Bilim Felsefesi Seminerleri, 2. Celse: Şuur, Mind

.

Bilim Felsefesi, 2. celse

Evet, başlayabiliriz arkadaşlar, geciktiğimize göre biraz uzatırız, olur biter. Hocanın hoşuna gider, bir Farsça mı girsem lafa?

-Hayli memnunem ki, şüma, dostan ra, der beyanı hoş amedi mikunem, bismillah, velhamdulillah lillahi sahibil mekarim, ve’ş-şükrü li sahibil mekarim. Bizim Şeyh Sadi üstadımız Gülistan kitabında peygamber hakkında şöyle bir söz  etmiştir, yani bir Arapça dörtlük: “Belaga’l-ula bi kemaâlihi, keşefe’d- dücâ bi cemâlihi, hasünet cemîu hısâlihi, sallû aleyhi ve aâlihi.” Yani kadim ananeye de böylece uymuş olduk, besmeleyle salveleyle hamdeleyle söze başlamış olduk.

Şimdi efendim gene guide map’imizi takip edeceğiz elbette, Musa’nın hikâyesinden daha evvel bahsetmiştik, şimdi bu hikayenin pek çok yönden tefsire ihtiyacı var, bir kere bir şuur hali, her ne kadar Musa normal bir insan olmasa da, bir peygamber olsa da, değil mi, bir ışık görüyor, çalı görüyor, çalının efendim yanmadığını fakat ışık saçtığını görüyor, merak ediyor gidiyor. Daha buradan başlıyor bir kere meseleler, yani insanın kendi şuuru var bir de dışarıda bir dünya var, orada bir Tur dağı var, işte Tur dağında bir çalı var, çalıda bir ışık var, bunları görüyor fark ediyor, şimdi dış dünyanın tesirlerini görünce de merak edip gidip bunları inceliyor. Huzura giderken de biliyorsunuz bizim hatta şey ne demiştir Yunus Emre: “Musa’yı didar olmuşan benden terani neylerem” Ben sevgilinin yüzünü gören Musa olmuşum, beni göremezsin, yani Tanrı kendisinden bahsederken beni göremezsin demiş, hikâye öyle, beni göremezsin falan ne demek yani, ben Didar’ı gören Musa gibiyim falan diyor. Şimdi her ne kadar orada yani çalıdaki o ışıltı Musa yaklaştığı vakit işte daha fazla yaklaşma diyor, malum hikâyeyi tekrara hacet yok, fakat hikâye birçok yönden tefsire elverişli olduğu için seçtiğim bir hikâye zaten ve tanrı da kendisini işte orada biliyorsunuz “Ego sum Qui sum” diye takdim ediyor Musa’ya yani beni kim gönderdi diye dediğim zaman İsrailoğullarına “I am who I am” yahut bunu Yahudi Philon’un eski Yunanca terimlere de gönderme yaparak yaptığı açıklamalara da bakacak olursanız aynı zamanda I was who I am veya I am whatever I will be falan gibi tercüme etmek de mümkün. Şimdi burada iki tane enteresan nokta var semantik açısından, felsefe açısından, diğer disiplinler açısından, dikkat çeken şeyler var yani ben daha doğrusu dikkatimi böyle tevcih ediyorum, dikkatim beni böyle yönlendiriyor. Tanrı’nın kendisinden bahsederken Ego yani ben demesi bir yana orada bir de Sum var yani, varlık, esse fiilinin çekimi o sum Latince’deki, essence kelimesi oradan geliyor biliyorsunuz, “to be” “is” “am/are” işte “is”, “is” dir onun İngilizce tam karşılığı esse’nin, esse is olmuş zaten ingilizce’de. İngilizce’de pek çok kelime zaten Latince’den bozmadır. Her neyse kökleri de müşterek bunların malum. Bu Hint Avrupa dilleri de çok enteresan, şu anda aklıma geldi belki unuturum diye bu konuyla biraz uzaktan ilgili olmakla beraber onu da hemencecik onu da söyleyeyim, Hint-Avrupa dillerinin köklerine gittiğiniz vakit bakıyorsunuz hep müşterek çıkıyor. Mesela bizim Atmosfer kelimesi de Atman’dan geliyor, Atman nefes demek gene. Enteresan. Yani, yine o bizim nefis problemi, orada Ego diye bahsedilen veya benlik dediğimiz problem Türkçe ’de problem, hep bakıyorsunuz bütün bu nefisle, benlikle ilgili bütün kelimeler nefesle bir şekilde ilgili.

Numan Hoca: Bir şiirinizde geçiyordu Atman

Şahin Hoca: Geçer. Şimdi ben İnsan Varlık ve Zaman’da bu benlik meselesine girerken Buda’nın bu lafını da nakletmişim, yani o ifadeyi aynen tekrarlamak isterim. Buda ve genel olarak Budizm bu nefis konusunda en şüpheci tavrı takınan inanç. Şimdi bir şöyle bir meselemiz de var bizim aslında: bunu arz edeyim de öncelikle: bakın burada çok eskiden yazdığım bu makalede ne demişim. İnsan ve benliği meselesi bana Thomas Aquinas tarafından da kullanılan bir özdeyişi hatırlatıyor, yani ben ben olanım, ben benim, ben ne isem oyum. Derler ki Tanrı Musa’ya Tur-u Sina’da konuştuğu zaman Musa’ya ben ben olanım yani hakikat benim demiş. Tabi ben tefsir ediyorum hakikat benim diye. Senin tanrın yalnızca benim, yani ki ben hakkım, hakikat benim, bu söz zihnimde Hallac-ı Mansur’un söylediği En-el hak değişini ve sufilerin “men arefe nefsehu fekad arefel rabbehu” nefsini bilen rabbini bilir sözü gibi tedailer uyandırıyor. Bu sebeple İlahi benliğin bütün varlığı istila ettiğini veya bütün varlığın ondan ibaret olduğunu söyleyen bir Kur’an ayetini de epigraf seçtim ki diyor işte şey ve lillahil maşriku vel mağribu fe eynema tuvellü fesemme vechullah” “doğu da batı da Allah’a ait, yüzünü ne tarafa dönersen dön devamlı Allah’ın yüzüyle karşılaşırsın. Sufilerin pek sevdiği bir Kur’an ayeti. Bizim kültürümüzde mezar taşlarına hüve’l baki yazmak adet olmuştur, yani beşeri benlikten farklı olarak fani olmayan, kalıcı ve değişmez hakikat odur ki bu İbn-i Arabi’nin tabiriyle bu sonsuz ilahi benlik ehadiyet yani mutlak birliktir. Yalnızca Tanrı bizzat kendisi olabilir, yani değişmeden kalabilir, çünkü o mutlak bir benliktir, buna mukabil insanoğlu fanidir, varlığı değişken ve geçicidir, Budizmin kurucusu olan Buda dahi bir insanı meydana getiren maddi vücut duyular ve şuur gibi unsurların ancak zamana bağlı ve geçici bir şekilde bir arada bulunduğu ve bu unsurların devamlı değişmeye tabi olduğu hakikatini ifade etmiştir. Şimdi ben baktım burada benlikte 5 kademe sayıyor Budizm. Yani işte şuur var, hür irade var, işte beden de dâhil tabi benliğin unsurları arasında, hissiyat falan, isimleri de var tabi, şimdi bize gerekmiyor, Budizm’in ne gibi isimler verdiği Hint-Avrupa dillerinde filan, tasnifleri var kendilerine göre, ve buda orada ve muvakipleri orada uzun uzadıya efendim benliğin bu 5 unsurunun da devamlı değişmeye tabi olduğunu yani gerçek olmadığını söylerler ki bu zaten identity bahsinde, benlik ile ilgili kısmında tartışılan bir bahis günümüzde de, yani nasıl oluyor da insan hep aynı insan oluyor. Mesela benim birkaç hafta önce gördüğüm Afif beyle şimdi gördüğüm Afif Bey aynı mıdır aradan bu zaman geçmesine rağmen? Çünkü zaman geçince vücudu değişti, efendim birçok şey değişti. Hadi şimdi bu kadar kısa zamanda değişmez diyorsanız çocukluğundan bu yana çok zaman geçti ve vücudunun bütün unsurları değişti, yani psikolojisi de dâhil olmak üzere, çünkü çocuğun psikolojisi başka, ergenin başka, yaşlının başka vesaire. Tafsile gerek yok açık bir hakikat, yani insanların benliğinin bütün unsurları zamanla çok büyük ölçüde ve hatta uzun zaman söz konusu olduğu takdirde tamamen değiştiği halde, bir tek atomu bile aynı kalmaz, yani vücudunda her atomdan bulunabilir ama bunlar yenileniyor aldığı besinlerle, eskileri gidiyor, eski hücreler de gidiyor, onlarla birlikte onlar da gidiyor, efendim, yenilenirken de DNA’sı artık nasıl programlanmışsa onu, ona göre yeniden aynı elementleri kullanarak molekülleri, hücreleri neyse yeniliyor baştan aşağı.

Numan Hoca: Afif nerede?

Şahin hoca: Afif nerede? Bu Theseus’un gemisi hikâyesi. Çok eski bir hikâye. Efendim Theseus’un bir gemisi varmış. Theseus hikâyesi de enteresandır ya, gene teferruata gireceğim, hadi gireyim, Theseus denen herif, işte Girit’te bir canavar varmış da onu öldürmüş Giritlileri onun elinden kurtarmış falan filan, sonra uzun zaman gemileriyle, işte Theseus isimli gemisiyle seyahat edip duruyor Akdeniz’de. Tabi çok uzun zaman geçince geminin parçaları eskiyor, o zamanki gemiler tahtadan mamul olduğu için çürüyen tahtaları yeniliyorlar her seferinde filan, bir zaman geliyor ki Theseus’un orijinal gemisinden tek bir orijinal parça bile kalmıyor aynı insan vücudunda olduğu gibi. Yani biz de Theseus’un gemisiyiz aslında, vücudumuzdaki hiçbir parça, ben ondan emin değilim, gerçi bunu bir yerlerden hatırlıyorum ama çok yalan yanlış bir kaynaktı, onu Numan bey daha iyi bilebilir. Beynin hücrelerinin bazılarının yenilenmediğini söylerler bazen.

Numan hoca: Bu çok daha yeni bir bilgi ve rejenere olmayan birkaç tane organ var bunlardan bir tanesi beyin hücreleri beyin hücrelerinin de rejenere olduğuna dair plastik mahiyette.

Şahin hoca: Ama biz beyin hücrelerinin de plastik mahiyette olduğunu okuduk, yani onların da pekâlâ rejenere olabildiğini, yani en azından kısmen rejenere olabildiğini biliyoruz o plastise meselesinden dolayı, binaenaleyh zaten ne derecede tatminkâr sonuçlar veriyor o tıbbi incelemeler beyinle ilgili ondan da çok emin değilim.

Numan hoca: bir parça belki __ konuşulur. Mitokondriler DNA’nın hem filo genetik hem ontogenetik sözcük bakımından daha sabit kaldığı aslında nesiller boyunca intikal eden, değişmeyen bir parçası varsa eğer o da mitokondriel DNA’dır.

Şahin hoca: DNA bile değişiyor. Hatta daha evvel de Numan beye bir vesile ile sormuştum bilgiye ne diyorsun diye. DNA’nın da hafıza taşıyabileceğini iddia ederler. Yani hafıza sadece beyin vasıtasıyla değil. İnsanın tecrübeleri bilhassa yaşadıkları falan DNA’ya da intikal edebiliyor. Ona metilasyon mu bir şey diyorduk. Metil alkole benzer bir şey şeylerin kenarda DNA gruplarının genlerinin kenarında birikiyor. Dolayısıyla onların etkileşimlerimi farklı hale getiriyor. Yani bir genin normal faaliyetini o metil alkole benzer bir şey galiba. Alkolci bir şey yani belli organın kimya molekülü orda birikiyor zamanla. Tecrübelerin, DNA’nın etrafındaki bu metilasyonun sebebiyle aktarılabileceğini iddia edenler de var. Hatta örnekte verebilirim. Yani mesela bir fareyi bazı testlere tabi tutmuşlar, fareye elektrik veriyorlar işte faaliyet yapamasın diye sonra bu farenin neslinden gelen ama birlikte büyümeyen, onun sperminden döllenmiş, bu farenin neslinden gelen yavrularının da sanki aynı tecrübeyi yaşamış gibi o elektrikten ürktüğünü aynı testlere tabii tutulduğunu falan test etmişler. Bunun irsiyet yoluyla da aktarılabildiği hafızanın şeklinde bir delillendirme diye yazmışlar. Tabi bu işlerin teferruatı çoktur. İçeri girerseniz bir umman gibi gittikçe gider. Bunu böyle yazmış adamın birisi neşretmiş bu tecrübe falan filan diye ama birileri de temkin etmiş hayır öyle değil böyle diye. Şimdi ben o tenkitleri de okurum gereksiz bir teferruat bahsi olduğu için üzerinde durmayacağım. Netice itibariyle DNA’nın bile bir çeşit hafıza taşıyabileceği iddiası var. Modern bilimde de var. Tıpkı Lamarck’ta olduğu gibi eskiden Darwin’ci evolüsyondan farklı olarak Lamarck’ın da öyle bir şey vardı, zannediyorum. Binaenaleyh tesadüfi değişmelerle değil de yaşananların DNA’yı etkilemesi DNA gerçi Lamarck’ın devrinden bir şey değil de ama yaşananların ırsi hafıza olarak efendim nesilleri değiştirebilmesi gibi etkilerinden bahsediliyordu, Lamarck hatırladığıma göre. Şimdi yani El cümle Hasıl-ı Kelam Budizm’in dahi her şeyin değiştiği iddiası vardır. Şimdi burada bu hikâyeye baktığımız zaman, çeşitli perspektiflerden bakabiliriz. Bir kere bir sanat tarafı var hadisenin nasıl Musa çalı görmüş vs. güzel bir anlatım. Hikâye enteresan bir hikâye çocukluğundan başlayarak çocukluğunda kendini firavunun kız kardeşinin oğlu zannetmesi ancak büyüyünce aslında Yahudi olduğunu fark etmesi, o biraz sosyal identity meselesiyle ilgili. Efendim geliyorsun bu tarafta Tanrı’nın kendini Ego sum Qui sum diye tasvir etmesi sebebiyle doğrudan doğruya identity meselesi ki identity tabi biz Türkçeye ayniyet diye çevirebiliriz. Başka mahiyet diye çevirebiliriz. Hüviyet diye çevirebiliriz hatta hakiki hüviyet diye bir nesnenin veya mahiyeti. Tabi bu farklı tercümelerin identity hepsine de tekabül eder ama farklı tercümeyi yaptığınız zamanda farklı farklı sonuçlar çıkarabilirsiniz. Farklı çağrışımlar oluyor bu sefer. Sonuç olarak, ben eski metinleri okurken yeni Türkçe metinde pek okuduğum nadir. Yani o terimleri muhafaza edeceğim gerekirse o identity’e bir Türkçe terim yakıştırılır veya bilmediğimiz, Türkçede olmayan bir kelime, bunun Türkçede karşılığı ne olabilir diye tercüme programlarından bakılıp bulunabilir. O basit bir mesele ama nasıl olsa 3’ümüzde İngilizce biliyoruz. İngilizce tabirleri kullanmakta şu anda pek bir mahsur yok. Şimdi bu identity meselesinin pek çok yönü var tabi de sanat yönünden bakarsın bu bir hikâye Musa’nın yaşadıklarını anlatıyor. Tarihçi açısından bakarsın hadise ne kadar tarihidir diye Tevrat’ta böyle bir hikâye var ama ne kadar tarihi gerçekliği var bu hikâyenin valla Musa hakkında veya Ramses hakkında, Ramses devrine yakıştırırlar Musa diye bir adam yaşamış mıdır? Gerçekten böyle bir olay olmuş mudur, olmamış mıdır? Onu bilemeyiz tarihte öyle bir kayıt yok ama Tevrat’ta var. Tarihte yok ama. Hadisenin, Yahudi dininin temeli olması ayrıca bütün Hristiyanlar ve İslam âlemi tarafından da benimsenmesi sebebiyle de bir kere 4-5 bin yılı bulan 5 bin değil de 3 bin yıldan fazla efendim bir zaman boyunca bütün insanlığı, hem de bütün insanlığın inançlarını ve dünya anlayışını biçimlendirecek kadar etkili bir hikaye olduğu ortada Tarihi gerçeklikten daha fazla gerçeklik var orada etkileri açısından. Sanat eseridir ama gerçekten daha gerçektir. Sanatın kendi açısından bakınca yani böyle bir şeyler var. Ee tabi ilahiyatçı açısından da bakmak mümkün hadiseye, (teoloji) açısından bakmak mümkün, ilim açısından baktığınız zaman valla zaten bu ilmin konusuna girmiyor. Fizikle, kimyayla ne ilgisi var bu işin Teologlar ilgilensin, tarihçiler ilgilensin bu da bir hikâye işte, anlatıyor der geçer herhalde ilim adamı. Tarih felsefesi açısından da çok önemli ama yani mistik tecrübe ve tarih felsefesi diye. Şimdi ne yapmış oldum bütün bakış açılarını benim tasvir ettiğim bakış açılarını da saymış oldum. Yani bir prospektare, prospection yani ilmin geleceği tahmin etme kabiliyeti sebebiyle, tarihe geçmişe bakış anlamı taşıdığı için intorspection? Retrospection?

Sanat içe bakış introspection efendim felsefe inspection, tarih felsefesi conspection falan diye böyle tasrifler yapmıştım vaktiyle yazılarımda onları tekrar etmiş oldum. Her bir bakış açısından hadiseyi anlamlandırmak mümkün ve hepsi açısından da çok ilginç. Şimdi tarih felsefesi açısından da muazzam etkileri olan bir şey, bir kere Yahudilik değil ama tek tanrıcılık İbrahim’le başlar tamam dinler tarihi açısından tarihi bilgileri yokladığımızda tamam İbrahim’dir. O yüzden bizde _____ İbrahim milletin denir falan deriz ama Yahudiliği asıl biçimlendiren veya asıl Yahudilik daha doğrusu Musevilik adı üzerinde Musa’yla başlayan bir şey. İnançlar ve Tanrıyla ahidleşme orada başlıyor. Şimdi orada bir de Tanrı ile insanoğlunun yaptığı bir muayede bir akit söz konusu ki yani bütün tarihi anlayışı biçimlendirmesi bakımından, en azından semitik dinlerin mensupları bakımından ki dünyanın yarısı şu an itibariyle değil mi? Yani beşeriyetin yarısını temsil ediyor, muazzam etkileri var ve aslında çok enteresan şeylere konu olabilir. Burada hadisenin bir başka yönüne daha işaret edeceğim. Yani mesela bugün sabah kalktığımda bende bir rüya görmüştüm. Ölmüş tarihçi dostlarımdan birisi işte bir yol tarif ediyor burada nerede kaldı falan diye şimdi onun tafsilatına girmeyeyim. Ben de zaten bir guide map çiziyorum ne derler ona burada araziyi keşfetmek için bir yol haritası yani incelediğimiz bir alan var. İnsanlığın bütün geçmişi efendim bütün tarihte olup biten her şey ve bunları nasıl anlamlandıracağız, varlığı nasıl anlamlandıracağız, diye geniş bir alan seçmişiz Tarih Felsefesi diye. Tamam, iyi ama bu bilinmedik meçhul bir ülke yani her gün okudukça eskiden ne kadar az şey bildiğimizi ve daha ne kadar çok şey bilmediğimizi fark ediyoruz. Biraz araştırınca bu işin ucu bucağı yok daha fazla teferruatına girmek gerekmez diyoruz. Ne yapacağız peki? Çok da uzatmaz gerekmez lafı şimdi ben eğer mantığın ya da diğer disiplinlerin bu identity meselesi ile ilgili münakaşalarına girersem o zaman bu guide map formattan çıkar. Mesele burada bilgi vermek değil de bir felsefeci açısından önümüzdeki problemlere en azından onların farkında olmak ve işaret etmekle irtifa eden bir yani keşif haritası gibi. Hatta yazılarımdan birinde şöyle bir şey yapmıştım. Keşif haritası teşbihiyle başlamıştım lafa da dur bakayım yani insanın yeryüzü macerası isimli kitabımda bir konferansım var.

