Âlimler Zâlimler Câhiller Konferansı video + text

 

Cümleten Selamun aleyküm.

Bismillahirrahmanirrahim. Evveli âhiri, zâhiri, bâtını, bütün mevcûdâtı, şeş-ciheti ,erbabı irfandan geleni geçeni herkesi, ve  hâzırûnu hürmetle muhabbetle selamlıyorum. Öteden beri besmeleyle hamdeleyle söze başlama adetim var ama çok mütteqî, çok takva bir insan olduğumuzdan değil belki de, geleneğe olan sevgimizden hürmetimizden sadakatimizden böyle yapıyoruz. Millet de belki çok takva bir müslüman zannedecek amma onu da bilmem. Geleneğe de böyle bir muhabbetimiz var bizim.

Şimdi efendim, dün yeni çıkan bir kitabım var benim. Onu da yanımda getirdim. Tam da bu; bugün konuşacağımız konulara müteâair bahisler var içinde. Tabi bu benim tercihim değil, hazırlayan gazeteci arkadaş  öyle ilgi çeker diye, “alimler, zalimler ve cahiller” diye konferansın başlığını koymuş ama bir bakıma da isabet oldu.  Güya biz memleketin ulemâ-yı benâmından bir insan olarak alimler hakkında konuşacağız amma zannediyorum söyleyeceklerim sizi epeyce şaşırtacak: Alışkanlıkların dışında bazı şeyler olacak.

Söze giriş sadedinde, bir kitabın önsözünde Sokrates’in bir hikayesini görmüştüm, bunu okuyarak başlayayım diye -tam da bu mevzu- fotokopisini aldım da geldim yanıma. Kendi kitabım neyse d,e bu başka bir kitaptan; “Teknopoli” diye. Yazıyı icad eden adam gelmiş Firavunun yanına, “-Yazıyı icad ettim” diye. Firavuna yazı icadını getirdiği vakit, Sokrates’in ağzından anlatıyor Eflatun, Thamus diye bir Firavuna gelmiş yazıyı icad eden Theut. “Thamus bütün buluşların ne işe yaradıklarını inceledi,” diye anlatıyor Sokrates. Her bir buluşu beğenip beğenmediğini dile getirdi. Kral Thamus’un Theut e ait buluşların her biri için neler söylediğini sayıp dökmek çok vakit alacaktır, fakat sıra yazıya gelince; Theut dedi ki diyor: “Sayın kralım. Bu Mısırlıların bilgeliğini ve hafızalarını geliştirecek bir başarıdır.” (meşhur Hiyeroglifler,  Sultanahmet de var ya, taşın üzerinde resme benzer yazılar) “Bu Mısırlıların bilgeliğini ve hafızalarını geliştirecek bir başarıdır, bilgeliğin ve hafızanın reçetesini buldum,” dedi. Thamus ise; “Ey mucitlerin pîri icad yapmak ayrı şey, icadın onu kullananlara fayda mı zarar mı getireceğini kestirmek ayrı şey. Harflerin babası olan sen kendilerine duyduğun sevgi dolayısıyla onlardan verecekleri neticenin tam aksi bir neticeyi bekliyorsun. Yazıyı kullanmaya başlayanlar hafızalarını kullanmaktan vazgeçecekler ve unutkanlaşacaklar. Bir şeyleri hatırlamak için iç kaynaklarını kullanmak yerine harici bir takım işaretlere bel bağlayacaklar. Sen hafıza için değil hatırlama için bir reçete keşf etmişsin. Bilgeliğe gelince, öğrencilerin hakikati olmayan bilgelikleri sayesinde şöhrete ulaşacaklar fakat aslında bir yol göstericiden yoksun öğrencilerin sadece malumat sahibi olacaklar. Sonuçta belki bilgili sayılacaklar ama bir çok şeyin cahili olacaklar. Gerçek birer bilge olmak yerine bilgeliğin gururuyla yetinen bu insanlar toplum içinde birer yük haline gelecekler.”demiş. Yazının böyle de bir zararı olacak demiş. Ben, bu Firavunun gayet bilge bir insan olduğunu ve olacakları çok iyi teşhis ettiğini düşünüyorum. Tabii ki yazı olmasaydı bilgi birikimi nesilden nesile zor aktarılacaktı faydalı yönleri de eyvallah ama böyle bir yönü de var. Yani biz bunu bittecrübe biliriz. Ben bir zamanlar musiki meşk ettiğim için, musikide ,işte notayla  kolay öğreneyim diye bakardım kolay hatırlayayım diye, rahmetli Kemal Batanay; “ezberle de öğren böyle gözle okuyarak öğrenme, işe yaramaz, unutursun” diye ikaz ederdi; zaten öyle tam öğrenemezsin de aslında.

Şimdi ben size bir şey daha söyleyeyim, bu yazının icadından evvel bilgi insandan insana yani babadan oğula neyse ihtiyarlardan gençlere şifahi tarzda, sözlü olarak aktarılan bir şeydi. Şifahi dudaktan demek. Yani konuşarak aktarılan birşeydi çünkü ortada yazı yok. Anlatıyorsunuz, gösteriyorsunuz fakat şifai eğitim yazılı eğitimden çok üstün bir eğitimdir. Şifai eğitimle öğrenilen şeyler hakikaten doğru düzgün öğrenilir, yazılı eğitimle kıyaslanınca. Yazı bunu çok zayıflatıyor gerçekten. Ama yazılı eğitiminde böyle üniformalı bir konuşma biçimi diyelim ona. Benim ki gibi darmadağınık değil de böyle tedayilerle değil de üniforma giydirilmiş bir bilgi nakli. Yazılı eğitim biçimininde çok gelenecekçi çok muhafazakar bir eğitim biçimi olduğunu unutmayalım.

Ve tabii medeniyetin aşağı yukarı on bin yıldır geçmişi işte ve beş altı bin yılı yazılı devirdir bunun. Bu aşağı yukarı matbaanın icadına kadar yani mektepler her türlü kültürün kendi telkinlerine tabi müesseseleri çok muhafazakar olmuşlardır. Geleneklere, ananelere bağlı olmuşlardır. Fakat matbaadan sonra işte batıda hür düşünce denilen. Ama bu hür düşüncenin içinde ateizm de var farmasonluk da var aklınıza gelen her şey var. Bu tip fikirler ancak matbaanın icadından sonra tervic edilmiştir ahali arasında. Mektep buna izin vermezdi. İster doğulu olsun ister batılı olsun üniversiteler dini kurumlardır zaten. Yani batıdaki kurumlar kilise kurmuştur bizdeki medreselerde zaten dini sebeplerle kurulmuştur. Dolayısıyla hatta şimdi hatırladım böyle dini kurumlar deyince. Will Durant tarihten çıkan ibret dersleri  diye bir son sözü vardır. Medeniyetle ilgili 10 ciltlik eserinin o son sözünde der ki “bir zamanlar eğitim gören talebelerin karşısında rahibin cübbesinin otoritesi vardı.” Çünki o üniversiteler oraların yöneticileri, hocaları rahiptir. Bir zamanlar rahibin yani arkasında dinin otoritesi vardı eğitimin. Şimdi hiçbir zaman adam olmayacak. Bir takım asi gençleri sözüm ona eğitmek için başı sıkıştığı zaman polise müracaat etmekten başka hiçbir çaresi olmayan zavallı öğretmen nasıl, ne kadar otorite sahibi olabilir. Bu çocuklar üzerinde ne kadar etkili olabilir bu laik eğitim de bilemiyorum” diyor. Çünkü eskiden eğitimin arkasında dini bir otorite var, dini bir eğitim.

Yani bu bahsi fazla uzatmak istemiyorum ağır tenkitler yapabilirim de. Filvaki vaktiylede yaptım bazı yazılarımda ama bahsi fazla uzatmak istemiyorum . Fakat matbaanın icadından sonra yayılmıştır. Böyle otorite dışı din dışı fikirler ateizm falan yani, Napolyonun sözü geldi şimdi aklıma. Napolyon demişti ki “Feodaliteyi top öldürdü modern toplumu da mürekkep öldürecek.” Yani bu matbaalarda basılan kitaplar, bu yazılı şeyler falan. ha bire konuşup duran bir sürü ukala dingili, her biri kendi aklına göre gerçekleri biliyormuş gibi vatandaşlara yol gösteriyor, irşad ediyor bir sürü entelektüel. Bunların bir kısmı da çeşit çeşit garip fikirlere mensuplar. Farmasonluktan tutun da satanizme kadar aklınıza ne gelirse her türlü şey. Hürriyet var kardeşim her türlü yazarım falan, bastırırım efendim, dağıtırım alan da alır okuyan da okur. tamam da sonunda bu entellektüellerin tükettikleri mürekkep gerçekten modern toplumu öldürmüştür. Bugün içinde bulunduğumuz rezil rüsva durumun bir numaralı sebebi belki de bu tüketilen mürekkeplerdir. Napolyon’un kehaneti haklı çıktı diye ben bir yerde yazmıştım bir zamanlar. Şimdi bunu da hatırladım.

Arkasından size böyle kısaca basite indirerek anlatayım, efendim biliyorsunuz radyo falan da çıktı televizyon falan. Televizyon da milletleri sığır sürüsü gibi böyle aptallaştırdı. Bir seyirciler ırkına dönüştürdü. Geçenlerde sinir oluyordum mesela yolda gelirken şoföre de anlattım. Bir dizi var mesela ikide bir çat kapı komşu giriyor adamın karısına gözünün önünde asılıyor. Adam azarlıyor falan ama böyle öylesine usulden azarlıyor. Bu da komedi falan. Hadi isim vermeyeyim. Bu bir kere değil beş kere değil on kere değil. Bu nerede görülmüş böyle bir şey yani. Bunun RTÜK ü yok mu bilmem böyle bir mizanseni nasıl tasavvur ediyor böyle bu tarzda diyalogları. Bunu tekrar ve tekrar niye gösteriyor. Kardeşim bu memleketin insanları yani sırf komşumdur diye zırt pırt kapıyı çalıp girip benim karıma asılan adama kim tahammül eder ya. Öyle bir şey var mı yani, Öyle bir mizansen olur mu, Öyle bir komedi olur mu, Bunun bir RTÜK ü yok mu kapatamaz mı kardeşim? Nedir o rezillik öyle? Ama bu bir tek sadece o diziye Yahşi cazibeye, hadi adını da vereyim, dizisine mahsus değil, diğer bütün diziler böyle. Yani TV son derece aleyhine işlemiştir insanlığın, çok güzel kullanılabilirdi belki. Eğitim maksadıyla kullanılsa, adam gibi kullanılsa hakikaten beyni olan bir yöneticinin liderliğinde, oryantasyonunda yönetilse pek ala halkı irşad etmek için eğitmek için de kullanılabilirdi. Ama hep şeytanın hizmetinde olmuştur. halkı aptallaştırdı ve bir seyirciler ırkına dönüştürdü.

Hatta şimdi hatırlıyorum Geleceğin Çehresi diye bir kitabı vardır Arthur Clarke’ın, Bilim kurgu yazarı. Artur Clarke derki, ki bu artur klark fizikçiydi ve hani şu uydulardan neşrediyorlar ya televizyonları şimdi uydu alıcıları var falan. Peyklerden . uydu alıcıları vasıtasıyla televizyon yayını izliyoruz artık. Benim evde de var. Binlerce kanal. O fikrin mucidi olan fizikçi bu aynı zamanda. Gerçi bir zaman gelirde şayet benim bu uydum fikrim tahakkuk ederse bu kitabı demekki uydulardan önce yazmış şimdi çoktan gerçekleşti tabi 20 30 yıldır. Bir gün bu uydulardan dünyanın her tarafından eğlence programları her çeşitli televizyon kanalları efendim neşredilir, evlerinize kadar girerse bu insanlığın iradesini çok zorlayacak. Bu insanlar eğlence kanalları, hoşça vakit geçirmek için yarışma kanalları, şudur budur bir seyirciler ırkına dönüşecek. “Korkarım ki diyordu insanlık iradadeden ve inisiyatifen tamamen mahrum her şeyi kanıksamış her şeye alışmış her şeyi hazmedebilen hiç de aksiyon adamı olmayan alelade bir seyiciler ırkına dönüşecek” diyordu. Hatta şunu da söylüyor aynı kitap da yine hatırladım. Diyor ki; “insanlığın mezar taşında şöyle bir kitabe olacak. Tanrılar bir insanı cezalandırmak istedikleri zaman eline bir televizyon tutuşturmakla başlarlar.” Artur Clarke’ın geleceğin çehresi kitabından naklediyorum. Yani hakikaten aptal, seyirciler ırkına dönüştürdü. Geldik internet çağına, bilgisayarlara. Bu da bütün insanlığı köleleştirdi ve bütün insanlık farkına varmadığı bir kölelik statüsü içinde yaşıyor. Büyük finans kapitalin köleleri.

