Bir “divan edebiyatı sempozyumu”nda “Mazmun ve dil felsefesi açısından ehemmiyeti” başlığıyla yapılan konuşmanın deşifre edilmiş metni :
Mazmun ve Dil Felsefesi Açısından Ehemmiyeti [1]
Şahin Uçar, Mazmun ve Dil Felsefesi Açısından Ehemmiyeti üzerine konuşacak. Buyurun [2]
Efendim, Evveli, âhiri, Zâhiri, Bâtını ve bütün hâzırûnu hürmetle ve muhabbetle selamlayarak, kelâma, âdet-i dirînem üzre, besmele hamdele ve salvele ile başlayacağım. Çünki ben, bir divân edebeyatı profesörü olarak değil, evvela bir divân şairi olarak bulunuyorum burada: o uslupla konuşacağım.
Bismillah’ ir-rahman’ ir-rahim, el-hamdü lillâhi rabb il-âlemin. Benâm-ı hudâvendigâr –ı dil-âferin ki ber dil-i merâ, isti’dâd-ı şiir ve negamât-ı nühüft-i ma’nevî, elhân-i ma’nevî, ihsan gerde. Arz-ı şükran dâdem. Ve kaale fî kitâbihi: “Ve alleme Âdeme’ l- esmâe kullehâ”. Ba’dehu, salatu selam alâ Muhammedin ki der hakk-ı ô, Şeyh Sa’di i-Şîrâzî der kitâb-i Gülistan güft[3] ki:
“Belaga’ l -ulâ bi-kemâlihi
Keşefe’ d- dücâ bi-cemâlihi
Hasunet cemi’u hisâlihi,
Sallû aleyhi ve âlihi“.
“Erişir göğe o kemâl ile
Gece nur olur o cemâl ile
Güzeldi o cümle hısâli ile
Salavat ona dahi âline”
Sallû aleyhi ve âlihi
Ve kaale Muhammed “İnne min’ eş-şi’ri le-hikmeten, inne min el beyani le-sihren“ Hz. Muhammed (s.a.v) buyurdu ki: „Beyan vardır ki sihirdir -söz vardır ki sihirdir-, şiir de hikmetdir, şiirde hikmet vardır.“
Bu âdet i-kadîm üzre besmele hamdeleden sonra, günümüzün lisanına döneyim izninizle. Ben bir divan şâiriyim ama, gerçi divân edebiyatçıları bu yönüme pek itibâr etmezler, Mevlânâ buyurmuştu ki “eğerçi neyem lâyık-ı bahşâyiş i- tü“: “Her ne kadar sizin iltifatınıza, ihsanınıza layık değilse de“ bizim yazdıklarımız, yine de, bir gözden geçirirseniz göreceğiniz üzere, bir müretteb divanımız var. Ve bu cümleden olmak üzere, ben vaktiyle, efendim, bu mazmunlar üzerine (bir talep üzerine) fikirlerimi yazmıştım.
Daha doğrusu, bu divândaki tevhid kasidesinin bir beyti var: “Ma’nî i-kelâm şâhid-i mazmûn-i Hüdâdır. Gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peydâ’” diye; o beytin mazmununu, muhtevasını açıklamak babında (o beyit kitabın başındaki epigraftır aynı zamanda) böyle bir kitap husule geldi. Arkadaşların, bazı arkadaşların talebi üzerine. Binaenaleyh,mazmun hakkındaki ve mazmunun dil felsefesi ile ilgili hususiyetleri hakkındaki, fikirlerimi zaten böyle bir kitapta ifade etmiş bulunuyorum.
Ancak bugün başka bir yönünden yaklaşmak isterim hadiseye: Peygamberin bu hadisinden mülhem olarak, ve Kur’an-ı Kerim’deki bu demin zikrettiğim “Allah Adem’e bütün herşeyin ismini öğretti“ şeklindeki âyet i-kerîmeden mülhem olarak, meselenin dil felsefesi yönünden ehemmiyetine işaret etmek istiyorum.
