Eritis sicut Dei, bonum et malum cognoscétis!
(Tanrı gibi olacaksınız, iyi ve kötüyü bileceksiniz!)
Lionel Trilling ve Edward Wasiolek’ten tercüme
Modern fikir dünyası üzerinde büyük tesiri olan Rus yazarı Dostoyevski’nin eserlerinde hürriyet ve sosyal organizasyon problemleri hakkında esaslı felsefî spekülasyonlar vardır. Dostoyevski’nin bu yönü üzerinde duran kısa bir makale ile “Karamazof Kardeşler” adlı eserindeki “Büyük Engizisyoncunun Menkıbesi” kısmına dair iki tefsiri tercüme ederek Türk münevverlerinin dikkatine sunuyorum. Dostoyevski isimli ilk makale ve “Büyük Engizisyoncu”nün şerhlerinden biri Edward Wasiolek tarafından, diğer tefsir ise Lionel Trilling tarafından yazılmıştır. Bilhassa “Büyük Engizisyoncu” menkıbesinde Dostoyevski kaliteli bir tarih felsefesi spekülasyonu yapmaktadır. Tabii bu tefsirlerle birlikte “Karamazof Kardeşler” deki “Büyük Engizisyoncu” menkıbesini de yeniden okumak ve mukayese etmek gerekir.
Dostoyevsky maddesi: Encyclopedia of Philosophy, E. Wasiolek
Existansialist düşüncenin müjdecisi sayılan Rus romancısı ve deneme yazarıdır. Moskova’da doğdu ve önce Moskova, bilahare St. Petersburg’da (askeri mühendislik okulunda) tahsil gördü. 1849’da ütopik bir sosyalist gurubun, gizli bir organizasyon şeklinde teşkilâtlanan Petrachevsky grubunun, bir üyesi olarak tevkif olundu ve sekiz yıllık bir mahkûmiyetle Sibirya’ya gönderildi. Bu tevkif ve hapishane hayatı, 10 yıl mesleğini icra etmesine mani oldu. Sibirya’dan döndükten sonra, ömrünün sonuna kadar politik kanaatleri bakımından son derece muhafazakâr, mutaassıp bir otokrasi taraftarı ve ortodoks akidenin sarsılmaz bir müdafii olarak kaldı. 1860’larda Batı Avrupa’ya yaptığı muhtelif seyahatler hayatı boyunca Batı’ya karşı taşıdığı amansız nefretini koyulaştırdı. Eserlerinin çoğunda 19. yüzyılın ilmi ve rasyonel hümanizminin iddialarını tahrip etmek ve gerçek hürriyetin şartı olarak Tanrı’nın ve imanın zarurî olarak mevcut olması gerektiğini göstermek gayesini güder. En ehemmiyetli eserleri: İnsancıklar (1846), ikinci Kişilik (1846), Ölüler Evi (1860), Ezilenler (1861), Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Budala (1869), Ecinniler (1871-1872), Delikanlı (1875) ve Karamazof Kardeşler (1879-80)’dir.
Dostoyevski’nin bütün yazıları hürriyet problemi üzerinde temerküz eder. “Neye cevaz vardır ve neye müsaade edilmemiştir?” sualini Dostoyevski tekrar tekrar dramatize etmiştir ki, insan onun eserlerinin tekâmül seyrini, hürriyet sınırlarının âdeta dramatik bir teste tâbi tutuluşu ve hürriyet mefhumunun muhtevası olarak kastettiği şeyin, tedrîcî olarak terakki eden bir surette imbikten geçirilip netleştirilmesi, olarak mülahaza edebilir.
Dostoyevski’ye göre insan cemiyet, iktisadî şartlar, kanunlar, tarih, kilise ve bilhassa Tanrı tarafından tahdîd edilmiştir; yüzlerce müessese ve binlerce şartla tarif, tahdit ve tesbit edilmiştir. Fakat insan tahdîd edilmeyi istemez: hür olmak ve tam manasıyla hür olmak ister. Dostoyevski’ye göre bu, insanın bir şahsiyete sahip olmasının vazgeçilmez şartıdır.
Dostoyevski’nin hür insanı bir “devrimci” olmak zorundadır. Hür insan, cemiyet, iktisadî şartlar, din, diğer insanlar ve kendi tercüme-i hâlinin meydana getirdiği şahsiyeti reddetmektedir. Golyadkin (Dostoyevski’nin kariyerinin başlangıç devri hikâyesi ikinci Kişilik’in [1846] kahramanı) sosyete, iktisadî şartlar ve kendi fiillerinin meydana getirdiği şahsiyet olmayı reddeder: Belirli dereceden bir memur, Patrushka isimli bir hizmetkârla Shestilavochnaya caddesinde yaşayan, ne fakir, ne zengin olan biri, kölece muti bir şey, şöyle biraz iki yüzlü ve can sıkıcı bir adam! O, Golyadkin’e karşı bir ikinci şahsiyet yaratmak suretiyle isyan eder. Hoşlanmadığı bütün hususiyetlerini ikizine mal ederek, muhayyilesinde ikinci bir şahsiyet yaratmaya muktedirdir: İyi, cesur, akıllı bir kahraman! Diğer insanların gördüğü Golyadkin bir hatadır. Gerçek olan onun muhayyilesinde yaşattığı Golyadkin’dir. İkisi birbiriyle mücadele etmeye başlayınca, geçmişin ve şartların meydana getirdiği kendi şahsiyetini reddetmek ve kendisini yaratmak hakkı hususundaki hürriyetini, ta delirinceye kadar müdafaa eder.
Dostoyevski’nin ilk devir fikriyatını en iyi ifade eden eser İkinci Kişilik, Yeraltı Notları’nı açıkça müjdelemektedir ki onda, yazarın hürriyet mefhumu, insanoğlunun şahsiyetini arayışı, tam kemaliyle ifadesini bulmuştur. Dostoyevski’nin olgunluk zamanına ait felsefî görüşlerini anlamak için Yeraltından Notlar en iyi kaynak ve bir anahtar eser olma durumundadır. Haklı olarak, müteakip romanların dramatik zaferlerine bir büyük felsefî prelüde (giriş) olarak alkışlanmıştır. Yeraltı insanı Dostoyevski’nin hür insanını tam ma’nâsıyla temsil etmektedir. Tahdid edilmeye son hadde kadar isyan eder ve bunu felsefî bir prensip derecesine yükseltir. Üç çeyrek asır sonra gelen existansialistler gibi o da, bir “en merge” halindedir; daha öteye gitmenin mümkün olmadığı karanlık hududları zorlar. O, sadece cemiyete karşı değil, kendisine karşı bile, bir defaya, sadece bugüne veya yarına mahsus olmak üzere değil, devamlı olarak isyan halindedir.