Geçen ki konferansımda da söyledim. Bundan 30 yıl evvel böyle gittik İş Bankasında bize bir çek verdiler. Taksimde çeki bozduracağım telefon açalım da masraf falan, ne masrafı kardeşim bir bilgisayar koyun ne promosyonu falan bir şeyler söyledim. Neyse almadılar masraf ama şimdi tabi her yerde var. Bir düğmeye bastınız mı milyonlarda para transferi etmek mümkün artık. Bu internet altyapısı, bilgisayar alt yapısı olmasaydı finans kapital veya globalizm dediğimiz şey bu ölçüde hükümran olamazdı. Bu, altyapı globalizmi etkin kılmıştır. 1950 lerde başlıyor belki ama bu seviyeye bu halde geldi. Demek istediğim, yani yazı tıpkı burada Firavunun söylediği gibi, hiç de öyle insanlığın hayrına işlemediği gibi üstelik  bu bir de matbaaya falan dönüştükten sonra arkasından televizyonun böyle fonksiyonu. Şimdi bilgisayarlar çağında yaşıyoruz. İla maşallah ben bugün gazetede bir şey okudum. Mide bulandıracak bir şey. Şimdi burada anlatacağım da çok ağır konuşmam gerekecek. Ve hakikaten duyulmasını bile istemeyeceğim kadar çirkin bir hadise. Bu baş örtüsü, maş örtüsü ile ilgili yapılan münakaşalarla ilgili diyeyim. O kadarını söyleyeyim. Yani bu kadar olur mu insanlık, bu kadar aşağılık seviyeye inebilir mi kardeşim, mide bulandırıcı bir şey. Bunu da ne diye utanmadan yazmış bu muharrir. Güya aklınca İslam’ı müdafaa ediyor, güya 28 şubatı kötüleyecek falan, ne biçim bir şeydir falan diye, neyse anlatmayayım. Daha fazla canım sıkılmasın. Ben bazen celallenirim. Kendi meselelerimle ilgili değil de böyle insanlığın halleriyle ilgili şeylere bazen sinir oluyorum. Bu bahse girmeyeyim. Ne demişti Napolyon. Yani şu kadarını da söylemeden edemeyeceğim. Sureti Haktan göörünrrek sözde, müslümanları savunuyor gibi görünerek müslümanları bu kadar aşağılayan bir şey olabilir mi? Bu ne biçim budalalalık? Belki de kasıtlıdır. Nereden bileceğim ben bunun kasıtlı yapılmadığını diye de düşünmedim değil. Tanınan da bir şahıs. Neyse isim vermeyeyim hadi. Ama bu kadar olmaz.

İnsanlar (resmen işte bu gelişmelerin sonucundai böyle her şey hayrına işlemiyor insanlığın bu teknik buluşlar. Aleyhinde böyle sonuçlar da verebiliyor) aptallaştırıldılar, seyirciler ırkına dönüştürüldüler  ve hatta köleleştirildiler. Ruhen köleleştirildiler ayrıca. Konformizmin köleleğine kapıldılar. Bugünkü seviyeye kadar da geldiler. Ben bu Napolyonun sözünü söylerken “feodaliteyi top öldürdü modern toplumu da mürekkep öldürecek” sözünü bu yüzden beğeniyor ve tekrar ediyorum.

Gelelim şu başlığımıza. Arkadaş böyle demiş işte; Alimler, zalimler ve cahiller diye de bir kere ben şunu arz ederek başlayayım çoktan beri kara cahiller tarikatına girmiş bir hocayım ben. Bu kara cahiller tarikatınıda size anlatayım eğlence olsun. Bir kadıncağız var bilim kurgu romanları yazıyor. Bu kadının romanlarından birinde “Karanlığın sol eli” romanında böyle bir tarikat var. O tarikatte en makbul insan en az şey bilen insan. Yani karanlığın sol elini okursanız ne demek istediğimi anlarsınız. Okumayan da okumasın.Çok da lazım değil, Kitaplar öyle çok da zannedildiği kadar önemli şeyler değillerdir. Bu kadar söyleyip geçeyim. Lafı dallandırmaktan da hiç hoşlanmıyorum. O yüzden anlatmayacağım ama ben bunu okuyunca çok hoşuma gitti tamam ben bu tarikate şu andan itibaren giriyorum. Kara cahiller tarikatinin yegane şeyhi ve müridiyle baş başa bulunuyorsunuz. Yani kara cahiller tarikatına girmiş bir insan olarak bilgiden de fazla hoşlanmam. Bilgi, malumat zannedildiği kadar faydalı bir şey değildir.

Hatta pek çok ahvalde insanlık tarihinde çok da zararlı olmuştur. Hele günümüzde bu çok aşikardır. İnsanlar böyle bir takım şeyleri okuyorlar. Malumat ediniyorlar tamam ama anlayış yok. Ruhunu anlamıyor metnin. Ne diyor bunun arkasında ne var. Bir takım öğrenilmiş, ezberlenmiş kitabi laflar. Onları ezberliyor, tekrarlıyor bir sürü ukala dingili diplomalı diplomalı. Ondan sonra yetmiyor bir de cemiyeti yönlendirmeye irşad etmeye çalışıyor. Malumatı var ya, okumuş ya falan. Yani bu entelektüel zümrelerden insanlık çok çekmiştir ve çekmekte halen de. Bakın şu kadarını söyleyeyim mesela benim müşahedeme, benim anlayışıma göre Türkiye’ de Tercüman-ı Vakayi den ilk gazetelerden bugüne kadar bir tane bile gazete çıkmadı ki sayısız köşe yazarı güya politik manipülasayonla toplumu yönlendirmeye bilgilendirmeye çalışmasın. Ya sen biliyor musun da anlıyor musun da millete anlatmaya kalkıyorsun diyen yok tabii karşılarında. Bu kitap da (dil ve felsefe) çok enteresan şeyler vardır. Gerçi bazıları dediğim gibi geleneğe bağlılıktan sadakatten, hürmetten, muhabbetten dolayı böyle besmele-hamdele ile falan salvale ile başlar fazla da takva biri olduğumuzdan değil ama yani o muhabetten dolayı. Daha dün çıktı bugün okurken baktım da bilhasssa ilk makaleler falan zann ediyorsunuz ki çok aşırı dindar, yobaz bir adam tarafından yazılmış vakıa benim yobazlığım da yok değildir amma aynı zamanda ultra modern bir adamım. Yani ama, müteakip makalelerde enteresan ve önemli şeyler var.

Bunlardan birinde demişiz ki “yani siz zannediyorsunuz ki; herkes düşünebilir, herkes her okuduğunu anlayabilir, anlatabilir, insanlığın problemlerini düşünerek, aklederek kendi mantığımızla , muhakememizle çözebiliriz. Çözümler üretebiliriz. Hiç de böyle değil. Ben tarih felsefesiyle meşgul olan bir insanım. Tarih felsefesi yapıyorum ve tabi disiplinleri epistemolojik terimleri kendime göre tasnif ederim, kendi kavramlarımı getiririm felsefe yapan bir insan olarak. Bana göre şöyledir vaziyet; insan muhakemesi, rasyonel muhakeme, mantık dediğimiz şey ki mantık nutuktan türetilmiş bir kelime. Zaten yunancada da aynı şekilde kelamdan,logostan türetilmiştir. Konuşmayla ilgili. Bir kere buna dikkatinizi celbetmek isterim; niye dil ile ilgili mantık. Aslında filozoflar düşünüyor falan filan dersiniz de şimdi bu işin semantik yönü var,  bir de mantık yönü var, matematik yönü var. İnsanlar bunun farkında değiller çok sathi bir eğitimle ila maşallah her biri birer profesör unvanı alıyor, zann ediliyor ki bunlar alimdir. Halbuki bunlar sıradan entelektüeller ve sadece uzmanlık bilgisi olan insanlar. Kendi alanlarının dışında da bir şey bilmezler. Bilmediklerini de bilmezler hatta şimdi aklıma geldi yalan yanlış bir Farsça ibare tam da hatırlayamayacağım (23:03 dk). “An kesi ki nedâned ve nedâned ki nedâned/ taa ebed’ üd-dehr in cehl-i mürekkeb bemâned” Yani bir insan bilmiyor, bilmediğinin de farkında değil. İki kere cahil. Ta ölünceye kadar o ebediyen cahil olarak cehl-i mürekkeb olarak kalır diye yazmış bir şair. Yani şimdi cehl-i mürekkeplerle dolu ortalık, bunlar entelektüel dediğimiz zümre. Alim arıyorsunuz yok. Filozof arıyorsunuz yok. Sanatkar arıyorsunuz yok. Kendisine alim demeye yada filozofum demeye cüret edecek kimse de yok.

Soru: Alim kime denir hocam?

İşte o alimleri, cahilleri ve zalimleri konuşacağımız için onları tarif edeceğim elbette. Şimdi efendim bir alanın, spesifik bir alanın uzmanı başka bir şey alim başka. Onlara böyle isimlendirme yapan da yok. Bilim adamı falandiyorlar. Alim demiyor kimse artık. Bizim eski kültürümüzdeki aliminde manası farklıdır ayrıca. Onu da anlatmamız gerekecek. Bizim gelenekte de alim kelimesinin çok farklı bir manası var. Onu da arz etmemiz gerekecek. Her neyse önce şu girizgahıma göre konuşmama devam edeyim. Bir kere insanın elinde, akılcı düşüncenin elinde Aristo’nun formüle ettiği mantıktan başka bir alet yoktur. Bu da nutuktan gelir. Yunancası da logostan gelir. Yani dil, mantık. Aslında da şu demektir,böyle bir tasnifi yaptılar mı filozoflar bilmiyorum bu benim anlayışım; dilin nesneleri, dünyayı kategorize etme özelliği mantıkda ifade edilmiştir. Şu şu cinstendir. Şu şu türün içine girer. Bu bu kategoriye girer. Aynı kategoriye giren nesneler özneler özdeştir , özdeş nesneler arasında çelişki olmaması gerekir, işte bundan ibarettir mantığın prensibi. Dilin semantik bünyesinin formüle edilmiş bir biçimidir. Bizim maddi dünyayı ifade ederken, günlük basit tecrübelerimizi ifade ederken çok da güzel ifade edilmiş olduğu için Aristonun mantığı. Ama Aristo organon demişti mantığa, alet yani düşüncenin aleti anlamına. Ve organon diye türkçede tercümeleri de vardır onların bilmem kaç cilt Milli eğitim klasiklerinden . o bir sürü teferruat icat etmiş tabi aristo üstadımız. Ondan beri de taa yeni çağlara gelinceye kadar hatta 20. Yüzyılın neredeyse ikinci yarısına gelinceye kadar. Daha evvel bir sürü şey var ama teşebbüs . aristo mantığı tam bir saltanat sürmüştür. Yani bu mantık her şeyin belirleyicisi, düşüncenin aleti bu. Bununla düşünüyoruz. Bu Francis Bacon’un novum organum yeni mantık diye bir kitap yazmasıyla biraz tahtı sallanmış dedüksiyon yerine indüksüyonu tavsiye ettiği için. Arkasından böyle Frege gibi mantıksalcıların matematikten yardım alarak mantığı biraz geliştirir miyiz falan filan gibi çalışmalarıyla taa 19.asırdan beri epeyce uğraşılmıştır filan teknik bir bahis. Burada mantık dersei verecek halimiz yok ama benim kitaplarda da vardır bunlara dahil az çok küçük malumatlar. Şimdi, fakat bu en en yakın gelişmelerden birisi azeri matematiçi Lutfuzade nin fuzzy logic, bulanık mantık dediği gelişmedir. Şimdi artık iki değerli değil çok değerli mantıktan bahsedenler var. Ve hatta bu çok değerli mantığın uygulamaları vardır. Bildiğimiz basit çamaşır makinelerinde bile fuzzy logic kullanılabilmektedir bugün. Yani eskiden şöyle zannedilmişti; Mantık düşüncenin yegane aletidir ve her şeyde bununla düşüneceğiz.

Tamam, bütün felsefe tarihi neredeyse. Bakın sıradan entelektüelleri de değil bütün filozofları tenkit ediyorum burada, gelmiş geçmiş bütün filozofları en büyükleri, en büyük üstadlarımızı da Eflatunlar, Aristolar dahil, Kant’lar filan dahil. Bütün felsefe geleneği akli olduğu için mantığa dayanmak zorunda. Bu mantık nedir. Mantık, dilin kategorizasyonundan ibarettir. Çağımızda artık mantık, matematik ve semantikle iç içe geçti onu da arz edeyim. Yani dilin anlamlandırma teorisi dediğimiz semantik dil felsefesi ile mantık ve matematik artık iç içe geçti. Yani bu çok aşırı ilmî bir izahat olur. Mantıkla, matematikle semantiğin münasebetlerine girersem. Onu da söylemiş olayım arada not olarak. Şimdi bu mantık böyle bir saltanat sürdü iki bin sene ama taa Bacon dan itibaren tenkit edilir, Bacon oturur Aristo nun eserinin adı organondur ya bu da novum organum diye yeni mantık diye yeni alet diye bu eseri yazar. Dedüksiyon bilgi üretmez, indüksüyon faydalıdır diye, işte tecrübi gelenekte ilmi metodolojide olduğu gibi. Onları tavsiye eder. Arkasından bu mantığın yetersizlikleri üzerine insanlar düşünmeye başlarlar. Gotlobb frege gibi 19. Asrın bazı mantıksalcıların bunu matematikten istifade ederek acaba ıslah edebilirmiyiz diye. Berdnant russeller ve whıtehead gibi bazı adamlar,principia matematika isimli 3 cilt kitap yazdı russel in arkadaşı whitehead. Yani; acaba matematiğin mantıki temellerini izah edebilir miyiz diye. Ve biliyor musunuz internette dolaşan bir nüktedir derler ki; valla bu Russel ile whitehead bir artı birin iki ettiğini ispatlamak için 3 ciltik kitap yazdılar principia matematika diye. Yani gerçekten öyledir. Bir artı birin iki ettiğini ispatlamak için yazılmış 3 ciltlik kitaptır. Ama bu üç cildi gerektiriyor gerçekten. Çok da görmüyorum. Alay ediliyor ama böyle de bir hakikat var çünkü arkasındaki mantık ve semantik temellerini inceliyorlar. Ve fakat bunun da boş bir gayret olduğu da anlaşıldı aşağı yukarı 1932 den beri gödel teorilerinden beri. O da ayrı bir mesele. Hatta matematikten istifade ederek de Aristo mantığını ıslah etmenin pek de mümkün olmadığını biz artık biliyoruz. Benim “Varlığın Anlamı”nda münakaşa ettiğim meselelerden biridir bu.