Bizde maalesef, ne edebiyatçılar, ne dilciler, dil felsefesiyle ilgilenmiyorlar. Benim bildiğim bir tek Doğan Aksan var. O da genel linguistic üzerine yazıyor, semantik bahisleri son derece zayıf, pek fazla da anlamadığı anlaşılıyor. Zaten Türkçe’de de semantik üzerine bir eser yok, bildiğim kadarıyla başka. Başka ilgilenen de yok. Halbuki “siz niye ilgileniyorsunuz hocam derseniz?“ ben de ilgilenmezdim elbette ama, ben esas itibariyle tarih felsefesiyle meşgulüm (yani buradaki profesör sıfatı, tarihle ilgili, divan edebiyatıyla ilgili değil; ordan aldım ünvanımı); tarih felsefesiyle meşgulüm ve tarih felsefesinin de metodolojik problemleri, ister istemez, beni -bilgi teorisi açısından düşüncelerin ne derecede sağlam olabileceği üzerinde- tefekkür etmeye zorlamıştır. Bu beni, tabii matematik ve dil felsefesine kadar götürdü. Çünkü bir fikrin ciddiye alınması için, ciddî bir fikir haysiyeti taşıyabilmesi için, arkasında (maalesef!) çok birikim gerekiyor ve bizim münevverlerimiz bunun pek farkında değiller. Ben bazen, hattâ neticeyi baştan söylersem, ‘düşüncenin filozoflar için bile neredeyse imkansız olacak, imkansız sayılacak derecede zor olduğunu’, semantik temellerine gönderme yaparak, izah edebilirim.
Yani, dil felsefesiyle ilgilenmezdim: Ama, işte bu Mazmun (kitabı) da vesile oldu, “mazmun üzerine bir açıklama yap“ deyince arkadaşlar (böyle bir talep gelince vaktiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nden) dedim ki: ‘yani, bu meselenin asıl metafizik şumûlü, dil felsefesi açısından şumûlü önemli. Divan edebiyatındaki teknik anlamı, o imgeler, imajlar, bilmem klişe benzetmeler ve sair teknik hususiyetleri, beni aslında çok fazla ilgilendirmez. Ama madem ki bir divan şairiyim, sordunuz; onu açıklayım bildiğim kadarıyla. Fakat aslında, bunun, ‘insan düşüncesinin temeli’ hakkında çok esaslı ipuçları vermesi mümkün ve ben de onun üzerinde durmak isterdim.“ Sonra Ahmet İnam diye bir felsefe profesörü arkadaş –ki bir felsefe dernekleri var- beni davet etti: Bu mazmunun devamını, bu söylediklerimi de açıklamam, bir konferans vermem için. Bu konferans vesilesiyle, bu mazmun meselesini ve bahsi geçen divandaki diğer beytin şumülünü, metafizik şumülünü, epistemolojik değerini ve saireyi de, biz böyle bir konferansta açıkladık. Böylece Varlığın Anlamı [4] diye (sonradan ikinci baskıda adlandırdığımız) o kitap husûle geldi, Eğer dinleyicilerimiz lutfeder, zahmet eder, benim internetteki siteme girerlerse; orada benim diğer kitaplarımı da, divanı da, başka şiir kitaplarımı da (ilgi duyarlarsa, talep edebilecekleri dağıtım adresini de) bulabilirler oradan. O kadar söylemekle iktifa edeyim. Yani teferruatlı incelemek isteyenler, oradan isteme adresini bulabileceklerdir.
Kitapta söylenen söylenmiştir zaten; yani onun üzerinde tekrar durmanın anlamı yok.