Dostoyevski’nin radikal muasırları, bilhassa N. G. Chernyshevsky, “Felsefede Antropolojik Prensip” (1860) isimli eserinde, insanın ahlâkî tabiatına ait kanunların keşfedilmesinin sadece bir zaman meselesi olduğunu, iddia etti. Bu kanunlar keşfedilince rasyonel insan tercihlerini zarurî olarak bu kanunlara göre yapacaktır. Yeraltı İnsanı, Dostoyevski’nin, beşerî saadetin rasyonel bir tarzda organizasyonu iddialarına karşı çok sert bir cevabını teşkil etmektedir. Yeraltı İnsanı tabiat kanunlarını kabul etmeyi reddeder. İlme, mantık kaidelerine, bilginin sistematik terakümü hareketinin tamamına karşı, Chernyshevsky’nin “Kristal Palas”ına karşı, insanın elde etmek istediği ve korktuğu her şeye karşı Yeraltı İnsanı, kendi ünik, kötü niyetli sübjektif dünyasını koyar: Arzu, rüya, ümit, zulüm, ıztırap, aşağılık şeyler, kötü maksatlar. Eğer, tabiat kanunları (akılla sınırlandırılmış olarak) gerçekten mevcut ise, o zaman “hür irade” akıl tarafından er geç defedilecek bir illüzyondan ibarettir. Fakat, “Yeraltı İnsanı”, insanın tabiat kanunlarını ve saadetin rasyonel organizasyonunu reddedeceğini, çünkü onun kendi kaprislerini takip edeceğini ve başkalarını ince ince iğnelemeyi veya kendisinin iğnelenmesini tercih edeceğini iddia eder. Eğer onun sübjektif isyanı, tam, komplex ve gerçek olan (ki akıl onun küçük bir parçasıdır tamamı değil) bir realite ise, o halde aklın kanunları bir illüzyon, bir rüyadır: Beşerî ilmin çocukluk devri üzerinde yükselen bir sis gibi. Bu acaip diyalektikte rüya olan hangisidir, gerçek hangisi?… Tabiat kanunları mevcut mudur?… İnsan, sonsuz bir hesap serisinin neticesi olan bir fonksiyonu mu yerine getirmektedir; yoksa kendi aptalca arzusunun tatlı kıvrımlarını takip etmekte hür müdür? Bu sualin cevabı ne olursa olsun, biz biliyoruz ki Yeraltı İnsanı ve Dostoyevski’e göre bu kanunlar mevcut değildir, çünkü bizzat akıl objektif bir varlık olarak mevcut değildir. Dostoyevski’nin dünyasında, akıl yoktur; sadece akıl yürütenler vardır. Bütün rasyonel formüllerin arkasında bir formül yapan vardır ve bütün genellemelerin arkasında bir genelleme yapan vardır. Dostoyevski’nin dünyasında fikir sahibi olan insanlardan müstakil olarak “idealler” mevcut değildir. Dostoyevski için, bir fikir daima bir şahsın fikridir. Her çeşit akıl yürütme, üstü örtülü bir tarzda, bir arzunun ifadesinden ibarettir. İnsan tamamiyle sübjektif ve tam ma’nâsıyla hürdür.
Mamafih bu hürriyet, insanların aksiyonları ve başkalarına karşı davranışları hakkında, zımnen, amansız ve korkunç bir gerçeğe delâlet eder. Eğer bir şahsın tabiatı için kanunlar mevcut değilse – ve eğer bu şahıs hür olacaksa bu mümkün de olmayacağına göre – o halde, insanı bağlayan yegâne kanun, kendi arzusuna uymaktan ibarettir. Eğer insanın gayesi kendisinden ibaretse, o zaman diğer insanlar da dahil olmak üzere her şeyi bu gayeye hizmet ettirecektir. Hatta daha da fazlası, her çeşit “apriori gerçek” bir illüzyon haline gelir. Aksi takdirde gerçeğin bizim tercihlerimize tekaddüm etmesi ve bizim tercihlerimizin onun tarafından tayin edilmiş olması gerekecekti. Dostoyevski’nin hürriyet mefhumunda, hakikatin mutlak, zamana tabi olmayan bir tarzda ve bizim tercihlerimizden önce mevcut olması mümkün değildir. Hakikat, onun dünyasındaki bütün diğer şeyler gibi bizim arzumuza bağlıdır. Bunun zımnen delâlet ettiği şeyler korkunçtur; bütün prensip aksiyonları, her nevi diğergamlık hareketi, bütün iyi, güzel, faziletli, makul icraatlar, sadece zahiren böyledirler.
Ne kadar çok naive, hassas ruhlu, romantik kimseler bunlara inanmak istemiş olursa olsun, hiçbir şey ifade etmez. Bunlar gerçekte kendi kendini aldatmadır. Çünkü realite bir hür iradenin bütün diğer hür iradelerle ölesiye mücadelesinden ibarettir.
Yeraltı İnsanı’nın mutlak hürriyeti Dostoyevski’yi, bir gerçeği veya prensibi, iyilik veya kötülüğü, meziyet veya kusuru olmayan bir kâinatın mutlak dehşeti neticesine getirdi. Kainatın bu nihilist telakkisi, L. I. Shestov ve Nietzsche gibi filozofları iradenin çıplak arzusuna dair kapkara bir vecde götürürken, Dostoyevski’yi de çözülmesi imkânsız gibi görünen bir dilemma ile karşılaştırdı: Hürriyet en yüksek hayır gayesidir, zira insan hür olmadıkça insan sayılmaz. Fakat hürriyet aynı zamanda en büyük kötülüktür. Çünkü bu durumda insan sınırsız tahripkârlık da dahil her şeyi yapmakta hürdür.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı bitirdikten sonra karşılaştığı problem, zımnen delâlet ettiği tahripkârlığı frenleyerek, hürriyetin nasıl muhafaza edilebileceği idi. Bundan sonraki romanı Suç ve Ceza’da bir çözüm yolunu dramatize etmeye teşebbüs etti. Suç ve Ceza, cemiyet üzerinde serbest bırakılmış “hür irade”nin neticelerini tahlil eder ve aynı zamanda hür iradeyi frenleyecek bir güç bulmaya çalışır. Bu güç Tanrı’dır, fakat bu durumda Tanrı da kendi kendisiyle mütenakız bir vaziyete düşer. Nasıl ki beşerî saadetin rasyonel bir tarzda organizasyonu gayreti, hür iradenin bir sosyal strüktür tarafından tahrip edilmesi şeklinde, tahripkâr olmak neticesiyle karşılaşırsa, aynı şekilde, Tanrı da hür iradenin tahripkâr karakterini frenlemek için hürriyeti imha etmiş olacaktır. Bu dilemma ve bunun için bir çözüm yolu arayış, Suç ve Ceza’yı takip eden büyük romanları dramatik bir şekilde haber vermektedir.