Yani ezcümle biz bu teknik bahsi uzatmayalım, isteyen arkadaşlar benim kitaplarıma müracaat edebilirler. Üç beş malumat bulabilirler. Mantık insanın yegane aletiydi. Çağımızda çok değerli mantık deniyor ama aslında o bile Aristo mantığının sınırlarının esnetilmesinden ibarettir neticede çok ta bir şey değişmemiştir. Fakat ben şu tenkidi yapıyorum bütün felsefe tarihine.

Mantık dediğimiz şey neye benzer biliyor musunuz? Her ne kadar semantikle matematikle birlikte karışık incelense de çağımızda. Diyelim ki zayıf bir adam, bir elbisesi var işte. Adam altmış kiloluk bir adam. Öbür taraf da iki yüz kiloluk obez adam. Diyorsunuz ki sen bu zayıf adamın elbisesini giy. Ya sığmaz o elbiseye o adam. O adam iki yüz kilo bu adam adam altmış kilo. Buna göre daracık elbise. Doğru mu? Olur mu şimdi yani, herkesin bedenine göre elbise dikmek lazım değil mi? zayıf bir adamın elbisesini şişman bir adama giydirmeye çalışırsanız olmaz. Şurasından burasından taşar,patlar. İşte mantık da hayatı izah etmek de böyle. Hayatın kendisi obez bir insan gibi ise mantığın dar sınırları içine sığmaz demek istiyorum böyle bir benzetmeyle.

Mantık sadece paradoksal olmayan, birbiriyle çelişkili olmayan maddi alanlardan; matematikte ve fizikde tabiat ilimlerinde gerçekten işe yarar. Çok da verimli olmuştur bugüne kadar. Bu sayede insanoğlu aya kadar da gitti. bugün bütün bu bilgisayarlar iki değerli mantık sistemine göre çalışıyor Aristo’nun. Şu mikrofon öyle çalışıyor. Bütün başarılarımızı bu soyutlanmış matematik diline borçluyuz, mantığa borçluyuz. Tamam ama bütün başarısızlıklarımızı da borçluyuz felsefe tarihinde. Çünki hayatı izah etmek için çok yetersiz, hayat bundan çok daha geniş, sayısız paradokslarla dolu.

Aslında hiç kimse farkında değildir, ben şu tenkidi de yapmıştım “Varlığın Anlamı”nda bu Aristo mantığı insanın beş duyusunun telkin ettiği bir dünya tasavvurunun yani materyalist bir anlayışın sonucudur ve zamanı yok sayar. Hatta çağdaş fizik hala zamanı yok saymaya çalışıyor. Zamanın aslında mekanın veya maddenin ne olduğunu da pek bilmiyoruz. Yani, insanlar her şeyi bilir zannediyorlar bu okumuş yazmış takımı da . Ben modern fizik teorilerini okudum, orada görüyorum kimsenin zaman hakkında ciddi bir fikri olmadığını, mekan hakkında ciddi bir fikri olmadığını, madde hakkında. O yüzden çok bilmişlere sinirleniyorum o yüzden kara cahiller tarikatına girdim zaten. Bir yerden sonra o bilgilerin pek de manidar ve doğru olmadığını gördüğüm içindir yani.

Ben tabi tarih felsefesiyle uğraştığım için yani tarihin ne kadar güvenilir olduğunu, tarihi bilgilere belgelere ne kadar itimat edebileceğimizi tartışmaktan başladım tabii bu genel bilgi teorisine mantığa ne kadar güvenebileceğimize hatta matematik teorilerine sirayet etti. ayrı mesele ama netice olarak ciddi olarak bu bahsi enine boyuna incelediğimiz zaman böyle bir sonuç çıkıyor. Zannederim Descartes’in kitaplardından biriydi. Gençliğimde okurdum ben Descartes’in Mehmet Karasanın tercümlerini. Onlardan birinde belki “metod üzerine konuşma” da, giriş de şöyle bir ifadesini hatırlıyorum Descartes’in. Descartes diyorki “bir köylünün kaba saba rençber ellerine nasırlı masırlı işte bir lirin bir müzik aletinin yakışmadığını düşünebilirsiniz. burada yani basit meselelerde, zanaatlarda uzmanlaşma olabilir. Ama ilim de nasıl uzmanlaşma olur kardeşim. Bütün ilmi meseleler birbiriyle ilgilidir. İlimde uzmanlaşma diye bir şey olmaz. Ne uzmanlığı?” diyordu. Ve aşağı yukarıda Descartes 16-17 yüzyılın adamı. Uzmanlaşmanın tam da boy attığı, boy verdiği yeni yeni oluşmaya başladığı bir devirde söylüyor bunu. İlim de uzmanlık olmaz diye. Ben de hep aynı kanaatte oldum. Tesadüf eseri de çok yönlü bir insanım, yani üniversiteye gittiğimde bazı hocalar “sana özel dersler verelim, hadi şu dersi de al bu derside al falan filan diye özel bir eğitime tabi tuttular beni. Üniversiteye devam etmemi istemediler de, böyle özel dersler. Dolayısıyla çok yönlü bir eğitimim oldu tesadüfen benim. Belki kendi ilgimden belki hocaların şeyi. Her ne ise. Kader diyelim bunu izah edemeyiz. Ama gerçekten böyle tek yanlı ve sathi bir anlayışın tek bir disiplinin uzmanlığının insana ilmi bir anlayış vereceğini de anlamak da zorlanıyorum. Çünkü bakın benim bir sitem vardı bugünlerde gene hacklemişler arızalı açılmıyor ya onun taa başında Will Durant’ın bir sözünü yazmıştım. İngilizce bir ifade. Tercüme edeceğim elbette. Hatırlıyayım ilk önce. scientific specialist(35:25) yani bir alanın uzmanı olan bilimsel bir bilim adamı,  ir uzman diyelim bir fizikçi, matematikçi, kimyacı neyse tarihçi herhangi bir alanın uzmanı, specialist, gittikçe daha dar bir alanda gittikçe daha fazla bilgi sahibi olan bir adamdır. Çok dar bir alanında ilmin ama o alanla ilgili her şeyini bilmek ister. Yani o alanda çalışır. Daha geniş daha detaylı bilgi. Küçücük bir alanında geniş, detaylı, alabildiğine vasi bilgi. Felsefi spekülasyon yapan düşünür ise, çağımızdan bahsediyoruz elbette yani hayatı geniş anlamdan anlamlandıracak felsefi spekülasyonlar yapacak gerçek anlamında ilim belki bir anlam da hikmet. Bu ise bu kadar genişlemiş insan bilgisi karşısında sayısız alan var eğer hepsini birden, topluca inceleyelim dersek gittikçe daha geniş bir alan hakkında gittikçe daha az bir hüküm vermek zorunda. Her şeyi bilemezsinizki. Hem matematik bileceksiniz, hem fizik bileceksiniz, hem tarih bileceksiniz hem müzik bileceksiniz hem bilmem ne halt bileceksiniz yani sayısız branş var. Hepsini öğrenmesi elbette imkansız. Doğru mu? Şimdi bu vaziyette bir felsefi spekülasyon yapan ya da eski ortaçağ anlamında, gerçek anlamında veya Descartes ın tavsiye ettiği anlamda uzmanlaşmadan ilim yapan adam, o zaman bütün beşeri bilgiyi öğrenmeye çalışacak ama hiçbir zaman öğrenemeyeceğine göre hepsinden yarım yamalak bir bilgiyle az bir bilgiyle geniş bir alan hakkında az bir bilgiyle bu sathi bilgilere dayanarak hüküm vermek zorunda.

Yani ben mesela işte evet tarih metodolojisi incelerken bu işin arkasından mantık problemlerine de girmek gerek gerektiğine arkasından matematiğe, semantiğe falan da girmek gerektiğini fark ettim ama yani benim ne matematik uzmanı olmam mümkün, tarih uzmanı olmuşum tamam ama ayni zamanda matematik uzmanı, semantik uzmanı, mantık uzmanı onu olamazsın. Orada sathi bir bilgin olacak. Yani yüzeysel bir bilgin olacak. Yüzeysel bir bilgiyle de olsa bir hüküm vermek zorunda kalacaksınız. Böyle bir açmazı var modern insanın. Hatta alimler için bile gerçi alim de yok da artık zamanımızda, eski ortaçağdaki gibi. Orta çağlarda insan bilgisi sınırlıydı. Bugün herhangi bir disiplinin, diyelim tıppın genetik alanının diyelim herhangi bir, hücrenin bilgisi diyelim. Tek hücreli bir yaratığın hakkındaki bilgi binlerce, yüz binlerce sayfa tutar. Başa çıkamazsınız. Tamamını öğrenmek, öyle eski devirlerdeki ortaçağdaki gibi öyle basit değil. Ancak genel esaslara veya çok fazla seçerek, eleyerek umumi bir intiba edinmeniz mümkün ve ona göre konuşmanız mümkün. Tabi bu da ne kadar mümkün ondan da emin değilim. Yani insanlar zannediyorlar ki biz, şu veya bu alanı öğrenince herşeyi öğrendik. Sizin elinizde sadece mantık var. İnsan zekasının elinde sadece mantık var ve bu mantık da tamam matematik de iş görür, semantik de iş görür, fizik de iş görür cansız madde dünyasında, müspet ilimler dediğimiz, tecrübi; tecrübeye, deneye dayanan ilimler de iş görür, çok da verimli olur. Zaten de ona göre biçimlenmiş bir mantıktır. Ama daha biyolojiden itibaren iflas eder. Hiçbir sosyal realite bu kadar dar kalıplara sığmaz. Hele böyle büyük meseleler, metafizik falan.

Nitekim ne oldu çağdaş filozoflar artık “metafizik meselelerine insan aklı ermez kardeşim, biz metafizikle uğraşmıyoruz” dediler. Bende daha ileri gittim, burada mesela şimdi açıp okusam sıkıcı olacak, özetleyeyim ben gene. Tenkitlerin tenkidi diye bir makale var. Felsefeden bahsederken diyor ki; felsefenin bahisleri nedir kardeşim, etiktir yani ahlak, estetiktir işte efendim lojiktir mantıktır. İşte metafiziktir. Tamam ama metafiziği filozoflar aklımız ermiyor metafiziğe kardeşim, insan aklı metafizik meselelerini kavrayamaz. Kararını verdi, 20. Yüzyılda ve artık metafizikle kimse uğraşmaz. Yani popüler değil. Peki ahlak, estetik. İyi de bunlar kültürden kültüre değişir ve rölatif şeylerdir bunların öyle genel geçer felsefesi yapılamaz. Eğitim felsefesi de cemiyetin ihtiyacı için insan yetiştirme gayretleri içinde bocalar. Hiçbir zaman yani bunların ciddi bir felsefesinin yapılabileceğini de ben kabul etmem. geriye kalıyor işte Bir tek epistomoloji işte mantık tartışmaları falan. Bilgi teorisi. O bilgi teorisinde de iyi incelediğimizde, derinine düşündüğümüz vakit eski skeptik filozoflara şüpheci filozoflara hak vermek zorunda kalırız. Yani Sokrates’e dipnot düşmek mevkiindeyiz; “Bildiğimiz bir şey varsa bir şey bilmediğimizi biliyoruz.” Felsefenin de vardığı netice de budur bugünkü çağdaş dünyada diye de özetlemiştim. Yani akıcı bir yazıdır mesela oradan okuyabilirsiniz. Bugün buraya da getirmişler kitapları.