Ancak, sonra, bir kitabım daha var benim yine, buradaki hazırunu ilgilendiren: Her ne kadar tarih felsefecisi olsam da, bir de bu Dil ve Felsefe diye: Geçen sene çıkan… Hattâ (şimdi burada yok ama) bir de Türkçe şiir kitabım vardır benim: Sen Şarkını Söyle diye. Bu Divan gibi, bugünkü Türkçeyle yazılmış şiirlerdir onlar. Kimisi aruz, kimisi serbest vesaire. Sizi ilgilendiren benim dört kitabım var (sizin mesleği, edebiyatçıları ilgilendiren) hülâsa. Merak buyurursanız, oraya müracaat edip isteyebilirsiniz, isteme adresinden.
Ben geleyim, mazmunun dil felsefesi açısından ehemmiyeti bahsine: Mazmun’un (ben birinci bölümünde zaten açıklamıştım, tekrarı gibi olmasın) kısaca şöyle söyleyim: Aslında her kelime mazmundur. Mazmun dediğimiz şey, istiâredir. Benzetme yoluyla, bir şeyin yerine başka bir şeyi koymak. Bunu niçin yapıyorlar şairler? Çünkü şairler kendi şiir dillerini inşa etmek isterler. Bakmayın, şairlerin de çoğu şiir dili filan hususunda son derece cahildirler, eskisi yenisi. O kadar şuurlu olduklarını da zannetmiyorum. Ama, yani sevki tabii ile, hissettiği, sezgi yoluyla keşfettiği (‘şaara’ dediğimiz şey; biliyorsunuz, şuuruna varmak, şair kelimesi de oradan geliyor) sezgi vasıtasıyla, hadsi olarak hissettiği bazı gerçekleri, günlük dilin sentaksı içinde, semantiği içinde ifade edemediği için: Bir takım patetik benzetmeler yoluyla diyeyim (şimdi hatırıma gelen bir meseleye de temas etmek için, yani tabiatı canlı gibi farzederek, patetik benzetmeyle) bir takım benzetmelerin içine normal dille ifadesi (teşbih yapılmadan, istiare yapılmadan ifadesi) pek de mümkün olmayan ikinci üçüncü bir anlam, bir başka gizli ma’nâ sokabilmek… Yani bunu da keyfî yapmamak gerekir benim kanaatimce (bazıları keyfî yaparlar eski divan şiirinde çünki) ancak merâmınızı iyi ifade edemediğiniz zaman (normal dille) ve bir mazmûnun da bu merâmı ifade etmek bakımından daha açıklayıcı ve daha kolay anlaşılır olması halinde… Bunun mübâlağası da var, maalesef, eski divan edebiyatımızda, tam aksi istikamette… Benim kanaatim bu yönde, ben böyle davranıyorum bir divan şairi olarak, onu da arz edeyim; kendi mazmunlarım böyledir benim, açıklamak maksadına mâtufdur. Başka türlü açıklanamayan şeyi, mazmun yoluyla yeni bir (dili zenginleştirmek bakımından) …yeni bir anlam eklemek suretiyle.
Fakat ben size bir şairin sözünü de nakledeyim. Karl Shapiro diye bir şair demiş ki, “bir şiir kitabını gelişigüzel açarak bir bahis kazandım….. insan bir kelimeye parmak basabilir fakat ondaki esrarı çözemez“. Yani açarsınız; burada bir kelime! (demin dikkat ettim; Nâmık (Açıkgöz) bey o kelimelerin ilişkilerinden bahsediyordu ) Kelimenin kendisi anlamlı değildir. Hattâ hiçbir kelimenin anlamı yoktur. Kelime gürültüden ibarettir semantikte: Bir ses dalgası… Onun içine, ‘anlam’ı biz izâfe ediyoruz, ‘gizli’yoruz bir ‘mazmûn’ ile… Binâenaleyh, kelime ancak cümle içinde, ve her kullanılışında da (aynı dilde dahi) ma’nâsı azıcık da olsa, bir nuance farkıyla da olsa değişmek kaydıyla (asla statik bir şekilde bir lugatte ifade edilemeyecek kadar) değişken anlamlı bir nesnedir. Yani, her kullanılışında (bana göre, dilin içinde her kullanılışında) cümlenin içinde, her cümlenin içinde, kendi (farklı) ma’nâsındadır. Aslında, ma’nâ kelimede değil, cümlededir. Cümleyi de anlamak için ‘dil’i bilmek gerekir: Dilin bütününü bilmek… Fakat burada büyük semantik problemleri çıkıyor karşımıza; o yüzden Shapiro böyle diyor. Ben şimdi Tevrat’tan çok sevdiğim bir bahsi, Vâiz bahsinin bir sözünü de hatırladım: Orada, Tevrat’ın Vâiz bahsinde der ki Vaiz, “her söz eksiktir; insan söz söylemeye kaadir değildir“. İnsan kelâmı daima eksik olmak mevkiindedir.