Budala’daki Nastasya Filipovna, Ecinniler’deki Nicholas Stavrogin ve Krilov, Karamazof Kardeşler’deki İvan Karamazov gibi karakterlerde, Dostoyevski inanılmaz bir yaratıcı hüner ve dramatik kudretle, hür iradenin delâlet ettiği tahripkârlığı teşhir etti. Nicholas Stavrogin son haddine kadar hürriyet içinde yaşamaya muvaffak olur, korkuyu yener, ahlâkî prensiplere ve halkın noktai nazarına aldırış etmez ve onun bu başarısı intihar ile son bulur: Böylece yaşamak sevki tabiisine karşı da zafer kazanır! Kirilov mutlak hürriyetin mantıkî neticelerini dehşet verici bir açıklıkla sezer ve bu mantığın zarurî bir neticesi olarak kendini öldürür. Hürriyetin hayatı mahvetmesi, mümkün olan yegâne netice değildir. Zira hayat veren bir hürriyet de vardır. Dostoyevski, Suç ve Ceza’nın Raskalnikov’unda ve Budala’nın Prens Miyshkin’inde müphem bir başarıyla ve en ziyade muvaffak olduğu Karamazof Kardeşler’deki Alyoşa ve Zosima Baba tipleriyle, “hayata kavuşturan hürriyeti” cisimleştirmeye teşebbüs etti.
Hürriyetin bu iki çeşidi “Büyük Engizisyoncu’nun menkıbesindeki” Büyük Engizisyoncu ve İsa şahsiyetlerinde tam ma’nâsıyla cisimleştirilmiş ve birbiriyle mücadele halinde tasvir edilmiştir (Karamazov Kardeşler’deki bu pasaj, bugüne kadar yazılmış nesir edebiyatının en büyük parçalarından biridir.) İsa’nın hürriyeti, rasyonel isbatın teminatı, mucizeler veya kalabalığın desteği olmaksızın, korku dolu ve yalnızlık içindeki endişeli bir insan tarafından verilen -kayıtsız şartsız- sadakat ve imandır. Büyük Engizisyoncu’nun hürriyet anlayışı ise, en cazip formu içinde takdim olunmuş, üstün iradenin hürriyetidir. Büyük Engizisyoncu, insanı sever, her ne kadar onun zayıf olduğunu bilirse de ve her ne kadar insanın mezarın ötesinde ‘boşluk’la karşılaşacağı kanaatinde ise de, onu ruhî ve maddî bakımdan rahatlatmak için çalışır. Dostoyevski, Büyük Engizisyoncu’nun İsa’ya ve onun hürriyet anlayışına karşı yürüttüğü mantığı o kadar kuvvetli bir şekilde dramazite etmiştir ki o zamandan beri İsa’nın mı, yoksa Büyük Engizisyoncu’nun mu haklı olduğu hususunda tenkidî görüş ikiye bölünmüştür. Şüphesiz Dostoyevski, İsa’nın yanındaydı, ancak her okuyucunun hür ve endişeli bir yalnızlık içinde hangisini tercih edeceğine kendisinin karar vermesini istemiştir.
‘Büyük Engizisyoncu’ Hikâyesine Lionel Trilling’in “The Experience of Literature” Kitabında Yazdığı Tefsir
“Büyük Engizisyoncu” kadar modern şuura tesir etmiş veya insan kaderine dair her nevi spekülasyona bu kadar müsait olmuş, başka hiçbir edebî eserin bulunmadığını söylemek mümkündür. Bu hikâyenin uyandırdığı hususî alâkayı açıklamak zor değildir. Dostoyevski son derece cüretli ve sade bir biçimde, modern zihniyeti meşgul eden iki büyük mefhumu, bir yanda hürriyeti diğer yanda emniyet ve mutluluğu karşı karşıya getiriyor. Bu mefhumları iki üstün insan karakterinde tecessüm ettiriyor: Hikâyedeki bütün konuşmaları yapan şahıs, otoritesini bize, sadece çok yaşlı, güçlü ve akıllı olduğu için empoze etmiyor, bilâkis o Şeytanın bizzat kendisidir; ve hiç konuşmayan diğer şahıs ise ulûhiyettir. Başka hiçbir modern edebî eser insan kaderi üzerinde bu kadar heybetli münasebetler çerçevesinde spekülasyon yapmamıştır.
Bugünkü okuyucuya Dostoyevski’nin “Büyük Engizisyoncu”yu 1879’da yazmış olduğunu öğrenmek, bir sürpriz teşkil edebilir. Zira hikâye bugünlerde bizim aktüel tecrübemiz sayesinde bildiğimiz fakat Dostoyevski’nin bilmediği bir sosyal organizasyon biçimini, totaliter devleti, gerçekleşmiş bir vakıa olarak göstermektedir. Son nesillerin tarihi bu çeşitten bir cemiyet yapısı çerçevesi içinde anlatılabilir, zira Hitler’in Üçüncü Reich’ı, Mussolini’nin Faşist İtalya’sı, Sovyet Rusya ve Çin bunun dikkati çeken misalleridir. Totaliter devlet polis güçlerini kullanarak tebaasının faaliyetlerini kontrol etmektedir; aynı zamanda, dikkate değer bir muvaffakiyet derecesi ile onları endişe ve düşünceden kurtaracak olan maddî ve sosyal faydalar temin ederek (veya vaad ederek) rıza ve muhabbetlerini de kazanmaya teşebbüs etmektedir. Devlet, halkının iyiliğini düşünmek mesuliyetini üzerine almak suretiyle, kendi irade ve insiyatiflerini yönetime katılan delegelere emanet etme – aslında bu haklarından feragat etmeleri – şartıyla, kendini halka bir babalık (devlet baba) kisvesi altında gösterir. Tabii ki halkının refahını mevcudiyetlerinin başlıca gayesi olarak gören samimi demokratik devletler de vardır – en sık zikredilen numunesi İsveç – ve denilebilir ki, şöyle veya böyle, bugünün yüksek derecede gelişmiş bütün sosyal organizasyon teorilerinde halkın menfaatleri (welfare) fikri bir rol oynamaktadır. Fakat hatta demokratik cemiyetlerde ve hatta tebaasının emniyet ve gönül hoşluğunu taahhüt etmenin bir yönetimin vazifesi olduğu görüşünün taraftarları arasında bile, böyle bir programın, aşırı gidildiği takdirde, insanları konformizm ve pasifliğe ikna etmek suretiyle ifsad edeceği; insanları şahsî hürriyetlerinden vazgeçmeğe -ki biz halkı gerçek insan yapan şeyin bu olduğuna inanırız-sevkedeceğine dair korkular sık sık ifade edilmektedir. Ve işte tam da bu ‘hürriyetten vazgeçmek’tir ki Büyük Engizisyoncu’ya göre, beşeriyetin sulh ve saadeti için zarurî bir şarttır ve o, herşeye gücü yeten ve herşeyi temin eden bir devlet sayesinde, bunun meydana getirileceğini tam bir itimatla beklemektedir.