Tarih üzerine, diye. Onları sizinle paylaşmıştım. Orada demiştim ki Eski Romalılar tarih için “historia est magistra vitae” demişler. Tarih hayatın mürşididir, kılavuzudur. Ama bence tarih, historia est terrain kombita bilinmeyen topraklar. Nasıl ki Amerika’yı keşfetmeden önce Colombus veya insanlık için Amerika bilinmeyen bir kıta idiyse, sonradan keşfedildiyse uzun zaman boyunca. Tarihte bizim keşfetmemiz gereken bir şey demiştim, terrain kombita demiştim. Peki, tabi aslında tarih bahsini tartışmaya başladığımız zaman ilerdeki bölümlerde uzun uzun konuşacağız. Şimdilik teferruatına girmek gerekmez ama eğer bizim içinde yaşadığımız dünya ve onun geçmişi, insanlık bütün bu olup bitenler hakkında bir keşif sefere çıkacaksak önce bir kendimize yol haritası yapmamız lazım. Nelere bakacağız? Neleri önemseyeceğiz? Yani şimdi şöyle farz edin burada öyle bir benzetme yapmışım yazıya girerken efendim bilmediğiniz bir araziye gittiniz, bir arazi keşfediyorsunuz. Bir tarihte biz Numan babayla gittik Çanakkale’de gezerken Behramkale onun üzerine çıktık baktık işte uzaktan koy görünüyor falan şimdi siz ne yaparsınız önce bir etrafınıza bakınıp hangi istikameti tercih edeceğiz, nereye gideceğiz, nereden başlayacağız. Her taraf bilmediğiniz bir alan yüksekçe bir tepeye çıkarsınız şöyle kuş bakışı etrafı bir görmüş olursunuz. Mümkün olduğu kadar yükseğe çıkmanız lazım ki bakış açınızda genişlesin. Binaenaleyh uygun bir stand point seçmeniz lazım ona göre de efendim işte bakarsınız. Doğuyu batıyı tespit edersiniz. Şu istikamette başlayayım keşfe dersiniz artık o anki tercihinize göre. Velhasıl kendinize zihni bir hazırlık yaparsınız. Yani bir bilinmeyen şehre veya ülkeye gittiğinizde, bilinmeyen topraklara gittiğiniz de. Bize de guide map lazımdı öyle başladık yazdık. Zaten guide map üzerine de gideceğiz demem o ki daha rahat davranacağım ve konunun başka detayları da var ama şimdi o detaylara girersem çok teferruat olacak bir de onların çözümleriyle mi uğraşacağız. Meselenin sayısız detayları var. Ben ana hatlarına bakmak durumundayım. Çünkü yaptığım iş şu anda bir yol haritası yapmak, bir keşif haritası yapmak kendimize. Dolayısıyla detaylarda kaybolmadan yani gerek görürsem o anki ihtiyaca göre detaya girip bilgi vermek kaydıyla. Hâlbuki onları zaten bu meselelerin farklı uzmanları olarak arkadaşlarımın sizden gerek görürseniz kendinizde eklersiniz, ilave bilgi burada gereklidir diye veya tavzih, tahsis neyse bu da zaten buluşmalarımızın güzel, verimli tarafını teşkil ediyor. Dolayısıyla tereddüte mahal yok burada. Şimdi bu ego sum qui sum meselesini niye bu kadar önemsiyorsun, daha eskiden bile yazmışım ego sum qui sum diye başlamışım. Sonra işte Musa’nın bu şeyini keşfetmiştim onu daha evvelki konuşmamızda arz etmiştim. Şundan dolayı ki burada gerek ilim, gerek felsefe, gerek sanat, gerek tarih açısından fevkalade enteresan göndermeler var. Tamam, nihayet mukaddes kitapta bir hikâyedir. Bir insanlık hali ama hikâyeyi şerh etmek maksadıyla yakın baktığınız vakit ego sum qui sumu sadece uygun bir stand point diye seçtim ben vaktiyle. Yani durduğumuz nokta uygun olsun, şöyle yüksekten bakalım hadiselere, şöyle kuşbakışı yapalım, tepeye çıkıp etrafı bir gözden geçirelim keşif seferi yapacağız ya. İnsan dünyayı keşfetmeye evvela kendi benliğinden, en uygun perspektif odur, kendi benliği stand pointtir. Ondan sonra kendi şahsiyetine, anlayışına, idrakine göre perspektifi ve oryantasyonu belirlenir diye düşündüğüm için ve benlik meselesinden başlamak istediğim için elbette ego sum hoş tabi ben şey diyerek oradan girmiştim ama işte gördüğünüz gibi mesele inceledikçe dallanıyor. Öyle ki bir bakıyorsunuz yahu bu aslında fevkalade ehemmiyetli yönleri olan bir hikâye. Birincisi bir kere identity meselesi, identity den kasıt burada asli mahiyet, hüviyet ve ayniyet anlamında bunlar ilimde de, matematikte de, mantıkta da, felsefede de bol bol tartışılan konular. Ego sum qui sum yani ben benim öyle bir söz ki bir kere self-refleksif bir şey kendisine referans veriyor. Tarif etmiyor, isimlendirme yapmıyor da, kendisini kendisine özdeş olarak tarif ediyor. Ben benim neysem oyum diyor. Bu biliyorsunuz matematikte fevkalade önemsenmiş ve tartışılmış bir şeydir. Yani şimdi a=b diyebilirsiniz. B’de c’ye eşit ise o zaman a=c ye buna substitution diyorlar. Subsitive yani birbirinin yerine geçebilen belki matematikte Türkçe özel bir terim de vardır, Türkçe karşılıklarını bilemiyorum ben o yüzden İngilizcelerini kullanacağım. Mesela Leibniz bunu münakaşa etmiştir. Hatta Leibniz Law diye de adlandırılmıştır. Eşit şeylerin, aynı mahiyetteki şeylerin identity “same” de demek aynı da demek aynı zaman da. Birbirinin yerine geçebilmesi ama bu her zaman mümkün olmuyor. Leibniz bu açıdan tenkitte edilmiştir. Yani ben aldığım notlara bakıyorum.

Şimdi Leibniz indiscernible diyor. Yani tefrik edilemeyenlerin, farkına varılamayanların özdeşliği mesela f a düşünün sonar bir de f b düşünün şimdi a ile b, yerine göre özdeş veya özdeş olmayabilir. Bunun bir sürü tartışması var semantikte de şeyde de özel terimi de budur. Identity of indiscernible diye geçer şeyde. Şimdi bir böyle bir ismin bir yüklem olarak predicate olarak, I-predicate diyelim kullanım hali var. Bir de referans olarak kullanım hali var. Mesela ben Afif bey dediğim vakit Afif arkadaşımı kastederim buna referans veririm. Numan dediğim vakit Numan beyi, Şahin’de benim işte yani sonuçta bu ‘is’ diye kullanılırsa oradaki sun o zaman yüklem oluyor. Ama isim diye kullanımı da var. Her ikisinin de problemleri var ayrıca ve çok uzun tartışmaları olan problemler. Yani şeye göre de değişir. Mesela Viyana çevresinin mantıksalcıları bu isimlendirme konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Russell’ın kanaatleri farklı orada mesela öbür Viyanacı ekolünden olanlardan. Yani şöyle hadisenin mantık ve sematik yönünden tartışmaları var bir kere, isim ve gereklilik diye bir kitap yazmıştı Saul Kripke. O mesela ne diyordu bir isim diyelim Afif beyin ismi işte not etmişim ‘if true at all and to be necessary’ eğer gerçekse zaruri olarak, mecburen gerçek olmak zorunda çünkü isim kendi şahsiyetini, identitysini kastediyor burada efendim zaten yanlış olması da mümkün değil fakat necessary true olmalı ayrıca da a priori olarak bilinmek zorunda da değil. Analitik gerçeklerle matematik gerçeklerde olduğu gibi gerek ayniyet gerek distinctness yani farklılık bir şeyin bir şeyden farklı olması. Kendileri zaten mecburi necessary münasebetlerdir. Yani biliyorsunuz felsefede bir de necessary substantive reason diye bir şey vardır. Bir şeyin bizim eski İslam şeyinde vacip olması İslam felsefesinde batı dillerinde de İngilizcede de buna necessary diyorlar. Necessary olarak gerçek olması bundan kaçamazsın kesinlikle gerçektir. Yani, gerek ve yeterlilik diyoruz şimdi Türkçede şimdi burada sadece mantık açısından da değil, metafizik açısından da büyük meseleler var, hatta ilim açısından da onlara da geleceğim zamanında. Mesela Kripke’ye sorarsanız bir mahiyet, hüviyet veya identity isim kontingent de olabilir. Yani bazen doğru bazen yanlış mümkün. Rigid Designators diyor bazen de yani kesinlikle katı olarak aynı şeye de işaret ediyor olabilir. Bunlar farklı şeyler mesela bazıları semantikciler bu identity meselelerini first order language yani normal tabi dildeki kategoriler olduğunu iddia etmişti. Bazıları da bunu mantığın ve semantiğin konuları diye second order language a ait kavramlar diye tarif etmiştir. Böyle tarafları da var yani. Eğer bir şey kendisiyle aynıysa Tanrının ben benim dediği gibi necesarry olarak zaruri olarak öyledir yani mutlak bir doğrudur aksi ispatlanamaz. Bu tabi totoloji a=a demek gibi kendisinin aynısı. Eğer bir şey farklıysa yine zaruri olarak doğrudur. Fakat şimdi ben size bir örnek vereceğim; Bir tarihte Babil Kralı Nebukatnazar’ın rüyalarını anlatmıştım. Tarih problemleriyle anlatırken, yani Babil Kralı bir rüya görmüşte unutmuş işte yorumcuları çağırmış rüyamı tabir edin diye. Bir türlü yorumlayamadı, yorumlayamazsanız sizi öldürtürüm falan diye tehdit ediyor. Neyse Daniel yorumlamış, o hikâyede şöyle bir teferruat vardır. Bazı yazılarımda anlatmadım bunu da galiba Hazar Han ile ilgili konuşmam da, Hazar Han’ın rüyalarına çağdaş yorumlara isimli konuşmama da ee artık devamını da anlatayım bu sefer falan diye orada kısacık özetlemiştim. Hikâye şöyle ki Babil Kralı rüyasında bir heykel görmüş. Başı altından gövdesi gümüştenmiş şimdi teferruatına girmeyeyim. Tevrat’ta Daniel bahsinde herkes okuyabilir. Netice olarak bu heykelin başına bir taş çarpıyor ve heykel devriliyor. Benzer bir misali de Descartes balmumu misali ile verir. Ona da geleyim unutmazsam. Şimdi bu heykelin bir malzemesi var; altın, gümüş, balçık her neyse bu malzeme bu heykelle aynı mıdır? Aynıdır. Ama heykelin bir de formu var siz eğer bu heykeli parçalıyorsanız kazara ya da o hikâye de olduğu gibi heykel heykel olmaktan çıkıyor, yere devriliyor, parçalarına ayrılıyor falan. Peki, bu heykelin malzemesi bu heykelle aynı mıdır? Değil midir? Diyelim ki balçıktan yapılmış olsun. Balçık aynı balçık değil mi yani her ne kadar formu kaybolduysa da veya bu heykelin formu mu önemli? Malzemesi mi? Ayniyet bakımından diye tartışıyor adamlar. Aynı misali almış Descartes diyor ki balmumunu alın balmumundan yapılmış heykel veya farklı bir şey efendim ve alet yumuşatın, elinizde yoğurun balmumu şekil değiştirir. Mesela balmumundan bir bardak yaptınız diyelim ama ısıttınız, elinizde yoğurdunuz balmumunu, çocuklar yapıyor ya oyun oynamak için macunumsu bir şeyler. Şimdi bu balmumu her ne kadar şekil değiştirdiyse de balmumu gene aynı balmumu. Nereye gidiyor bakın Theseus gemisine gidiyor. İnsanın bedeninin, nefsinin ya da benliğinin değişmesi de aynı hikâye. Sonuç olarak malzeme değişiyor ama form değişmiyor belki insan da. Bir de kompozisyon diye bir şey var. Yani şimdi adamın kompozisyonu DNA’sı tarafından, irsi özellikleri tarafından belirleniyor. Evet, yani ben geçenlerde baktım kendi resmime ya amma da ihtiyarladım, gençliğime hiç benzemiyorum dedim. Değil mi? değişmiş Theseus’un gemisi gibi bütün parçaları değişmiş ama aynı Şahin Uçar diyoruz, aynı Numan diyoruz. Bundan mesela yıllar önce efendim liseye giden Numan’la o zamanki hatırlarını hatırlayan Numan’la, şimdi ki Numan farklı değil ki kimlik açısından personality açısından. İyi de nasıl mümkün oluyor bu bütün parçaları değişti. Nasıl balmumunu yoğurduğumuz zaman kap kap olmaktan çıktıysa değil mi? formel olarak ama malzeme aynı diyorsunuz orada, burada da aslında değişmeyen şey yok değil yani DNA bir ölçüde değişiyor olmakla beraber şimdi bakıyorsunuz bu iki şahıs birbirine hiç benzemiyor, gençliğindeki resmine hiç benzemiyor ama yine de her ne kadar değişiklikler olsa da benzerlikler kalmış görüyorsunuz, tanıyorsunuz o şahsı baktığınız vakit bakın bunun burnu, ağzı, gözü şöyle. Yani evet kilosu değişmiştir, şu bu değişmiştir ama hatta kardeşler arasında benzerlikler vardır biliyorsunuz. Üstelik her seferinde eğer aynı yumurta ikizi değilse ne diyorlar çift yumurta ikizi mi gene aynı şey yine identity hikâyesi DNA’larda birbirinin tıpkısı değildir. Her kardeşin DNA’sının evet yarısı anasından, yarısı babasından geçmiştir ama her seferinde farklı bir kompozisyon, farklı bir sıralama olduğu için genlerde ne diyorlar ATCG bunların sıralanışı her seferinde değiştiği için. Yani o kardeşin DNA’sı ile öbür kardeşin DNA’sı arasında aslında fazla bir benzerlik olmaması gerekir. Yani benim DNA yapımla Afif beyin DNA yapısı aynı unsurları taşımak bakımından yani genlerin aynı olması bakımından tamamen aynı, tamamen de değil bazılarının mesela bozuk tarafları oluyor, hastalığa meyyal oluyor. Bazı genleri eksik oluyor, fazla oluyor, işlevsel olmuyor, şu oluyor bu oluyor. Böyle farklar mafus kalmakla beraber insanların DNA’ları birbirine benzer unsurlardan meydana geliyor. Yani bir takım parçalardan dört unsurdan meydana geliyor. Tabi bunların sayısı ve fonksiyonları da önemli elbette hissiyatla ama sonuç olarak temel maddeler bunlar. Temel moleküller, 4 tane organik kimya molekülü biri şeker öyle değil mi? yani şimdi bunların kompozisyonları bütün insanlarda birbirine benzemekle beraber sıralanışı ve fonksiyonları farklı olduğu için hissiyet sonuçları da farklı çıkıyor. Ama bu fonksiyonların sınırlanışlarının farklı olması bakımından kardeşler arasında da fark yok. Bir kardeşle öbür kardeş arasında bir insanla hiç akraba olmayan bir başka insan kadar benzerlik vardır DNA yapısı bakımından öyle değil mi? çünkü rastgele bir sıralanmış aynı yumurta ikizlerinde olduğu gibi tıpkısının aynısı değil. DNA’nın sıralanışı ve fonksiyonu için öyle değil mi? böyle olduğu halde nasıl oluyor da iki kardeş aynı yumurta ikizi olmadığı halde birbirine benziyor. Niye benziyor? Çünkü aynı anne babadan almışlar genleri. Her ne kadar bazı farklar varsa da bazı müştereklerde var işte. Yani kullandıkları irsiyet hazinesi, genetik mirası aynı olduğu için her ne kadar diziliş farklı olsa da, fonksiyonları farklı olsa da DNA’larda benzerlikte kalıcı ama aynı yumurta ikizine geldiğiniz zaman bu sefer tamamen başka bir şey oluyor. Locke şöyle bir örnek veriyor “prensle ve onun emrinde çalışan bakırcı ustası bir Sabah uyanıyorlar. Prensin bütün ruhu, karakteri yer değiştirmiş bakırcının bedenine girmiş. Hayali deneyim ya, düşünce deneyi bakırcınınki de prensin kalıbına girmiş. Şimdi ikisi de durumun farkında değiller. Birisi kendini prens zannediyor ama vücudu bakırcının vücudu öbürü kendini bakırcı zannediyor ama aslında prensin vücudu”. Yani bu ayniyet, benlik meselesini tartışırken verilen örneklerden biri Locke tarafından. Demek istediğim hadisenin böyle yönleri de var.

Numan Hoca: Thomas Mann değişen kafalar diye eski böyle şehir efsanesini romanlaştırmış.

Şahin Hoca: ben öyle bir bilim kurgu filmi de gördüm. Adam başkasının bedenine girdi karısını da kandırıldı. CIA Ajani falan, John Markovich te başka bir örnek ona benzer başka filmlerde var yani çok kullanılan örnekler. İşte geçen seyrettiğimiz çizgi film Ghost in the shell yani makinanın içindeki hayalet filmi de öyle bir örnek. Ne bileyim aslında bu konular hakkındaki muhaylememizi göz önünde tasavvur edebilmek bakımından, canlandırmak bakımından tahrik eden veya kolaylaştıran unsurlar olarak böyle bir takım bilim kurgu örnekleri de verilebilir. Işte Blade Runner gibi yeri gelirse veririz örneklerini. Hasılı biz gene konumuza dönelim. Bu identity meselesinin böyle mantık açısından tartışılan yönleri var. Matematik açısından tartışılan yönleri var. Yani zaten şöyle de bir problemim var benim şimdi meseleyi ele aldığım vakit onun derinliğine inceliyorum. Tabi okuyorum Leibniz ne demiş onu nasıl tenkit etmişler. Kripke ne demiş ona nasıl cevap vermişler. Nasıl tartışılıyor falan ama şimdi size naklederken hepsini de anında şap diye böyle bilgisayarın hard diski gibi hatırlayıp da nakledemiyorum. Bazen böyle hatırlamak için kendimi zorladığım da oluyor. O yüzden teferruata takılmakta ayrıca gerekli bir şey değil. Fakat matematikte Leibniz’in getirdiği bir yeniliktir derler buna ama aslında mesele Eflatun’a kadar gider, idealar teorisine kadar gider. Oradan başlar bir kere zaten matematiğinde kökü ta Pisagor’dan başlayıp Eflatun’un idealarından birçok notlara farklı farklı teslimler yapmak mümkün. Şimdi bu Leibniz’in aynı mahiyetteki denkliklerin birbirinin yerine geçebilmesi kuralı yine matematikçiler tarafından şimdi matematik bilen arkadaşımız da var isterse onun teferruatına, bende zaten paylaşıyorum bazen, inceleyip bakabilir. Efendim tenkitte edilmiştir. Çünkü bazen aynı sonuçları vermiyor, matematiksel işlemde yapsanız aynı sonuçları vermiyor. Yani o zaman içerisinde ki değişme bir kere işideğiştiriyor. Zaman da devamlılık hadisenin sadece bir yönü. Mesela bir şeyin mahiyetini tarif ederken kompozisyonu mu önemli, asli mahiyet olarak heykel veya balmumu örneğinde olduğu gibi, biyolojiye tatbik edersek insanın DNA’sı yani dejenere olan kısımları da oluyor yaşlandıkça falan oluyor bazı şeyler ama umumi heyeti itibariyle aynı kalıyor. O yüzden de aynı insan diyoruz. Evet ben 5 yaşındaki Şahin Uçar’a hiçbir şekilde benzemiyorum veya 20 yaşındaki Şahin Uçar’a. Benzerlikler var yine de resme baktığınız vakit kendinizi tanıyorsunuz, başkaları da tanıyabilir. Bak bu gençlik halin bu da yaşlılık halin birbirine çok benziyor tamam benziyor da çokta değişmiş aynı şey de değil. Yani bir yandan değişme, farklılaşma var, distinctiveness var, diversity var. Bir yandan aynı mahiyetin süre gelen unsurları var.