Şimdi ben size, 20 dakikaya sığdıracak kadar, bir iki fikir arz etmeye çalışacağım. Daha geniş yazdığım metinler de var. Çok daha geniş de yazılabilirdi. Aslında her zaman da eksik kaldığını hissediyorum. Bu da çok doğru bir söz; Vâiz’in sözü: “Her söz eksiktir.” Daima meselenin bir yönü veya öteki yönü eksik kalabiliyor.
Daha da fenası, bu semantikte başka bir problemle karşı karşıyayız. Semantik anlam demek, ma’lûm u-âlîniz: Dilin, anlamlandırılmasıyla ilgili tarafı, yani mazmunla ilgili tarafı… Biliyorsunuz mazmûnun bir anlamı da, “anlam” hükmündedir: Ma’nâ anlamına da gelir, muhtevâ anlamına da gelir, devenin karnındaki doğmamış çocuk anlamına da gelir, hatta fıkıhtaki borç anlamına da gelir. Yerine göre -tabii kullanıldığı cümleye bağlı, mazmun kelimesi de diğer kelimeler gibi- anlamı değişebiliyor. Biz onu, ancak dil şuurumuzla (kullanıldığı cümlenin içinde geçişine göre ve o dili de içinde geçtiği metnin esas durumu, hüviyeti içinde) değerlendirebiliriz, ‘kelime’yi…
Hayakawa bir yerde der ki (meşhur semantikçi Hayakawa): “Halk gürültü çıkarır, konuştuğunu zanneder.” Gürültüde… konuştuğumuz ses dalgalarına, anlamı biz bir konvansiyon ile, uzlaşma ile… (veriyoruz) yani, Türkçe diye bir dil var (ben şimdi Osmanlıca konuşmayı tercih ederim ama o zaman anlaşılmayacak): üzerinde anlaştığımız bazı kelimeler var… O kelimeleri kullandığımız zaman (mesela ‘kelime’ dedik de, kelimeye İngilizce’de ‘word’ diyor. Başka bir gürültü, İngilizce bilmeyen anlamaz. veya “slova” diyor Rusça’da veya başka bir şey diyor) yani, bir gürültü bu. Ama bu dili müşterek olarak kullanan insanların üzerinde anlaştığı ‘sembolik anlam’ neyse, o ‘anlam’ın ismi, o kelimenin gürültüsü. Bir isimle, biz, eşyâyı çağırarak, eşyâyı teshîr ediyoruz. Semantikle uğraşmayan arkadaşlar bilmez bunu. Maalesef Türkiye’de de semantikle uğraşılmıyor arz ettiğim sebeplerden dolayı.