Şimdi efendim bugünkü felsefenin neredeyse uğraştığı yegane meşgale dil felsefesi artık. Böyle zaten Viyana pozitivistleri falan gibi Wittgenstein ve arkadaşları gibi insanlar zaten felsefenin dili anlamlandırmaktan ibaret olduğunu, kavram tartışmalarından ibaret olduğunu söylediler. Daha materyalist ve bilimselci bir adam olduğu için Wittgenstein; maddi olmayan şeylerin dilde ifadesinin de mümkün olduğunu kabul etmez “onların hepsi metafiziktir sadece madde hakkında konuşulan cümleler anlamlı” diye de bir temayülü vardır. Onun da yorumları aynı sonuca çıkar. Yani felsefe bugün diyor ki biz aslında dil felsefesi ile uğraşacağız kardeşim, onu da maddi dünyayla sınırlayacağız. İyi de bizim okumuş takım yani ulema zumresi gerekiyor eski tasnifde, orta çağlarda yaşasaydık. Efendim, bunlar bir takım mektep klişeleri okuyorlar ve herşeyi biliyorlar, her şeyi de anlayabileceklerini vehmediyorlar (42:29),cemiyeti yönlendirmeye kalkıyor, politika üretmeye kalkıyor, tarihi yorumlamaya kalkıyor, hayatı anlamlandırmaya kalkıyor. Ne ile? Mantık ile. Mantık bu işe yetmez. Mantığın tabiatı bu işe müsait değil çünkü mantık paradoksları reddederek başlar halbuki hayat paradokslarla dolu. Bir meselenin o yönü de vardır bu yönü de vardır. Demin bak sinirlendim anlatayım dedim birazda atayım tutayım dedim şu heriflerin namussuzluğuna aman canım bu kadar iğrenç şeylerden bahsetmeye değer mi deyip hemencecik vazgeçtim. Adetim üzere gene başladım ilmi tahlillere. Bir şey söyleyeyim mi ebu reyhan el biruni üstadımız ki tarihin gelmiş geçmiş en büyük alimlerinden biridir. Belki de en büyüğü. Bir çok ilmin de kurucusudur müspet ilimler alanında da. Çok enteresan bir söz söylemiştir. Vaktinde okuduğumda çok hoşuma gitmişti benim. Diyor ki; “bir alim ile bir cahilin konuşması mümkün değildir. Yani alimle cahilin konuşması iki farklı dilden konuşan birbirinin dilini bilmeyen insanların konuşmasına benzer. “Aralarında  işaret diliyle belki anlaşırlar ama biri Rusça konuşuyor biri Fransızca konuşuyor birbirini de anlamıyor. Sadece gürültü. Ötekine konuştuğu berikine göre çünkü anlamıyor.anlaşması mümkün değil. Gerçekten de çok fazla ilmi veya ezoterik terimlerle konuşursanız ya da işte entelektüel zümrelerde sıkça müşahede edildiği gibi kendine mahsus bir ihtisas diliyle, birtakım özentilerle, jargonlarla falan konuşursanız sonuçta farklı farklı diller oluşur. Ben geçen gün televizyonu dinlerken baktım. Yahu dedim “açacam youtube dan dinleyeceğim benim konuşmamın sesini, nesini dinliycem anlamını değil sesini. Benim konuşmamın sesi de bunların konuşmasının sesine benziyor mu acaba” diye. Çünkü tamamen farklı bir ses geliyor kulağıma. Adı türkçe ama benim hiçbir zaman kullanmayacağım terimler kullanıyor adam. Devlet aklı diyor. Ne demekse? Bana çok tuhaf görünüyor bir tarih filozofu olarak ama entelektüeller için çok normal bir ifade. Efendim koşul diyor buna benzer bir şey söylüyor farklı bir dil konuşuyor. Kelimeleri farklı terimleri farklı kavramları farklı tamamen farklı bir dil konuşuyor adam. Benim konuşmama göre ya da ben farklıyım en azından daha doğrusu ben farklıyım. Bir kere  ben hem ilmi hem de eski bir dil konuşurum. Efendim vatandaş tabi bugünkü dili konuşuyor aslında. Moda olan popüler terimleri kullanıyor. Valla biz farklı diller konuşuyoruz. Kavramlarımız farklı. Her şeyimiz farklı. Zaten anlaşmazlıkda buradan kaynaklanıyor.

Ben disiplinleri tasnif ettim arkadaşlar. Bunları kısaca arz etmek zorundayım. Alimi, cahili, zalimi anlatabilmek için. Bana göre mesela  tarih geçmişe bakıştır, ilim geleceğe bakıştır. Yani tamamen taban tabana zıttır, 180 derece , biri geçmişe bakar biri geleceğe bakar. Sebeplerini izah ettim bazı yazılarımda,efendim mesela sanat içe bakıştır. Mesela felsefe inspectare dir yani kavram tasnifidir. Kavramların incelenmesidir. Tutarlılığı, rasyonalitesi kavramların kullandığımız dilin. Zaten de 20. Yüzyılda böyle konuşuyor filozoflar. Yani biz artık vazgeçtik eski felsefi bahislerden. Eskiden hikmetin tamamıydı. İlimler de içindeydi felsefenin. İnançlar da içindeydi Eflatun çağında. Ama şimdi; valla inançlar inanç mevzuudur kardeşim.tartışma dışıdır. Metafizikten anlamayız. Efendim öbür şeylerden anlamayız. Bize kaldı kavramların rasyonalitesi, tutarlılığı(46:25)falan. Yani ben daha türkçesini söyleyeyim mantıki muhakemeye dair lisani birtakım gevezeliklerden ibaret çağdaş felsefe. Muhtevası boş, içi boş. Ben size dahasını da söyleyeyim. Eğer semantikle biraz uğraşırsanız görürsünüz, semantikle de uğraşan maalasef hiç kimse yok Türkiye’de. Hatta şurada semantik üzerine bir konuşmada söylediğim enteresan bir söz var, bulursam nakledeyim size aynen okuyayım o cümleyi. Divan edebiyatı sempozyumu vardı da orada “mazmun ve dil felsefesi” diye bir konuşma yapmıştım. Orada dedimki arkadaşlara; “ben bazen, hatta neticeyi baştan söylersem, düşüncenin, düşünmenin yani hatta filozoflar için bile neredeyse imkansız sayılacak derecede zor olduğunu semantik temellerine gönderme yaparak söyleyebilirim.” Çünkü kelimelerin anlamı yoktur semantik de. O dilde bizim uzlaşmamız, kelimeleri kullanmamız işte herkes aynı anlamı veriyor bir kelimeye. Bazen de vermiyor. Benim gibi kendi kavramlarını getirirse farklılaşıyor tabii yabancılaşıyor. Ama yani çoğunlukla insanlar anlaşıyorlar işte dili kullanarak gidiyor. İletişim vasıtası. Kelimelere aynı anlamı verdiğimiz için o gürültülerin içine bir sesin içine bir anlam yüklediğimiz için ve bunda uzlaştığımız için. Ama aslında bütün kelimeler sadece gürültüdür.

Bakın arkadaşlar, İstanbul da çok fazla turist oluyor, Sultanahmet de. Bazen yanımızdan geçiyor bilmediğimiz bir dilden konuşuyor. Diyelim ki İspanyolca konuşuyor. Ben İspanyolca bir kelime bilmiyorum tabi ondan sonra kulağıma böyle bir takım gürültüler gibi geliyor. Halbuki azıcık 5-10 kelime anlarsanız iş değişir. Yani ben birçok dille uğraştığım için bir kısmı bana aşina ama aşina olmayan bir dil; Çince konuşuyor herif. Bir takım gürültüler çıkarıyor adam. Sizin için herhangi bir anlamı yok. Açın uydu televizyonundan bilmediğiniz dilden herhangi bir neşriyatı. Dinleyin, sadece ses olarak dinlediğiniz vakit hiç bir şey anlamadığınız için o herhangi bir anlamı olmayan gürültüden ibarettir. O anlam üzerinde, o kelimelerin anlamları üzerinde anlaşmış, o kavmin mensubu olan insanlar veya o dili bilen insanlar arasında ancak bir iletişim vasıtası olabiliyor. Aslında bir gürültü. Mesela biz ne diyoruz. Ben kelime diyorum. Çağdaş türklerin çoğu sözcük diyor kelime yerine mesela. Benziyor mu sesi birbirine? Kelime sözcük. Hiç benzemiyor. Ruslar slova diyor mesela. İngilizler word diyor mesela. Öyle değil mi? tamamen farklı bir takım sesler. Onun içine anlamı o dilin mensubu dil şuuruyla vermiş o bir semantik meselesi, uzun teknik bir bahis. Hatta Tarski gelinceye kadar semantikçiler de farklı değildi. Tarski bir cümlenin gerçeklik değeriyle ilgili bir takım matematik formüller üretti bir tarih de “truth value” diye. Ama aslında bizim zannettiğimiz kadar anlamlı değil konuşmalar demeye getiriyor semantik açısından. Bakın bu kitabın arkasına bir semantikçiden alıntı yapmışım. Onu kısaca arz edeyim size. Bir popüler semantik kitabı var İngilizce oradan nakil yapiyor.

“Kelimeler bir araziyi tarif eden haritalara benzerler. Yani araziyi ancak kullanılan ölçek nisbetinde tarif ederler. Büyük ölçekliyse daha fazla küçük ölçekliyse daha az. Harita arazinin yalnızca sembolüdür. Bir haritada arazinin ihtiva ettiği her şeyi tarif etmek nasıl mümkün olabilir? Bir harita araziye ne ölçüde delalet ederse, kelimeler de gerçek manayı ancak o ölçüde tarif edebilir. Demekki lisanın büyüsü sözün sihri de söylediğiniz ismin veya kelimenin müsemmaya, gerçeğe delaleti kadardır.” Söylediğiniz kelime gerçeğe, haritaya, haritanın ölçeği yani meselesi. Açın bir haritayı bakın türkiye haritasına ne kadar tanıtır size. Yani tanıtır mı? Fikir verirde, fikir vermiyor değil, ölçeği büyüdükçe daha fazla fikir verir falan. Hatta biliyorsunuz bazı geniş ölçekli haritalar Genelkurmaya saklanır, ahaliyede gösterilmez, yasaktır. Her türlü teferruatı göstermeyi amaçladı falan diye. Doğru mu? Eskiden yasaktı yani. Ben öyle haritaları inceledim. Anadolunun tarihi coğrafyası ile uğraşırken. Neyse. Kelimeler tıpkı harita gibidir. Harita araziyi sadece özetliyor. Kaba saba bir şekilde. Hatta haritadan daha beteri var. Kroki mesela. Bazen yol tarif ederiz arkadaşlarımıza. Dur sana çizeyim şu yoldan gideceksin, şuraya gideceksin. Doğru mu? Kroki ne kadar tarif ediyor o caddeyi, o evi. Harita ne kadar tarif ediyor? Kelime de o kadar tarif eder anlamı.

“Filozoflar edebiyatçı değildirler. Kelimelerle oyun oynamazlar. Ve kelimelerin estetik güzellikleriyle ilgilenmezler. (Galiba şahidi mana isimle yazımdan alınmış bir parça bu) Filozoflar edebiyatçı değildirler. Kelimelerle oynamazlar, edebiyatçılar gibi. Kelimelerin estetik güzellikleriyle ilgilenmezler. Kelimeleri kavramlar olarak, birbirleriyle ve gerçekle münasebetleri açısından incelerler. İlim adamlarına gelince onlar için bizzat kelimeler değil kelimelerle ifade etmeye çalıştığımız nesneler dünyasının hakikati yani realiteye mütekabiliyeti daha mühimdir. Onun içindir ki ilim adamları mümkün olduğu ölçüde tabi dili müphem arazinin hususiyetlerini tam bir sadakatla aks ettireyemeyen kelimeleri tabi dillerin çok daha mücerret fakat açık, seçik ve kesin semboller kullanan matematik dilini tercih ederler.” Arkasından şık da bir cümle koymuşum burada: “Pisagor sayılara, Eflatun idealara, Aristo mantığa inanır.” Pisagoru hatırlıyorsunuz değil mi. Bütün dünyayı sayılarla anlamlandırıyor. Ki bütün musiki teorisi hala ona dayanır. Geçen bir musiki programı vardı kanal 24 de. Arkadaşlar beni davet ettiler musiki tarihiyle ilgili bir sohbet yaptık, benim bir şarkımı da okudular. Yani orada dinleyebilirsiziniz kanal 24 de aşağı yukarı Cumartesi 9.30 da falan. Yani musikinin aslı pisagor’dandır teorisi. Eflatun napıyor işte mağara istiaresini biliyorsunuz. Görünen dünyaya değil de onun arkasındaki gerçek idealara ki bizim sufiler ona ayanı sabite adını takmışlardır orta çağda. Sabit ayınlar diye. Ayanı sabite, değişmeyen gerçeklikler yani. Değişmeyen ayınlar anlamında. İdealara inanırdı. Aristo ise mantığa. Aristo da mantığı formüle eden adam. Ve iki bin yıldır da mantıkla iş yapıyor insanlık. Esasında da insan düşüncesi öyle materyalist bir mantıkî muhakemeden, rasyonalist muhakemeden pek fazla ileri gidemiyor kolay kolay.

Sanatkarın sezgisi elbette bu mantığı biraz zenginleştirebilir. Veya başka türlü tecrübeler, mistik tecrübe olur bu tasavvufda olduğu gibi dini tecrübe olur. Bunların da çeşitleri var. Yahut felsefe başka bir şeydir. Şimdi arz ettiğim gibi bir kere şunu anlamak lazım. Felsefe başka bir iştir, sanat başka bir şeydir, tarih başka bir şeydir, ilim başka bir şeydir. Ama bunların hepsinden anlamıyorsanız hakikati de biraz zor anlamlandırırsınız. İlim adamı olarak hakikati anlamlandırın sonuçta size materyalist bir dünya tasavvurundan ötesini vermez, ondan sonra bu ilmin hiç de hakkı olmayan, otoritesi olmayan sosyal sahalarda da konuşmaya başlayınca saçmalamaya da başlarsınız. Nitekim bütün sosyal disiplinler saçmalıktan ibarettir. Adı ilim olduğu iddia edilen psikoloji gibi, sosyoloji gibi sosyal ve insani meselelerle (55:20)ile ilgili bütün ilmileşme gayretleri bildiğiniz dik alasından saçmalıkla neticelenmiştir. İlim adamları bunun farkında olmaya, iyi de ben bir tarif filozofuyum. Ben bu hükmü veririm kardeşim. Çünkü tarihteki sonuçlarına bakıyorum. Verimine bakıyorum.

