaktiyle Hamid Aytaç hocamın meşk defterime yazdığı bir beyitte şair diyordu ki:
“musiki denilen nutk-u ilâhî
bir engin denizmiş nâ-mütenâhî”
Müzik öğretmenliği yıllarımda talebeye meşketmek için bazı bestelerimin notalarını teksir etmiştim. Yılmaz bey üstadıma da gönderdim. Şayanı hayrettir ki üstat, her ne kadar 90′lı yıllarda tanışıp dost olduktan sonra, benden eserlerimin bir listesini istemiş idiyse de, benim verdiğim listede olmayan ve şimdi hatırlayamadığım bestelerimi dahi ansiklopedisinde zikretmiş. Gerçi ansiklopedideki ” Şahin Uçar”maddesinde bir iki önemsiz yanlış da yok değil. Benim için, “73′ te bestekarlığı bırakmıştır” diyor, ama mesela güftesi “sleep my love” olan ve hem bizim hem batının kulak zevkine uysun diye yaptığım rast şarkıyı 1981′de yapmıştım. Ansiklopedi’de listesi yer alan bestelerimden bazıları ise, 80′li yıllara ait. Ayrıca eğlence olsun diye mırıldanarak bir şeyler yakıştırmak benim hep devam eden bir adetimdir. Her kes gibi ben de, yalnız kaldığım zamanlarda, bazen aklıma geliveren bir besteyi okumaya başlarım elbet; ama, daha çok bir çeşit eğlence ve oyun olsun diye; “bak istersem beste de yaparım” gibilerden bir iki, nağme yakıştırmak huyum hep süregelmiştir. Ne var ki, çok fazla değeri olmayan bir takım beste denemelerini, sadece o an ki rûhî hâletimize göre mırıldanarak hissiyatımızı kendi zevkimiz için ifade etmek başka; üzerinde titizlikle çalışıp, yazıp, kaydetmek başka: yazıp neşr edebilmek için eserinizi ciddiye almanız ve neşre layık bulmanız lazım.Üstat teveccüh gösterip ansiklopedisinde benim için de bir madde yazmış; ama ilgi ve teşvik görmeyen ve zaten vasat seviyede kalan bir bestekarın, bestekarlığı sürdürmesi de bana ma’nasız görünmüştür.
İrticâlen gelen nağmelerin bir beste sayılabilmesi için, irticâlî kompozisyon üzerinde çalışılıp, düzenlenip, kaydedilmesi; notaya alınması lazım. Malum ya, beste bağlanmış demektir; o besteyi teşkil eden seslerin ve nağmelerin bir daha unutulmaması için, gerek usul gerek makam yönünden, her sesin zaman içindeki akışının perde perde birbirine bağlanması suretiyle tesbîti asıldır. Böylece zaman içinde geçici bir sadaâ ihtizâzından ibaret olan uçucu ses ve nağmeler hafızada yerleşip hatırlanabilecek şekilde bir forma, sesleri zapt u rapta alan bir şekle bağlanmış olur. Bir bestem var diyebilmek için illa notaya almak gerekmez; ama istendiği anda notaya alınabilecek şekilde hatırlanabilir olmalı ki bestelenmiş sayılabilsin.
Eskiler bu birbirine bağlanan ve zamana ve unutulmaya karşı direnebilen bestelenmiş (birbirine bağlanmış) sesleri, meşk usulü ile, hafızalarında sakladılar. Aslında belki de notaya almaktan bile daha iyi bir usuldü. Ama bir zaman geldi ki hâtiften gelen bu sesler, bu modern çağın gürültülü ortamında işitilmez ve zamanın geçişi ile unutulmaya direnemez oldular. Demek istiyorum ki, aslında musikiyi biz bırakmadık. Hatta hâlâ eski adetimiz üzreyiz; eski zamanların sesleri bizi hâlâ çağırıyor; tıpkı sirenlerin sesleri gibi; bazı duygulu anlarımızda, hâlâ bizi çağıran seslerin büyüsüne kapılabiliyoruz.Biz bırakmadık, amma musiki bıraktı bizi. “kaypak zeminli zaman bu yere vurdu bizi.” Musiki neş’e vü muhabbeti yine zaman zaman dil ü cânımızı şeydâ etse de, problem şu ki eski musiki zevki artık bu topluma hitab etmiyor. Malihulya isimli kitabımda, 1981′de Amerikadan Dicle isimli bir gemiyle dönerken yazdığım, “okyanus” şiiri var. Orda, yani okyanusun ortasında bir yerdeyken, demişim ki:
“kaldı mağrib şarkısı-
o mağrib ülkesinde…
yürü Dicle Şilebi!
güneşin doğduğu yer
eski bestekarından
yeni şarkılar ister”.
Ama Modern zamanların gürültüsü içinde bizim klasik üslubun bestelerini işitecek bir kulak mı kaldı? Her güzel şeye karşı sağırlaştıran ve hatta ilaveten, dilsizleştiren ve körleştiren bir çağda yaşıyoruz. Ne var ki, bu “reh-i sengsâre düşüp kırılan şîşe-i rindânı” şimdi nasıl ta’mîr edelim? Lakin bu başka ve uzun bir bahis…
Arel ve arkadaşları, sonra da onların talebesi olan Yılmaz bey ve arkadaşları, bu gittikçe zayıflayarak işitilmez olan hoş sadâyı yeniden zaptetmek, bu musikinin sesini yeniden duyurmak için ellerinden gelen himmet ve gayreti gösterdiler. Yılmaz Bey inanılmaz genişlikteki bilgisi ve görgüsü ile hayranlık uyandıran bir büyük adam. Ben Ansiklopedinin bu baskısını okurken, zaten bildiğim şeylere değil de, bilhassa benim az bildiğim batı müziği veya türk müziği bahislerine baktım. Yılmaz bey bu bilgileri nasıl derlemiş ve ne kadar çok çalışmış ve nasıl yazmış hayrete şayandır. İşte musikimizin mecellesi denebilecek iki cild-i muhalled: her şey gayet güzel kodifiye edilmiş ve yerli yerinde güzel bir üslupla yazılmış. Doğrusu bu kadar çok ve büyük hizmetler yapan Yılmaz Öztuna üstadımız için başka ne diyeyim bilmiyorum. Allah sa’yini meşkûr, ömrünü mezîd ve daha nice hayırlı hizmetlere merbut ve memdûh kılsın. Türk Musikisini ve mahfuzâtını “deryâ-yı hîçî”ye dalmaktan kurtaran böyle muhteşem bir ansiklopedi yazdığı için üstada “Bârekallah” diyorum. Vaktiyle Yeni Cami Hünkar Mahfili’ndeki bir çini üzerinde okumuştum; şair demiş ki:”Bârekallah zehî bülend eyvân-ı Hünkârî”. Ben de şimdi Yılmaz öztuna için, “Bârekallah zehî nühüft elhân-ı ma’nevî” diyorum. (Allah Mübarek etsin ne mükemmel, ne güzel bu gizli ve manevi nağmeler) Ve “Mâşaallahü kâne f-enzur ilâ âsâri Rahmetullâh”: Allah ne dilediyse öyle oldu: işte bak, gör ilahi rahmetin eserlerini…
Bu dünya misafirhanesinde bestelenmediği için kaybolan, unutulan nağmeler ve geçip giden dostlara, üstatlara gelince…
“dağlar belki sesimizi yankılar
kanatlı atların aştığı dağlar
unutulsa bile bütün şarkılar
kalır mı yankınız ey hâtıralar?”