Röportaj: Hakikate Talib Olmak

Karabatak Dergisi olarak 3. sayımızda Prof. Dr. Şahin uçar ile röportaj yaptık. Sanal ortamda sorularımızı yazılı gönderdik, cevapları yazılı aldık. Tarih felsefesi alanında Türkiye’deki en yetkin kişi olarak kabul edilen Şahin Uçar, aynı zamanda bir şair ve sanatın pek çok alanında eser vermiş bir şahsiyet. Yazarın fikir hayatının en netameli meselelerine odaklanan eserleri, külliyat halinde Şûle Yayınevi tarafından yayınlanmaktadır.

 

HAKİKATE TALİP BİR YOLCUYA DÖNÜŞMEK, PROF. DR. ŞAHİN UÇAR

Fotoğraflar: Fatih Korgan

Karabatak Dergisi olarak 3. sayımızda Prof. Dr. Şahin uçar ile röportaj yaptık. Sanal ortamda sorularımızı yazılı gönderdik, cevapları yazılı aldık. Tarih felsefesi alanında Türkiye’deki en yetkin kişi olarak kabul edilen Şahin Uçar, aynı zamanda bir şair ve sanatın pek çok alanında eser vermiş bir şahsiyet. Yazarın fikir hayatının en netameli meselelerine odaklanan eserleri, külliyat halinde Şûle Yayınevi tarafından yayınlanmaktadır.