Tevrat derki; “iyi ve kötü ağaç semeresinden, meyvelerinden bellidir. Yabani armut da var. Islah edilmiş armut da var. Bugün ıslah ettik diyoruz. Eğer meyvesi çürükçe, acıysa işe yaramıyorsa, ekşiyse her neyse ne hal ise, yabaniyse, yeteri kadar olgunlaşmamışsa, bir meyve veriyor ama bu meyvesi zehirli hatta bitkilerin meyveleri, değil mi? verdiği meyvelerinden bellidir yani sonuçlarından. tarihçi zihniyeti de böyledir. Ben sonuçlarına bakarım. Siz bir şeyler konuşuyorsunuz kendi aranızda bir jargonunuz var kendi kendinizi kandırıyorsunuz fakat insanın tabiatı bu. İnsan der Cassirer, devlet efsanesi kitabında yada insan denen kitabı var ismi şimdi aklıma gelmedi. Orada der ki “insan efsaneler üretir, kendi kafasında birtakım hayaller, mitolojiler üretir sonra bunlara inanır ve bunlara göre davranır.” Nitekim bunun önemi şurda. Sözüm ona ilmi diye malumat diye öğrenilmiş bir takım lakırdılar aslında bir çeşit delilik arkadaşlar. Geçen gün daha dün akşam ben bir psikyatrist bir arkadaşla oturdum dedim ki;ya şu şizofrenler halüsünasyon falan görüyor ya, olmayan şeyleri hayalleri görüyor adam. Geliyor cinler ona eziyet ediyor veya başka bir şey oluyor. Bir takım hayaller görüyor. Ama aslında insanların hepsinde var bir çeşit delilik. Kafalarında olmadık bir takım saçma sapan fikirler. Çok akıllı olduklarını zannediyorlar ve her şeyi anlayabildiklerini zannediyorlar. Oldum olası bütün tarih böyle. Ondan sonra o kadar saçmalıyorlar ki şimdi galiba mecbur olup bugün bahsettiğim beni sinirlendiren şeyi de örnek diye vermek zorunda kalacağım yani ha. Biraz zorlanırsam. O kadar saçmalıyorlar ki zaten saçmalıklarla dolu etrafımız. Çok misal vermeyelim. Ondan sonra da oturuyor adam bu kendi kafasında oluşmuş fikirlerden mürekkep vizyonu, o da vizyon kelimesiyle ifade ediyorum halüsünasyona akraba olsun bir çeşit görüntü olsun diye. O kendi kafasındaki ideolojik vizyonu düpedüz hakikat farz ediyor tamam bunun ne zararı var canım insanlar budalaysa budala, cahilse cahil bize ne kardeşim? Ama orada durmuyor. Saldırıyor. Sen de benim gibi düşüneceksin diyor. Savaş açıyor. Öyle şeyler oluyor ki yani insanlar aklı duruyor. Bu kadar olur mu kardeşim. Hadi dayanamadım söyleyeceğim çok mücerret konuşulunca net anlaşılmıyor. Zannederim birazcık böyle abstraksiyon seviyesini indirelim merdiveni aşağıya insanların anlayacağı cinsten misal verelim. Adam yazıyor gazetede. Askeri lojmanları girmesi yasakmış da, baş örtüsü taktığı için karısı. Ondan sonra karısını iki sene boyunca efendim her gün arabanın bagajında sokup çıkarmış askeri lojmana. Böyle bir manyaklık var mı ya. Bu kadar manyaklaşıyor insan. Bu kadar budalalaşıyor. Bu kadar aptallaşıyor. Bu kadar sersemleşiyor. Bu kafasındaki uyduruk vizyonlar yüzünden. Yani bu ne demek ya? Bunu da utanmadan yazıyorlar. Neyse uzatmayayım şimdi. Daha fazla ağır konuşacağım. Ben zaten esasında bağımsız bir adamım. Ne islamcılardan ne ülkücülerden ne ötekinden ne berikinden pek de hoşlanmam onlar benden hoşlanmazlar ama şimdi aleyhlerinde konuşmayayım, gerekmez. Ama yani bu kadar da budalalık fazla insan için.

Ondan sonra bütün tarih boyunca sayısız savaş. Mezhep savaşlarından tutun da ideolojik savaşlara kadar çeşit çeşit hunharlık. Kan gölü bütün insanlığın tarihi. volter ne diyor mesela; “tarih demek beşeriyetin aptallıklarının, deliliklerinin, çılgınlıklarının hikayesi demektir”. Öyledir de . Yani insanlar o kadar aptallaşabiliyorlar ki o çılgınlıkların o budalalıkların o hunharlıkların bazıları övünülecek şeylermiş gibi anlatılır ve tarih diye efendim onunla beyinleri yıkanır. Bugün bizim eğitim dediğimiz şey bir çeşit indoktirinasyondur. Yani kültürel şartlandırma, beyin yıkama. Adına eğitim diyoruz ama gerçek bir eğitim olduğunu zannetmeyin ve aslında da eğitim denen şey devletin kontrolüne ne zaman girdi, Fransız ihtilalinden sonra mecburi eğitim. Tamamen siyasi maksatlarla beyin yıkama maksadına matuftur. Eskiden din yapardı bu işi, din kurardı mektepleri orta çağda. Aydınlanma çağından sonrada laik devletlerde indoktriner cehalet imal ederler. Yönlendirilmiş, kafası beyni yıkanmış bir sürü saçma fikir.

Biliyor musunuz bugün ortalıkta bütün insanlığın konuştuğu lafların yüzde doksanı düpedüz yanlıştır bazıları da kasıtlı ve hainane yalanlardır, siyasi yasaklarla. Hadi şöyle Will Durant’ın tabirini hatırladım. Will Durant diyordu ki bir yerde: Tarihin çoğu tahmin geri kalanı peşin hükümdür. Bizim şimdiki eğitiminde çoğu yanlış bilinenlerin geri kalanı da peşin hüküm olsa iyi kasıtlı indoktrindasyon. İdeolojik fikirler aşılayacak aklınca, efendim cemiyete faydalı yurttaş yetiştirecek veya devletin istediği istikamette adam yetiştirecek.

Kardeşim, maarifin tahsili marifin cemiyete faydalı olmak gibi bir mecburiyeti yok. Veya devlete faydalı olmak gibi bir mecburiyeti yok. O hakikati araştırmakla ilgilidir. Her insanın ferdi bir mesuliyetidir. Hiçbir şekilde cemiyet tarafından veya devlet tarafından biçimlendirilmemeli. O noktada ben gayet anarşist bir tutum takınırım ve derim ki siz kim oluyorsunuz da yani kendi kendinize insanlara istikamet tayin ediyorsunuz. Kimsin sen Tanrı mısın. Cemiyet, cemiyetin canı cehenneme kardeşim. Bana cemiyetten kardeşim halk kim oluyor karar veriyor yani neyin doğru olduğuna neyin yanlış olduğuna.

Hadi hukuki ıstılahlarla söyleyelim. Diyelim mesela bunu belki biraz daha net olsun diye. Yönetmelikler kanunlara tabi olmalı, kanunlar nereye tabi olmalı anayasaya, anayasa nereden alıyor meşruiyetini. E halkın idaresi. Halk nereden alıyor yani kanun yapma hakkını? Hangi beyinle? Ya büyük filozoflar için bile düşünce zannedildiği kadar basit değil ve bütün felsefe tarihi sonunda 20. Yüzyılda iflasını ilan etmiş. Biz artık dilin rasyonalitesiyle bilmem kavramların tutarlılığıyla falan ilgileniyoruz. Realiteyle de neredeyse münasebetini kesmiş. Bir dil felsefesine dönüşmüş durumda. Filozoflar için mümkün değil düşünce. Sıradan aydın bir yana. Alimlere gelince, yani neredeymiş o alimler ben de bilmiyorum. Ben bakıyorum da yani hakikaten çok yönlü geniş malumatı olan kendimden başka bir alim falan da göremedim yani. Öyle bir cesareti olan kimseyi de göremedim Türkiye’de ben alimim diyen falan. Hatta dünyadada yok. Ortaçağa mahsus bir şey o. Bir ebu reyhani el biruni bir İbn-i Sina bir Gazali bir başka diyelim Zemahşeri artık bu modern kültür içinde hiçbir cemiyet yetiştiremez. Zaten, ben bir yazı yazmıştım. Kitaplarda var, internette de vardır, sitelerde. YÖK, mektepler ve ilme dair diye orada demiştim ki: Hiçbir akademi bir Eflatun yetiştiremez, Eflatun akademi kurar akademide yetişmez. Öyle bir Eflatun’u bir Ebun Hanife’yi bir Einstein’i yetiştirecek mektep henüz icad edilmedi. Öyle bir şey yok.

Onlar vehbi, Allah vergisi. Zaten mektebin anlamı da bu değil. Mektep, ekol bilgisi, ekol. Okul diyoruz ya şimdi Fransızcadan ekolden kopya. Bir çeşit ekol bilgisi olmak mecburiyetindedir. Bir üstad vardır. Bir fikri vardır. Onun arkasından insanlar bir ekol oluştururlar, bir okul meydana gelir. Onun fikirlerini geliştirebilirsiniz üniversitede, mekteplerde falan filan. Şu usül bu usül falan diye. Ama siz doğrudan doğruya ilim ihdas etmeye kalkarsanız üniversitenin böyle bir vazifesi de yok zaten elinden de gelmez. Sıradan akademisyenler sıradan entelektüellerden hem de uzman entelektüellerden başka bir şey değildirler. Bu kadar dar bir alanda çok fazla malumatları olabiliyor ama maalesef şöyle bir şey de var. Heraklitten beri meşhur bir sözdür Malumat nüfuzuna zar vermez der Heraklit. Malumat sizi malumat hamalı yapar. Anlamıyorsanız o malumatı hiçbir işe de yaramaz.

Nitekim anlaşılmıyor insanlığın beşeri malumatın çoğunluğu. Çağdaş ilim adamlarınca da, filozoflarınca da, sanatkarlarca da pek de hazmedilmiş bir şey değil elimizdeki bilgi çok, evet devasa eski çağlarla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Her gün de katlana katlana büyüyor artıyor ama anlayış ne kadar artıyor. İlim ilerliyor ama cehalet daha hızlı adımlarla ilerliyor.

Ben 1986 daki bir sempozyumda İngilizce bir tebliğ sunmuştum. Sonradan tercüme ettim kitaplarıma  koydum. Orada demiştim ki yani whitehead in bir sözünü nakletmiştim doğrusu. Whitehead şöyle diyordu: “bizim elimizde çok fazla kaliteli uzman var ama hep de kara cahil. Kendi uzmanlık alanını biliyor onun dışında tamamen kara cahil. Bu çok hicv edilen bir şey 20. Yüzyılda bütün aklı eren insanlar tarafından. “Bizim insanlara kültür verme mecburiyetimiz de var sadece ilimle olmaz. Hedefimiz kültürlü, şahsiyetli insanlar yetiştirmek olmalı.” Ta ki adam felsefi derin meselelere veya sanat gibi yüksek meselelere de kafa yorabilsin kendi uzmanlık alanında saplanıp kalmasın. İnsan aslında yaratılışı mahdud bir yaratık. Herkesin herşeye kabiliyeti olmuyor. Bunlar Allah vergisi zaten sanatla ilgili kabiliyetler. Yani felsefi mizaç başka bir şeydir, ilmi mizaç başka bir şeydir, tarihçi mizacı başka birşeydir, sanatkar mizacı tamamen başka bir şeydir. Bunlar birbirlerine de benzemez, birbirlerinden de hoşlanmazlar da hatta. İlim adamı filozoftan hoşlanmaz, filozof tarihçiden hoşlanmaz yani ben kendi nefsimden biliyorum. Yani bu ne kardeşim bunu yazdım ama bunun hiçbir edebi değeri yok şuna bak ne kadar sıkıcı lakırdılar diyorum bazen, böyle felsefi bir şey yazarsam. Sanat eseri yaptığım da olur. Benim sanat eserlerim de vardır. Bir şiir yazmaya kalkarım ya şuna bak süslü süslü, fiyakalı fiyakalı laflar ama hiçbir fikri değeri yok hiçbir ilmi değeri yok. Bildiğin palavra, edebiyat yapmak keman çalıyoruz falan. Onu da öyle küçümsedim kendimden biliyorum o tabiatların birbirlerini nasıl küçümsediklerini ve öyledir de yani realitesi insanlığın.