Şimdi orada unity ve multipicity Ya da ne derler ona teklik ve çokluk kesrette vahdet diyorduk biz eski dilde. Birbirine karışabiliyor, benlik meselesi tartışırken veya matematikte hatta karışıyor. Işte Leibniz ile ilgili örnekler verildiği üzere. Yani bu hikâyeye baktığımız vakit bu ego sum qui sum lafı tamam ben benim demiş öyle kestirme bir laf gibi görünüyor ama şumulu o kadar geniş ki matematikten, felsefeye, metafiziğe varıncaya kadar. Neyi farklı sayacağız? Neyi aynı sayacağız? Aynı şey ne demek yani bir şeyin nasıl aynısı olur. Bir şey ya kendisinin aynısıdır ya da başka bir şeyle aynıdır. Şimdi başka bir şeyle aynı dediğin zaman çok problem çıkıyor. Kendisinin aynısı olması bir duizm görünüyor, tabii bir şey gibi görünüyor. Orada bile bir tartışma var. Bir şeyin kendi kendisiyle aynı a=a veya 1=1 derken bile şimdi bunun tabi Pratik hayatta ki sonuçları görülmediği için insanlar tarafından da üzerine düşünülmemiş olabilir. İnsanlar Pratik hayatta ne önemi var var kardeşim yani ben efendim bir kaç yıl evvel tanıdığım Numan Bey’le şimdiki Numan Bey arasında hiçbir fark görmüyorum. Şimdi şöyle olur bazen, bir arkadaşınızı uzun süre görmezsiniz, geçenlerde benim başıma geldi. Bir gençlik arkadaşım 5 ay oldu Sivas’da kitapçıdan çıkarken karşıma çıktı. Baktım ki yani saçları bembeyaz filan yahu dedim sen benden genç olduğun halde benden bile yaşlanmışsın ne kadar değişmişsin falan tanınmaz hale gelmiş gibi ama tamamen de tanınmaz olmuyor tanıyorsunuz işte dediğim gibi. Bir şeyler değişmiş olduğu halde aynı kalıyor. Tuhaf bir şey zamanın etkisi yani. Şimdi burada bunları söylerken aynı hikâyenin sanatkar olarak anlatılması başka bir şey. Diyelim ki birisi oturdu On Emir’in filmini yaptı. Bir sanat eseri seyredebilirsiniz. O sanatın gerçekliği, başka bir şey veya romanını yazdı, mesnevi şeklinde, şiir olarak anlattık. Tamam, o başka bir şey. İlahiyat açısından başka bir şey fakat işin ilmi tarafına baktığımız vakitte bir şeyler çıkıyor. Bu ayniyet problem bir kere büyük bir problem metafizikte de, fizikte de büyük bir problem aslında. Musiki de de her şeyde, şimdi ayniyet problem tek başına tarif edemiyorsunuz zaten. Zannediyorum Bradley idi onu söyleyen çağdaş İngiliz metafizikçilerinden bir kere ayniyeti zaten çoklukla, birliği çoklukla tarif edeceksiniz. Unity’nin karşısına çokluğu koymazsanız zaten birlikte anlaşılmıyor. Mesela biz birlik derken ne anlıyoruz? Matematikte rakamlar var. 1-5-7-18 rakamı da vardır. Tamam, ama bunların hepsi isim dikkat ediyor musunuz? 18 bir isimdir.129 da bir isimdir. O rakamın, o matematik mefhum ayniyetini, asli hüviyetini gösteriyor. Yani ona işaret ediyor. Bir identity meselesi peki siz hangi hakla 1’İ kesirleri bölüyorsunuz. 1 en küçük rakam olması gerekirdi, daha küçüğünün de hayal edilememesi gerek ama matematikte öyle mi? hiçte öyle değil. Değil mi? şimdi neden olmuş bunlar işte onu tarihine baktığınız vakit anlıyorsunuz. Mesela 1 rakamını Sümerler muhtemelen şöyle geliştirmişlerdir diye. Bir çizgi film izlemiştim bir tarihte, senle de paylaşmıştım. Story of one yani şimdi önce Nasreddin Hoca’nın ramazanın günlerini saymak için çömleğe birer taş atması gibi veya koyunları sayması gibi. Şimdi bakıyorsunuz 55 tane koyunum var diyor adam bu koyunların her biri bir ünite mi? Ünite. Peki, 55 koyun ne o başka bir şey. Orada farklar yok oluyor, orada 55 koyunun her biri sadece koyun olmak bakımından birbirine tamamen özdeş gibi görünüyor. Rakama döktüğün zaman çoban her bir koyunun ayrı ayrı özelliğini biliyor, farklı şahsiyetleri var her bir koyunun, şahsiyet değilse de farklı özellikleri var. Nasıl ki insanlar birbirinden farklı evet burada üç kişiyiz insan olarak 3 rakamı ile ifade edebiliriz bunu ama discrete olarak baktığımız vakit, ferdi olarak baktığımız vakit. Burada bakıyoruz ki her birinin farklı karakterleri, farklı özellikleri var. Yani benzerliklerinden ziyade farklılıkları çok. İşi matematik açısından ele aldığınız vakit şimdi bakıyorsunuz ki evet bu rakamın bir ismi var. Bu isminde referans verdiği bir matematik gerçeklik var. 120 rakamı 15 rakamından büyüktür ama bazı şeylerin farkında değiliz. Mesela bir şeyi sayı ile isimlendirmek, ona bir identity izafe etmek, bir hüviyet izafe etmek ayrıca onu discrete yapmaktır. continious olmaktan çıkar. Yani bir şeyin fasılasız devamlılğı deymometi başka bir şey rakamlara döktüğünüz vakit artık o bölünmüştür parçalara, biri öbüründen daha geniş diyebilirsiniz. Mesela 17, 10 rakamından daha büyüktür dersiniz. Bunu yaparken siz farkında olmadan eğer Bergson un tenkidini haklı Kabul edersek karment frivirdeki farkında olmadan sanki uzay içindeymiş gibi tasavvur etmiş oluyorsunuz rakamları. Hâlbuki şu da söylenmiştir Roger Penrose’un sözüydü. “Matematiğin zamanla da, mekânla da ilgisi yok!” tamam ideal bir dünya tamam ama biz aslında mekânla ilgili gerçeklikleri ifade ederken matematiği geliştirdik. Hadisenin bu yönü de var. Tamam, ideal tipler diyebilirsiniz, idealardan doğdu diyebilirsiniz. Eflatun gibi ama şimdi burada da farklar çıkıyor. Aristo olursanız başka türlü düşünüyorsunuz, Eflatun olursanız başka türlü, Pisagor olursanız daha da başka diyor ki kardeşim “her şeyin hakikati sayılardan ibarettir.”

Numan Hoca; ama onların da itikadı sarsılıyor.√2 yi bulunca

Şahin Hoca; Ee sarsılmış, gizlemişler hatta.

Numan hoca; Gizlemişler, nasıl oluyor bu böyle diye.

Şahin hoca; Şimdi irrasyonel olunca tabi Afif Bey daha iyi bilecek irrasyonel  bir nisbete izafe edilemeyen matematik olarak sayılamayan demek. Çünkü sonsuza Kadar gidiyor √2’nin şeyleri. Ayrıca da sayı olması şüpheli hale geliyor, çünkü çok basit birikince denklemini hemen ispatlayabilirsiniz. Kozmos ’un sonunda var o denklemden birine p dersinin birine q dersiniz hemencecik ispatlarsınız. Aynı zamanda her çift sayı tek sayı olabiliyor. Basit bir cebir işlemi yapıyorsunuz bakıyorsunuz √2 ile çarpınca şu oldu bu oldu tamam mı. Aaa nasıl olurda bir sayı aynı zamanda hem çift hem tek olsun.

Numan Hoca; Kendisi olduğu halde identitical olmasını bekleyeceğiz.

Şahin hoca; Şimdi bir iken iki oldu. Bir hem tek sayı hem çift sayı bak şimdi matematikte bile identity problemi irasyonel sayılardan itibaren. Birbirinin yerine geçen sayılar dediği Leibniz’in kuramındaki ki o identity of indiscernible yani birinden tefrik edilemeyen şeylerin ayniyeti ne demek, şunu söylüyor adam. Eğer bir şeyin sayı diyeceğiz artık burada, sadece sayı değil daha geniş matematik felsefesi açısından düşünüyor adam. Eğer bir şeyin bütün yüklemleri, bütün özellikleri diğeriyle aynıysa sonuçları itibariyle mesela x=5 peki y, o da y=5 o zaman x=y diyebiliriz diyor. Çünkü ikisi de 5 zaten. X=5 ise çözdüğünüz denklemde y=5 çıkıyorsa x de =5 çıkıyorsa bunlar aynı diyorsunuz. Birbirinin yerine geçiyor. Bu burada oluyor da, ama bazen çıkarma işlemi yapıyorsunuz, biraz daha karışık bir problem yapıyorsunuz uymuyor. Onu göstermiş matematikçiler yani Leibniz’in kurallarının işlemediği yerlerde var. ee diyor ki bir şey bütün hallerde, her halükarda öbürü ile aynı özellikleri taşıyorsa o onunla aynıdır. Mesela farz edelim ki benim bir ikiz kardeşim var ve bu ikiz kardeşim görüntü itibariyle de her bakımdan benimle aynı özellikleri taşıyor. E aynı mıdır? DNA’sı aynıdır da aynı değil işte veya biz şöyle örnekler veriyoruz tıptan adamın beynini kolosundan ikiye kesiyorsunuz bazen epilepside elektrik deşarjlarını önlemek için. Peki, aynı bedende iki ayrı şahsiyet oluşuyor. O kadar farklı tezahürleri var ki işte tabip olarak çok daha iyi biliyorsunuz, psikiyatri literatüründen yani adamın sağ gözünün tanıdığını sol gözü tanımıyor. Sağ elinin yaptığını sol eli bilmiyor. Sol eliyle aritmetik işlemleri çözüyor, sağ beynin ondan hiç haberi yok. Yani bir beyin o işlemi yaptığı anda öbür beynin haberi olmuyor. Hatta uzunca bir rakam yazıyor. Şimdi unuttum tabi verdikleri misali uzunca bir isim yazıyor. Bir tarafını sağ göz görecek şekilde, bir tarafını sol göz görecek şekilde sağ göz yarısını okuyor, sol göz yarısını okuyor. Birine göre o kısmı var öbürüne göre diğer kısmı var. Çünkü ikisi birbirinden habersiz tamamen irtibat kesilmiş ve bir bedende 2 şahsiyet oluyor.

Çünkü beyinler bu yarım beyinler bildiğiniz üzere efendim diğer beynin bazı işlevlerini de plastisite olarak telafi edip sanki hiç bir böyle arıza oluşmamış gibi tam fonksiyon görebiliyor hatta şöyle örnek de var; beynin yarısı çıkarılmış çocuğun kafasından tamamen artık ur vardı diyelim efendim beynin yarısı çıkarılmış atılmış kalan beyin geriye kalan bütün özelliklerini telafi edecek şekilde diğer yarı beynin gelişiyor ve hiç bir arıza da görülmüyor hayatına normal bir beyni varmış gibi beynin kalan yarısı da varmış gibi sürdürebiliyor pekâlâ. Bazı telafi mekanizmaları gelişiyor orada. Veya adamın gözü kör ee kulakla ilgili bazı işlevler beyinde böyle bir pilastesler o gözünün bazı fonksiyonlarını yerine getirmeye başlıyor. Bazı şeyler plastik olarak o şeyleri telafi ediyor. Beyinde rejeneratif haller var. Bunları da biliyoruz. Hastalık hallerinde ki misallerden biliyoruz. Demek ki yani eğer beyin diye telakki ederseniz mind dediğimiz şey; akıl, zihin başka ne diyebiliriz mind, akıl, zihin… Aslında ruh kelimesini kullanmamak için mind kelimesini kullanıyorlar. O anlamda gönül mesela senin bu daha güzel tabirinle ama gönül daha zengin. Ona da geleceğim Kalp veya gönül daha zengin. Şimdi bu mind dediğimiz şey; işte nefis kelimesinin somut veya anime Aristo’nun tabiriyle anime dedim hayvani ruh dediğimiz, hayat özelliği yani Canlılık işte nefes almadan gelmesinin sebebi bütün psike, spirit, anime, soul, glame aklımıza gelen hatta taa uzaklarda ki atman kelimesinin bile kökü bakın enteresan bir şeyler var. Hint-Avrupa dilleri Sanskritçe ile İngilizcenin bir farkı yok ki. Nitekim atmosfer kelimesi de atmahten geliyor. Ta eski atmahten, Hint-Avrupa kökünden. Anlaşıldı mı? Yani bunlar aynı köke sahip eski Hint-Avrupa dilinin değişmiş türevleri olduğu için bazen böyle kelimeler de müşterek kalıyor. Tabi şimdi burada şöyle bir şey çıkıyor ortaya, şuur açısından baktığın vakit. Dilin Dünya’yı biçimlendirmesi, dünya tasavvufunu biçimlendirmesi. Niye nefesle ilgilenmiyor hepsi, Gerçi şimdi böyle bakarsanız o zaman Araplar da nefs demişler. Ve iyi bilinen misalde olduğu üzere İbni Sina üstadımız Kindi’de de var aynı özellik ama o kadar teferruatına girmeyelim. İbni Sina üstadımız havada yüzen gerek kendi vücudu gerek dış dünya hakkında hiç bir intibası olmayan duyuları açısından yani biliyorsunuz duyular geçende de söylemiştim. Sadece beş duyudan ibaret değil. İç duyular da var farklı tasniflere göre. E şimdi kendi vücudumun da hiçbir parçası birbirine değmiyor ve iç duyuları da yok. Hava da asılı öyle yaratılmış bir adam tasavvur edin diyor. Floating man yani düşünce deneyi gibisinden. Millet farkında değil ama düşünce deneyini ahey ilk temas etmiştir kobita ego sum derken Descartes ve onun kaynaklarını da biliyoruz. İbni Sina’dan kime geçmiş, ondan Descartes nasıl almış bu yani bilim tarihine baktığınız zaman takip edilebiliyor. Nasıl etkilendiğini ve hangi ölçüde neyin değiştiği falan. Yani tabi bunlar tarih bahsine girer. Felsefenin tarihi oluyor orda siyasi tarih değil de Ve felsefe tarihi de bilinen şeyler. Şimdi ne diyordu İbni Sina; havada asılı hiçbir duyusu yok yani cognition da olması lazım duyular olmadığına göre perception da yok sensation da yok cognition olmaz o zaman Değil mi? self awareness olmaması lazım ama yine de self awareness kendisinin farkındalık durumu. Burada ruhun şimdiki kullandığımız tabirle personel ID ya da benliğin ya da nefsin vücuttan farklı bir cevher olarak varlığına bir delil diye söylüyor İbni Sina. Bu yüzden Descartes’ın ayrımı mind başka body başka. Birisi res extensa, dış dünya da olan uzay da yer işgal eden cisimlere ait özellikler. Biri res cogitans; zihni özellikler, zihinden alınan uzayda bir yer işgal etmeyen. Efendim benim tabirimle geçen de konuşmuştuk gene. Aslında benlik de ruhta diğer bazı özellikler de mesela zaman da var olan şeyler mekânda bağlı olan şeyler değil. Ama böyle baktığımız vakit hadiseye bu sefer ilmin problemleriyle karşılaşacağız. E bunları en iyi bilen arkadaşımız da Afif Bey işte Kuantum mekaniği sebebiyle. Yani şimdi fizikçi dış dünyayla ilgili, maddi dünyayla ilgili, tabiatla ilgili.. Peki, bunları nasıl biliyoruz. İşte ışık sayesinde görebiliyorum. İşte hastelerim sayesinde dokunabiliyorum, ölçebiliyorum. Vesaire vesaire…