Divan Edebiyatı Sempozyumunda yaptığınız “Mazmun ve Dil Felsefesi” adlı konuşmada; “Düşünmenin, hatta filozoflar için bile, neredeyse imkansız sayılacak kadar zor olduğunu semantik temellerine gönderme yaparak söyleyebilirim” diyorsunuz. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Varlığın anlamı kitabımda (s.58), “şüphesiz her sözün bir ma’nâsı ve mazmunu olması gerekir ve semantik (anlambilim) açısından her kelime bir mazmundur” demiştim. Aslında bir sesten, gürültüden ibaret olan kelimenin içinde bir anlam, bir nesneye veya bir kavrama dair bir anlam olduğu için. Mesele, Paradigma Yy.’da çıkan Metaforlar kitabında da (s.28), “metaforun özü bir tür şeyi başka bir tür şeye göre anlamak ve tecrübe etmektir” şeklinde tarif edilmiştir. Nitekim bu kitapta “insanın düşünme sürecinin büyük ölçüde metaforik olduğunu öne süreceğiz” de denilmiş ve metaforlar tasnif edilerek düşünceyi nasıl etkilediği açıklanmıştır. Aslında dilin kendisi metafizik bir varlıktır ve aslında kendileri de birer mazmun olan bir takım sembollere, bir takım seslerin içinde bir anlam bulunduğuna inanmaktan ibaret olan kelimelere inanmak şeklinde tezahür eder. Sembol ve remizlere inanmak ve remzî tarzda düşünmek mistik bir düşünce tarzı. Dilin kendisi ve kelimeler hakikati dilin mazmunlarına tercüme etmek ve dilin kelime itibar ettiği seslerle ifade ve tasvir gayreti metafizik ve mistik bir faaliyet. Gözün gördüğü nesneyi bir ses ile tarif etmeye çalışıyorsunuz. Ama kelimeler ancak bir haritanın araziyi tarif ettiği kadar tarif edebilir gerçeği. Kelimelerin ifade gücü daima eksik kalacaktır gözün gördüğüne göre. Görüntüyü sese tercüme ediyorsunuz ve o sesin anlamına göre tasavvur ediyorsunuz. Her hal ü kârda bugün semantik zaten matematik ve mantıkla iç içe geçti. Eski çağlarda kelimelerin anlamına safiyetle inandık ve kelimelerle gerçeği kusursuz bir şekilde tarif edebileceğimizi sandık. Üstelik sadece akıl yürütme, rasyonel muhakeme vasıtasıyla yani yalnızca doğru mantıkla gerçeği kusursuz ifade edebileceğimizi sandık. Halbuki Aristo mantığının problemleri, semantik paradoksları, semantik anlamlandırma temelleri içinde münakaşa edilen, mesela Tarski’nin sözünü ettiği set teorisi ve truth-value gerçeklik değeri ve sair sebeplerle mantığın bile 40 çeşidi ortaya çıktı. Çok değerli mantıktan ta Paraconsistent mantığa kadar. Velhasıl bu sualin cevabı çok uzun ve teknik izahat gerektirir. İnternetten izleyebileceğiniz “alimler zalimler ve cahiller” konferansımda bu meseleyi tartıştım. Bir cümleyle söylersek rasyonel muhakeme, felsefe mantıkla çalışmak zorundadır. Mantık veya matematik ve hatta çok daha zengin olan normal beşerî diller dahi, semantik anlam zenginliği olarak, realitenin/hayatın bu mantığın dar kalıplarından çok daha zengin ve bu dar mantık kalıbına sığmayan gerçekliğini ifadeye yetmez. Bir cümleyle, filozofun kullandığı mantık aleti, dilin semantik olarak nesneleri kategorize etme ve binnetice paradoksları/çelişkiyi kabul etmeyen mantık kurallarına riayet etmekten ibaret dar mantık ve semantik kalıpları içinde ifade edilemeyecek kadar zengindir realite. Hayat paradokslarla doludur. Bugünkü hali ile mantık-matematik-semantik aleti ancak cansız tabiata dair müsbet ilimler sahasında verimli olarak kullanabilir ve bu aletle çok verimli neticeler istihsal edilebilir. Aslında, hatta maddi realiteyi bile, teorik ma’nâda derinliğine incelemeye başlarsak, orada bile yetersiz kaldığını 20. yüzyılda müşahede ettik. Her söz eksiktir. Paradoksları kabul etmeyen mantık ve semantikten başka aleti olmayan filozof, dilin ifade imkânları ve mantık kurallarına sığması mümkün olmayacak kadar zengin olan bir hakikati nasıl ifade edecek. Cansız maddi dünya dışındaki hiçbir zengin realite paradoksları reddeden bir mantık içinde ifade edilemez. Felsefenin bu rasyonel muhakeme metodu hayatı kavramaya ve ifade etmeye yetmez. Onun için diyorum ki felsefenin bu akıl yürütme metodu ile -ki bu mantık metodundan başka bir düşünce aleti de yoktur filozofun- hatta büyük filozoflar bile (cansız tabiat hadiseleri dışındaki alanlarda) düşünemezler. Düşünürlerse de mantığın dar kalıpları içine sıkıştırmaya çalışarak şurasını burasını kırptıkları bir gerçeklik tasviri olur. Hani Nasrettin Hoca leyleğin gagasını kesmiş ayaklarını da kesmiş ve işte şimdi kuşa benzedin” demiş ya. Filozoflar da mantık sınırları içine hapsederek kuşa benzetilmiş bir gerçeklik anlatıyorlar vesselam. Aynı zamanda sanatkâr olduğum için sırf felsefî tasvir beni tatmin etmiyor ve tarih felsefesi ile uğraşan bir insan olarak, semantikçi Hayakawa’nın tabiriyle hayata çok yönlü bir oryantasyonla bakmak ve bu tenkidi yapmak zorundayım.

Tarih felsefesi hakkında ne söylemek istersiniz?