Bu arada kendi sözümü de unuttum artık ihtiyarlamaya başladım!…
Efendim, matematik meselesi bu, aynı zamanda: Bir matematik meselesi… Yani şimdi siz bir cümle kuruyorsunuz, -matematikte bir cümle teorisi vardır Cantor’dan beri, modern matematik de ona istinad eder- o cümleyi anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. O cümle bir takım kelimelerden terekküb ediyor; bir takım kelime ‘eleman’larından… O kelime ‘eleman’larının bir araya gelmesiyle, anlamlı bir şekilde bir araya gelmesinden elbette, bir ma’nâ çıkıyor. Yoksa, ‘kelime’nin tek başına anlamı yoktur. Gürültüden ibarettir. Ve fakat bu, üzerinde uzlaşılmış bir gürültüdür. Bu yüzden ben bu ‘Mazmun’ (kitabımda) da da, şimdi de, izninize sığınarak, efendim, Kuran’ı Kerim’in meşhur âyetini, “Tanrı Adem’e bütün herşeyin ismini öğretti” âyetini zikrettim. Çok da sevdiğim bir âyet. Dilin bütün kelimeleri ‘isim’dir çünki: Ya doğrudan nesnelerin ismidir, yahut bir fiilin ismidir, yahut bir yani, ‘ne’ ise… Biz isim derken şunu kastediyoruz: bir nesneyi çağırmak, büyülemek. Kelâm gerçekten de sihirdir ve sihrâmîz bir tarzda kullanılabilirse, eski büyük divan şairlerinde olduğu gibi, hakikaten teshîrkârdır da.
Kaldıki, demin unuttuğum meseleyi de bu vesileyle hatırladım arz edeyim: Yani semantikle uğraşılmadığı için bilinmiyor, ama meselenin bir de matematik yönü var. Matematik de bir dildir. Çok soyut bir dil, çok mücerret bir dil, çok aşırı sembolize edilmiş bir dil. /tanrının şiiri diyorlar[5]/ Evet öyle diyenler de vardır, Tanrı matematik kullanmış kâinatı yaratırken diyenler de vardır, o ‘matematik düzeni’ diye bakarken. “thought” da başka bir benzetme: mazmun.
Ama netice itibariyle, insanoğlunun icad ettiği çeşitli diller vardır. Biri günlük dildir, konuştuğumuz dildir, ana dilimizdir, duyduğumuz dildir ki bu dil çok yanıltıcıdır. Bu dil bir çeşit ‘alienasyon’dur (ben bunu bir dil sempozyumunda söylemiştim) : Bir çeşit yabancılaşmadır. Bize, kuşaktan kuşağa intikal eden kültürü telkîn ederek (ve anadilimiz olduğu ve çok tabii bir şekilde ve çok derin bir şekilde benimsediğimiz için) konuştuğumuz meseleleri de adeta tabiatın kendisi gibi (bir hakikatmış gibi) kelimeleri, bir hakikatmış gibi telakki etmemize, kendi fikirlerimizin itiraz edilemez gerçekler olduğunu vehmetmemize falan yol açan bir yabancılaşma biçimi… Çünkü çok tesirli ana dilimiz üzerimizde… Yabancı dilde bu olmaz, çünkü acemilik çekersiniz; fikrinizi ifade edemediğinizi görürsünüz. Ama ana dilinizde (çok iyi ifade edebiliyorsanız kendinizi) ‘bundan nasıl şüphe edilebilir, çok açık bir gerçek söylüyorum’ diye düşünebilirsiniz. Ama hakikat öyle değil. Tabii, ana dillerine nispetle farklı, mantık dili gibi, şiir dili gibi, ne bileyim matematik dili gibi, farklı diller de geliştirilmiştir. Matematik de bir dildir. Ve semantikçiler (dil felsefesiyle uğraşanlar), bu cümlenin anlamlandırılması meselesini, (çünkü anlamlı bir bütüne cümle diyoruz biz sadece). matematikteki cümle teorisiyle irtibatlandırarak açıklamaya çalışmışlardır. Fakat matematik teorilerinde de bir takım (continuum problemi dediğimiz benim Mazmun’da azıcık bahsi geçen) bir takım paradoksal tutarsızlıklar olduğu için; ‘mantığı sadeleştirelim, dili, dilin mantığını, dilin anlamlandırma teorisini matematikle kuvvetli şekilde ifade edelim’ derken, orda da nâçâr kalmıştır insanlık.