“Büyük Engizisyoncu”nun tarihî basireti gerçekten dikkate değer, fakat sanki hayalî bir şeymiş gibi bu yüzden şaşırmamıza lüzum yok. Bu hususiyet, Dostoyevski’nin kendi zamanındaki entelektüel hayat içinde çok rastlanan sosyal ve politik spekülasyonları ciddi olarak ele almak arzusundan ve onun o zamanlar sadece teoride ve bir arzu olarak mevcut olan şeylerin, zamanla kuvveden fiile geçerek gerçekleşebileceğine olan inancından doğmaktadır. Sadece acı bir şekilde menfi olarak tefsir ettiği sosyalizm ideallerini tasavvur etmek ve bunları mümkün olan en son ifrat haline göre tahayyül etmek, Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu’nun devletinin hususiyetlerinden çoğunu idrak etmesine yetmiştir. Bu devletin diğer hususiyetleri ise, Rusya’nın millî kilisesi olan Grek Ortodoks Kilisesi’nin heyecanlı bir müntesibi olan Dostoyevski’nin Roma Katolik Kilisesine duyduğu düşmanlığın mahsulüdür.
Dostoyevski’nin Roma Kilisesi’ne yaptığı tenkitte gerçekte yeni olan hiçbir şey yoktur. Hatta onun, Roma Katolikliği’nin bir devlet sosyalizminin tatbik vasıtası olduğu şeklindeki garip fikri dahi, Roma Kilisesi’ne tevcih edilen eski bir suçlamanın yeni ve hayal gücü daha zengin bir versiyonudur. Eskiden de kilisenin, mânevîyat ve hakikata bağlılığını feda etmek bahasına, dünyevî gücünü kurmaya çalıştığı, Sezarlar’a mahsus şahane imparatorluk yolunu takip etmek için İsa’nın yolundan ayrıldığı suçlaması yapılırdı. Bu suçlamayı yapacak olan, herhangi bir Katolik olmayan Hristiyanın, İncil’deki bir hikâyeyi, Şeytan’ın İsa’yı iğvâ etme teşebbüsünü hatırlaması tabiidir. İsa’ya orada, şeytan tarafından iğva edilmek için, dünyevî kudret teklif edilmiş ve o bunu reddetmişti. Dostoyevski’nin hikâyesindeki İsa bu teklifi reddettiği için azarlanmaktadır. St. Luka İncili’nde anlatıldığı şekli ile bu vakanın hikâyesi şöyledir (4: 1-13):
(Ve İsa Ruhü’l-Kudüsle dolmuş olarak Ürdün’den döndü, habis ruh tarafından çöle [Wilderness] sevkedildi, orada habis ruh kırk gün boyunca Onu iğvaya çalıştı. Ve o günlerde o hiçbir şey yemedi; ve o günler bitince, daha sonra acıktı. Ve habis ruh Ona dedi, eğer sen Tanrı’nın oğlu isen bu taşa emir ver ki ondan ekmek yapılabilsin. Ve İsa ona şöyle diyerek cevap verdi; yazılmıştır ki, insan sadece ekmekle yaşayamaz, fakat Tanrı’nın her kelimesi ile yaşar.)
Ve habis ruh, onu yüksek bir dağa çıkararak, bir dakika içinde ona dünyanın bütün krallıklarını gösterdi. Ve habis ruh ona dedi, bütün bu gücü sana vereceğim, şan ve şöhretlerini de; çünkü bu bana teslim edilmiştir ve kime istersem vereceğim. Eğer bu sebeple bana kulluk etmeyi kabul edersen, hepsi senin olacak. Ve İsa cevap verdi ve ona dedi, defol Şeytan: Zira yazılmıştır, Sen Mevlan olan Tanrı’ya ibadet edeceksin ve sadece O’na kulluk edeceksin.
Ve o Kudüs’e getirdi onu ve onu mabedin tepesine çıkardı ve O’na dedi, Eğer Sen Tanrı’nın oğlu isen, kendini buradan aşağı at; zira yazılmıştır, O meleklerine sana bakmak, seni muhafaza etmek vazifesini verecek; ve onlar ellerinde seni yukarı kaldıracak, hiçbir zaman ayağın bir taşa değmesin diye. Ve İsa cevap olarak ona dedi, denilmiştir ki, Efendin Tanrı’yı iğva etmeye kalkışma.
Ve habis ruh bütün iğvalarını bitirince, bir müddet için ondan ayrıldı.
Dostoyevski’nin bu vakayı kullanış tarzı mahirane ve parlaktır. Hikâye İncil’deki biçimi ile her ne kadar yüksek ehemmiyeti âşikâr ise de, nisbeten küçük bir aks-i sadaya sahiptir. İsa bu iğvaların her birine, gerçekten iğva edilmiş olduğunu hiç de imâ etmeyen bir şekilde, kolayca karşı koyar. Zaten nasıl ayartılabilirdi? Zira şeytanın ona sunduğu şey, görüleceği gibi, sadece kendisinin tatmin olmasına yarayabilir, bu ise onun gibi ilahî mükemmeliyete sahip bir şahıs için pek iğva edici değildir. Ancak, eğer habis ruhun teklifi, sırf İsa’nın kendi için değil de beşeriyetin hatırı için olursa, bu gerçekten bir iğva teşkil eder. Zira o zaman İsa, kendisine sunulan güçleri, maddî geçim, otorite ve mucizeyi reddetmekle beşeriyeti meşakkat, nifak ve şüpheye mahkum ettiğini bilmektedir. Ve bu zor kaderi insanlar üzerine, yeryüzünde geçici bir saadet olsun vaad edemeyen, sırf mücerred birşey uğruna yüklemektedir, yani, hürriyet, uğruna ‘iyi ve kötü’yü bilme ve bunlardan birini tercih edebilme ve kurtuluşu araştırma hürriyeti. İsa insanların kalpleri ve zihinleri üzerinde hakimiyet kurmak için insanların hoşnutluğu namına elde edilen dünyevî güçlerin kullandığı usulleri değil, fakat sırf onların hür imanına (freely given faith) dayanmak tercihini yaptığı zaman, insanlığa çok ağır bir yük ve büyük bir imtihan tahmil ettiğini bilir. Böyle anlaşıldığı takdirde, direndiği ayartma gerçek bir iğvadır ve onun yaptığı tercih, hatta ilâhi bir varlık için bile, zor olduğu düşünülebilecek bir tercihtir- öyle bir ilâhi varlık ki ulûhiyet-i zatı beşeriyete karşı sevgisinin tamlığı ile ifade ediliyor.