Ama bu extention olan bir uzlamı olan bir hacmi olan diyelim bizim eski dilde. Cisimlere mahsus şeyleri fizikçi inceler. Tamam. Peki ama fizikçilerin kafasında hiç mi karışıklık yok? Bence var. Kuantum mekanikçiler başka bir şey söylüyor, rölativistler başka bir şey söylüyor. Rölativistlere göre geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman diye bir şey olmaz. Neden? Çünkü zaten space time vardır. O space time bir bütündür. Geçmişte ki hadiseler de onun için de gelecekte ki hadiseler de onun içinde. Space time dediğimiz vakit Relativete’yi kabul ettiğimiz vakit mesela hareket halinde ki cisimler bile hasat hız da hareket ettiği zaman. Uzaktaki bir yıldıza yıldızdan stand pointde uzaktaki bir yıldız olarak alırsanız duruş noktanızı. Evet, oradan baktığınız vakit sizin geçmiş dediğiniz diyelim andromeda galaksisinden daha hiç olmamış geleceğe ait bir şey gibi görünebiliyor. Bu da simultaneity yani nasıl telaffuz ediliyor. Eş zamanlılık fikrini ortadan kaldırıyor. Eş zamanlılık mümkün değil. Rölativite teorisine göre. Eş zamanlılık yoksa zaman da yoktur zaten. E zaman var ama bu aslında mekânla karışık bir zaman, mekânla zaman iç içe bir dört boyutlu bir kontinyumdur. Ve bu kontinyumun içinde de her şey tüm kâinat bu kontinyumun içinde cereyan ettiğine göre geçmişte gelecek de bunun içinde zaten eş zamanlılık da yok. Binaenaley geçmiş ve gelecek diye bir şey tasavvur edilemez zaman bir ilizyondur diyor. Zamanın ilüzyon olduğu sonucunu çıkaran Rölativite fizikçiler var. Orada fikrinize müracaat edeceğiz. Lütfen bunu not edin ve söyleyeceklerinizi benim konuşmamdan sonra ekleyiniz. Şimdi efendim bunu öyle tefsir eden fizikçiler çoğunlukta en azından gördüğüm kadarıyla. %90′ ı neredeyse fizikçilerin böyle. Buna mukabil işte geçenlerde paylaşmıştım. Onda tartışıyorlardı bazı fizikçiler izlediyseniz şayet. Mesela şu sicim teorisini geliştirenlerden biri vardı orada. Kimdi o, Stanford da çalışan unuttum şimdi adını. Susskind. Leonardo Susskind. Leonardo Leonardo diyorlardı adama bir de. Sakal bırakmış Leonardo’ya özenmiş. Şimdi mesela onlara sorarsanız bazı fizikçiler de mesela kuantum mekaniğiyle uğraşanlar veya laboratuvar da parçacık fiziğiyle uğraşanlar da diyor ki: “Kardeşim kuantum mekaniğine göre ihtimaliyetler vardır. Gelecek belirli olamaz.” Gerçi bu ihtimaliyetleri de istatistiki olarak sebep-sonuç analizlerine tabi tutabiliyoruz. Yani prediction mümkün. Tahmin mümkün. Ama işte senin uğraştığın şey galiba biraz bununla ilgili miydi diye tahmin ettim. Çünkü bana öyle geldi ki helyum 4 ile çalışıyorsun. Doğru mu ? Çünkü Helyum 4 de bazı özellikler var. O senin çalıştığın şeyle ilgili nedir aşırı soğutulmuş sistemler. Neyse yani şimdi böyle baktığın zaman Kuantum mekaniği açısından baktığımız zaman e zamanın gerçekliğini inkâr etmek rölativizmde olduğu gibi pek mümkün gözükmüyor. En azından bazı kuantum fizikçileri böyle tefsir etmiyorlar. Belki böyle tefsir edenler de vardır. Uzlaştırmaya çalışanlar. Fakat zaten kuantum fiziğiyle rölativitenin uzlaşmayan bazı yönleri var. Bir de bu zaman. Ha biz GPS sistemleri kullanıyoruz artık. Malum yani peitlerden efendim diyelim takip ettiğimiz aracın hangi mevki de oturduğunu veya şu anda benim telefonu açtığım vakit haritaya baktığım vakit sinyal veren noktanın işte Cerrahpaşa olduğunu görüyoruz. Değil mi? GPS vasıtasıyla. Şu anda ben Cerrahpaşa’dayım. Telefonum söylüyor. Şimdi peki bu yer tespiti nasıl oluyor. İşte GPS e buradan sinyal inecek. Oradan buraya sinyal gelecek. İyi de bu sinyaller yani elektromanyetik dalga tarzında gidiyorsa o zaman ışık hızında gidiyor demektir. O zaman da zamanda gerileme çok kısa bir mesafe de olsa söz konusu olur. Küçük bir gerileme de olsa bir zaman da gerileme. Hatta benim zamanla ilgili okuduklarımdan hatırladığım göre uçakla seyahat ederken bile. Uçağın hızı ne ki yani 1000 km. Uçakla seyahat ederken bile zamanda bir gerileme söz konusu olabilir. Tabi bunu ancak atom saatiyle ve saniyenin bilmem kaç milyarda biri falan diye ölçebilirsiniz veya belki trilyonda biri. Onun hızı çok yavaş olduğu için. Ama hız büyüyünce sinyaller söz konusu olunca saniyenin küçük bir nispetinde de olsa bir gerileme söz konusu olabiliyor. Siz bu gerilemeyi hesaba katmadığınız zaman GPS ile ilgili bilgi alış-veriş esnasında hesaba denkleme dâhil etmediniz zaman o zaman GPS de size yer tayinini sıhhatli yapamaz. Buradaki arabayı 5 km ötede gösterir. Doğru mu? veya 1 km ötede gösterir. Artık ne kadarsa yaptığınız hataya göre. Yani doğru yer tespiti yapabilmesi için. Zaten GPS’in açılımı nedir? Coğrafik bilmem ne herhalde. Efendim. geographic Positioning System değil mi? İşte peyklerle yapılan bir şey. Yani yerinizi tespit edecek. Şimdi bu yer tespiti ve zaman tespiti hem matematikte hem fizikte fevkalade problemli konudur. Ve identity meselesiyle de çok ilişkili aslında. O ilişkiyi ne kadar aktarabileceğimi düşünmeye çalışıyorum. O yüzden bu hikâyenin birçok şümulü çok geniş yani böyle tefsire tabi tuttuğunuz zaman. Benim de zaten bir kere yine tekrar etmiş olacağım kendimi. E kısaca tekrar özetliyim. Ben insan durduğu yerden bakar. Duruş noktası perspektifinin durduğu yerde. Nasıl ki ben şimdi bakıyorum sizi görüyorum. Perspektifli açılı böyle durduğum noktadan. Sırtımı dönersem göremeyeceğim tabi. Değil mi ? Bakış açıma göre, perspektifime göre, durduğum noktaya göre ufkumun genişliği.. Mesela, hatta bir şiirimde söylemiştim. Nerde durmak için dağlara çıktıkça ufkumuz genişliyor falan filan diye. Daha da örnek verebilirim. Yani konumunuza göre bakış açınız belirleniyor. Bakış açınıza göre bir oryantasyon tespit ediyorsunuz. Şu anda mesela biz ne dedik bu çok benzemiyor ama biz arkadaşlara anlatmayacağız. Birbirimize anlatacağız. Çünkü arkadaşlara anlatmaya kalkarsak konu çok basitleşir diye. Yine de o hatayı yapıyoruz. Arkadaşlar istemediğim halde inat etti durdular. Neyse şimdi sanki onlar da anlatsın gibi gaye teşkil var diye hissettim. Şimdi peki sizin durduğunuz nokta eğer kendi benliğiniz olacaksa, kendi ruhunuz, kendi kültürünüz, kendi müpteselatınız, kendi personal identity iz olacaksa.. Burada çok faktör var dikkat ederseniz. Kültürün telkin ettikleri var şuura. Hani mesele şuur meselesi elbette ama şuuru biçimlendiren beynin, beyin sensation olduğu gibi almıyor ki ışık önemli milyarlarca foton düşüyor retinanın üstüne. O süzülüyor süzülüyor süzülüyor ondan sonra onları beynin arkasında değerlendirirken kendi kafasına göre bir şekil inşa ediyor. Kendi eski şeylerine göre orada foton foton görmüyor. Resim görüyor. Değil mi? Yani insanı bütün olarak görüyor. Kuantum mekaniğinin parçacıkları şeklinde görmüyor yani. Fotonlar şeklinde görmüyor. Öyle görse zaten manası olmaz. Şu fark çıkıyor bir şuurun verileri var. Buna toplamda sağduyu diyoruz. Yani bütün duygularımız birlikte görmeydi, işitmeydi, dokunmaydı, kendi vücudumuzla ilgili farkındalığımız bütün şu anda ki uyan kaldı ki şuurumuzun tamamı. Bir de müşterek his de derlerdi eskiden. Sağduyu dediğimiz şeyi veriyor. Bu sağduyuya göre ben Numan Bey’i karşımda görüyorum kardeşim. Bunda şevk ve şüphe olamaz. Hatta bir tecrübi mesele olduğu için oradan empirik bir done olarak yani factum diyoruz artık biz buna. Factum diyoruz. Factum kelimesi yapmak kelimesi anlamına da geliyor dikkat çekici bir şey Latince de. Niye yapmak anlamına geliyor. Çünkü sensation alıyor, görüntüye dönüştürüyor. Yani oraya giden ışık fotonlar da beynin de retina tabakasın da değerlendirmeye başlıyor, iletiyor. Bir takım elektroçip impuslarla arkadaki görme merkezinde. Daha iyi biliyorsunuz ki bu kadar farklı değerlendiriyor ki mesela rengini ayrı değerlendiriyor, biçimini değerlendiren yeri ayrı. Değil mi ? Mesela bu görüyorum ama sarı renkte. Şimdi o sarı rengi her yerde birden görmüyorum. Fotoğrafta fotoğraf ee fotoğrafta gördüğümüz gibi, resimde gördüğümüz gibi. Beynin rengi gören yeri başka, şekli gören yeri başka, başka özellikler başka.. Şimdi bunların sonradan görme merkezinde birleştiğinde hatta görme merkezinde sınırlı da olmadığı zamandayım. Çünkü eğer yanlış hatırlamıyorsam o şaşırtıcı hipotez kitabında Francuski, ayrıca beynin diğer bölgeleriyle de hafızayla falan da etkileşimde. Çünkü hafızada da öğrenilmiş görme şeyleri var. Mesela tamam ben yeryüzünde ki herkesi tanımıyorum ama sizinle arkadaş olduğumu sizinle bir yerde karşılaştığım vakit hemen tanıyorum. Peki nasıl? Çünkü hafızada var o bilgi. Yani görme sadece pasif bir görme değil, hafızadaki bilgiyi de kullanır. Kullanmak zorunda yani. Tanıyabilmek için. Tanıma özelliği başka, yüz tanıma özelliği başka mesela beynin. Renk tanıma özelliği başka. Şekil tanıma özelliği başka. Mesela şimdi şöyle demiş adam. Kimdi hatırlayamadım ama metafiziği tenkit etmek isteyen bir papazdı galiba. Burada notlarım da var ama teferruatı önemli değil adamın. Karanlık bir odada mevcut olmayan siyah bir şapkayı aramak tamam mı? Karanlık bir odada mevcut olmayan siyah bir şapkayı aramak benzetmesini yapıyor. E şimdi sen görüyorsun tamam ama bu görme acaba ne kadar sıhhatli. Mesela fiziğe göre masa başka, bizim duyularımıza göre masa başka diye meşhur o fizikçilerden Eddington muydu? Eddington’ın iki masası şeyini paylaşmıştım daha evvel. Galiba siteme koymayı unuttum ama sizlerle paylaştım mı onu da hatırlamıyorum. Yani şimdi burada sadece şuurla da ilgili değil. Fizikle de ilgili bir problemimiz var. Bir klasik fizik var işte Afif Bey Üstadımızın daha teferruatlı izah edebileceği gibi mekanik-klasik mekanik var. Klasik fizik var. O bizim şuurumuza daha çok benziyor ve ona daha uygun. Buna mukabil

O bizim şuurumuza daha çok benziyor. Ona mukabil bir de mikro fizik var, bir de makro fizik var. Şimdi orada büyük hızlar söz konusu olduğu zaman iş kâinat çapında düşünmeye geldiği vakit, bu sefer normal Newton mekaniğini kullanamıyoruz veya klasik mekaniği kullanamıyoruz. Orada yüksek hızlarda söz konusu bu sefer mecbur oluyoruz, efendim relative fiziğine müracaat etmeye. Geometriler değişiyor. Şey güzel anlatır eğer yazdıkları doğruysa tabi onlar ne kadar sıhhatli onu tam manasıyla değerlendirecek durumda değilim. Arif Bey değerlendirir. Fiziki Realite Meselesine giriş isimli yazısında Ahmet Yüksel Özemre’nin 6-7 çeşit geometri veya yanlış hatırlamıyorsam space time, Rölativite fiziğinde Riemann geometrisi tercih ediliyor. Normal bir geometri değil, 3 boyutlu bir geometri değil ama geçenlerde Leonard Susskind şu örneği vermişti hatırlarsanız “Gözünüzü kapatın ve 5 boyutlu bir cisim tasavvur edin. Bir kısmı ben, yanlış diyor. Niçin yanlış? Çünkü siz aslında 3 boyut içinde böyle havada yüzen bir yüzey tasavvur ettiniz. 2 boyutlu diye çünkü başka türlü olmaz 2 boyut. Çünkü sizin zihninizin yapısı 3 boyuta göre. Sizin zihniniz 3 boyutlu burada şuurun hususiyetlerin ne kadar innate yani doğuştan gelme olduğu problemi çıkıyor. Matematik içinde vardır. Bu identity meselesi içinde var, şöyle var. Pisagor’a göre, Eflatun’a göre matematik gerçeklikler ve sayılar innate’tir. Sonradan öğrenilmez. Hatta Kant’a göre bile bunlar a priori gerçeklerdir. Yani biz zamanı, mekânı, sebepliliği ve sayıları ve bazı mantıklı muhakematı matematikle yaptığımız o dedüksiyonları, basit dedüksiyonları doğuştan getiriyoruz. Bunlar a priori bilgiler, zihnin tecrübe ile ampirik olarak öğrendiği bilgiler değil Lock’un veya Hume’un iddia ettiği gibi, bunlar zaten matematikte var. Kronecker’de şey diyor galiba “Tanrı sayıları yarattı, geriye kaşan her şeyi insan yaptı, ama sayılar nereden geldi? Sayılar da insan zihninin inşasıdır gibi görünüyor ___ göre veya Nasreddin Hoca’nın çömlek hikâyesine göre eğer öyle bakarsan basitçe. Ama biraz işin derinliğine gittiğiniz vakit hakikaten sayıların tuhaf özellikleri var. İşte seninle beraber okuduk, Afif Beyin de okuması için tavsiye edeceğim tabi hemen. Bende İngilizce mektup olacak göndereyim, Türkçesi de var da, Türkçesini ne yapacaksın bozmuştur tercüme ederken. Batının Çöküşü kitabında çok uzun ve çok güzel yazılmış bir sayılar bahsi var. Nitekim Bergson’da time and free de epeyce uzunca bir fasıla ediyor sayılara. Sayıların daha çok uzayı biçimlendirdiğine, discrete olmak durumunda olduğuna dair. Şimdi unity dediğiniz vakit zaten bir şeyi discrete yapmış oluyorsunuz. Yani bu mousedur, bu bardaktır, bu tesbihtir. Bunların her biri farklı birer identity, farklı birer identity oldukları içinde birbirlerinden farklı discrete elemanlar bunlar. Bunları sayılara dökebilirsin. 1,2,3 tane diye ama sayılarla ifade ettiğin zaman zaten discrete yapmış oluyorsun. Hâlbuki zaman ve şuur halleri hiçbir şekilde discrete değildir Bergson’a göre. Bunlar intensiyoneldir. Yani şuurumuzun tecrübesi zamanla ilgili bir tecrübe. Şimdi intensiyonel meselesine de bu sefer geliyor identity meselesi. Bir şeyi çokluk-birlik diye tasvir edeceksek işte ben burada aklıma gelmişken o sayfayı bulayım da size aktarayım aldığım nottan çünkü isimleri hatırlamıyorum. Mesela unum bir efendim verum gerçeklik nerede o galiba bilgisayar da burada yok. İdentity, birlik, unity, unum ondan sonra verum gerçeklik, bir şey mesela alikıyt böyle 5-6 tane terim var. Şimdi ben sırasıyla söylemek istiyordum siz ama bunların arasında gözükmüyor. Şu benim notlardan bulabilirim istersem. Unum, verum işte böyle gidiyordu. Eski Ortaçağ Metafizikçilerinin transcendence saydığı yani aşkın saydığı metafizik konuları müteal tam Türkçe karşılığı.

Numan Hoca; hocam bulalım lütfen.

İşte buradaymış. Esse, unum-bir, bonum-iyi, verum-gerçek, res-şey, alıkeyt-bir şey. Bunlar insan zihninin kavrayamayacağı konular diyor ortaçağ metafizikçileri. Bunlar temel kategoriler tamam ama nekadar uğraşırsanız uğraşın problem çıkar. İster bunu ego açısından identity diye alın zamanda nasıl oluyor kompozisyon olarak düşünürsen nasıl oluyor, bilmem__ olarak düşünürsen nasıl oluyor, efendim her yönden problem çıkıyor. İster matematik, ister mantık açısından ele alın orada da intensiyonel, extensiyonel meselesi çıkıyor. Şimdi bakın intensiyonel kelimesi intendene den geliyormuş latince. İntention da aynı kökten geliyor ama intensiyonel çok az kişinin bildiği bir tabir. Çünkü semantik ve matematik tabiri, mantık tabiri Normal dilde kullanılmıyor. İntention- niyet demek. Şuuru hem intention hem de intensiyonel olarak kullanır. Yani intentiondır bütün şuur halleri diye tasvir edenler var. Bazen de öyle geliyor ki bana intensiyonel demek isteyip de yerine intentional deyip karıştıranlarda oluyor. Şimdi bizim normal uyanık şuurumuz, uyanık haldeyken, şu anki şuurumuz, farkındalığımız daima bir hedefi, bir niyeti olan bir şey. Bir başka özelliği daima bir, tek bir insan hissediyor. Her ne kadar parça parça da olsa beyin onu birleştiriyor bir şekilde. Eğer beyin yapıyorsa bu işi fizikalistlerin dediği gibi. Bu rengi, bu şekli, bu kokusu, bu bilmem nesi ama ben bunların hepsini alıyorum birleştiriyorum bu çokluktan parçaları birleştirip bir bütün yapıyorum ve buna bir identity izafe ediyorum. Bu Afif beydir, saçları siyahtır, kendisi biraz esmerdir, işte efendim gri renkte bir tişört giymiş falan filan tamam mı. Ne görüyorsam, ne hissediyorsam. Bir de bütünlük var, enteresan özelliklerinden biri farkındalığın, uyanık şuurun rüya da böyle değil çünkü veya luciditede farklı olabiliyor veya halüsinasyonda farklı olabiliyor. Onun farklı hallerini de biliyoruz tıp tarihinden veya bazı tecrübelerden. Demin de 1-2 örnek verdik ama normal, sağlıklı şuur halinde bir kere birlik var. Bütün bu hadiseleri, bu konuştuklarımı, bu düşündüklerimi yaşayan kimse benim. Şu anda ben konuşuyorum. Ben benim diyor ya. Bunları yapan eden, konuşan, bu gürültüleri çıkaran adam benim.

Bu şuur bana ait yani. Burada bile ayrım yapan var. Biri I biri ME. Yani ben ego tam karşılığı I. Ama bunlar bana oluyor Şu anda bir acı hissediyorum. Bu acıyı Numan hissedemez kardeşim. Ağzımda bir acılık hissediyorum. Değil mi? Galiba çay saati geldi ya da çay isteği. Lütfen bir çay veriniz. Ara vermeyelim, hayır. Şimdi yani misal diye verdim bunu. Bunu ben hissediyorum kardeşim. Bu acıyı tamam mı Aynı şeyi seni hissetmen mümkün değil. Sana olmuyor bu bana oluyor yani. Me is, diyor adam. Bu yaşadığım şey bir tecrübe. Benim benliğimin yaşadığı bir tecrübe. Bana oluyor olanlar hissettiklerim falan. Yani zaten bunların derecelendirmesi bile değişik bir şey. Mesela İntensional hadiseleri matematikteki o bir ölçüye tabi tutamıyorsun. Bu acıyı öbüründen daha şiddetlidir diyemezsin. İşte sen vermişsin daha evvel bu misali hastalarımızla ilgili bir kere konuşurken bana. Yani diyorsun ki bu adam acıyı hissediyor. Çok acı hissediyor. Bu acı öbürünün iki katı diyemezsin kardeşim. Bu acı öbürünü kuşatacak kadar geniş falan dediğin zaman ister istemez o sayılarda olduğu gibi discrete hale getirilmiş ve sanki spatial bir hal yani Uzamsal bir tarzda tasavvur etmiş gibi oluyorsun. Hâlbuki şuurun böyle bir özelliği yok. Binaenaleyh sen evet elbette şu örneği de vermişlerdir. Saçının telini çektiği vakit berberin makası diyelim saçının telini kopardığı vakit hissettiğin acıyla dişini çektirdiğin zaman hissettiğin acı arasında büyük bir derece farkı var. İkisini de yaşadık değil mi? Tecrübeden biliyoruz. Dişimi çekerken hele 20 lik diş falan. Bazen kökleri çatallı matallı olur. Bir türlü çıkmak bilmez değil mi? Yani müthiş acı verici. Uyuşturulamazsa bir de. Bazen de uyuşturulamaz. Böyle şeyler de olur. Yani şimdi elbette şiddetten bahsedebiliyoruz. Elbette bu acı öbüründen daha şiddetli. Saçının telinin çekilmesinden değil mi? Ama kardeşim bu intensiyonel bir şey işte. Yani sen bu acıyı, bu acı öbürünün üç katıdır, beş katıdır diye matematiğe dökemiyorsun. Çok daha şiddetli gibi. Şiddet cinsinden ifade ediyorsun ona. İntensif yani. Yani intensiyonel niye söylemiş intendene yayı çekmek anlamına geliyormuş. Yayı çekmek dediğiniz vakit yayı çektiniz eğer çok sert bir yaysa diyelim Osmanlı yayı. Hatta böyle hikâyeler duymuşumdur. Öyle bir yay ki kimse onu geremiyor kardeşim kirişinden geçirmek için çok güç harcamak lazım. Çok sert sıradan babayiğidin gücü yetmiyor falan. Yani yayı gerdiğiniz zaman oku atmak için o yay gerginliğiyle hissettiriyor size. Hatta bu örneği vermiştim size. Yayın biçimi değiştiği için spatial bir şey çıkıyor falan gibi. Yani yayı geriyorsunuz peki niye bir ok ve yay elimde. Bir hedefiniz var yani. Bir ok atacağız da ondan değil mi? O yüzden intention oluyor işte. Hedef sahibi olmasından dolayı intention. Gerginlikten dolaylıda intensional oluyor. Aynı tarzda telaffuz edilmekle beraber omomin olmakla beraber. İntelşın intelşın diyorsun ama biri s ile biri t ile. Şimdi inteniton oluyor. Çünkü devamlı bir hedefi var şuurun. Bir. İki bir de bir kendi şiddeti var diyelim. Yani o sayılar cinsinden discrete olarak veya mekanlaştırarak ifade edilemiyor belki. Belki zamanla ilgili mekândan çok. Onun çok tartışması var elbette ama sonuç olarak böyle bir mahiyeti de var. Şiddet mesela şimdi Diş çekiminde hissedilen veya. Ama şöyle biliyorsunuz tabip olarak adamı uyuşturuyorsunuz kalp ameliyatı yaparken. Hissetmesin acıyı diye. Değil mi? Yani veya anestezi yapıyorsunuz işte zaten anestezi hissetmemek demek. Efendim estetik hissetmek çünkü. Anestezi ile hissini yok ediyorsunuz adamın. Acı duymasın diye. Şimdi bazı ilaçların kullanılarak hatta hipnotizmayla da acıyı yok etmek mümkündür derler. Hipnotizmayla acısız ameliyat yapılabildiğini okudum ben. Hipnotizma halindeki insanın iğne batırıldığı halde acıyı hissetmediğini de gördüm. Yani şuur hallerinin kendisinin özellikleri bakımından baktığımız vakit şimdi burada birlik olması, hedefi olması falan gibi şeyler. Bakıyorsun duygusal da bir şey yaşıyor yani şimdi bu adam. O hikâyeye bakacak olursak. Adam tanrıyı gördüm diyor. Işığa gidiyor bilmem konuşuyor bir şeyler bir şeyler bir şeyler. Bir şuur hali peki de delilerin de halüsinasyonu var mesela. Yani gördüğümüz her şey gerçek midir sanki. Beyin açısından gerçek olabilir ama biz bunu nasıl konfirme edeceğiz. İlmin problemi işte burada çıkıyor karşımıza. Bir konsenusla mı. Yoksa bir confirmation, holizimle mi onun da tefrik edilmiş çeşitleri ve münakaşaları var. Yani şimdi ben bunu tarttım kardeşim. Bu 5 gr geldi. Sen itiraz ediyorsun 5 gramdan fazla geldi. İyi tartalım buyur. Bir kaç arkadaş daha görsem sadece sonucu biliyor. Bu iş bir konfirmasyon. Tecrübi bir şey. Şimdi burada tecrübi olanın teorik olandan farkı tartışması da çıkıyor karşımıza. Bu hikayesinden bakınca. Çünkü siz bir tecrübe yaşadınız tamam. İster tanrıyı görün ister Numan’ı görün. Ne görüyorsanız görün. Görüyorsunuz çünkü. Ama bu gördüğünüz gerçek mi? Bunun gerçek olduğunu kendinize nasıl ispatlayacaksınız. Burada ispat mümkün mü? Yoksa sadece bir konfirmasyon mu? Bir belificiation mı? mümkün. Hatta o tabirin İngilizcesini bilmiyorum Türkçesinden okudum. Gerçeklemeyle ispat farklı şeyler diyor Kuanckare Şimdi bir çeşit yerine koyma gerçekleme anladığıma göre. Efendim ispat daha çok bir şey inşa etmektir diyordu Hatta Goblot mantıktan farklı bir şey matematik illüzyon diyordu Mantıkda ki syllogism mantıkta ki dedüktif usuller matematiği izahı etmez çünkü matematik de construction var. Bir şey inşa ediyorsunuz moleküllerden ve daha evvel mevcut olmayan bir şey inşa ediyorsunuz. Hatta bir şey keşfediyorsunuz. Kimilerine göre matematik insan zihninin önünde sadece keşfedilen bir şeydir. Demin arada kaynadı ama Roger Penrose ne diyordu? Elimizde farklı varlık çeşitleri var: 1- Fiziki dünya var, tabiat var. Burada bir problemimiz var tuhaf bir şey var nasıl oluyor da bu fizik dünyanın bütün özelliklerini matematikle birebir örtüşüyor. Niye matematiğe uygun düşüyor veya matematik ifadelerle ifade edilebiliyor biri bu. İkincisi; şuur var dış dünyayla ilgisi yok tamamen sübjektif bir tecrübe. Tamam birliği var, bütünlüğü var, anlamlılığı var, başka başka özellikleri de var ama netice olarak da biz ilmi o şuuru kullanarak yapıyoruz o şuurun ilimle, ilmi tecrübemiz üzerinde ki etkileri ne kadar, nereye kadar şüphe götürüyor tartışmak lazım konfirmasyon açısından. Üçüncü olarak da matematik var. Uzaydan da mekândan da bağımsız olarak şuur halleri zamanla ilişkilendirerek az çok anlar gibi yapabilirsiniz. Fizikte mekânla tamam ama bu ikisiyle de alakalı değil. Yani ve matematikçinin yaptığı inşa ettiği bir şeyden çok matematikçinin inşa ederek keşfettiği bir şey gibi. Bazı sonuçlar. Şimdi baktığınız zaman şimdi bu görüşler tamamen haksız diyemeyeceğim ben. Çünkü adam üçgenin hipotenüsünün bilmen neyini hesaplarken Pisagor teorimin de irrasyonel sayıyla karşılaşmış. Büyük bir şokta yaşıyor tabi Pisagorcular biliyorsunuz. Sonra geliyor adam efendim difarensiyaller hesabını yapıyorsunuz. Küçüklüklerle uğraşıyor ondan sonra geliyor muhayen sayılar ile imajiner numbers diye bir şey var. Efendim mesela şey de var galiba Mandelbrot setinde öyle imajiner number vardı galiba yanlış hatırlamıyorsam. Yani bir şeyler yazıyorsunuz matematikçi olarak şu formül şu böyle falan aa karşınıza daha evvel hiç bilmediğiniz sayılar çıkıyor işte. Şimdi o insanın bilinmesi gereken sayılar tabi sayılardan ibaret. Öbürü nereden çıktı? Negatif sayılar nereden çıktı? Bilmem efendim kesirli sayıları hadi anladık birbirlerinin nispetinden çıkardık. İrrasyonel sayılar nereden çıktı? Bilmem hayali sayılar nereden çıktı şimdi? Bir de şöyle bir tanım var. Tamam biz hayali sayılarla niye uğraşalım kardeşim iyi ama mesela Maxwell’in denklemleri için ya da elektrik akımları için hayali sayılara ihtiyacımız var o olmadan çalışamıyoruz değil mi ? Öbür sayılar yetmiyor, yetmeyince mecburen bu sayılar. Bu sayılar da ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Mesela sıfır. Yahu sıfır hatta rakamlar şimdi siz üç dediğiniz vakit aslında üç tane çizgi tasavvur ediyorsunuz ilk başta. 1+1+1 peki nasıl oluyor da 2+1 de 1+1+1 eşit olmayacak. Orada işte ayniyet problemli identity problemi rakamların birbiri yerine eşit. Peki, nasıl yapmışız. Ben hatırlıyorum tarihten İsrailli arkeologlar bir mağara da bir kemik buldular var bende belleği yani isterseniz paylaşabiliriz. Kemik üzerinde her iki tarafında da çizgiler var. Bir tarafında 60 kadar çizgi var öbür tarafında başka filan. Şimdi o çizgilerin sayısına ve mahiyetine bakıp üzerinde biraz akıl yürütüyor arkeolog. E akıl yürütmeden sağlam da bir mantık yani şimdi hatırlamıyorum ama nasıl olduğunu anlaşılıyor ki ya bu adam sayı saymayı biliyormuş. Kemikteki çizgileri sayı saymak maksadıyla her seferinde bir çentik atmış buraya anlaşılıyor bir şekilde. Şimdi hatta romanlar böyle çizgi çentik atarak yani şey çizgi çizgi başladılar. Roma harflerini biliyorsunuz. 1 2 3 yan yana. Sonra Hint rakamları geçti sonra sıfır geldi. Sıfır bir kere başlı başına bir hadise nasıl orada sıfır diye bir şey tasavvur edilebilir bir kere. Yani yokluğu tasavvur etmiş oluyorsunuz sıfır dediğiniz zaman. Sayılar açısından anlamı başka veya matematikçi açısından işlevleri çok kullanışlı