Tarsky gelinceye kadar; ki benim Mazmun’un bu önsözünde işaret ettim sadece bu meseleye ilk defa (metinde de yoktu daha evvel, farkında değildim çünkü bu meselenin bu mazmunu açıklarken), bu önsöz vesilesiyle dedim ki; ‘Tarsky gelinceye kadar Chomsky falan gibi diğer semantikçiler de farkında değildi ki aslında, bir cümlenin semantik gerçeklik değeri’nin [6]açıklanması için matematiğe müracaat etmek de işe yaramayacak; çünkü matematikteki o set teorisi de sayısız problemle dolu bir teori.’ Binaenaleyh, zor bir iştir Shapiro’nun dediği gibi, bir kelimeye parmak basmak! Bu kelime budur falan demek, tamam da, ondaki esrârı, dilin esrârını tamâmen fehmetmek zor bir iştir…
Şimdi Kuran’ı Kerim’deki ayete dönecek olursam, Tanrı Âdem’e bütün eşyanın isimlerini öğretmek suretiyle onu tabiattaki diğer canlılardan üstün kıldı. Hattâ meleklerden üstün kıldı, Bakara suresindeki şeye göre, ‘ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demiş, hatırlıyorsunuz. Bu, eşyâyı isimleriyle çağırmak suretiyle büyüleme meselesi, matematikte çok zâhir, çok açık, çok berrak bir şekilde belirir. Çünkü biliyorsunuz, biz eşya üzerindeki tasarrufumuzu, fizikî ilimlerdeki, maddî ilimlerdeki, tabiat ilimlerindeki bütün tasarrufumuzu -şu kullandığımız mikrofondan aya gitmeye varıncaya kadar- matematiğe medyûnuz. Matematik sayesinde biz tabiatı teshîr ettik ve kendimize (yani fizikte kullandığımız matematik demek istiyorum elbette) o matematik dili sayesindedir ki biz bir ‘medeniyet’ meydana getirdik. Ondan evvel de yok muydu? Vardı; ama biraz daha farklıydı. Her neyse… yani, eşyanın (büyülenmesi), kelâmın sihir olması sözü Hz. Muhammed’in “inne min el beyani le-sihren” Beyân sihirdir, “inne mine’ ş- şi’ri le-hikmeten” derken şiir hikmettir derken…
burada bir, zamanımı aşıyor muyum bilmiyorum? / Peki şöyle toplayayım:
Nasıl olsa kitaplarıma da müracaat edebilirsiniz; çok yönlü, çok uzun, çok derin bir bahistir ve hemen hemen açıklanması da imkansızdır: Çünkü hiç kimse açıklayamıyor beşeriyet tarihinde, 2000 yıldır münakaşa edildiği halde… Demin bahsi geçti Fuzûlî’nin yalancı benzetmesi: “aldanma ki şair sözü, elbette yalandır”. O, 2000 yıl önceki Yunan felsefesinden beri, “(bir giritli demiş ki) bütün Giritliler yalan söyler” diye, Girit paradoksu diye, semantik paradoksu diye de meşhurdur. Yani, bunu yalan kabul ederseniz, gerçek olmuş oluyor; gerçek kabul ederseniz, zaten ‘yalandır’ diyor, gibi bir semantik paradoksu… Buradan çıkıyor, bütün bu ’anlamlandırma problemleri’ de zaten… Onu, Goedel diye bir matematikçi, Goedel Teoremi diye uzun uzadıya açıklamıştır. Ve anlaşılması da teknik bir şeydir yani… İsteyen, arzu eden arkadaşlar benim kitaplarıma da bakabilir.
Fakat ben size bir şey söyleyeyim, yani netîce-i kelâm olarak; benim Hasan Harakaani’nin bir rubaisi çok hoşuma gitmişti ve tercüme de etmiştim.