Ve Dostoyevski’nin hikâyesindeki, İsa’nın maruz kaldığı iğva teşebbüsünün tabiatını bir kere anlayınca, biliriz ki biz de bunun için de imâ edilmişizdir – biz dahi pasif emniyet ile hürriyet arasında kendi şahsî tercihimizi yapmalıyız. Ve bu seçim, Dostoyevski’nin çizdiği sınırlar içinde karşılaştığımız hali ile hiç de basit değil. Zira, Engizisyoncu kendi davasını öyle bir tarzda ortaya koyuyor ki akıl ve insanî duygular İsa’dan ziyade onun safındadır. Onun, “insanları besle, ondan sonra onlardan fazilet iste” şeklindeki ifadesinde, hem insanî sempati hem de akl-i selim bulunduğunu görmezlikten mi gelmeliyiz? Bugünlerde bütün aydınlar, ‘hiç bir suç yoktur, o halde günah da yoktur, sadece açlık var’, diye inanmaya ve şimdilerde öğrendiğimiz ifade ile ‘anti-sosyal davranış bir suçlu veya günahkâr olmaya mahkum olan şahsın içinde yaşadığı şartlarla açıklanmalı’ diye inanmaya temayül etmiyorlar mı? Biz akıllıca bir politik ve sosyal organizasyonun, şahsî ve amme hayatındaki tansiyonu yok edeceği; ve böylece hem şahıslar hem de milletler arasında barış ve nezih davranışlar meydana getireceği inancına kolayca kapılırız.
Kısaca, aklî ve ahlâkî zeminde anladığımız ve hissettiğimiz şekli ile Büyük Engizisyoncu bize arzu ettiğimiz şeyi, münasip bir şekilde sahip olmamız gereken ve pekâlâ elde edebileceğimizi hissettiğimiz bir şeyi sunuyor; bir yeryüzü cenneti imkânı vaad eden bir sosyal düzen. Halbuki biz bunu, tabii reddediyoruz; o halde bunu niçin reddediyoruz?
Bu suale cevap vermenin yollarından biri de, bundan yüzyıllarca önce teşkil edilmiş olan iki çarpıcı ifadeyi hatırlamak olacaktır. Bu iki ifade de, Âdem’in bilgi ağacının meyvesini yiyişi, iyi ve kötünün bilgisini elde etmesi yüzünden, cennette yaşama imtiyazının kaybedilmesi hikâyesine telmihte bulunmaktadır.. Âdem’in günahı, “felix culpa”, mesut günah olarak adlandırılmaktadır; insanın düşüşü, ki bu proses içinde bu günaha yol açmıştır, “talihli düşüş” sayılmıştır. Bu günahın ‘mesud’ ve bu düşüşün ‘talihli’ bir düşüş sayılmasının sebebi ise, bu sayede İsa’ya, insanı, masumiyetini kaybetmesinden önceki halinden daha asil bir varlık haline getirmek suretiyle, insanlığın bağışlanması ve kurtuluşunu gerçekleştirme fırsatı vermesidir. İnsanın tabiatı hakkında söylediklerinden müteessir olmak için, bu fikrin dinî muhtevasını kabul etmek şart değil. İnsan iyi ve kötü hakkındaki bilgisinin ve bunlar arasında bir tercih yapma ıstırabının ve yanlış seçim yapmanın, doğuracağı neticelerin ağırlığını taşımadıkça tam bir insan sayılmaz. Büyük Engizisyoncu, insanın mutluluk için hürriyetinden vazgeçmesinden bahsediyor ve bilhassa ‘iyi ve kötüyü’ bilme ve bunlar arasında, acı çekerek de olsa, bir ‘tercih yapabilme hürriyeti’ni kasdediyor. Onun Yeryüzü Cenneti’nin bütün gayesi, hürriyetin intaç ettiği ıstıraplardan insanı kurtarmaktan ibarettir. Biz onun teklif ettiğini reddediyoruz, çünkü bunu kabul etmek, hürriyetin verdiği insanî vakarımızı kaybetmek manasına gelir.
Dostoyevski, şüphe edemeyiz ki, bizden hürriyetten vazgeçmeyi reddetmekten daha fazlasını beklerdi: O bizim şuna inanmamızı isterdi ki bir devletin, halkının, maddî refahı için attığı her adım ile o devletin halkı, pasifliğe, bağımlılığa ve ruhî tükenmeye daha fazla yaklaşmış olur. O bize sadece en aşırı uçları göstermek, “vahşet” (wilderness) içinde ruhî hürriyet ile birlikte bir hayat, yahut ‘cemiyet içinde bir köle hayatı, tercihini takdim etmek bakımından hikâyesindeki Şeytan – Engizisyoncu ile mutabıktır. Sanatının tesiri gerçekten kuvvetlidir ve biz onun nüfuzu altında iken beşeriyetin gerçekte böyle tadil edilemez iki alternatifle, karşı karşıya ve diyebiliriz ki, bu kadar basit bir şekilde, ‘mutlak’ tercihler yapmak zorunda olmadığı gerçeğini hatırlayabilmemiz oldukça büyük bir zihin gayreti gerektiriyor.
Edward Wasiolek’in Major Fiction kitabındaki ‘Büyük Engizisyoncu’ Tefsiri
D.H. Lawrence “Büyük Engizisyoncu’nun hikâyesi”ni, John Middleton Murry’nin tavsiyesi üzerine ilk defa 1913’te okudu. J. M. Murry, “Dostoyevski’nin düşüncesinin bütün anahtarı, bu büyük Engizisyoncu hikâyesindedir.” diyordu.
Parçayı okuduktan sonra, Lawrence, Murry’e sordu. “Neden? Bu hikâye bana ma’nâsız bir şey olarak görünüyor”. O, hikâyeyi rahatsız edici “kinik Şeytanî” bir pozisyonda görmüştü. Fakat daha sonraları, her okuyuşunda daha ziyade gerçek ve daha ziyade üzücü bulmaya başladı. Gerçek ve üzücü; çünkü, Büyük Engizisyoncu haklı ve İsa haksızdı. Daha sonraki yorumu, Büyük Engizisyoncuyu İsa’yla yaptığı düellonun galibi olarak gören, tenkidî görüşlerin büyük bir kısmını temsil edebilecek mahiyettedir:
“O zamandan beri Karamozof Kardeşler’i iki defa daha okudum ve her seferinde daha kasvet verici buldum: Çünkü heyhat, hayatın gerçeğini her seferinde daha keskin ve daha acı bir şekilde aksettiriyordu. İlk okuduğumda dehşet verici bir ‘romance’dan ibaretti. Şimdi, Büyük Engizisyoncu’yu bir kere daha okudum ve kalbim karardı. Bu hikâyeyi, hâlâ sefil bir ‘kinik-Şeytanî gösteri olarak görüyorum. Fakat bu görünüşün altında, İsa’nın cevap verilemez nihaî tenkidini işitiyorum. Bu hikâye kahredici bir hulâsadır, çünkü beşeriyete dair büyük bir tecrübenin neticesinde yazılmıştır. İllüzyona mukabil realite ve illüzyon İsa idi, halbuki tarih ona gerçekle karşılık vermektedir.”
Ve; ‘Engizisyoncu’nun, Dostoyevski’nin İsa hakkındaki nihaî görüşüne tercüman olduğundan şüphe edemeyiz. Bu görüş, menfi bir şekilde, şudur: İsa, sen yetersizsin, insanlar senin görüşlerini tashih etmeli. İsa hikâyenin sonunda Engizisyoncu’ya af öpücüğünü verir, tıpkı Alyoşa’nın İvan’a yaptığı gibi.”