Yani madem bu arkadaşlar böyle başlık kurmuşlar hadi o başlığa sadık kalalım. Arkadaş ilgi çeksin diye alimler, zalimler, cahiller demiş ya. Valla aslında Kuran-ı Kerimde de öyle bir ayet te var. Yani tabii sembolik anlamda insanlar onu harfiyen anlayınca gülünç olabiliyor: “biz emaneti dağlara taşlara teklif ettik kabul etmedi  ama insan kabul etti falan deniyor. İnsan zalim ve cahildir diyor. Şimdi insanın kendi kendini kendi hayalleriyle kendi anlayışıyla kendi dilinin telkin ettiği fikirlerle kandırıp kendine  bir efsanevi dünya inşaa edip, ideolojik bir dünya. Böyle budalaca deli gibi davranması e güler geçerdik, “budalalık kimseye zarar vermediği sürece sevimli bir şeydir” demişti Tolstoy. Ama zararlı. Zararı da sadece kendine değil. Yani bütün tabiatı tahrip edebiliyor. Hadsiz hudutsuz kan dökebiliyor. Daha dün Irak2ta bir milyon kişi öldü, bugün Suriye, öteki, beriki mezhep çatışmalarından bahsediyoruz. Yani insanların budalalıkları ideolojik şartlanmaları aşırı ölçüde tehlikeli. Ve kan dökücü ve insanlığın büyük problemleri arasında. Mecburen bu, insanın kendi kendini kandırma kapasitesinden, bu oluşturduğu hayali vizyondan kendini kandırma kapasitesiyle bi de etrafına bununla yetinmeyip bir de saldırmasından savaş çıkarmasından, kan dökmesinden falan. E yani bir çeşit zulüm ve cehalet diye bahsetmek zorundayız. Ama bana öyle geliyor ki ama cahil sıfatı bunun için biraz haksız.

Cahil insanlar işte dağdaki çoban, bir şey bilmez ama bir şey bilmediğini de bilir yani. Bir şey anlattığın zaman ben vallahi ben cahilim anlamam bu işlerden okumadım etmedim anlamadım diyebilir yerine göre. Gerçi demokrasiler buna da izin vermiyor herkes oy kullanacak herkes tercih yapacak herkes devlet idaresi hakkında fikir sahibi olsun gibi bir saçmalık. Dolayısıyla halkın tabiatına da sirayet ediyor. Kahvelerde her gün insanlar devlet yönetimi hakkında ahkam kesiyorlar oda başka. Bir manzara çağdaş manzaralardan biri ama. Genellikle cahiller hiç olmazsa öğrenmeye açıktırlar. Ben bilmiyorum der,  bilmiyorum derse bir adam ona o bilmediği şeyi öğretebilirsin ama adam öğrendim, mektep de okudum, kitaplarda yazılı kardeşim” falan dedimi asla öğretemezsiniz. Daha evvelki gün, arkadaşın tarihle hiçbir ilgisi yok, tıp profesörü. Ben tarihle ilgili tenkitler yapıyorum bunları dinlemek istemiyor çünki şöyle bir şey var mesela. Ülkücü arkadaş. Ülkücüler de tarih ontolojik bir varlık sebebidir. Bütün herşeyi, referansı tarihten aldığı için o tarihi tenkit edince adamın bütün şahsiyeti falan yani bütün ideolojisi çöküyor falan çöküyor tarih öyle senin zannettiğin kadar değil. İslamcılarda başka türlü. Onlarda önce dini referans alır sonra tarih ikinci referans sonra bütün Osmanlı sultanlarını evliya zanneder falan. Veya tarihin hepsini kutsal zanneder. Böyle tuhaflıkları var insanoğlunun kendini kandırma kapasitesi dediğim gibi. İdeolojik çarpıtmalar arkasından asla anlatamazsınız meseleyi. Bir de kavga çıkar yani anlatamadığınız gibi meseleyi. Kızar adam yani niye bunları dinlemek zorunda kalıyorum gibi, bu tenkitleri hoşuna gitmez. Öğrenmek de istemez. Çok kapalıdır öğrenmeye yani. Bildiğini vehmediyor veya kendi dünyası var adamın. Onu sarsmanız hoşuna gitmez elbette kimsenin. Ama birinin de doğruyu söylemesi lazım öyle biri de lazım yani. Bir tarif filozofu da lazım bugünkü dünyaya çünkü kardeşim çok tehlikeli.

Çok kan dökülüyor çok zulüm var bu dünyada hadsiz hudutsuz bir israf, adaletsizlik ve zulüm var. Ben dahasını söyleyeyim insanlar alıştıkları şeyleri normal kabul ederler, galiba Toynbee de okumuştum diyordu ki; “alışkanlık muhayyilenin afyonudur.” Alıştğımız şeyler bizim düşünme kabiliyetimizi, hayalimizi bile yok eder. Tamam her şeyin böyle olması gerekiyor  falan diye farz ederiz. Aslında bizim alışık olduğumuz bugün kü dünyanın şartları var ya eski çağlarla kıyaslayın ve bir retorik tenkide tabi tutun, mantıki muhakemeden geçirin şöyle benim gibi. Bakıyorsunuz, valla yüzde 99 u mevcut hadisatın, olayların, olup bitenlerin yüzde 99 u düpedüz deli saçması zırva, tamamen anlamsız, tamamen saçma, adaletsizce, zalimane, aptalca ne derseniz deyin. İnsanlar bunları normal kabul ediyorlar çünkü alışmışlar. Hiç de normal değil kardeşim.

Öyle olmamalı. Doğrusunu anlamak mecburiyeti var insanın, mesuliyeti var. Biliyor musunuz insanın mesuliyeti taa eski zurvanizmden, zerdüştlükten tut da kutsal kitaplara kadar hayır ve şer arasında tercih yapma mecburiyeti mükellefiyeti vardır. Ama bu kolay görünmüyor. Yani, hatta ben bir konferansıma Tevrattan bir ayeti naklederek başlamıştım işe; eritis sicut diye. Yani şimdi kötüye bilirse insan Tanrıya benzer yılan diye şeytan kandırıyor tamam bir bakıma öyle ama acaba iyi ve kötüyü tercih ederken gerçekten doğru kararları verebilecek mi. Ben insan zekasının Tevrattaki bu ayetten hareketle uzun zamandır vardığım kanaati özetliyorum. İnsan zekasının sırf mantıki muhakemeyle, mantıki muhakemeyi aşan şeyler de yok değil. Sanatkarların sezgisi aşabiliyor dediğim gibi. Mesela örnek de vereyim net olsun. Herhangi bir tarihçinin yazdığı Napolyon tarihini okumakla Tolstoy’un Harp ve Sulh’unu okumak arasında muazzam bir fark vardır. Birisi size hayatı daha realist bir şekilde daha canlı daha anlaşılır daha ne bileyim hissedilir şekilde tarif eder. Öteki kuru birşeydir tarihçinin yazdığı. Roman yazmıyor çünkü o adam. Doğru mu? Farktan, sanat farkından dolayı. Yani ilmin anlayış kapasitesini aşabiliyor sanatkarın sezgisi. Ayrıca mistik tecrübe de onu aşar. Başka şeyler de var. Neyse. Kısaca ben bu mantıki muhakemeyle, rasyonel muhakemeyle insan anlayışının varabileceği sonuçları sırf felsefi insanlar içinde rasyonel muhakeme sınırları içinde kaldığımız takdir de, mantık çerçevesinde kaldığımız takdirde insanın neyin doğru neyin yanlış olabileceğine, neyin doğru neyin yanlış olduğu, hakikat yani. Matematiksel gerçeklik diyelim ya da isterseniz. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna veya neyin güzel neyin çirkin olduğuna, estetik değerlendirmeye veya neyin iyi neyin kötü olduğuna ahlaki açıdan karar verebileceğini hiç zannetmiyorum. Bu mantık bu bahislerde hiç yeterli değil. Ne ahlaki bahisleri tartışabilirsiniz bu paradoksları kabul etmeyen Aristo mantığıyla. Çünkü ahlaki bahisler baştan aşağı paradoks zaten. Paradoksal olmayan yeri yoktur ahlaki davranışların, kararların. Ama insanlar bunu fark etmiyor belki böyle bir tahlilden geçirmediği için düşünme çilesinden. Ben söyleyince belki orijinal veya saçma görünebilir onu bilmem ben kararlarımı sonuçları söylüyorum.

Bana göre ahlaki davranışlar yada ahlaki hükümler diyeyim neyin iyi neyin kötü olduğu veya felsefi açıdan rasyonel muhakemede neyin doğru neyin yanlış olduğu veya estetik değerlendirme olarak neyin güzel neyin çirkin olduğu, bu insan aklının sınırlarını aşıyor. Daha doğrusu mantığın sınırlarını aşıyor. İnsan aklı da mantıktan ibaret değil. Ama işte onu da çok izah etmek lazım. Yani öyle entelektüellerin öyle sıradan basit Aristo mantığıyla daracık formel suri mantık içinde bir takım çıkarımlarla hem estetik hem ahlaki değerlendirmeler hem siyasi değerlendirmeler hatta maneviyatla ilahiyatla ilgili değerlendirmeler bile yapıyorlar mantıkla. Efendim metafizikle falan. Enteller öyledir. Fakat alimlerin ve filozofların veya sanatkarların da hatta ciddi yüksek seviyeli olanlarınında hatta neyin doğru neyin yanlış olacağına, neyin güzel neyin çirkin olacağına veya neyin kötü neyin iyi olacağına sırf mantık sınırları içinde mantık muhakemesiyle yani felsefi usulle karar verebileceklerini ben kabul etmem. Felsefenin gücü buna yetmez. Mantığın sınırlarını aşar bu. Bu mantık çok dar gelir bu meseleleri münakaşa etmeye. İçine sığmaz bu meseleler.

Dolayısıyla aslında bu açıdan değerlendirdiğim zaman genel bir çerçeveye dönüştürüp bu sözün tahtında zamirinde ne var. Zımnında müstetir olarak. Demek ki yani aslında sözüm ona ulemadan zannettiğimiz veya aydınlar falan da aslında basbaya cahildirler. Akıllarının ermedikleri şeyleri konuşurlar. Çoğu zamanda saçmaladıklarının farkında değiller. Tamam buna bir şey demeyeceğim. Bu tenkidi de yapmam gerekmez. Çünkü sevimsiz. Bunu bilmeyecek kadar aptal değiliz elbette ama maalasef çok ciğer yakıcı, çok can sıkıcı, insanı çok üzen çok kanlı sonuçları meyveleri olan faaliyet bu. Yani sözler sözler sadece mürekkep tüketilerek, gazetelerde yazıldı, kitaplar basıldı falan orada kalmıyor. Onlar ideolojilere dönüşüyor. Onlar kılıca kalkana dönüşse iyi nükleer silaha, biyolojik silaha genetik silaha dönüşüyor, kimyevi silaha dönüşüyor ve kitle katliamlarına dönüşüyor çağımızda. Ve biz bunları her gün televizyonlardan dinlemek zorundayız. Dünyanın öbür ucunda da cereyan etse. Doğru mu arkadaşlar.

Binaenaleyh entelektüellerin bu had-naşinaslığını, ulema zumresini hadinas şinaslığını sözüm ona bir çeşit zulüm ve cehalet olduğunu hem kendi nefislerine hem insanlığa zulüm ettiklerini söylemek mecburiyetinde hissediyorum kendimi ahlaki vecibe olarak vicdanen. Biraz böyle haddimizi bilsek iyi olacak yani. Ben o yüzden kara cahiller tarikatına girdim. Öyle zannettiğiniz kadar kesin değil hiçbir şey.İnançlar zaten inanç konusudur. Onlar zaten tartışma dışı. Şuna veya buna inanırsınız. En saçma şeylere de inanabilirsiniz. En makul şeylerde inanç konusu olabilir. Ben ona karışmam. Herkesin inancı kendine. Kolay kolay da zaten inançlar arasında tartışmada olmaz münakaşada olmaz. Olsa olsa kavga çıkar yani. Konuşuyorlar ya hani dinler diyaloğu, medeniyetler öyle şeyler mümkün değil kardeşim. Öyle şeyler hayal. Dinler arası sadece kavga olur. Dostoyevski demişti ki “başkalarının tanrılarına ölüm.” Herkes kendisini ve kendi inancını kabul ettirmek ister başkalarına. Bizim tanrımıza tapacaksın kardeşim. Bu tanrının sadece Allah adıyla veya God adıyla veya Tanrı adıyla ifade edildiğini zannetmeyin. Bir takım kelime putları var. Ben onunla sözümü bağlayacağım. Buradan bir makaleden şimdi tanrı deyince aklıma geldi. Onu bulayım da size Kuran-ı Kerimden nakledeyim. Bakın ne demiş. Bu şeyler hakkında. Galiba o Kelimei Tevhid yazısında mıydı bilemeyeceğim şimdi bir bakayım. Evet bakın. Şimdi kuranı kerimde bir ayette demiş ki Ey kitap ehli demiş. Bu bir dipnot var burada. Buradan almak durumundayım. “Ey kitap ehli. Bizim ve sizin aranızda olan müsavi olan bir kelime edinin yalnız Allaha tapalım, ona bir şey ortak koşmayalım ve bazılarımız içinizden bazılarına Allahtan başka rabler, tanrılar gibi kabul etmesin, ittihaz etmesin. Eğer yüz çevirirlerse şahit olun biz müslümanlarız deyin.” Diye bir ayet var. Şimdi bu ayetin dibine bir dipnot yazmış Süleyman Ateş tercümesinde. Bende burada onu naklediyorum. Bu ayet nazil olunca önce hristiyan iken sonradan müslüman olan İbni hatem demişki; biz din büyüklerimize veya diğer insanlara tapmazdık ki. Bunun üzerine de peygamber şöyle demiş (buradaki ayeti naklediyorum); “onlar size bir şeyi helal ve haram kılarlar sizde onların dediklerine uymazmıydınız. İşte bu onlara tapmak demektir,” dedi. Süleyman Ateşin Kuran tercümesinde böyle bir izah var. Naklettiğim bu ayetler bana başka şeyleri de başka ayetleride (81:19)neyse onları atlayayım. Şurada Haricilerin vaktiyle kullandığı bir slogan var.(81:25) Ancak Tanrı hüküm verebilir. Ancak Tanrı yargılayabilir demek. Ve tabi Harici sloganı olarak siyasi manalarda ifade ediliyor zaten mülk ve hilafet kitabımda bunları anlattım falan ama bunun başka bir şeyle de yargı, muhakehemeyle münasebeti var. Bu bana Hz.İsa’nın bir sözünü tedai ettiriyor. do not judge(81:50) “başkalarını yargılama aksi takdir de sen de aynı ölçüde yargılanacaksın.” Hükümler verme öyle ahlaki hükümler falan demeye getiriyor. Tabi tenkit bakımından da kullanılabilir.neyse burada (82:07)şeklinde bir ayet var. Ancak tanrı hüküm verebilir diye. Biz bu ayetin tamamına bakalım demişim burada.(82:18) dedikten sonra söyle diyor. “Siz ancak sizin ve atalarınızın taktığı bir takım boş ve manasız, (aslında bütün kelimeler öyle kültünün arşivi olarak telkin eden vasıtalar olarak her kelime bir puttur bunu unutmayalım arkadaşlar.) “Siz ancak sizin ve atalarınızın taktığı bir takım boş ve manasız isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.şüphesiz hüküm yalnız Allah’a mahsustur. O yalnız kendisine tapmanızı emretmiştir. İşte doğru din budur” filan. Bakın burada ne söylüyor. “Atalarınızın taktığı bir takım boş ve manasız isimlere,” o isimlerin içine anlamı biz kendi muhayyilemizde kendi hayat tecrübemizde kendi uzlaşmamızda kültürel şartlamalarla, indoktinasyonla, telkinle aileden aldığımız terbiyeyle, cemiyetten aldığımız sınırlamayla dolduruyoruz vs. Ama aslında kafamızda icat ettiğimiz sayısız put var.