Numan Hoca: Sıfır nasıl tasavvur edilebilir?

Bu nasıl tasavvur edilebilir?

Numan Hoca; İki boyutlu dünyayı edemediği gibi.

Şimdi ama bakın şey ne diyor Spinoza şimdi aklıma o geldi sen öyle deyince Spinoza tabi Yahudi ve bu hikâyeyi de çok iyi biliyor. Bu hikâyeden etkilenmemiş olması da mümkün değil bu anlattığım Musa hikâyesiyle. Şimdi bakayım Spinoza’nın lafını yazmıştım ben bir yere efendim nerede o çantam.

Evet, şimdi zannediyorum ki zannediyorum ki neden Musa’nın ego sum ve qui sum bu tabirle karşılaştığı mesele üzerine bu kadar meseleyi yani girizgah noktası, asıl giriş noktası seçtiğimiz stand point olarak seçtim. Yeteri kadar anlaşıldı çünkü çok fazla şümulü geniş meselelere yani felsefi açıdan, matematik açısından, fizik açısından, metafizik açısından, insan ruhu açısından, şuur açısından pek çok yoruma açık ve layığı veçhile de yorumlanmamış şimdiye kadar bir bahis. Daha evvel hatırladığıma göre bir Hazar Kağanının rüyasını yorumlamıştım değil mi? Hazar Kağanı neydi o hatırlamaya çalışacağım o Latince ifadeyi. Belki sen de hatırlasın ya.

Numan hoca: Tanrı senin niyetlerini seviyor.

Senin niyetlerin tanrı katında makbul ve kabul edilmiştir ama inteltiotua grata at exapta orada bir kelime var hatırlayamadığım kreatori non komperatua nonsun taksepta yine bu da yanlış ifade de ben bunu doğrusunu da bulmuştum hatta başka çok eski bir kitaptan. Bugün romandan da nakildi orada böyle geçiyordu. Sonra araştırdım orada iki kelime eksik kalıyor. Elimde vardı ama şimdi hatırlayamadım. Tanrı senin niyetlerin Tanrı katında makbul ama ya Allah yaptığın işleri de işlerinden de fiillerinden de memnun değil şuurun tamam ama operadan memnun değil diyordu. Şimdi bunu ben bir yorumladım güya daha evvel işte bu Babil krallığı şeyini de yorumlamıştım. Unutulan rüyalarını. Tarihi çağlar, tarih ve tabiat rüyaları falan diye işte Babil kralı Nebukadnezar’ın rüyalarına çağdaş yorumlar isimli makale zaten varlığın anlamını içinde var. Tabi bu arada onu da aklıma gelmişken söyleyeyim. Dedim ki ben niye bu rüya tabirlerini dörde çıkarmıyorum. İki tane yaptım zaten hazır. Biri güzeldi yazılınmış metindi çünkü üstelik o zaman gençtim. Basit gibi görünüyor ama aslında orada da çok orijinal şeyler var ve üstelik üslubu güzel yazı üslubu olduğu için. Öbürünü ancak konuşma biçiminde yapabildik iki farklı konuşma birbirinin devamı Hazar Kağanı rüyalarına çağdaş yorumlar diye. Onlar da unutulmuş rüyalar, Babil kralının ki gibi. E onun tabi üslubu şimdi olduğu gibi biraz konuşma üslubu biraz dağınık olabilir. Ama neyse onu da yaptık madem kardeşim sen niye bu Tolstoy’un rüyalarını anlatmıyorsun bir de kendi rüyalarını. Yani varlık, insanlık hakkında. Rüyayı burada tevriyeli iki anlamlı kullanıyorum hem normal rüya hem de dünya görüşü rüivet anlamında görüş anlamına kullanıyorum tabi. Efendim seviyeli oluyor yani Afif Bey üstadım sonuç olarak bir de kendi rüyalarımı anlatmam lazım. Şimdi ikisini zaten yaptım. Birilerini de dillendirdim ama aldırış eden olmadı şimdi bu münasebetle zat-ı alinizden rica ediyorum zaten bir arada böyle bir şeyi talep ettim sizin evdeyken yengemle birlikte onu da davet edersin o zaman. Biz bu konuşmaları aksatmamak kaydıyla bunlar arasında herhangi bir tarihe sizinle belirleyeceğiz. Bir de Tolstoy’un rüyalarını ekleyelim. Bunu bir anlatayım Tolstoy üstadımın rüyalarını anlatayım ve zaten kendi rüyamı da şimdi anlatıyorum ayrıca Musa’nın rüyası da dâhil bu işe gördüğünüz üzere. Bu aslında Musa’nın rüyası Musa’nın rüyasıyla başladık. Musa’nın rüyasını kendimize stand point olarak seçerek kendi rüyamızı anlatıyoruz. Musa’nın rüyasını benlik meselesine giriş bulunduğumuz noktaya göstermek açısından ele aldık. Hem ona bir şerh yapalım hak ediyor çünkü güzel bir hikâye. Tabi burada hikâyenin sanat açısından tahliline girmedim söyleyip geçtim ama onu ileride map of knowledge bahsinde sanattan bahsederken yaparız. O zaman ___ kıyaslarız. Başka sanat ve sanat tahkiyesi nedir? Mesela sinemanın farklı bir dili vardır. Şiirin farklı bir dili vardır bilmem romanın farklı bir dili vardır, tarihçinin anlatımı farklı bir anlatımdır. Hep tasvir sanatıdır ama farklı farklı metotlar kullanılır ve hepsinin avantajları dezavantajları vardır. Burada da aslında çok güzel anlatılmış bir hikaye kısmı olmakla beraber fakat yani sanat açısından değerlendirdiğin vakit çünkü sanatın gerçekliği bizim fizikçinin anladığı gerçekten farklı bir şeydir. Burada şimdi hemen hatırıma geldi istersem açar kitaptan okurum ama gene teferruat diye kendime sansür uyguluyorum. Efendim ee Şahidi mana benim kimdir asıl söz sahibi isimli yazımda şöyle bir şey söylemiştim: İnsan oyununun, dil oyununu felsefeci başka türlü oynar, sanatkâr başka türlü oynar, filozof başka türlü yani her birinin kelimeleri tartarken kullandığı ölçüler ve hedefler çok farklı. Yani bunu şuna benzetin. Hatta geçen gün birisi şöyle bir benzetme yapıyordu fizikçilerden biriydi galiba. Bir satranç Richard Feynman, Hindistan’da verdiği dersleri izledim de sizinle paylaşmadım ama orada verdiği kuantum mekaniği ile ilgili dersler izledim biraz. Bir satranç tahtası düşünün diyor, fakat satranç tahtasının beşer onar sıra değil de yüzbinlerce satrançtan müteşekkil bir tarafında yüz bin öbür tarafında yüz bin tamam mı o oyunu vardır Çinlilerin mesela o biraz kalabalıktır. Çok daha sürprizlere gebedir oyun o yüzden. Bizim Ahmet meraklıydı sana da öğretiyim dedi ama aldırmadım ben. Yani çok daha geniş çok sayıda kare ihtiva eden yani binlerce yüzbinlerce kare ihtiva eden bir satranç tahtası düşünün ama oyunun kuralları falan belli ama o zaman satranç tahtasının şurasın da olan filan piyonun vezirin hareketiyle ta öbür taraftaki bilmem neyi nasıl birleştireceksiniz zihninizde yani tabiatı benzetirken oyunun kuralları matematiğin uygulanışı falan diye böyle bir örnek de vermiştim. Şimdi o bakımdan yani fizikçinin de tasvir ettiği bir varlık var, sanatkârın da var, tarihçinin de var her biri farklı farklı metotlar farklı farklı hedefler yüklüyor elbette. Şimdi burada benim pozisyonum çok farklı şundan dolayı ki ben tarih felsefesiyle uğraşıyorum yani hepsini ihtiva ediyorum. En zoru o yüzden tarih şuuru en zoru demiştim geçen konuşmada çünkü burada hem ilmi bakış açısını hem sanatınkini hem felsefeninkini hem efendim işte tarihinkini hepsini birden kullanacaksınız yani kabaca arz ettiğim gibi işte neler var, sanat var efendim önce sanatla başlarız. Sonra işte dindir efendim ilimdir, felsefedir, tarihtir, tarih felsefesidir, metafiziktir, bir de mistiklerin mistik müşahedesi var, dini hikmet var. Bunları da kattığın vakit hikmetin 7 direği diye kendi kafama göre hepsi açısından bakacaksın meseleye. Tamam ama bunlardan anlamak lazım o da istisnai bir şey olurdu hem sanatkar hem felsefeci veya tarihçi mizacına sahip olmak çünkü zıt mizaçlar birbirinden hoşlanmaz. Dediğim gibi duruş noktaları farklı hedefleri, farklı mantıkları, farklı ama biz burada eğer hepsini birleştirerek kospektif kospektaneyi de ben icat ettim Latinceden. Spektaneden bakmak yani Konspektane birlikte bakmak hepsini birden bütün bakış açılarını kullanmak anlamın da. Conspection diyorum İngilizcede var mı bu kelime ondan emin değilim ama herhalde vardır. Conspection tarzında, conciouness bütünlüğü açısından konsiyanse aslında yani birlikte bilmek hepsini birlikte görmek bütün halinde falan anlamına geliyor. Kon ekinden dolayı dikkat edersen şuur kelimesinin kökünde var.

Numan Hoca: özelliği olan demin saydığınız olan unity aslında

Birliği ve hepsini bir arada görmesi kelimenin kökünde de var. Konfike yani birlikte bilmek, hepsini birlikte bilmek anlamına. Şimdi bu da Musa’nın rüyası netice olarak böyle baktığınız zaman bakmaya çalıştığınız zaman da tabi tamam ilim adamı böyle söylüyor da bunun tarihteki sonuçları işte muhalifleri ne diyor, bunu beğenmeyenler ne diyor, efendim nereye kadar geçerli sayalım bunu, nereye kadar sınırlarını tahlil edelim falan gibi ölçüler de doğru koyabilmek lazım. Onu yapabildiğimiz kadar yapmaya çalışıyoruz zaten anlamı da o tarih felsefesinin. Şimdi böyle olunca hepsi bir arada meselenin taalluk ettiği, şümulüne aldığı ne kadar şey varsa hepsine elimden geldiği kadar değinmeye çalışıyorum ama bazen de mesleki uzmanlık alanının inceliklerine tam manasıyla vakıf olamadığım için diyelim psikiyatride veya fizikte falan sadece problemlere veya söylenenlere yorumlara işaret etmekte irtifa ettiğim de oluyor elbette. Zaten o yüzden guide map diyoruz. Şimdi bu ıdentity meselesinde Spinoza’ya gelecektik ama Spinoza’ya gelmeden evvel Bradley‘in şu notlarını nakletmek istiyorum. Bu adam da tenkit edilmiştir tabi gene bunun da teferruatı var. Okuduk bir şeyler ama hem aklımızdan ucup gitti hem zaten teferruat dediğim gibi. Ama bu metafizik temayüllü bir adamdı. 20. yy başında Bradley diyor ki mesela şuna da dikkat etmek lazım identity dediğimiz ayniyet, mahiyet, hürriyet yahut da özdeşlik diyebilir miyiz ondan emin değilim matematikte özdeşliğe benzemez herhalde bu. Efendim kelimesi bazen de sınırlı bir şekilde kullanılmalı ve ayrıca çok geniş bir araştırmada gerektirebilir sınırlı olmasına rağmen. İşte gördüğümüz gibi hatta bu sınırlamaları yapsak bile yani identity kavramı bütün metafizik meselelerini de ihtiva edebilir. Hatta metafiziğin demin arz ettiğimiz şeyler neydi orada sen yazmıştın unum, verum falan diye. Essence yani cevher birlik çokluk işte eskiden bizim derlerdi ya kesret de vahdet, vahdet de kesret bu lafları vardı sufilerin. Efendim ee şimdi böyle meselelere tahammuk ediyor. Fakat acaba diyor mesela Bradley, ideal bir şey midir identity dediğimiz şey? Yani bir şeyin kendi kendisinin aynı olması. Her zaman böyledir de bu mutlaka doğrudur diyebilirsiniz Kripke gibi. Yani bir isim her zaman delal etmiyor, bazen referans olur sadece. Numan dediğimiz şey, bir Numan’ın kendisine bir de sadece isim olarak delal edilip farklı anlam olabilir. Mantıklı şeyler de çıkabilir buradan ama fakat yani kendisini aşan bir gerçeklikten de bahsedilebilir bazen diyor çünkü bir yerde çokluk yoksa, bir diversity yoksa hiç bir identity den bahsedemezsin. Yani şimdi biz eğer üç kişi olmasak burada o zaman tek başına Şahin Uçar yeryüzünde ve dünyada varlıkta sadece Şahin Uçar olsaydı diyelim nasıl çokluktan bahsedecektik? Çokluk da karşı çözüm olarak identity’nin elimizde olmalı ki yani veya o zaman çokluk karakterini kaybediyor. Diğer tarafta acaba çokluk her zaman aynı mıdır? Mesela ben hatırlıyorum Tevhid kasidesinde şöyle bir şey söylemiştim. Tanrının diliyle şey diye yani Tevhid kasidesi ya Tevhid zaten benim divanda. Bir sen ki senin birliğine men de delilem mani olamaz vahdedime kesreti aza. Sen birsin, senin birliğine benim kendim de bir delilim bak. Benim vücudumun muhtelif azalardan, hücrelerden meydana gelmiş olması, benim tek bir şahin uçar olmama mani değil. Pek çok milyonlarca, milyarlarca hücreden müteşekkiliz halbuki değil mi? Bunların bazıları neredeyse müstakil canlılardan. Mesela işte kanda gezinen hücreler ee çünkü siz şu örneği vereyim. Birilerine kan vermek ihtiyacı sebebiyle bazen kan verenlerden kan satın alıyorsunuz bir ameliyatta lazım olduğu zaman da o kanı başka birinin kanamasındaki ihtiyacı gidermek için kullanıyorsunuz değil mi yedek kan ünitesi olarak. Başka birinin vücudundan alınmış bir kan bu. Tamam bazı kan uyuşmazlıklarını falan da hesaba katarak. Şöyle veya böyle sonuç olarak bir adamın vücudundan kanı alıyorsun bu kanın içinde bir takım hücreler var canlı bir yapı aslında o. Onları muhafaza ediyorsunuz uzunca bir süre bazen değil mi? Ve sonra birden hastaya ameliyatta lazım olduğu zaman o kanı kullanıyorsunuz. Bu ne demek vücutdan ayrılmış olduğu halde canlılık özelliğini kaybetmemiş o kan özelliğini kaybetmemiş gene işlevsel olarak işe yarıyor başka birinin vücudunda sonra adam mesela bende kullandılar kalp ameliyatı yaparken başka kanları. Sonra belki bir vücut kendine gelince artık o kanı hücrelerini yok kendi gerçek kan hücrelerini imal ediyor zamanla ama netice olarak geçici bir süre için de olsa bir başkasının Müstakil müstakil olabilme hususiyeti var mesela hücrelerin hepsi değil ama en azından kan hücreleri öyle çok açık örnek. Demek ki peki siz pek çok farklı hem de sayısını Allah bilir. E şimdi sen rakamda verirsin kan hücreleri yaklaşık şu kadardır diye. Yani beyaz var, kırmızı kan hücresi var hemoglobin var şu var bu var. Yani sayısını Allah bilir vücuttaki hücrelerin. Tamam, pek çok canlıdan mürekkep bir canlıyız aslında hatta şunu da söylerler bir yorumda. Aslında insan tek başına bir kendi hücrelerine müteşekkir bir canlıdır. Derimizin üzerinde milyonlarca bakteri yaşıyor pek çok canlı bir aradayız aslında değil mi? Artık kim bilir kaç tane mikrop var dişimin kavuğunda veya midem de veya derimde onların hepsi bir arada yaşıyor. Artık sen ona simbiyotik de, asalak de ne dersen de ama sonuç olarak pek çok canlı bir arada. Kendi hakiki hücreleri de olsa kan hücreleri örneğin de çok açık görüldüğü gibi neredeyse müstakil şahsiyeti, müstakil varlığı olan canlılar da var bir arada. Ama bunların hepsi tek bir Şahin Uçar meydana getiriyor. Her ne kadar benim pek çok azam olsa da vücudumda organlar, hücreler falan bu benim tek bir Şahin Uçar olmama mani olmuyor. Bu da diversity var. Çokluk var ama aynı zaman da birlikte var dikkat ederseniz. İşte tam onun birliği de böyle bir şey demeye getirmiş yani. Senin bir olduğuna benim kendi vücudum da delil. Bak benim vücudumun sayısız elemandan müteşekkir olduğu halde o Cantor’un içi boş set dediği gibi içi boş set değil yani. Anladın mı? İçinde sonsuz sayıda değilse de tahayyül edemeyeceğimiz kadar yüksek sayı da atom var değil mi? Trilyonlarca, Trilyon değilse de yakın herhalde. Bilmiyorum ne kadardır rakam hesaplasak. Ama milyarlarca hücre. Şimdi bu hücreleri alıyorsun abi hücrenin içine giriyorsun. İşte bunun DNS ı var, çekirdeği var, mitokondri var, zarı var hücrenin içinde farklı farklı yapılar var.