Lawrence, Büyük Engizisyoncu’nun yanında yer alır ve böylece karanlık ve tahripkârlık ruhunun yanında yer almış olur. Aslında istemeye istemeye onun tarafını tutmaktadır (Dikkat ederseniz yukarıda ‘hayatın gerçeğini daha keskin ve acı bir şekilde aksettirmek’ ibaresini kullanmaktadır.). Zira, o insanın daha farklı olmasını arzu ederdi. Büyük Engizisyoncu’nun yanında yer almakla, kendisinin, insanı; zayıf, köle ruhlu ve kendi kendini aldatan, yani; ölümsüzlükten, gerçek hürriyetten ve kurtuluştan vazgeçen bir varlık olarak kabul etmiş olduğunu görebilecek seviyededir.
Hatta daha da fazlası, Lawrence, tıpkı Büyük Engizisyoncu’nun gerçeklerini tercih eden diğerlerinin de karakteristik olarak yaptığı gibi, Dostoyevski’nin de bu kanaatte olduğunu göstermeye gayret eder.
Biz biliyoruz ki, Lawrence’nin tefsiri Dostoyevski’nin yapmak istediği şey değildir, en azından onun şuurlu bir şekilde yapmak istediği bu değildi; fakat enteresandır ki, Büyük Engizisyoncu’nun fikirleri bu kadar çok meşhur münekkit tarafından tercih edilmiş – ve Dostoyevski’ye izafe edilmiştir- ve üstelik bu münekkitler, çok farklı felsefî ve kültürel çevrelere mensupturlar. Leo Shestov’un ‘Dostoyevski ve Nietschze kitabının tamamı, Dostoyevski’nin ateist kahramanlarının tarafını tuttuğunu ispat etmeye hasredilmiştir. Ve Rozanov aynı şekilde Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu’nun tarafında olduğuna kanidir. ‘Büyük Engizisyoncu’nun Menkibesi’nde Rozanov diyor ki: “Dostoyevski öldüğü zaman, ruhunun sırrını beraberinde mezara götürmedi, ölümünden önce âdeta ruhunun sırrını ifşa eden bir içgüdüye tabi olarak, bize şaşırtıcı bir sahne bırakmıştır ki bu sahne vasıtasıyla Alyoşa’nın İvan’a söylediği “Ve sen de onunlasın” sözlerinin, bu kadar açık bir şekilde Engizisyoncu’nun tarafını tutan yazarın kendisine de tatbik edilebileceğini anlayabiliriz.”
Dostoyevski’nin bu şuurlu maksadına karşı (yine aynı şekilde) çok fazla sayıda meşhur okuyucunun isyan etmesi, tefsir farkları mahfuz kalmak kaydıyla, Dostoyevski’nin kendi düşüncesinin zıddı olan görüşleri de ne kadar kuvvetli ve ikna edici bir şekilde tasvir edebildiğini de göstermektedir.
Büyük Engizisyoncu konuşmasını bitirmeden önce, bütün insanlığın İsa’sı, sadece seçilmiş bir azınlığın İsa’sı; insanlık için ızdırap çekmeye gelmiş olan İsa, insanlığa sadece ızdırap getiren biri ve merhametin İsa’sı, lakayt ve insanlıkla ilgilenmeyen bir İsa haline dönüşür. Büyük Engizisyoncu’nun ortaya koyduğu tavır için ‘İsyan’ tabiri kâfi derecede kuvvetli değildir: Guardini’nin “mütecaviz” tabiri daha iyidir, fakat aslında onun tavrı bundan da sertir.
Bu, İsa’yı İsa yapan vasıflardan soyarak kendisine maletmektir. Bütün insanlığı seven ve onlar için, ızdırap çeken ve onlar için sadece hayatını değil ve belki hatta ebedi hayatını da kurban eden kişi İsa değildir, aksine Büyük Engizisyoncu’dur. Rollerin bu tersine dönüşü nihaî metinde sadece ima edilmiştir ve Dostoyevski’nin Karamozof Kardeşler için yaptığı müsveddelerde ise bu kontrast daha barizdir. Bu müsveddelerde Büyük Engizisyoncu İsa’ya şöyle der: “Biz senden daha ziyade insanız, biz yeryüzünü seviyoruz”, “Ben insanlığı senden fazla seviyorum”. Büyük Engizisyoncu sadece kendi gerçeğini İsa’nın gerçeğiyle karşılaştırmakla kalmıyor, ayrıca o, İsa’nın ulaşamadığı gerçektir: O nur ve hakikat, İsa hata ve zulümattır. Müsveddelerde Büyük Engizisyoncu, İsa’yı cehennemin ve kötülüğün güçleriyle aynileştirecek kadar ileri gider: “Sana söyleyecek sadece bir tek sözüm var: Seni cehennem kustu, sen bir zındıksın!”, Büyük Engizisyoncu’nun argümanı tembellere mahsus retorik kaidelerine ve ucuz hilelere istinad etmemektedir; bazılarının iddia ettiği gibi mütenakız da değildir. Mantık onun safındadır, İsa’nın değil; mamafih aslında ikisinin de nihaî gerçeği mantıktan daha fazlasını gerektirmekteyse de. Lawrence, Shestov, Guardini, Rozanov ve pek çok başka meşhur münekkit İsa’ya karşı Büyük Engizisyoncu’nun yanında yer almışlardır. Çünkü onun argümanı çok kuvvetli ve cevap verilmez cinstendir. Ve onlar bunu Dostoyevski’nin pozisyonu İsa’nın lehinde tasvir etmek arzusuna rağmen yapmaktadırlar. İsa’nın argümanında bir zayıflık yoktur ve fakat Büyük Engizisyoncu’nun argümanında da bir zayıf nokta yoktur. Mochulsky Büyük Engizisyoncu’nun, beşeriyet sevgisinden hareket ederek münakaşa ettiğini fakat, beşeriyeti zayıf ve köle ruhlu tasvir ettiğini ve bu sebeple de argümanının yanlış olduğunu söylerken açıkça bir non_sequitor (bu hükümden bu çıkmaz ma’nâsına) hüküm vermektedir. İnsan zayıf ve köle ruhlu olanı sevebilir ve belki de acıdığı için daha fazla sevebilir. Büyük Engizisyoncu’nun argümanının kendi kendisiyle mütenakız olduğunu göstermeye çalışarak, Dostoyevski’yi haklı çıkarmaya gayret edenler Büyük Engizisyoncu’yu anlamıyorlar, Dostoyevski’yi de anlamıyorlar. Dostoyevski İsa’yı tasvir edebileceği yegâne vaziyette tasvir etmiştir ve İsa’nın ortaya koyduğu gerçek, Büyük Engizisyoncu’nun gerçeğini; Büyük Engizisyoncunun gerçeğinin İsa’nın gerçeğini yok ettiğinden daha ziyade tahrip etmiyor (yani eşit durumdalar). Biz burada insan tabiatını anlamanın iki farklı usulü üzerinde düşünüyoruz ve bunların her ikisi de netice vermez; İnsan bunlardan birini tercih edecek durumda değildir. Çünkü, bunlardan hiçbiri beşeriyetin umumî kabulünü görecek durumda değildir. Bu husus Büyük Engizisyoncu’nun hakikatinin tabiatı anlaşılmak ve görülmek suretiyle daha fazla tebellür edecektir ki, bu hakikat insicamlı, tam ve çok da ikna edicidir.