Bu putlardan biri de eğitim budur yani. Ben geçen gün konferansımda söylemiştim. Gidin bakın Finlandiya’daki eğitime nasıl oluyormuş eğitim görürsünüz. Eğitimden konuşuyorsunuz da ne anlıyorsunuz eğitimden. Eğitim felsefesi diye bir şey de var yani. Bu böyle münevverler, siyasiler konuşmayı severler tamam anladık da bu kadar basit değildir bu işler. İlim hiçbir zaman ciddi bir şekilde incelendiği takdirde 3-5 cümle ile özetlenebilecek bir şey değil. Arkasında çok söz götüren çok mesele var. Velhasıl bu eğitim yoluyla edinilmiş kültürel şartlandırma mahiyetindeki indoktriner cehalet diyorum ben buna, doktrine edilmiş, doktrin derlerdi ya eskiden ideologlar, doktrine edilmiş cehalet

, imal edilmiş cehalet, eğitim yoluyla edinilmiş cehalet. Aslında büyük ölçüde dilin telkin ettiği şeylerdir. Ben bu yabancı dil ana dil mukayesesinde yapmıştım hatta bu kitap var. Yani biz zannediyoruz ki bizim söylediğimiz her şey ayn-ı hakikattir. Ana dilimizde böyle yabancılaşma bir özelliğimiz var. Biz kendimiz çok benimsediğimiz için kullandığımız kelimeleri çok içselleştirdiğimiz için hangi ana dilimizse o dil kullandığımız dil anadilimiz, zannediyoruz ki bu gerçeğin düpedüz kendisi, benim söylediğim asla tartışma götürmez derecede çok açık ve net bir gerçek. Halbuki insanların çoğu aşağı yukarı yani dünya kuruldu kurulalı ve bugüne kadar bol miktarda saçmalamışlardır. İlim denen şey de hatta bunda değil de hangi kitabımdaydı bilmiyorum “daha neredeyse şimdilerde yeni yeni alfabesini sökmeye başladığımız birşeydir.” 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra hatta. Elbette eski birikimlerin sayesinde ama yeni başlamış birşeydir ilim de, öyle çok eski değil ve hatta alfabesini daha yeni gramerini değilde alfabesini tıfl-ı ebced-han(85:30)konumundayız. Ebced kısmına yeni geldik.a b c d falan diye. Öyle hiç entelektüellerin zannettiği gibi değil. İnsanlar zannediyorlarki ben mektep de okudum şu malumata sahibim bu malumata sahibim dolayısıyla her konuda karar verebilirim. Çok aptalca şeyleri. Siyasiler de, entelektüeller de, ulema zumresi de pekala çok kesin kararlar çok kesin gerçekler düşünebiliyorlar. Ve bunlar çok kanlı, çok zalimane sonuçlar verebilen ahlaki bakımdan, vicdani bakımdan her bakımdan yani son derece kötü sonuçlar veren tatbikatlara da yol açabiliyor. Sınırlı da değil, dünya çapında felaketlere yol açabiliyor. O yüzden bu sözleri bu değerlendirmeleri yapmak zorundayım. Neredeyse cehalet ilimden evladır demeye getireceğim yani. Burada bağlayayım ama “boş ve manasız isimlere tapınmak gerekmez bu konuda uyanık olmak gerekir” diye sözümü bağlayıp intizar edeceğim. Yani dağınık bir konuşma olduğu için artık siz ne anladınızsa neyi izah etmem gerekiyorsa eğer edebilirsem. Buyrun.

Soru: Hocam vallahi her şeyi budadınız.

(Cevap: Ama maalesef böyle)

-Ama hiçbir şey koymadınız. Zaman zamanda kendi fikirlerinizin doğruluğundan bahsettiniz. Siz de aynı kategoridesiniz.sizin farkınız ne yani?

Cevap: yani benim de farkım yok. Onu söylüyorum. Kara cahiller tarikatine girdim diyorum ben. Bildiğimiz bir şey var ki  bir şey bilmediğimizdir diye Sokrates’e dipnot düşme mevkiindeyiz falan dedim.

Soru: Şimdi Sokratesi, Mokratesi bırak.

Cevap: ya kardeşim müsaade et de cevabını tamamlayayım sorunun. Yani elbette öyle. Ama ben bir uzman değilim. Bir tarih filozofuyum, öyle deniliyor. Ben de kabul ediyorum. Ve sadece falan ilmi disiplinin mesela tarih profesörüyüm ya sadece tarih bilmek değil benim iddiam. Aynı zamanda sanatın birçok alanında aynı zamanda ilmin, felsefenin birçok alanında, eserlerim de var zaten bu alanlarda. Ve ben çok yönlüyüm, çok yönlü bir oryantasyonla bakan ve bir tarih felsefesi muhasebesinden insanlığın bütün birikimini ve sonuçlarını bir tarih felsefesi muhasebesinden geçirmeye çalışan bir insanım. İşim de bu, konumum da bu, yaptığım  da bu. Zaten inandığım şeylerden biri de şudur. Bir felsefecinin felsefe tarihini, hatta felsefenin bizzat kendisini anlaması biraz zordur. Bir tarihçinin de tarihi anlaması zordur veya sanatkarın sanatı. Bunu bir tarih filozofunun süzgecinden geçirmek gerekiyor. Çünki o çok sınırlı bir bakış açısıyla bakıyor adam. Geçenlerde ben whitehead’in düşüncelerin serüveni kitabını okuyordum ki whitehead benden biraz daha kaliteli bir filozoftur çok da saygı duyduğum bir adamdır yani(88:42)yazarı. Sevdiğim de bir adamdır. Öldü tabi yıllar önce. 20. Yüzyılın başlarındaki bir adam bu. Şimdi Alfred North Whitehead in bu kitabında o felsefi teorilerin içinde geliştiği cemiyetle ilgili tarihi tasvirler, o yaptığı genellemeler onların hepsi bana son derece saçma göründü. Felsefe bilmediğinden değil, kaliteli de bir filozoftur. Niye bu hataları yapıyor diye düşündüğüm vakit şu sonuca vardım; çünki böyle tarihi genellemeler yapmanın tarih felsefesi ve metodolojisi açısından, bilgi teorisi açısından, cemiyetler hakkında tarihi devirler hakkında böyle genellemeler yapmanın mümkün olmak bir yana, imkansız olduğunu, saçma olduğunu fark edemiyor. Adam sadece felsefeyle ilgili çünki. Diğer branşlarda öyledir. Çok dar bakarlar. Bize lazım olan benim tasnifime göre böyle conspektive yani terkibi bakış mahiyetinde ki bunun içinde marifeti nefs dediğimiz mistik tecrübe de vardır, sanat tecrübesi de vardır, ilmi tecrübede vardır, felsefi tecrübe de vardır ve dahi tarih tecrübesi de vardır. Bunların her birinin de hissesini makul oranlarda makul ölçülerde test edebilecek kadar dengeli olabilmek kaydı da vardır. Kolay bir iş değildir elbette. Ama yani benim mesleğim iddialı bir iş. Zaten adam tarih filozofuyum diyorsa veya başkaları onun hakkında böyle bir şey diyorsa onu siz getirip efendim entelektüellerle ve ya sizinkine nerden güveneceğiz. Zaten güvenmeyeceksin kardeşim. Okuyacaksın anlamaya çalışacaksın. Güvenmek başka bir iş. Yani o çocuk oyuncağı da değildir. Çok acayip oldu, kendi kendimi metheder gibi oldum ama. Bir realitenin cevabını verebilmek için. Siz öyle bir tarzda sual sordunuz ki mecburen bu uslupla cevap vermek mevkiinde kaldım. Fakat böyle. Bende böyle kabul ediyorum, esasen birçok insan da böyle kabul ediyor. Benim hakkımda böyle düşünen insanlar var. Ama haklılar ama haksızlar. Yani siz tarih felsefesi yapıyorsunuz da başkaları da yapıyor. Zaten herkes yapar farkında olmadan. Ama bu ne derece geçerli, ne derece kaliteli, işe yarar mı yaramaz mı hangi seviyede o, münakaşa mevzuudur. Tamam kardeşim sen filozofsun da 3. Sınıf filozofsun 5. Sınıf filozofsun falan da diyebilir adam yani. Daha büyükleri var daha önemlileri var tarihde diyebilir. O başka mesele.. buyrun

Soru: ismini sizlerin koyduğu putlara tapmayın derken örnek olarak ne verebilirsiniz.

Cevap:nasıl efendim, isimleri mi? Atalarınızın koyduğu bir takım manasız isimler. Valla aslında söyledim ama tekrar edeyim. Şimdi okumak istemiyorum metni, burada yazdım bu sualinizin cevaplarını. Daha doğrusu bir konuşma metniydi bir sempozyumda mazmun ve dil felsefesi üzerine diye çok veciz bir şekilde bunun cevabını veriyor aslında ama dağınık bir konuşma üslubu olmasına rağmen sadece olduğu gibi deşifre edip zaten youtube da da var dinlenebilir oradan. Olduğu gibi o konuşma üslubuyla beraber oğluma deşifre ettirdim kitaba ekledim buradan okuyabilirsiniz. Ben bir cümleyle söyleyeyim. Burada demeye getirdiğim çalıştığımız şey aslında dilin bütün kelimeleri puttur. Ve sadece bir sembol olarak ancak bir haritanın bir araziyi tarif edebileceği kadar bir anlamlandırma kabiliyeti olduğu halde sanki matematik sembollerinin kesinliği varmış gibi normal dilin kelimelerinde varmış gibi kelimeleri de vehmediyorum. O zaman matematik diline mantık diline gerek yoktu kardeşim. Eğer normal dille bu işler tartışalabilseydi matematiği kullanmamıza ilimler hiç lüzum yoktu. Hiç de öyle değildir. Matematik daha kesin, daha net ve hiç tartışılmayacak sembollerle ama son derece sınırlı tabi dilin kelimelerine göre. Sembollerle donatılmış olduğu için o kesinliğe ulaşıyor. Matematik dilinin başarısı da buradan geliyor. Normal dilin bütün kelimeleri matematik dilinin sembolleriyle ve idealarla kıyasladığınız zaman yani son derece muğlak sınırları belirsiz, her tarafa çekilebilen, gayet elastiki laflardır yani. Şimdi insanlar konuşuyor. Medeniyet diyor mesela. Ne demek medeniyet kardeşim ya. Devlet diyor mesela. Ne demek  bunu bilmeyen hiç kimse yokmuş gibi farz ediyoruz. Mesela medeniyet kelimesinin altından tarih boyunca tarih filozofları bile kalkamadılar biliyor musunuz. Benim bazı makalelerim de bunların tartışmaları var. Sadece tarih filozofları anlar onlar da üstelik başarısızdırlar. Medeniyet kelimesini tarif etmek de. hele öbür münevverlerin hiçbirinin uzmanlık alanı değil. Toynbee ye göre 27 medeniyet var, Spenglere göre 8 kültür var öbür adama göre 2500 medeniyet var. Ama öyle sizin zannettiğiniz gibi net şeyler değil. Normal dilin kelimeleri. Bunun altından hatta tarih filozofları bile kalkamamışlardır. Ama bizim çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz kelimeler aslında putlaştırılmış kavramlarla konuşuyoruz. Yani şimdi sıkıcı olmamak için okumak istemiyorum bu metni cevap yerine de olmaz zaten. Her cümle, dilin bütün kelimeleri bir bakıma putlaştırılmış semboller. Ve biraz yalan yanlış semboller. Esasen de dil kültürün arşividir derler bu yüzden. Kültürün taşıyıcısı olarak dil elbette tarihin arşivi. Ve fakat bu aynı zamanda her kültürün kendi mensuplarının beynini yıkayarak kültürel şartlandırma yaptığı gerçeğini de örtmemeli. Ve her kültürün zaafları da var, faziletleri de var. Ben öyle bakarım. Ben bu kültüre mensubum diye tamam ona hürmet ederim, muhabbetim sadakatim vardır. Lafa da öyle başlarım besmeleyle hamdeleyle salveleyle ama yani tarih felsefesiyle uğraşan bir insan olarak herşeyin hal çaresi bizim kültürümüzde bizim vizyonumuzda bizim inancımızda diyecek kadar saf bir adam değilim yani. Onun da sayısız kusuru var. Kendi putlaştırdığımız kavramlardan dolayı kendi kullandığımız ana dilimiz bir kere çok aşırı bir zorlayıcı bir yabancılaşma biçimidir. Her sözümüzün mutlak hakikat olduğu vehmini verir bize. Ama insanlar filozof değil ki semantik analiz yapsın. Semantikle uğraşan allahın kulu bir tane adam yok Türkiyede. Siz türkiyeyi de çok gelişmiş zannetmeyin. Burada da söyledim. Yani anlamlandırma teorisi dilin bununla uğraşan niye bir tane uzmanımız yok acaba.