Bunların biraz daha temel hücrelerine gittiğin vakit karşına organik moleküller çıkıyor. Organik moleküller canlı değil. Mesela DNA’nın her hangi bir guanin mi diyorsun nedir, onun formülü işte bilmem şu kadar karbon, bu kadar bilmem ne. Yani basit bir organik kimya molekülü canlı değil tek tek parçalara baktığın vakit. Hücreyi teşkil eden elemanlar en azından organik kimyadır dedik diye kimya moleküllerine iniyorsun. Arkasından atomlara iniyorsun. İnsan vücudu dediğiniz zaman değil mi? Bilmem magnezyum veya karbon atomdur tamam mı? Yani bu ilmin redüksiyonist indirgemeci metodunu kullandığınız vakit sonunda karşına atomlar çıkıyor. Elementlerin atomları çıkıyor organik kimyalar bunların. Dahası Afif Bey üstadımız gibi parçacık fiziğine indiğin vakit atomların da altında bozonlar, nötronlar, protonlar, elektronlar, fotonlar bir sürü başka şeyler çıkıyor. Değil mi? Zaten daha molekül bazına iner inmez görüyorsunuz kaba şekillerde bile tamamen cansız madde. Peki bu cansız madde parçacıkları bir araya gelerek nasıl bir canlı oluşturdu? Canlı oluşturmakla da kalmadı, bu canlı aynı zamanda sayısız elemandan mürekkep olduğu halde tek bir şuur vasıtasıyla birleştirilmiş. Orada k…. Oluyor dediği gibi. Tek bir canlı haline dönüşmesi çokluktan. Parçaların bir araya getirdiği bir bütüne dönüşüyor. Türkiye Cumhuriyeti örneğini verelim, diyelim ki 70-80 milyon ama tek bir Türkiye Cumhuriyeti var dünyada. Bir tane değil mi? Birlik var orada yani çoklukla beraber tıpkı insan vücudunda olduğu gibi. Parçalarına böldüğünüz zaman diversity çıkıyor karşınıza ama aynı zamanda bütün olarak da bir birlik var burada. Ne diyordu ___ üstadımız bununla ilgili “çokluğu da aynı zamanda bir birlik olarak görmediğiniz zaman kendi kendisiyle o zaman identity de yok oluyor. Yani ben senin efendim böbreğinin tekini alıp buna ihtiyacı olan başka bir hastaya nakledebilirim pekâlâ yapılıyor zaten pratikte değil mi? Ama şimdi orada bütünü teşkil eden parçalar yerli yerine oturmayınca birlik de kayboluyor. Hatta şu soruyu sormuş adamın biri “imposter olmadığımızı nereden bileceğiz?” mesela Musa kendini Musa zanneden imposter muydu acaba ya da Şahin Uçar şu anda konuşuyor acaba Şahin Uçar imposter olmasın. İmposterun işte ne olduğunu biliyorsunuz. Psikiyatride de var bir örnek bir adam kendini başka biri zannediyor. Mesela adamın annesiyle ilgili diyelim beyninde öyle bir yer tahrip olmuş ki annesine sevgi duyduğu, sempati duyduğu, ona sıcaklık hissettiği bazı duygularla ilgili şeyler körelmiş. Annesi adamın, adamlarla konuşuyor onları yabancı sayıyor. Ona karşı bir sıcaklık hissetmiyor, sevgi hissetmiyor. Bu diyor ikisi de annemin, babamın tıpkısı görüntü olarak ama annem babam olamazlar. Çünkü ben bu adamları yabancı gibi görüyorum ve sevmiyorum. Bunlar annemi babamı taklit eden sahtekârlar. Yüzlerini ona benzetmişler, onlar gibi giyinmişler, onlar gibi davranıyorlar ama sahtekâr, gerçek annem değil, imposter diyorlar. Böyle örnekler psikiyatri de biliyorsun, öyle hastalıklar da. Peki, kendinin imposter olmadığını nereden biliyorsun? Ben benim diyorsun tamam anladık da, bunu da sormuşum insan, varlık ve zamanda ben kendime ben neyim diye soruyorum. Benlik bana ben benim diye cevap veriyor değil mi? Aslında çok hoş bir yazı oldu şimdiki bilgilerimize göre çok basit kalıyor ama söylenen her şeyde doğru orada şuurla ilgili, benlikle ilgili söylenen de yanlış bir şey yok, yani enteresan çok usturuplu nasılsa. Orada da var bu soru peki ben benim diyorsun da eğer ben kendi gerçek benliğimi anlayacaksam, varlığı da anlamak durumundayım. Yani şimdi ben kimim kardeşim vallahi şu anda bizim telefonun GPS’ine göre Cerrahpaşa’da Ayhan Songar Salonu’nda konuşan bir adamım coğrafi tespit olarak x,y,z şu an are da söyleyeyim event olsun zamanı da söyleyeyim şu anda. Yahut şöyle bir örnek verirler. Biriyle buluşmaya gideceksin işte şurada buluşacağız, koordinatları şurası x,y,z ama buluşabilmek için zaman da vermek lazım. Şu saatte buluşacağız daha erken gidersek olmaz, daha geç kalırsak olmaz. Daha ayrı çağırırsak bekletiriz efendim bugün olduğu gibi. Batılılar da beklemezler ha bir de onların böyle manyaklıkları vardır biliyorsunuz. Neyse o da ayrı bir kültür davası. Şimdi peki burada konuşuyoruz iyi, Musa’da Turu Sina’da konuşmuş tamam yeri belli, zaman belli bu bir hadise iyi de boşlukta konuşmuyorum sadece ben yokum? Burada bir mekân, bir de zaman bir kere. Değil mi? Yani bugün 11 Kasım 7.30’da Cerrahpaşa’da bilinen bir mekân işte daha fazlasına gerek yok. Ayhan Songar Salonu’nda konuşuyor bu vatandaş. Peki, iyi ben kendimi anladım da bir de benim dışımda bir varlık var. İşte böyle Cerrahpaşa falan diye tarif ettiğimiz. Şuurun kendisi var, kendisinin farkında olması, kendisini bir olarak hissetmesi, vücudundaki bütün çokluğa rağmen diversity rağmen unity hissetmesi ve kendisinin de sahte olmadığından da emin ha. Ben Şahin Uçar’ım ha bak başkasıyla karıştırmayın tamam mı? Mesela Budizm, aldığım notlara göre identity problemleriyle, nefis, soul problemiyle de barışmıyor yok böyle bir şey kardeşim diyor. Zaten bazı tarikatlarda dış dünya da yoktur mayadır, sahte bir rüyadır. Değil mi? Maya aldatıcı. Sadece şuurumuzun bize gösterdiği biçimiyle, şimdi bir yandan bakıyorsunuz o Eddington masa örneğinde olduğu gibi gerçekten de bizim gördüğümüz, bizim hissettiğimiz dünyanın en azından kuantum fizikçilerine göre hatta öbür fizikçilere göre de klasik mekanikçi çünkü onlarda atom diyor kuantum demese bile maddeye netice de atomlardan müteşekkil, moleküllerden müteşekkil diyor. Ee bizim gördüklerimizin gerçeklikle alakası yok fiziki gerçeklerle. Biz atomları görmüyoruz ki ben şu masayı gördüğüm zaman milyonlarca, trilyonlarca molekülden mürekkep çok büyük bir yapıyı görüyorum. Onu meydana getiren tek tek molekülleri görmem mümkün değil ki. Öyle değil mi? Gözümün o kadar hassasiyeti yok çünkü gerçi gözün hassasiyeti de acayip buraya bir parantez açayım 5-6 fotonu hissedebiliyorum. 5-6 belki mübalağa ama 7-8 fotonu hissedebiliyor insan bir defada tek fotonu hissedemiyor ama fizikçilerin anlattığına göre tek bir foton olursa hissetmiyor. Bir şiddette lazım ya elektrik yükünü çevirmesi için o hücrenin. O şiddet kâfi gelmiyor. Kuantum fiziğinde bununla ilgili misaller var.  ama mesela bir levhayı atomlarla bombaladığınız zaman şimdi eğer elektromanyetik radyasyonsa işte kuantum mekaniğinde verilen misal. Bir metalin parçasından yüzeyinden bir takıp elektronları koparabiliyor ışınlar. Yani çarpıyor ama burada ne diyor, benim hatırladığım yoğunluğu, şiddeti önemli değil. Bu ışık çok fazla olabilir. Her tarafı aydınlığa boğduk hiçbir şeye etkisi olmuyor ama frekansı uygunsa maddenin yüzünden elektron parçalarını koparıyor. Değil mi? Nitekim bunu kullanıyoruz lazerli ameliyat yapıyorsunuz. Öbür adam metal eritiyor, lazerle yahu. Kesiyor, biçiyor. İsterse karşısındaki çelik olsun. Işığın frekansının etkisinden bahsediyoruz burada yoğunluğundan değil de, şiddetinden değil de. Mesela lazer ışınları biliyorsunuz, bir şekilde harmonize edilmiş dalgalardır. Diğer ışık dalgalarına benzemez.

Neyse onun zaten kısaltması lazer adı da efendim. Siz bu uygun frekansla ışığı kullandığınız zaman tabi bunların da farkları var. Kısa dalgası başka, uzun dalgası, radyo dalgası başka, x ışını başka, delta başka, gamma başka falan. Ben temayülümü söyleyeyim, fizikçi arkadaşım itiraz edecekse etsin, ama onlar da genelde böyle söylüyorlar gibi hatırlıyorum. Her çeşit radyasyon ışıktır. Radyasyon dalga yaymak demek Latince de radiate, bir takım dalgaları böyle frekanslar halinde yaymak, o yüzden zaten elektromanyetik dalgalar böyledir de. Bir de particle radyasyonu var biliyorsun. Hatta başka bir tane daha var şimdi gelmedi aklıma sen daha iyi bileceksin. Mesela ses dalgaları var. Havadaki bu da radyasyon. Ben eskiden şu anda mahiyetini pek de iyi izah edemediği fizikçilerin sıcaklığın da bir çeşit radyasyon olduğunu düşünürdüm iyi m, ama öyle düşünmüyor, öyle yazmıyorlar. Sıcaklık hakkında bir çeşit radyasyondur diye yazmıyorlar. O yüzden enteresan geliyor bana öyle düşünmüş olmamakla ısı radyasyonu diye düşünmem. Isı radyasyonundan çok infrared, ultraviyolet şimdi bunların bazılarının sıcaklık duygusu verdiği hatta yaktığı malum. İnfrared, yakan-kavuran. Şimdi sıcaklığı, harareti bir şekilde biz güneşten alıyoruz, bunların bazıları da infrared ışınları vasıtasıyla meydana gelen ama sıcaklığın kendi şeyi de var. İnfrared ten farklı olarak. Yani kendi naklettiği onun tabi çok iyi bir izahı yok termodinamikçiler bir şeyler söylüyorlar. Sıcaklığın yayılması bir maddeden bir maddeye geçmesi sıcaklığın devamlı sıcaktan soğuğa temayül etmesi gibi falan şeyler. Lakin benim okuduklarıma göre iyi bir izahı yokmuş. İnşallah bu konuşmalardan sonra sen kendi notlarınla izahını edersin. Şimdi demek istediğim Budistlerin mesela niye acaba benlik diye bir problemi var? Diyor ki adam zaman içinde devamlılığı yok, DNA’yı da bilmiyor tabi. DNA’nın nispi bir devamlılığı var diye biliyoruz. Bugün yani Numan’ın 5 yaşındaki herhangi bir hücresindeki DNA ile şu anda herhangi bir hücresindeki DNA evet bütün elemanları, bütün atomları değişmiştir. Hatta bütün parçacıkları da değişmiştir. O yüzden atomlar değiştiğine göre ama hiçbir orijinal unsur kalmamıştır geriye tıpkı Theseus’un gemisi gibi başka bir misal daha verdik şimdi gelmedi aklıma. Bütün unsurları, parçaları değişmiş olmakla beraber konsiliksiyon yani DNA’nın kompozisyonu değişmedi. DNA’daki genlerin dizilişi, gördüğü fonksiyonlar 5 yaşındaki Numan’la aynı. Ha burada da değişiklik olabilir diye söyledik metilasyon örneklerini zamanla, yaşlanmayla hafızanın bile nakledilebilir olduğundan bahsediyorlar, bu DNA’daki değişikliklerle. Tamamen gene değişiklik var ama yapı değişmemiş. Yani Numan’ı, Numan yapan. Şöyle bir örnek geldi aklıma ne derece doğrudur bilmiyorum biyolog olmadığım için fakat bazen anne babalar söylerler. Çocuğun bebekten gözlerinin bebekken gözlerinin rengi mavidir de zamanla siyaha dönüşür. Var mı böyle bir şey? Yani belki izah edilebilir bir şeydir tıbbi açıdan ama böyle değişiklikler olabiliyor. Ama şimdi diyelim ki 5 yaşındaki Numan’ın gözü mavi idiyse şimdi de yine o renkte kardeşim mavi değişmiyor. 5 yaşında maviydi de şimdi siyah olmaz. Afif Beyin gözleri çocukken siyahtı da şimdi birden bire yeşile döndü öyle bir şey olmaz. DNA hep aynı şekilde kompozisyonunu sürdürdüğü için hücreleri yenilerken de aynı biçimde yenilemeye devam ediyor.

İşte zaman içinde devamlılık dediğimiz ayniyet bu. Gerçi Locke hafıza ile ilişkilendirmişti insanın kendi yaptıklarını hatırlaması. İşte mesela bu örneği verirken Afif Beyin örneği daha güzel demiştim. Lock’u ne diye örnek veriyorum ki. Kardeşim adama babası demiş ki 3 tane soru var. Bunların ikisi şudur bulmuş onları, cevapları da şudur. Üçüncünün cevabı hala yok. Ama şimdi o soruları ve cevapları alanlar belli. Bir takım hikayeleri nakleden ve şimdi karşımızda gördüğümüz Afif Bey aynı şahsiyet bundan hiç kimse şüphe edemez. Zaman içinde gene de bir devamlılık var. Ha bunu hafıza temin ediyor diyor biri, birisi diyor ki bedenin DNA’sı diyebiliriz, birisi diyor ki şuur. Yani aynı kişi olduğunu hissediyor. Bu bir efsane aslında bir illüzyon benlik diye bir şey hiç yok diyor. Beyin onu tasavvur ediyor ve hatta beyin profesörlerinden biri seninle dinledik de bir kadın biraz sati demiştim. Beyinle ilgili anlattıkları o şöyle diyordu. Artık sen ne derecede değerlendirirsin bilemem “insanın kendi benliği hakkındaki bu self-awareness dediğimiz kendisinin farkında olmak” şu anda konuşan Şahin Uçar evet ben konuşuyorum ama şu anda konuştuğum ve bu meseleyi izah etmeye çalıştığımın da farkında olarak konuşuyorum. O farkındalık beyindeki neokorteksin marifeti diyordu. O sayede oluyor. Neokorteks daha düşük canlılarda yok. İnsanda gelişmiş, insanda neokorteks olduğu için beyin bir şekilde hallediyor. O network şuurdaki nöronlar arasındaki oluşan bilgi alıverişi şebekesini bir şekilde değerlendirerek, farkındalığa, kendisinin farkındalığına, yani benlik farkındalığına dönüştürüyor. Selfawareness o demek self benlik demek, ego demek biliyorsunuz, soul demek veya neyse nefis. Biz şimdi Türkçede benlik diyoruz da aslında biraz bu Türkçe tabirleri bilmemekte benim için galiba iyi. Türkçe okumadığım için Türkçe karşılıklarını bilmemek. Çünkü Türkçe karşılıkları genelde uydurma oluyor. Bu benlikte uydurma laflardan biri tamam ben lafından çıkması normal, tabii de ama şimdi nefis yerine niye benlik diyoruz. Öbüründe baksana nefese gönderme var. Bilmem öbür bütün şarki, garbi şeylerle müşterekler var. Öyle değil mi? Kökü var, etimolojisi var, şusu var, busu var. Ben lafı sadece Türklerde bir mana ifade eder. Üstelik kötü karşılıyoruz ve beceremiyoruz bazılarının karşılığı yok. İşte discrete-continuous örneğinde olduğu gibi. Hadi continuous daymoment dedik discrete ne diyeceğiz müstakil mi, ferdi mi, farklı mı, tamam bunlarda uyar da ne diyeceğiz. Yani bazen hiçbir zaman tam karşılığını bulamıyoruz. Demek ki aslında orijinallerini kullanmakta daha isabetli olabiliyor. Ayrıca ben kendimin de tek bir şahsiyet olmadığımın, birçok şahsiyetten müteşekkil olduğumun farkındayım. Birlik var ama Şahin Uçar Kim

Şimdi bu identity bahsine bir şey daha söyleyip geçeceğim hemen. Şimdi dedim ya demin ben kendimin gerçek olduğunu nerden biliyorum? Aslında boş laf gibi görünüyor ama Henry Longfellow diye bir İngiliz şairi ne demiş bak, I have no knowledge of myself as I am but nearly as I appeared to myself. Ben kendim olarak kendi hakkımda hiç bir bilgiye sahip değilim sadece bana göründüğü şekliyle benim diyorum. Bu doğru laf ama. Çünkü ben kendimin neyle farkındayım şuurumla ama uyanık şuur zihnin faaliyetlerinin ne kadarını temsil ediyor acaba. Şimdi beyin sapı bütün hayati fonksiyonları düzenliyor bildiğim kadarıyla çünkü düşük seviyeli canlılarda da var biliyorsunuz. Mesela timsahta, mesela beyin sapı karınca falan gibi canlılar geçen sana veriyordum ya örnek. Nereye gittiğini bilmeme, ben de öyle oldum diye. Şimdi kardeşim hiç sinir hücreleri olmayan canlılar da var. Hatta mikroplar da var işte canlı olarak. Şimdi ben şuur kavramını biraz farkındalık şeklindeki şuur değil de, sadece etraftaki, etraftan gelen tesirlere, etkilere tepki vermek diyoruz Türkçede. Tesirler bir __ şeklinde de tarif ettiğim için. Bu anlamda neredeyse kuantum mekaniğinde bile şuurdan bahsedilebilir, bu kadar geniş manada alırsan şuuru. Hadi kuantum mekaniği fazlaca şey olur da__ ama bir mikrop bile evet buna şuur demiyoruz. Bir insan şuuruna benzeterek ama eğer farkındalık diye anlarsak şuuru o zaman bir mikrop bile kendi istifade edebileceği kendisine yiyecek teşkil eden nesneleri fark etmekte ve sömürmekte ve kendisine zararlı olan muhitlerden de kaçmakta, uzaklaşmakta olduğuna göre mikrop kültürlerinde görüldüğü üzere kendi çapında bir şuura sahip demektir. Farkındalığı var en azından. Kendisinin farkında değil elbette, herhangi bir muhakemesi yok, düşüncesi de yok tabi ki insan gibi değil ama bu nesne benim işime yarar, ben bunu yiyeyim diyor. Kendisine lazım olanı fark ediyor ve kendisine zararlı olan ortamdan da kaçabiliyor. Belki solucanın tek boyutlu bir şuuru vardır. Çünkü hep yer altında ama kendine göre bir şuuru var, bir istikameti var. Karınca da bile görüyorsunuz bu istikameti. Ne kadar var kardeşim. Ben şu örneği verdim kuantum mekanikçisi arkadaşımın dikkatine arz ediyorum. Schrödinger kedisine benzettim. Farz edin ki çünkü bu şeye başlarken Süleyman’ın sözü vardı ya insan kulağı işitmekle dolmaz, insan etrafındakileri tam anlamıyla bilemez anlamına gelen o sözü buradan nakledeyim çünkü güzel bir söz o…