İsa, insanları kendisini numune-i imtisal olarak takip etmeye davet etti ki, bu misalin özünde onun çölde şeytanın üç ayartmasını reddedişi vardır: Yani (1) Taşları ekmeğe çevirmek (2) Bir mucize göstermek suretiyle kendi ilâhi menşeini ispat etmek (3) Dünyevî saltanatın gücüne tapınmak hususunda şeytanla mutabık olmak. Bunun yanı sıra, şaşılacak bir şeydir ki, pek çok önemli münekkit, bu üç ayartma teşebbüsünü, Dostoyevski’nin bunları anladığı ma’nâda -her ne kadar tek bir dikkatli okuyuş bunları apaçık gösterecek ise de- anlayamamışlardır. Birtakım yanlış sebeplerle -Magarshack ve Rahv buna misaldir- bir çok münekkit bu üç iğva teşebbüsüne karşılık olarak “mucize, esrarengizlik ve otorite” kelimelerine takılıp kalmışlardır. Halbuki, Dostoyevski’ye göre diğer ikisi sadece ikinci iğvayı desteklemektedir: İnsanın ispat için duyduğu daimi ihtiyaç veya iman etmeden önce iman ettiği şeyin kesinlikle gerçek olduğunu bilmek istemesi. Bu aldatıcı ispat şeklinin daimi enstrümanları her zaman, mucize, esrar ve otoritedir, Rahv’ın anlayış tarzı bu bakımdan diğerlerini de temsil edecek niteliktedir: “Şeytanın çölde onu iğva etmek için başvurduğu üç kuvvet mucize, esrar ve otoritedir; insanların vicdanını yok etmek ve onu kendi menfaatlerine esir etmek için kullanılan aslî usuller”.
Bu üç iğva hür bir imanın üç büyük sınırıdır. İsa’nın verdiği misal, hür bir şekilde verilen imandır; ekmeğin, mucizelerin, dünyevî saltanatın kolektif gücünün desteğine ihtiyacı olmayan bir iman şekli. İsa insanları kendisine bu şekilde bir imanla inanmaya davet etti. Fakat İsa, Büyük Engizisyoncu’ya göre, insanın tabiatını korkunç bir şekilde yanlış anladı. Zira 15 asırlık beşerî macera ispat etmiştir ki, insan tam da bu tabiatı yüzünden İsa’nın talep ettiğini yerine getirmeye muktedir değildir, insanlar daima feryat etmişlerdir -Dostoyevski’nin zamanında da ediyorlardı: “besleyin bizi, o zaman ahlâklı olacağız” ve insanlar asla hür bir seçimin korkusunu ve endişesini değil, bilâkis mucizelerin, esrarın ve otoritenin kesinliğini her zaman talep etmişlerdir. Ve onlar daima yalnız kalmaktan korkmuş, herkesle birlikte tapınmanın getirdiği koyunlara mahsus konforu ölesiye arzu etmişlerdir. İsa daima, insanlardan, yalnızlıktan ve görülmeyen şeylerin mevcudiyetine (imandan) korkmamalarını, sadece kalplerinden gelen hür hareketin desteğinde iman etmelerini istemiş, fakat insanlar daima maddî konforu, rasyonel ispatın kesinliğini ve kolektif ibadetin emniyetini tercih etmişlerdir.
Fakat insanların tabiatı öyledir ki, İsa’nın talepleri onların kuvvetinin çok ötesindedir ve İsa’nın bu hür iman talebi, sadece insanın lüzumsuz ızdırablara garkolmasına yol açabilirdi. 15 asır ispat etmiştir ki, sadece bir avuç insan İsa’nın verdiği misali takip edecek kadar kuvvetli idi ve geri kalanlar onu asla takip edemeyecekti. Bundan şu çıkmaktadır ki ve büyük Engizisyoncu bu suçlamayı tekrar tekrar yapmaktadır, İsa öyle davranmıştır ki sanki o insanoğlunu hiç sevmemektedir, sanki o sadece müstesna birkaç kuvvetli ve hür insanı dikkate almıştır ve fakat onun bu müthiş hürriyetini taşımaya gücü yetmeyen milyarlarca insana hiç aldırış etmemiştir. Bundan şu da çıkmaktadır ki İsa, ya insanın tabiatını yanlış anlamıştır veya onu anlamış olmasına rağmen ona lüzumsuz ızdırapları yüklemiştir. Eğer birinci şık doğru ise, o zaman o İsa değildi; ikinci şık doğru ise, o zaman o, insana değer vermeyen bir zalimdi.
Eğer Büyük Engizisyoncu sadece, insanın köle ruhluluğunu İsa’nın hürriyeti ile; insanın, vücut ve vicdanının huzur ve konforu için duyduğu koyunca arzuyu, İsa’nın ızdırap çeken vicdan ve vücuduyla; insanın zayıflığını, İsa’nın kuvvetiyle mukayese etmiş olsaydı; o zaman onun İsa’ya karşı yaptığı argümanda çok az cazibe olacaktı. Hatta biz 20. asır insanları dahi, henüz kuvveti zayıflığa, hürriyeti köleliğe tercih edecek kadar yüreklenmiş değiliz. Hayır, Büyük Engizisyoncu’nun fikirlerinin cazibesi daha da derinlerde yatmaktadır; ve Lawrence ve Shestov (ki bir çok şeyleri Büyük Engizisyoncu’yu taklit ederek fırlatıp atmaktadırlar) bu cazibeyi hissetmişlerdir. Onlar da İsa’nın hürriyetini, güzelliğini tercih edeceklerdi, fakat Büyük Engizisyoncu’yla birlikte onlar da görmektedirler ki bu, insanın ne olmak istediği meselesi değil, bilâkis ne olduğu ve ne olabileceği meselesidir. Onlara göre, bütün tarih göstermektedir ki, insan Büyük Engizisyoncu’nun tasvir ettiği gibidir. İsa’nın olmasını talep ettiği gibi değil.