Soru: Ya hocam türkiyede tarihi bilen yok siz

Cevap: Bilmeyen yok olur mu kardeşim? Senin mesleğin ne abi? Tarihi niye bilmesin. Halil inalcık var, ilber ortaylı var bir sürü tarih bilen adam var. Hatta Türkiyede tarih bilmeyen yok. Sokaktaki vatandaş bile tarih bildiğini iddia ediyor.

Soru: Onların gerçek tarihi bildiklerine inanıyor musunuz.

Cevap:Gerçek tarih derken neyi kastettiniz. Sizin meslek ne abicim.?

Soru: Benim mesleğim önemli değil.

Cevap: tarih hakkında böyle bir iddia da bulunabilmek için bununla ne kadar münasebetiniz var diye soruyorum. Yani tarihle ilginiz ne. Sadece okuyucu musunuz. Tarihçi misiniz.

Soru:Tarih vesikaya dayanır.

Cevap: allah allah şimdi tarih profesörüne tarih öğretme. Ben tarih profesörüyüm. Tarif filozofu diye konuşuluyor burada. Mesleğini söyle de tarihle ilginin derecesini bilelim yani. Okuyucusundur ya da bir yerde tarihçisindir. Ne bileyim ben senin mesleği. O yüzden soruyorum konuya yatkınlığı nedir diye.

Soru: ben tarihe sadece meraklıyım

Cevap: öyle meraklıların başa çıkabileceği bir şey değil tarih. Hatta tarih profesörleri bile tarihi bilirler fakat anlamazlar. Bilmek ve anlamak da farklıdır.

Soru: ben de aynı şeyi söylüyorum

Cevap: e ama yani sen tarih hakkında söz söyleme otoritesine sahip değilsin. Sen sadece okuyucusun. Sen anlamazsın.

Soru: sizin konferansa geldiğiniz yeri iyi tespit etmeniz lazım. Burası Ümraniye. Ümraniyede bir mozaik var. Sizin burada öğrenciniz yok. Seminer verdiğiniz sizin gibi üst düzey yetkililer yok. Burada her türlü insanlar geliyor. Seviyeniz bir kere çok yukarılarda.

Cevap: abicim dediğin doğru. Elbette ben bilemem mozayiği da. Yalnız burada kaliteli dinleyiciler de var. Bir kısmı da benim arkadaşım. Ama burada yani daha evvel gelip sizin dediğiniz gibi hakikaten bu da pek de tatsız konuşma deyip çıkan arkadaşlar da oldu. Zaten en az on  on beş arkadaş terk ettiler benim müşahede ettiğim kadarıyla. tabii sizin için demiyorum ama siz sıkıldıysanız siz de terk edebilirsiniz.

Soru: biz alimler zalimler ve cahiller diye, konu o kadar hoşumuza gitti ki

Cevap: isim cazip. Zaten ben de o yüzden itiraz etmedim. Öyle gazeteci arkadaş koymuş. Biz de onu anlattık zaten. Alimler öyle sizin zannettiğiniz gibi… haa sizin kafanız göre de bir şey söyleyeyim beyefendi. Anladım ne demek istediğinizi. Bizim eski kültürümüzdeki alim tarifi de başkadır demiştim,  demin de ona hiç girmedim, bu konuşma sırasında. Bizim kendi geleneksel kültürümüzde alim deyince ilimle hiç alakası olmayan (ama hiç alakası yoktur ilimle. Çünkü bana göre ilim müsbet maddi ilimler mantıkla anlaşılabilen şeylerden ibaret. Fizikten ibaret ve müsbet ilimlerden ibaret) bilakis ilahiyatla ilgili din alimleri kastedilmiştir. Halkın dini inançlarıyla ilgili tarihi bilgileri tevarüs eden medrese uleması vardı eskiden. Bizim geleneğimizde alim deyince, yani halkın anladığı. Zaten öteki ilimler yoktu. Medresede okutulmazdı. Din ilimleri okutuluyordu aşağı yukarı Kanuniden beri. Ondan evvel var ama neredeyse Kanuni den beri din ilimlerinden başka bir şey kalmamıştı medresede. Sadece din ilimleri okutuluyordu zaten. Bir dakika müsaade et. Tamam senin sorun muteber ve makbul ama benim cevabım da yani daha önemli. Şimdi bu adamlar, din uleması yani medresede ders veren müderrisler. Alim deyince bizim ahali o gün bugündür daha çok ilahiyat dediğimiz bugün din ilimlerini, dini bilgilerle ilgili ilimleri, ilim adamlarını kastetmişlerdir ve onları anlamışlardır. Hala da neredeyse biraz öyledir. Ha sanki bilim adamı deyince mesela o alim işte eskiden olduğu gibi çok çeşitli alanlarda geniş ve yeterli bilgi sahibi, anlayış sahibi fehametli böyle biruni falan gibi tipler, orta çağ gibi hakikati araştıran tahsili marife yönelmiş insanlar diye anlamıyor artık da sadece bilim adamı efendim fizik, kimya falan onlarla uğraşan bilim adamı din ilimleriyle uğraşanlar da ulema falan gibi böyle bir şey oluştu. Millet Farkında veya değil entelektüeller arasında ulema deyince neredeyse bugün bile daha çok din ilimleriyle meşgul olan insanlarmış gibi anlaşılıyor. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim yani ben burada dinleyicilerin zihniyetleri nedir onu bilemem veya Ümraniyede veya hatta Türkiyede zaten siyaset ve bir takım otoriteler de beni sınırlamaz onun için de fikirlerimi de söylemekten çekinmem. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim eskiden beri Osmanlı devrinden beri bu milleti daha çok işte bu ulema sınıfı ve bir de sufiye sınıfı meşayih yönlendirmiştir. Yani toplumun önderleri ya dervişlerin bağlı olduğu şeyhlerdi ya da işte din adamları, müftüler falan. Topluma yön gösterenler bunlar. Neredeyse bugün de ilim pek gelişmedi ya bu kadar sekülerleşmeye, laikleşmeye, batılılaşmaya falan bir takım başka şeylere rağmen hala bunun etkileri var toplumda hissediliyor. Ve ama benim burada bir tenkidim de var yani bu din ulemasının da her çeşit ulema için böyledir ya din ulemasının da çoğu, çoğunluğunu kastediyorum mübarek, muhterem insanlar içlerinde yok değil onlara hürmetimiz baki benim de sizin gibi. Ama çoğunluğu maalasef, her devirde yüzde 90 ı diyeyim ben size bildiğin ahmak ve yobaz aptal olmuştur. o meşayihinde yüzde 90 ı diyeyim ben size tabii içlerinde mübarek ve kıymetli insanlar var. Benim çok sevdiklerim ve bağlı olduklarım var. Bu başka. Ama geleneğe de çok saygılıyımdır. Çok sadığımdır onu da söyleyeyim. Ama bununla beraber baktığım vakit gördüğüm hakikati de söylemek zorundayım. Benim kendi değerlendirmeme göre. O sufi zumrenin yüzde 90 ı da mistik hezeyanlarla meşgul psikiyatrik vakalardır. Delilerdir yani. Aradaki o  elbette o küçük ve muhterem azınlığa saygımız, sevgimiz, muhabbetimiz bakidir. O başka. Fakat bir toplum ki asırlardır bir takım hadi bu ulema ve meşayih sıfatlarını (102:51) tard  edelim bu cümleden. Bir takım ahmak ve deli tipler tarafından çoğunluğu itibariyle yönlendiriliyor sonuçlar da ona göredir. Ondan sonra böyle şeyler duyarsın, bugün naklettiğim gibi. Arabanın bagajında bilmem ne. Böyle şeyler olur işte o zaman. Sonuçlar da ona göredir yani. İyi ve kötü meyvelerinden belli oluyor. Tabi ki istisnalar o mübarek adamlara onlar bir şey demiyorum. İster ilim adamı olsun ister sufi olsun benim mistiklere de büyük muhabbetim var kendimi de onlardan biri sayarım yani. Herhangi bir şeyim mensubiyetim yok ama o kadar benimsemişimdir. Ama mistik tecrübeye de hürmetim baki ilmi tecrübeye de elbette saygım da muhabbetim de sonsuz. Ancak bunların yüzde 90 ının sadece ahmak ve yobaz denebilecek tipte insanlar olduğunu ulema zümresinin ve meşayih zümresinin de yüzde 90 ının psikiyatrik vaka olduğunu da unutmayalım. Bu da bir vakıa maalesef. Tabi arada küçücük azınlık o mübarek muhterem insanlar büyük alimler büyük sufiler arada kaynayıp gidiyor. Çoğunluk böyle olduğu için etkileri de ona göre oluyor maalesef.

-Buyur

Soru: fizikçilerin zaman faktörünü ortadan kaldırmaya çalıştığını söylemiştiniz. Dijital dünyaya veya küresel baktığımızda da mekanı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar

Cevap: bak bu çok enteresan konu. Bugün en hassas ölçülen şey nedir biliyor musunuz. Madde değil. En keskin ölçülen şey zamandır. Bütün ölçü birimleri içinde. Saniyenin trilyonda birini ölçüyor adam. Atom saati kullanıyor. Saniyenin trilyonda birini ölçüyor. Ne olacak bu kadar keskin ölçü. Yani bu neye benziyor. Milimetrenin nano milimetresi var falan mekanda da kesinlik var. Taa elektronlar seviyesine kadar iniyor değil mi maddi dünyada maddi ölçümlerde. Ama zaman niye bu kadar hassas ölçülmek durumunda. Şundan dolayı. Bakın bugün GPS araçları var. Uydu var orada. Uydudan bakıyor adam. Araba işte Ümraniyenin falan caddesinin filan metresinde işte belediyenin 200 metre ötesinde falan diyor. Arabayı arıyor ya. O arabaya eğer o kadar hassas ölçmeseydi zamanı hatta onu ölçerken benim o fizikçilerin yazdıklarından öğrendiğime göre okuduklarımdan, diyorlar ki hatta onu ölçerken uyduyla dünya arasındaki sinyallerin gidip geldiği zamanda, zamandaki seyahatinden dolayı ışık sinyalinin o izafiyet teorisine göre belirlenen gerilemeyi de hesaba katmak kaydıyla. O gerilemeyi de hesaba katmazsanız, diyelim saniyenin trilyonda biri kadar bile olsa, tamam mı zamanın yavaşlaması. O zaman o uydu aracından gelen sinyal o kadar yanıltıcı oluyor ki mesela o araba buradaysa 500 metre ilerideymiş gibi bir şey çıkıyor. Yani internet faaliyetleri o uydulardan yapılan GPS faaliyetleri ve benzeri bir çok karışık iş var ki bugünkü dünyanın teknolojisinde, onlar imkansız olurdu. Zaman bu kadar hassas ölçülmeseydi. Eskiden çok kaba saba ölçülüyordu. Yani mesela nasıldı. Su saati vardı. Güneş saati vardı. Derken işte zemberekli saatler bilmem ne ilerledi ilerledi bugün artık geldi geldi atom saatine kadar dayandı. Ha bu ölçülen şey zamanın kendisi midir hayır, bunu fizikçiler de kabul etmez zaman hakkında gerçekten bilgi sahibi değiliz. Biz sadece ölçmeyi beceriyoruz. Kullanmayı beceremiyoruz.Bu eşitlemek bakımından süreleri atomik saat ama bunu yapmazsanız bugünkü teknoloji işlemez. O kadar hassas bir zaman ölçümü gerekiyor. Bu misali de veriyorlardı adamlar. Mesela Amerikan Scientific bilmem ne dergisinin zaman özel sayısında okudum ben bunu. Ve diyor ki eğer o uyduya gönderdiğimiz sinyal, onun gitme ve dönme zamanı.

Scroll to Top