Saint Jerome’un sözüydü “………” bunu Süleyman’ın sözünden alıyordu. Süleyman demiş ki her söz eksiktir. Vaiz bölümünde 8. Ayette her söz eksiktir. İnsan gözü de insan kulağı da ne kadar etrafındaki şeyleri müşahade etse de çokta iyi tefrik edemez anlamında. Yani orada continuous- discrete problem var. Bu etrafımızda olup biten şeyler tıpkı bir sinema filminin oynarken gördüğümüz zaman hareketleri canlı zannetmemiz, aslında onların tek tek karelerden müteşekkil olması. Şimdi bu benzetmeyi yapıyorum anlatabilmek için yani saniyede 24 kare olursa, bunlar peş peşe hareket ettirilirse buradaki her bir hareket gözün tefrik etme kabiliyeti sınırlı olduğu için zamanla ilgili sanki canlıymış gibi gözüküyor. Çocukken biz bile yaptık bir şeyi çevirdik o canlı gibi göründü. Yani kaleydoskop falan gibi örneklerde var biliyorsunuz. Burada aslında tek tek ve stil, hareketsiz sahneler var ama peş peşe geldiği için, aradaki mesafe kısa olduğu için biz onu kontinyus gibi görüyoruz, hissediyoruz. Adam karşısındaki adama yumruk atıyor, gerçek hayatta gördüğümüz bir yüz. Aslında gerçek hayatta olduğu gibi bir deymoment yok harekette, kesitli sinema perdesinde. Sadece peş peşe düşen kareler var değil mi? Buna rağmen biz onu kontinyus gibi görüyoruz. Şimdi ama zaman faktöründen dolayı, zaman ne kadar gerçektir o ayrıca tartışılacak elbette, zaman faktöründen dolayı etrafımızdaki olup biten her şeyi bir deymomet biçiminde bir kontinyusmoment olduğu için, diskrit moment değil de hareket olduğu için. Bir process olduğu için, bir oluş Şipenkler be came be coming diye bir şey olmuştur, sabittir statiktir-bir de olmaktadır. Kuantum mekaniğinde olduğu gibi. Atom statiktir de yük bünyesi itibariyle, bütün heyeti umumiyesi itibariyle. Mesela bir altın atomu diye altın atomu diyorum en az reaksiyon veren elementlerden biri olduğu için, en ağırlardan biri zannederim. 1 metre küp altın 20 ton civarında efendim ağır yükü büyük olduğu için çekirdek periyodik tabloda 69’mu 79’mu öyle bir şey.

Şimdi altın ama istikrarlı oksitlenmiyor. Bazı şeylerle tepkimeye girse de siyanür falan gibi kolay kolay tepkimeye giren bir element değil metaller içinde. Gümüşle belki birlikte bulunabilir falan ama bazı alaşımları bulunsa bile kolay kolay diğer elementlerle birleşmeyen saflığını koruyan bir element. Bir de yumuşaklığı, işlenebilirliği var. Yani o kadar kullanışlı bir metal ki bir gr altından bin metreküp yüzey yapabiliyorsunuz incecik. İstediğiniz kadar inceltin parçalanmıyor. İncelmeye, işlenmeye çok müsait. Yani kolay kolay parçalanmıyor diyelim. İşte bu kadar gidebiliyor. İşte böyle hususi meselelerden altın bayağı meşhur eski zamanlardan beri ve ancak 76 yılından federal banka altının karşılığını kaldırdı o da basbayağı hilekârlık ondan. O işin kanun ve tarih tarafı. Ama şunu unutmayalım altın çok istikrarlı bir element nispi olarak yani diğer şeylere nispetle, oldukça yüksek istikrarı olan, kolay işlenen falan ama şimdi iki altın atomu peki izotopu yoktur galiba bilmiyorum o kadar emin değilim ama yani farklı biçimleri var mı Helyum gibi vardır herhalde. O kadar önemli değil. Kuantum mekaniğiyle bir izahını yapıyorlar. Çevresindeki elektronların valans ayarı biraz farklı diğer elektron sayıları itibariyle o yüzden kolay kolay tepkimeye girmiyor diyorlar. Başka bazı izahlar yapıyorlar. Her neyse şimdi bu altın denen şey istikrarlı kolay kolay parçalayamazsın. Tamam parçalarsın belki ama yani bu çağımızdaki teknolojinin bulunmadığı 15.asrı düşün veya hatta 19.asrı düşün. Hiçbir insan gücü altın atomunu yok edemezdi. Çok istikrarlı gerçekten

Afif hoca; zaten 1940’lara kadar atomu da parçalayamadık.

Şahin hoca; üstelik parçaladığımız atom uranyum falan gibi radyoaktif elementlerdi. Böyle reaksiyonu az altın gibi bir element değildi. Altın öyle değil kolay kolay reaksiyon vermiyor ama şunu da söylerler biliyorsunuz bütün cisimler radyasyon yayarlar belli bir ölçüde. Afif hoca; bütün cisimler değil de birçok element

Şahin hoca; en azından birçok element. Fakat hatta bütün cisimler ifadesini de ben hatırlıyorum bir yerlerden. Neyse farklı radyasyon biçimleri elbette fiziksel anlamda reaksiyonu kastetmiyorum. Mesela sıcaklık yayması gibi, mesela parçacık radyasyonu değil de elektromanyetik radyasyon olabiliyor.

Afif hoca; sıcaklık konusunda farklı düşünüyorum

Şahin hoca; sıcaklığın senden izahını isteyeceğim, ben okuduklarımdan pek bir şey anlamadım zaten. Anlaşılmıyor falan da diyenler var bazı yönleri. Neyse bilmiyorum o kadar teferruatını ama dinleyeceğiz onu senden. Şimdi efendim bu altın denen atom zaten atomu da zor parçaladık, dediğin gibi çok büyük bir güç ister. Yani eski devirlerdeki teknolojiyle bir araya getirilmesi imkânsız bir güç. Öyle at gücüyle horse power derler bazen, çekiçle vurarak yapılacak işler değil o işler muazzam sıcaklıklar ister, muazzam bilmem neler ister öyle değil mi? Tamam kafi derecede sıcaklık uygularsanız belki metalleri de buhara dönüştürebilirdiniz eski devirlerde bile, bazı metalleri en azından ama buhar başka atomu parçalamak başka. Netice olarak biz atom dediğimiz zaman kararlı bir şeyi kastediyoruz. Daha fazla parçalanamayan bir şey atomus değil mi? Aslında bu bir identity işte, biz etrafımızdaki nesnelerin benim yorumumu söylüyorum şimdi discrete olmak kaydıyla yine muhakememiz öyle telkin ettiği için öyle anlaşılıyor çünkü, continuous şeyleri anlamak zor. Hakiki, asli mahiyetini, hüviyetini alıyoruz. Yani bu nesne (zımba) tamam bir metaldir iyi de nedir kardeşim. Krom karıştırılmış çelik midir? Demir midir nedir yani? Demirse bu demir iyice parçaladığımız zaman artık parçalanamayan ve bir birinin tıpkısı, özdeşi olan hangi elemanları ihtiva ediyor. Çünkü bunun içine karbon karışmış olabilir, sülfür olabilir, şu olabilir değil mi? Yani oksitlenmiş olabilir ama ben saf ve her bir birinin aynı olan bir mahiyet arıyorum. Aradığım şeylerden biri tamamen kendi kendine özdeş olması a=a veya 1=1 örneğinde olduğu gibi. Bir altın atomu eşittir 2 altın atomu aynı cinsten ise izotop falan değilse tamam mı? Hiçbir farkı yoktur atom bazında düşündüğün zaman.

Afif hoca; aynılığı, farksızlık olarak

Şahin hoca; evet ama sameless demek identity’nin bir anlamı da. Hatta ben identitynin sayısız anlamını yazdım şimdi tekrar etmiyorum yine teferruatta kaybolacağız diye. Bir sürü problemi var identitynin sadece bu değil. Özdeşlik diye tercüme edilebilen biçimi sadece matematikle olan kısmı. Bir de selfidentity var. Mesela ben 30 sene önceki Şahin Uçar’la aynı mıyım? Bugün Numan’a şikâyet ediyorum yahu çok yaşlandım çok. Theseus’un gemisine benzedim, her parçam değişti. Değişen şeyler umurum da değil. Belki DNA değişmedi, belki ben aynı şahsım ama bu hafıza eskisi kadar yapmıyor, okuyorum okuyorum kafamda tutamıyorum. Mevzu da çok geniş benim uğraştığım alanın içine girmeyen hiçbir şey yok tarih felsefesinde. Bütün varlıklı, bütün her şey insan düşüncesini ilgilendiren onları konuşuyoruz işte gördüğünüz gibi bir hikâyeden başladık her birini konuşuyoruz. Şimdi içine dâhil olmayan herhangi bir düşünce yok Metafizik de dâhil olmak üzere. Bu kadar geniş olunca tabi dağılır da ama şunu da hissediyorum yani gençliğimdeki kadar enerjim yok. Gençliğimdeki kadar yaratıcı değilim. O zaman bilgim azdı şimdi daha fazla ama şimdi de eskisi kadar başaramıyorum. Çabuk yoruluyorum şu bu falan gibi şikâyetler.

Afif hoca; entropi işte J

Şahin hoca; yaşlanmanın meydana getirdiği entropi diyelim. Yaşlanma entiropisine uğradık yani. Şimdi dolayısıyla bu vasıfları itibariyle yaratıcılık, çalışkanlık, enerji falan gibi entiropinin artmasından dolayı eski Şahin Uçar’la hiç de aynı değilim. Evet aynıyım ama aynı da değilim yani. Şimdi dolayısıyla Theseus’un gemisine benzedik neyse şimdi bunu niye söyledim. Burada farklı tartışmalar da var da ben teferruatına girmiyorum. Bazıları hatta İngilizcede de nadir bilinen kelimelerle tartışılıyor. Yani lügatte arıyorsun bulamıyorsun. Mesela p… teorisi, e … teorisi var. P…. İşte zaman içinde devamlılık bir de dayanıklılık anlamında. Şimdi arada şeyde de var. Şimdi zaman içinde mesela p… ne diyor onu münakaşa eden mantıkçılar semantıkçılar ‘zamana rağmen aynı şahsiyeti muhafaza etmiştir.’ Demin verdiğimiz o theseus örneği mekanda ama farklı zamanlar içinde farklı identitylere dönüşebiliyor. Şimdi burada da tartıştığımız şeyin özdeşlik ciheti dediğim gibi matematikle ilgili ama mahiyet, hüviyet, ayniyet, işte vahdet, kasvet falan dediğimiz zaman identity geliyor cevher meselesine es dediği şeylerin neydi onun karşılığı essence yani essenceden başka bir anlam daha kullanırlardı cevher için substance tabi daha maddi. Essence özü daha çok ve bir şeyin hakiki hüviyeti, aslı mahiyeti mesela ben Şahin Uçar’ım anladım da kardeşim sen kimsin. İmposter olmadığını nerden biliyorsun. Şahin Uçar diye biri var mı? Varsa mahiyeti, şahsiyeti, aslı kimliği ne. ben diyorsun ama bu ben beynimizin şahsımı yoksa gerçekten benlik diye bir şey var mı? Arkasında bir ruh var mı? Şimdi buradan çıkarttığın zaman hadise başka noktalara taalluk ediyor. Çünkü eskiden Soul demiş bizim Aristo üstadımız canlılık, nefis anlamına işte efendim ama bakıyorsunuz Pisagor, Sokrat, Eflatun hayır kardeşim ruh var diyorlar. Bunlar da ayrıca bedenden sonra yaşar diyor. Zaten ruhla beden farklı şey diyor. Hatta ruhların göçünden bahsediyor. Pisagorcular zaten izafe ederler onu transmigration nedir onun karşılığı Türkçe de tenasüh. Adam ölüyor işte bizim dürzülerde, Nusayrilerde ve Hint kültüründe falan çoktur ya çok örnekleri var. Yani ölümden sonra şuur var mıydı? Yok muydu? Diye tartışmaları seninle paylaştım, belki sende izledin. İşte çocuk doğmuş ama kendisinden 100 yıl önceki ya da 30 yıl önceki bir şahsiyet olduğunu iddia ediyor. 10 yaşında çocuk kardeşim o bölge de konuşulmayan dili konuşuyor. Gidiyorlar, arıyorlar, buluyorlar ne derece doğru ne derece mübalağalı. efendim, Türkiye’de de çok görüldü böyle vakalar bizim şeylerde o kültürün telkin ettiği Nusayri falan gibi halkımızın çocukları arasında çok işittik, televizyonlarda da gördük çocuk diyor ki ben falancaydım aslında trafik kazasında öldüm benim bir kardeşim var , 3 tane bilmem ne. Gidiyor kendi oyuncaklarını tanıyor. Hatta bir tane örnek vardı. 12 yaşındaki çocuk ama gidiyor ablasıyla buluşuyor ablası 80 yaşında. Kendisinin de aslında 70 yaşında olması gerekiyordu. Ama o kadar ikna edici deliller, örnekler veriyor ki ablasına. Ablası sonunda onu kardeşi evet kendisinden10 yaş küçük olan aslında 70 yaşında olması gereken fakat aslında 12 yaşında bir çocuk var karşısında. Kardeşi olarak kabullendi yani böyle örnekler var. Parapsikoloji örnekleri var, ne bileyim tenasüh örnekleri var. Bizim kültürde de zaman zaman görülür. Yani şimdi transmigration ya da neyse işte tenasühün böyle örneklerinden hareketle ruhun zaten bedenden farklı bir şey olduğunu hatta muhakememizin bile aslında kendi beynimizin inşa ettiği bir şey olmaktan ziyade o amnesia Örneği vermiştin sen mesela oradan çıkıyor amnesia Örnekleri falan diye değil mi bir ara bana. Efendim ruhun zaten bildiği, önceden bildiği şeyleri hatırlaması şeklinde diye anlayanlar da var. Yani demek oluyor ki eskiden bir ruh şeyi vardı bir kere Pisagor’da, Eflatun’da, falan. Aristo buna karşı çıkıyor. Ama Aristo’nun da ne kadar karşı çıktığı tartışma götürür. Ben geçenlerde filozofi videoutget diye bir site de Aristo’nun De Anime bahsini anlatıyor onu dinledim. Şimdi onu dinlediğim vakit böyle kitaplarda özetlendiği kadar basit bir şey olmadığını görüyorsun. Onunda bir sürü teferruatı var ve o kadar da saçma görünmüyor. Bazı şeyler bize ilk planda saçma görülen veya o kadar ikna edici şey görünen problemli çıkabiliyor. Sonuçta karıştırdıkça iş daha da şüpheli ve bizim cehaletimiz daha da genişlemiş hale geliyor. Velhasıl kelam hepsi de bir şekilde nefisle, benlikle ilgili nefes kelimesiyle de ilgili dillerde ki şeyler ama ruhu tamamen farklı telakki eden görüşlerde var eskiden beri. Unutmayalım Pisagor, Mısır’a da seyahat etmişti derler ve Mısır rahiplerinin ____ derler. Şimdi muhtemeldir ki Musevilikten de etkilenmiştir. Zaten dinler de ruh ayrı bir bahis ama burada da yine karşımıza yine kültür farklılıkları çıkıyor. Mesela Budizmde hiç de böyle bir şeyi kabul etmiyor bırak onu şeyi de kabul etmiyor.