“Esrâr- ezel râ ne tü dânî vü ne men
V’in harf i-muammâ ne tu hânî vu ne men
Hest ez pes-i perde güftügûyî men ü tü
Çün perde berüfted ne tü mânî vü ne men“
Ben de bunu ayni vezinde tercüme ettim, anlamı çok hoşuma gidince; mazmûnu:
Esrâr-ı ezelden ne sen âgâh ne de ben
Bir harf-i muammâ, ne okursun de ki sen?
Bir perde var onda, ne konuşsak sen ü ben,
Çün perde iner, ne sen kalırsın ne de ben.
Biz bu harf i-muammâyı, bu muammâlı harfleri, bu kelâmı, aslında okuyamıyoruz.
Ben şimdi hatırladım, izninizle, onu da ekleyivereyim: Cümlenin ‘asıl’ olduğunu göstermesi bakımından, bizim geleneğimizde: İmam Mâlik’in Elfiye’si, “Kelâmunâ lafzun mufîd ke-istekıym“ diye başlar: Kelâm dediğimiz şey bizim , anlamlı kelâm yani, “istekıym“ kelimesinde “dürüst ol, istikamet sahibi ol“, ‘emir hâli’nde olduğu gibi, ma’nâlı, müfîd bir ma’nâyı ifade eden lakırdı… Yoksa ma’nâsız gürültüler aslında lafız falan değildir. O gürültü… Ve büyük şâirleri de beşeriyet aslâ okumamıştır. ‘Büyük şairleri yalnızca büyük şairler okuyabilirler çünki!’ der, Emerson. Çok da doğru bir sözdür. Büyük şairleri sadece büyük şairler okuyabilir. Çünkü kendinin de şair olması gerekiyor. Hattâ, şu söz de meşhurdur, ‘halk şiirden nefret etme fantezisi yapabilir, ama lisanı kullanan herkes zaten şairdir’.
Çünkü lisanı kullanmakla şiirle uğraşıyorsunuz zaten. Şiirin anlamı hakkında da çok net değil, bizim kafalarımız… Ben çok iyi biliyorum ki, mesela, Tolstoy’un Harp ve Sulh romanı için Batılılar ‘şiir’ diyor. Halbuki romandır, ama ‘dil’ olunca ‘şiir’ oluyor. Çünkü, sembollere i’tikad etmek, sembollerin içine, remizlerin içine bir takım anlamlar yüklediğini ve bunun da anlamlı olduğunu düşünmek, bu sembolik düşünce tarzı mistik bir düşüncedir ve şuarâya mahsustur. Halkımız da zaten böyle… farkında olmayabilir bunun. Yani…
Ben, izninizle bağlayayım, isterseniz, çünki vakti geçirdim galiba. İsteyen arkadaşlar diğer kitaplarıma müracaat edebilirler, daha teferruatlı şeyler için. Evet efendim, sual varsa cevabını arzetmeye çalışayım.
[1] 2008 deki Divan Edebiyatı Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulan ve irticalen yapılan konuşmanın deşifre edilmiş metnidir.
[2] Prof. Dr. Kemal Yavuz
[3] farsça kısmın tercümesi:Bismillah’ ir-rahman’ ir-rahim, el-hamdü lillâhi rabb il-âlemin. Gönlü yaratan Tanrının adıyla ki o bizim gönlümüze şiir isti’dâdı ve gizli ma’nevî nağmeler, ma’nevî melodiler ihsân etti. Şükrümü arz ediyorum. Ve kitabında (Kur’an’da) der ki: “Âdeme her şeyin ismini öğretdi”. Sonra, salat u selam muhammede ki onun hakkında Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî Gülistan kitabında der ki:
[4] İlk baskıdaki adı: Varlığın Ma’nâ ve Mazmûnu. Bu konuşmada sıkça ‘Mazmun’ kısaltmasıyla anılan kitap.
[5] “tanrının şiiri diyorlar” diyen dinleyici Prof. Dr. Muhammed Nurdoğan
[6] Yani Tarski’nin “truth value” formülleri