Büyük Engizisyoncu’nun argümanındaki, fundemental, samimi ve inandırıcı cazibeyi görememe hatasıdır ki -ben Dostoyevski’nin bunu gördüğüne kaniim – Dostoyevski’nin taraftarlarının yanlış öncüllerden hareketle İsa’yı desteklemek için münakaşa etmelerine yol açmıştır. İnsanın hangi tasvirinin daha cazip olduğu konusunu temel alarak münakaşa etmek ve bu temele istinaden gerçeği İsa’ya atfetmek faydasızdır. Böyle bir münakaşada Büyük Engizisyoncu, İsa’nın insan anlayışının kendisininkinden daha cazip olduğunu ilk tasdik eden kimse olacaktı; fakat haklı olarak iddia edecektir ki, bu husus İsa’nın bir nebze dahi haklı olduğunu göstermez. Meselâ, Mochulsky haklı olarak diyor ki, İsa olmaksızın aslî olarak ne insanlık ne beşerî vasıflar ne de sevgi olamaz. Büyük Engizisyoncu insanı zayıf ve köle ruhlu olarak gördüğü için veya insanı küçümsediği için hatalı değildir. İnsanların saadeti için çalıştığını söylerken, aynı zamanda insanı zayıf ve köle ruhlu olarak görmekle bir paradoksa da düşmemektedir.
O insanı olduğu gibi sevmekte, olması gerektiği şekilde değil; ve o insanın zayıflığını melankolik bir gerçek olarak kabul etmektedir, çünkü bu bir gerçektir. Büyük Engizisyoncu ancak onun insan tabiatı hakkındaki görüşü yanlış olduğu takdirde haksız olur. Ne mantık, ne de tarihi gerçekler ona karşı değil. Görülen şeylerin şahadeti tamamen onun tarafındadır. Fakat İsa kendi gerçeğini asla görünen şeylerin şahadetine dayandırmaz; bilâkis Gaybın şahadetine istinad eder (1). Şeytanın ikinci iğvası ispat talebi idi ve fakat İsa insanlara (bu hususta), hürriyeti ve rasyonel ispatın gereklerini reddetmek için mücadele etmeyi vaazetmektedir. Onlara vaazettiği ile onlardan talep ettiği şey aynıdır (Yani: onlardan aklın teminâtı olmaksızın kendisine de iman etmelerini talep etmektedir.) Onlardan kendi tabiatlarının üzerine yükselmelerini, tabiatlarını İsa’nın tabiatına benzetmelerini talep etmektedir ve insanlar bunu ancak onun da yaptığı gibi yapabilirler: Yalnızlık, dehşet ve endişe içinde (çöldeki İsa gibi). İnsanlar onun direndiği şey için ölesiye arzu duymaktadırlar; doğru davrandıklarına güvenebilecekleri şekilde, fiillerinin sağlam temellere dayanması; inanmadan önce haklı olduklarının kendilerine temin edilmesi, öyle ki, hür bir vicdanın teröründen ve endişesinden bu şekilde kurtulabilirler ve bu suretle, diğerlerinin de, en iyisi, bütün diğer insanların da aynı şeyi yaptığını bilmenin konforuna sahip olabilirler. Fakat İsa farklı bir şey talep etmektedir: her ne kadar bütün insanlar size karşı çıkarlarsa da ve her ne kadar tarih bunun imkânsız olduğunu söylerse de, kalbinin fısıltısını seç, her ne kadar bu seçim çok kesin olarak yalnızlık, endişe ve ümitsizlik içinde ve İsa’dan başka klavuzun olmaksızın olacaksa da. Bu mantığa, tarihe ve diğer misallere karşı seçim, İsa’nın hürriyetidir (İsa’nın iman hürriyetinden kastettiği şey). Bu niye hürriyettir, çünkü Dostoyevski için hürriyet başka hiçbir şey tarafından determine edilmeyen şeydir. Dünyevi konfor şartına dayanan, bir hırs için, mucizenin, esrarın, otoritenin önceden verdiği teminata dayanan veya komşunuzun da sizin yaptığınız gibi inanması şartına dayanan seçim, seçim değildir. Dostoyevski için hür bir iman kayıtsız şartsız bir imandır; o öyle bir imandır ki, sadece kalbin hür hareketini tanır.
Dostoyevski daha önceleri asla kendi görüşünü böyle takdim etmemiş ve okuyucularını bu kadar zor bir seçime zorlamamıştı, çünkü daha önce asla kendi rakiplerinin hakkını bu kadar fazla teslim etmemişti. “Yeraltından Notlar”da rakiplerine bu kadar çok hakikat payı vermemişti; ki orada rakipleri, katı, aptal ve kölece tabii kanunların cazibesine kapılmış olarak tasvir edilir; “Suç ve Ceza”da da bunu yapmamıştır, ki orada İsa’nın haklı olduğunu ve Raskolnikov’un haksız olduğunu ispatlamaya hırslı bir şekilde gayret etmiştir; “Ecinniler’de de rakiplerine bu kadar hak vermemişti. Hürriyetin rakipleri, sosyalistler, hicvedilmek suretiyle zalimce ezilmişlerdir ve İsa’nın rakipleri, Stavrogin ve Kirilov, kendi kendilerini tahrip (intihar) yoluna sürüklenmişlerdir. Büyük Engizisyoncu’nun Monologu İsa’ya karşı bir argümandır ve Dostoyevski’nin bu noktaya gelinceye kadar yazdığı her şeye karşı bir argümandır. Zira Büyük Engizisyoncu, o zamana kadar yerleştirmek için o kadar çok çalıştığı bütün öncülleri Dostoyevski’ye bağışlar. Sırf Dostoyevski’nin tarif ettiği insan tabiatının İsa’yı değil ancak bir İsa taklidini destekleyebileceğini göstermek için. İnsan bir âsidir, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”da gösterdiği gibi, fakat o isyanından yorulacaktır; ebediyete susamıştır, fakat o ebediyetin sadece bir taklidine tahammül edebilir ve gerçekte de bunu kabul edecektir; hürriyete susamıştır, fakat sadece bir hürriyet illüzyonunun ızdırabını çekebilir; ne huzur ne de eşitlik bulacaktır sosyalizmde, fakat sosyalizmi kabul edecek, çünkü sosyalizm ona sahte bir huzur ve eşitlik verecektir.
Bu Dostoyevski’nin Tanrı’ya karşı koyduğu nihaî ifadedir. Dostoyevski, tarafsızlık ve samimiyetle burada kendi düşüncesiyle karşı karşıya gelmekte ve şimdiye kadar inşa ettiği her fikri yeniden denge durumuna koymaktadır. Bu onun, görülen şeylerin şahadeti ve insanoğlunun keder verici zayıflığı ve kendi kendini kandırmak için sahip olduğu sonsuz kapasite ile nihaî hesaplaşmasıdır. Sadece, hapishaneden bir arkadaşına yazdığı sözler, nihayette onu destekleyen -bütün hayatı boyunca olduğu gibi- ve dünyasının dayandığı şeyler olarak baki kalmaktadır: “Eğer herhangi biri bana ispat etseydi ki, İsa gerçek dışıdır ve gerçekten de vaziyet öyle olsaydı ve gerçek İsa’ya uymasaydı, o zaman gerçeğin yanında yer almaktansa İsa ile kalmayı tercih edecektim.”
Dipnot:
1- Ellezîne yu’minûne Bi’l-gaybi: Onlar ki gayba iman ederler! Şeklindeki Kur’ân âyetinde dahi imanın bu hususiyetine işaret edilmiştir (Bakara sûresinde).