Normal soulu da kabul etmiyor. Hatta sıradan beynin inşası benliği de kabul etmiyor, beyni de kabul etmiyor kardeşim hepsi değişiyor diyor. 5 tane parçası var. İşte hepsi de değişir. Şuur bilmem vücut falan diye Buda. Yani o da çok aykırı öbür şeylere göre. Sonuç olarak ben varım ama benim bir ruhum var mı şimdi, ruh demeyelim peki soul diyelim. Hadi soul da demeyelim soulu da nurla birleştiriyor bir yerde dinler Bilhassa ortaçağ skolastikleri falan. Ee onun yerine mind body diyelim oldu yani akıl mı diyeceğiz. Zihin, beden diyoruz ama aslında akıl. O da zaten zihin de o anlama geliyor. Muhakemeyi falan katmış oluyor. Şimdi niye akıl dedim ruh, nefs, akıl, can bir de kalp kelimeleriyle karşı karşıyayız. Hatta Türkçeyi de katınca gönülde var Afif üstadımın söylediği, o gönlün Arapça ’da karşılığı var fuad diyor. Kalbin bir adı da fuad Kur’an-ı Kerim’de geçer. Yani gördüklerinden ve hissettiklerinden mesulsün işte kalp başka bir şey görür, gözün gördüğünden falan gibi benzetmeler var. Kur’an-ı Kerim’de olay enteresan aslında ama ben mevzuyu dağıtmamak için girmeyeceğim oraya. Gazali üstadımız Meal-i Kuts’deki, o eserin ona ait olup olmadığı da tartışılmıştır ya ayrı neyse kim yazmışsa yazmış, güzel yazmış. Bu eserde, ben de insan, varlık ve zaman’da nakletmiştim. Kısaca özetlemiştim yani Kur’an-ı Kerim’deki kullanılış tarzından yani dildeki miyarından, semantik anlamlandırmadan hareketle filan ayette akıl diyor ama aslında ruhu kastediyor. Çok açık ayeti okuyunca anlıyorsunuz zaten bağlamında veya kalp diyor aklı kastediyor veya nefs diyor ruhu kastediyor veya ruh diyor nefsi kastediyor bazen. Bir birinin yerine geçebildiği noktalar var bu kelimelerin demek istiyorum. Farkları da var, benzer yönleri de var. Bazen o anlamını kastettiği vakit o benzer yönünü farklı bir kelime ile ifade edebiliyor yani. Akıl demesi gerekirken ruh diyebiliyor. Şimdi biz o yüzden belki çok yadırgamadık da bunlar birbirinin yerine geçebildiği için bazı ahvalde. Çünkü akıl nedir? İntellect Aristo’ya göre sadece insan ruhuna mahsus olan ve en yüksek şuur hali akıcı ya, bizimüstat tabip ya tamam mı? Ruh demek zaten akıl demek Aristo’ya göre intelleect yani soulu aşıyor daha yüksektir. Soul hayvanlarda da var kardeşim diyor. Nebatta da var. Nebatta mesela büyüme ve beslenme ruhu var onunla sınırlı, işte hayvanda hareket de var, şuur da var. İnsanda o şuur kendinin de farkında olmak, zamanın da farkında olmak hatta muhakeme yapmak, akıl yürütmek seviyesine çıkıyor diyor. İşte o neokorteks sayesinde mi dersin artık yoksa insanın başka vasfımı ama şimdi ben baktığım vakit diyorum ben bu şuur sizin beyninizin çok az bir kısmına tekabül eden bir faaliyet, mesela ben uyuduğum vakit şuurumu tamamen kaybediyorum, dış dünyayla ilgili hiçbir şuurum kalmıyor. Sadece beynim de ne cereyan ediyorsa, hayallerimde işte demin anlattığım bir rüya değil mi? Özetledim ama tam da bizim guide map e benziyordu. Gene kendimi sansür ettim __ rüyası gidiyor işte. Gideceğimiz yeri bulacağız da arabayla gidiyor, fazla uzağa gittin kardeşim detaylarda kayboldun, bu kadar zaman harcamaya ne lüzum var falan diye burada tenkit ediyor. Madem bu guide map o zaman kısa kısa gidelim. Peki benzetmek caizse hatta şunu da yazmıştım. O eski makalemde bir arazi üzerinde guide map çizmek başka, denizde başka. Çünkü denizde bir işaret, yüksek bir tepe yok çıkıp bakacağınız. Ben bir okyanus seyahati yaptım Dicle gemisiyle Amerika’dan dönerken şimdi her taraf su, başka da bir şey göremiyorsunuz. Eğer civarda kara falan yoksa okyanusta gidiyorsanız kardeşim. Neyle istikamet tayin edeceksin bir kere meridyenli-paralelli. Bir kere yıldızlara bakacaksınız ama hava açıksa, kapalı ise bulutluysa ne olacak. Güneşi görmüyorsan, yıldızı görmüyorsan fırtınalı havada. Ee şimdi o yüzden saati icat eden kullanışlı bir zemberekli veya çarklı saati icat eden şeye nedir, İngilizler büyük paralar vaat etmişler sömürgeciliğin ilk devirlerinde. Büyük mükafatlar vaat etmişler. Çünkü saat sayesinde ne kadar gittim hangi meridyen deyim falan biraz daha iyi hesaplanıyor. Theseus’ un gemisini hatırlarsanız. Odysseus’la k….. mağaralarına giderler. Truva dönüşü yolunu şaşırır. Nerede şaşırıyor yolunu bilinmeyen yerler, kayboluyor denizde. Akdeniz de kardeşim, okyanusta değil. Göl gibi bir şey orada gemi şaşırır mı ama Akdeniz de bile şaşırır. Etrafında bir şey göremezse ve herhangi bir ona kılavuzluk edecek, gerçi insanoğlu çok akıllı sekstant yapıyor bir ip. Bir bakıyor yıldızlar şu kadar mesafe bu kadar mesafe ama yine de sekstant yeterli olmuyor. Yani saat olmadığı devirlerde, insanlar Akdeniz de bile kayboluyorlardı. Hem de gemicilik tecrübesi en yüksek milletten bahsediyoruz Yunanlardan, Odysseus devamlı işleri gemilerle seyahat edip koloniler kurmak değil miydi? Ta İtalya… bunlar Homeros Destanı’nda anlatılanlara göre nasıl tasvir ediyor. Homeros, Odysseus denizde kayboldu, kiklopların adasına gitti. Şuraya gitti buraya gitti başından bir sürü macera geçti. Akdeniz’de nasıl kaybolur bir gemi ya. Ama yok işte aletler, aletler olmayınca Akdeniz’de bile kaybolur. Hele okyanusta hiçbir nihai noktası yok kardeşim. Şurada yüksek bir tepe var, burada da başka bir tepe var. Bu tepeyle bu tepe işte bu gözümün bir kerteriz noktası olarak bunu aldım öbürü de şurada bir dağ var ona göre kendime bir efendim coğrafyayı tanımak için kabaca bir zihni canlandırma yapabilirim. Karada, işte oradayız. Yüksek bir tepe var, Behram Kalesi’nde olduğu gibi ama bunu denizde nasıl yapacaksın. Sadece gökyüzü ve su var. Su da dümdüz ve sekstant gibi şeyde yoksa. Demiştim ki tarihteki yolculuk, zamandaki bir yolculuk gibidir. Mekânda ki bir yolculuğa benzemez aslında. Zaten geçip bir ummanda yüzüyorsun. Bir takım hikayeler var. Musa’nın hikâyesi dedik anlattık bu tarih tamam da burada siz normal insani tecrübemizde olduğu gibi efendim bir tepenin üzerine çıkayım da şöyle etrafı bir genişçe göreyim de ona göre kendime istikamet çizeyim de güneş doğuda olduğuna göre işte yıldızlar şöyle yapamıyorsunuz. Daha kolay kaybolursunuz, orada çok daha zor. Orada sekstant lazım, saat lazım yani bizim bu guide map de denizde çizilmiş guide mape benziyor demeye getireceğim benzetme olarak. İstikameti şaşırıyor bazen gitmememiz gereken istikamette gereksiz detaya girebiliyoruz. Spinoza dedik bak gene nereye girdik. Şimdi biz Spinoza’ya gelelim Spinoza bu I am what I am den, ego sum qui sum artık burada teferruatını yazmışım tekrarlamayacağım. Yazacağımız zaman onları gene tekrarlarız gerekirse. Zaten esse’nin bakın iki şey var. Ben bir de varlık.

Esse sum olmuş yani Latince de o fiil çekimi is işte ego sum qui sum, ben benim. Kendisini tarif ediyor isim vermeden self referansla o da enteresan çünkü onunla ilgili de tartışmalar var selfreflexten çıkar diye gödeleş ve Bach da falan diye biliyorsunuz efendim. Şimdi tabi Spinoza bunu biliyordu. Ama Spinoza orada durmuyor bir kere bunların ilham aldığı kesin de bence ayrıca Spinoza’nın kaynakları arasında ibni Meymun’un olduğunu, İbni Meymun’da her ne kadar Yahudi olsa da Arap felsefesi geleneğiyle yetişmiş bir insan olduğunu o Delaletül Hayri’nin yazarı onu istedim gelmedi ağabeyciğim onu hatırlatırım Nurdagül Ablaya. Delaletül Hayri’nin okuyucusu olduğunu hatta Yahudi Halevi’nin okuyucusu olduğunu tabiatı itibariyle, çünkü Spinoza aslında tarihin büyük filozoflarından en önemli filozoflarından biri ama aslında Yahudi bir haham olmak için yetiştiriliyordu. Sonunda bu etika vb faaliyetlerinden dolayı aforoz edildi, dışlandı Yahudiler arasında, çokta sıkıntı çekti. Camcılık yapacağım derken cam tozu yutarak hastalığa yakalandı işte silisyum yüzünden genç yaşında öldü zavallı çok da enteresan bir adam hadi biraz hikâye anlatayım. Bir takım padişahlar yahut zenginler, hayranları devamlı bağışlar yapmak istiyorlar, maaş bağlamak istiyorlar, üniversitede kürsü.. hiç birini de kabul etmiyor ben can verirken __ kardeşim ekmeğimi çıkarıyorum ben. Gayet mütevazı yaşayan bir adam, tam bir derviş yani. Fakat fukara eksik yani verseler de kabul etmiyor. Bu Spinoza efendi bu hikayeyi bildiği için elbette zaten Yahudi haham olarak yetiştirilmiş olduğu için zaten Yahudilerin bilmemesi mümkün mü Musa hikayesini ezbere. Bu ego sum quı sum lafını ben bile fark ettiğime göre onlar hayli hayli…Buradan hareketle bakın ne söylüyor. Çünkü ego sum qui sum’un bir manası da şu ben varım sadece ben varım değil, varlık benim ben gerçek bir varlığım diyor. Çünkü tanrı varlığı söz konusu olduğu vakit insan varlığı gibi değişken, zamana tabi değil. Geçmişte de ben vardım şimdi de ben varım gelecekte de ben olacağım diyor. Öyle de tercüme edilebiliyor ehyeh aşer ehyeh yahut ehye elleziye ehye işte yahve aynı kökten. Bunu Arapça da yahuve diye de anlayabilirsin hatta biz yahu diyoruz ya oradandır farkında da değiliz. Yahüve hu okunur Arapça da hüve hüve hu aynı şeydir anladın mı? Onu da söyleyeyim hadi bazıları da Yav yapar ama aslında Yahve’nin adını söylediğinin farkında değil tamam mi J şimdi efendim yahu bu Yahve madem ki varlığın kendisidir ve hakikat sadece kendisidir. Onları mutazammın bir cümle çünkü bu hakikatten de ifade ediyor Yani İbranice ve Latincesi. Buradan mülhem olarak diyor ki madem Tanrı ve mutlak varlıktır, değişmeyen varlıktır ve sonsuz olmak zorundadır tarifi gereği. Tanrı sonsuzsa bakın ne diyor “if god is infinite god is the one substance” eğer tanrı sonsuz ise tanrı var olan yegâne cevherdir. Substance kullanıyor ama cevher kelimesini de kendi ortaçağ skolastiklerinden öğrendiği biçiminde kullanıyor. Tam manasıyla atoma tekabül etmiyor burada özü, aslı, mahiyeti, hüviyeti aynı zamanda identity anlamında. Çünkü identity o anlama da geliyor. Orada identity belirtiyor ya Tanrı. Madem ki vardır ve gerçek bir mevcudiyettir ve sonsuzdur o halde başka hiçbir şeye yer kalmaz hepsini ihtiva eder. This substance must have infinite attribute madem ki sonsuz bir cevherdir, varlıktır o halde bütün arazları da sonsuz olmalıdır. Sonsuz sayıda araza sahiptir. Yani attribute ya da accidence dediğimiz şeyleri sonsuz sayıda olacak görünüşleri veçheleri. We finit little beings can’t separate beings.

Bits küçük yaratıklar, küçük varlıklar. Ondan farklı varlıklar olamayız. Farklı bir varlığımız olmaz yani kendimize ait müstakil discrete tanından ayrı değil mi. We must be mod of the one tek ve sonsuz varlığın modları olabiliriz sadece. Bizim müziğe modality müziği derler ya şimdi oradan mod kelimesine aşinayız biraz zamanla da ilgisi var mod kelimesinin fakat mod kelimesini aslında tam karşılamıyor Türkçe de bilmiyorum artık yani araz eski dilde bizim. Tam araz da değil çünkü arazı attribute diye çevirmek lazım burada mod diyor. Bununla kastettiği de şu de us sina natura diyor bi de tabiatın içindeki tanrı diyor. Tabiat olan tanrı diyor. Tek bir cevher tek bir varlık var diyor. Çünkü bu varlık sonsuzsa zaten başka bir şeye yer kalmıyor. Öbürleri ne bu çokluk, kesretle vahdet meselesi gene bunlar sadece görüntülerin çeşitli farklı yansımaları şuna benzetelim. Şuraya 3-5 tane arka arkaya beyindeki küçük __ koymuşlardı ya televizyona bakıyorsun bir yandan da resmini çekiyorsun böyle kamerayla televizyonun içindeki görüntü sonra onun içinde bir başka televizyon daha çıkıyor sonra arkada bir başka televizyon daha çıkıyor veya aynada farklı yansımlar onun gibi birkaç ayna olunca. Yani bu çokluk görünüşte bir çokluk biz sadece modlarız. Peki tek substance olsun ondan sonra da diyor ki o Dedeo bahsinde bu tanrıya tabiat zaten aynı substance, bir de bunun thinking modu var. Varlığın düşünen modu var. Biir de extensive uzayda yer işgal eden cisim modu var yani. Tıpkı Dekart’ta ki res cogitans res extansa gibi yani bir zihni yönü var bu varlığın her ikisi de aynı varlığın farklı yönleri. Ben şeye de benzetmiştim bundan hareketle insan, varlık ve zamanda bu tabiatla tanrının münasebetlerini insan bedeni ve ruhuna benzetebiliriz veya şahsiyetine. Benim bir maddi varlığım var işte bu günlerde 96-97 kiloyum bundan iki üç ay önce Numan baba bana diyet vermeden önce 105 kiloydum ama şimdi de 90 küsur kilo peki neyse şu kadar atom o maddi varlık, bu maddi tarafı işin tartılabilir, ölçülebilir, 1.80 boyunda 90 kilo ağırlığında ama bir de benim kimliğim, şahsiyetim, personel identity var ve onun bu bedenle ilgisi zannedildiği kadar fazla değil. Mesela adamın bacağını kesin kangren oldu diye adam kaldı tek bacaklı aynı adam olmaktan çıktı mı? Çıkmadı ama vücudu değişti. Hatta ölümden sonra işte dediğimiz örnekler var. Hatta hidrosefali hastalığı var. Adamın beyninin %95 i su dolu %5i kalmış Harvard a gidiyor matematik tahsil ediyor. Bir de bilmem efendim yüksek derecede başarısı var nasıl oluyor beyin yapıyorduysa bu şuurun faaliyetlerini, muhakemenin faaliyetlerini. Yani geride beyin kalmamış. Hatta beyni tamamen boş olanlar da görüldü, doğuştan arızalı olmayan. Bir örnek hatırlıyorum da yalan yanlış, yanlış intiba vermemek için hiç nakletmeyeyim hiç beyni olmadan doğan efendim. Şimdi biz evet fizikalist takıldığımız zaman yani beyindeki nöronların faaliyetidir şuurda, diğer bütün benlikte falanda feşmekânda nöronlar arasındaki bir networkdür bu da zaman içinde bir hadisedir, processdir. Gerçekten mekanı varlığı yoktur falan diyordum ben biliyorsun. İşte Bergson üstadımız bunlar intensiyoneldir ve zamanla ilgilidir kontinyustur düde der o tabirin karşılığı, zamanın discrete hala getirmesi, maddileştirme, idealize edip matematikte ve günlük hayatta pratikte kullanabilmek için ölçülebilir hala getirebilmek için zamanı discrete parçalara bölüyoruz ve aslında zihnimizde sanki efendim uzayda cereyan eden bir şeymiş gibi tasavvur etmeye çalışıyoruz. Çünkü başka türlü anlayamıyoruz. Bir anlam yakıştırabilmek için böyle yapıyoruz ama gerçek mahiyeti bu değil gibi falan şeyler yazdı zaten Time and Free Will’de Bergson üstadımız. Şimdi efendim burada eğer beyin de değilse, vücut da değilse Buda’nın dediği gibi şuur da değilse çünkü şuur da değişiyor. Bakın ben şu anda uyanık şuur halinde olduğumu zannediyorum. Eğer şayet rüya görmüyorsam. Dekart’ın dediği gibi çünkü uyanık halinde rüya olabilir. Ben rüyamda matematik problemleri çözüyorum örneğini vermişti. Hatta şu örneği de vermişti. __da eğer bir şeytan beni yanıltmıyorsa dış dünya gerçektir, bir şeytan beni kandırmak için illüzyon meydana getirmiyorsa. Çünkü dış dünyada gördüğümüz şeylerin sadece eğer beyninizde cereyan ediyorsa birde hadise, beynimizde teşekkül olan bir illüzyon olmadığını ispatlayamayız. Yani ben kendi şuurumun farkındayım şu anda kendimi uyanık sanıyorum ama sizin şuurlu olduğunuzu nereden bileceğim. Siz birer zombi değil misiniz. Ben onu nereden bileceğim belki de zombisiniz. Tamam mantıklı davranıyorsunuz, insan gibi davranıyorsunuz ama kendinizin farkında olmaya bilirsiniz. Hadi doğum günü örneğini zaten veriyorlar şuurun profesörleri Dennis Robertson filan gibi uzun uzun anlatıyorlar da. Zombinin de muhtelif biçimlerini hatta teferruatına girmeyelim. Ama ben daha güzel örnekler biliyorum mesela Ex Machina işte filmini seyrettik farz edin ki öyle bir robot yapıldı, kaldı ki ona da ihtiyacımız yok Japonlardan örnek verelim Japonlar bir Japon profesörü kendisinin tıpa tıp benzeri bir robot yapmış silikondan falan buraya kıl mıl yapıştırıyor bir şeyler. Adama bakıyorsunuz robotuyla yüzü aynı yumurta ikizi gibi. Yazın android robot falan göreceksiniz yüzlerce Japon robotunu tamamen insana benzer şekilde tasvir edilmiş. Peki bu robot malumunuz ki üstadımızın da tasvir ettiği gibi şayet artificial zekaya da sahipse, yani insan gibi konuşuyorsa. Konuşuyor bazıları ve pek ala ikna edici hatta bunun örnekleri var Watson falan gibi __ yaptığı. Yani burada şey deneyinden bahsediyoruz tabi yine şuur çalışan adamların chinese room dediği Turing testi dediği bu makinanın düşünebilen bir makine olup olmadığına nasıl karar veririz gibi testlerden bahsediyor. Öbür testlerin hepsini bugün karşılıyor mesela Watson şu anda da var IBM yaptı. Bu bilgisayar konuştuğu vakit ne kadar uğraşırsanız uğraşın bunun bilgisayar olduğunu, insan olmadığını anlayamıyorsunuz. Ee öyle robotlar yapılabiliyor, en azından bilgisayar planında var zaten. İnsana da benziyor. Sizin karşınızda latex makinaya benzer bir robot tamam mı? Valla senden benden akıllı, hiçbir arızası da görünmüyor, insandan farklı olduğunu gösterebilecek hiçbir şey bulamıyorsun, insan zannediyorsunuz ama adam makine. Yani her tuşunun seviyesinin de o dereceye geldiğini farz ettiğimiz zaman. Peki, ama şuuru var mı? Yok. Kendisinin farkında mı? O yok işte dolayısıyla o bir makine. Peki, şuura da farkındalığı da ekleyebilir miyiz buna. Ona işte bu işle uğraşan adamlar çalışıyorlar zaten bilimkurgucularda romanlarını, filmlerini yapıyorlar onların üzerinde fazla teferruatlı durmayayım ama ben dediğim şeyi meydana getiren şeyi şimdi ben bir makine miyim acaba, nereden belli benim bir robot olmadığım birisi beni kurmuştur. Zaten tanrıya, tanrının kuklaları benzetmesi öteden beri yapılır biliyorsunuz insanların kaderi, kuklaları falan diye. Birisi beni velev ki etten ve kandan da olsa DNA’dan falandan filandan programlanmış bir robot olmadığımızı nasıl ispatlayacağız kendimize. Şu anda ben düşünüyorum acaba kendi arzularım ve hür iradem istikametinde ve kendi planladığım guide map çerçevesinde mi düşünüyorum yoksa söylediğim şeyleri aslında hiç farkına varmadan kendi iradem dışında mı söylüyorum. Bir imposter olduğum için mi canlı da olsa bir robot olduğum için yani. Şu örneği vermek zorundayım bakın ben bir rüya benzetmesiyle başlayacağım diye plan yaptım sonra da onu geçiştiri verdim arkasından bu soul rüyası dedim bilmem ne dedim peki şu anda rüya görmediğimi nereden bileceğim. Veya bir şeytan, kötü niyetli bir meleğin beni aldatıp şuurumdaki bütün görüntüleri oluşturmadığını nereden bileceğim Dekart’ın tabiriyle. Ve ya bir robot olmadığımı bakın şu da var ben öyle başlamak istedim öyle planladım ama nereden aklıma estiyse hadi biraz Fatiha, salavat falan da okuyalım diye başladım hatırlarsanız. Ondan sonra kelimeler kendi kendini inşa etmeye başladı. Ve çağrışımlarıyla, hafızadaki depolanan bilgiyle onlardan hatırladığım kadarıyla, hatırlayamadıklarıyla hepsi bir etkileşim içine girdi ve ben aslında söylemek istediklerimi, söylemek istediğim tarzda değil de mecbur olduğum tarzda ifade ettim ve halen de öyle yapıyorum doğru mu? Yani bir yazının kendi kendisini yazmasından bahsetmiştim bir yazımda kelimelerin birbirine çağrışım yaptırarak. Mesela demin konuştuğumuz ayrı-discrete meselesi gibi. Siz bir kelime söylüyorsunuz o kelime başka bir kelimeyi çağrıştırıyor derken sizi o istikamette konuşmaya başlıyorsunuz. Aslında söylemek istediğiniz şeylerin birçoğu arka planda kalıyor dikkati ona tevcih ettiğiniz için ve dikkatinizi tevcih ettiğiniz istikamet kendisine kendi kanallarını açarak konuşturuyor kardeşim. Yani ben burada benlik stand pointtir arkasından, conscioussness/ mind problemine gireceğim falan diyorum. Ama mesele diyor ki sen bu konunun şurasına da girmek zorundasın ve bunu anlatmak zorundasın dağınık da olsa şöylede olsa, böyle de olsa, sen istemesen bile o anki şuurunun beyninin esrarengiz bir istikamette hareketinden dolayı gayriiradi olarak tamamen şuurlu değil. Şuurlu ama tam manasıyla değil. Tıpkı araba sürerken etrafımıza dikkat etmemiz, gördüğümüz halde dikkat etmemiz işte farkında olmadığımız şuur biçimi gibi. Böyle bir şekilde konuşup duruyoruz iyi güzel de acaba L… efendi ne demişti burada demin nakletmiştim.

Scroll to Top