Burada Tarih Felsefesi hakkında kısa bir not ile iktifa edeceğim: Tarih Felsefesi, yahut tarihin felsefesini yapmak, geçmiş zamanlarda cereyan eden hadiseleri düşünmek ve yorumlamak demektir. Tarihi anlamaya ve yorumlamaya ihtiyacımız var; çünkü içinde yaşadığımız dünyanın şartları geçmiş zamanlarda cereyan eden hadiselerin neticesidir. Tarihî hadiseler geçmişte kalmış ve unutulmuş olsalar dahi bugünkü olaylara da iştirak ederler. Tarihi anlamlandırmak ne derecede mümkündür, tartışılabilir; ancak tarihi araştırma ve yorumlama gayreti yaşadığımız dünyayı anlamak ve beşeriyetin geleceği hakkında bir projeksiyon üretebilmek içindir. Kısaca, bugün yaşadığımız hadiselerin geçmiş zamanlardaki hadiselerin meydana getirdiği şartların sonucu olarak oluştuğu düşünülürse; bu dünyayı anlamak için uygun bir perspektif tayin etmek ve gelecek zamanlar için doğru bir oryantasyon, doğru bir yol, bir yöneliş ve istikamet tayin etmek maksadıyla, yani bugün yaşadığımız şartları oluşturan sebepleri anlamak için, tarihi anlamaya çalışıyoruz. Demek ki, zaman içinde cereyan eden hadisatı anlamaya çalışarak, insanın yeryüzündeki macerasını anlamlandırmak istiyoruz. Böyle anlaşıldığı takdirde, tarih felsefesi dediğimiz bu faaliyet, herhangi bir disiplinin, söz gelişi tarihin veya felsefenin, bir branşı olmaktan ziyade, “beşerî hikmet ve marifetin” bir bütün olarak tamamını ihtiva etmektedir; zira geçmişi bugünü ve geleceği ile beşeriyetin bütün hayatını anlamlandırmak ma’nâsına gelmektedir. Bu öyle bir hikmet ve marifet arayışıdır ki hakikati anlama ve açıklamaya yönelik bütün farklı araştırma dillerini, yani bilim, felsefe, tarih, sanat, marifet-i nefs dahil olmak üzere, hadisatı anlayabilmek için kullandığımız bütün farklı ifade vasıtalarımız ve inançlarımızı ihtiva eder. Hatta belki, tarih disiplininin bir şubesi olduğu intibaı veren bu “tarih felsefesi” tabiri bile, bu bakımdan biraz eksik ve yetersiz bir tesmiye gibi durmaktadır; zira bu ismin müsemması ilk bakışta gördüğümüzden daha geniştir. Eğer beşerî varlığımızı bütün yönleriyle anlamlandıracak bir hikmet ve marifet arayışı içinde isek, izafî ve kısmî gerçekler yerine, tam ve kamil ma’nâsı ile “hakikat”e talip olan bir yolcuya dönüşüyoruz demektir. Fuzûlî’nin dediği gibi, “Aşkıdır aydınlatan aşıkların yollarını.(*)” Halbuki, rah-i hakikat belki lisan mecazından da geçer amma aşkın nihaî hedefi her nevi dilin ifade imkânlarını zaten aşmaktadır. Onun içindir ki, bu bahse dair söyleyebileceğimiz söz, ezcümle şundan ibarettir: Eesasen her nefis şuurlu veya şuursuz olarak bu marifete taliptir; zira insan ruhu tahsil-i maarife mecburdur. Çünkü ruhun hilkati böyle. Ve bundan daha mühim bir beşerî faaliyet de tasavvur edilemez. Şu halde malum ola ki, dilin ifade imkânları sınırlı olduğu için, biz bunu tarih felsefesi diye adlandırıyoruz amma bu kadar büyük ve derin meseleler bu basit kelimelerin ifade gücünü aşıyor. Belki Zamanın Felsefesi demeli, yahut daha güzel bir ifade bulmalıyız. Bir sûfînin dediği gibi:

“Çünkü beşerî dil bu kadar yüksek ve insan ölçülerini bu kadar aşan bir hakikati ifade edemez; ne var ki kalbim bildi.”

Siz aynı zamanda muhtelif sanat alanlarında eserleri olan bir sanatkârsınız. Bize bu yönünüzden bahseder misiniz?

Bu konuda konuşmak bana düşmez, bu yönüm hakkında kitaplarda ve bazı ansiklopedilerde biraz malumat bulunabilir veya siz eserlerimden bir takım seçmeler yapıp neşredebilirsiniz. Mesela şiirle uğraştım; iki şiir kitabım hatta bir de divanım var. Hat ile uğraştım ve en beğendiğim kompoziyonlarım, Besmele, Fatiha Suresi ve Muhammed yazılarım. Bestekârlığım hakkında Yılmaz Öztuna’nın Musiki Ansiklopedisindeki Şahin Uçar maddesi var. İsterseniz iktibas edebilirsiniz.

Bestelerimden birini dinlemek isterseniz, geçenlerde kanal 24’te yaptığımız bir musiki sohbetinde Adnan Çoban okudu şimdi vereceğim bu linkten dinleyebilirsiniz:
(*) kad enâre’l aşku lil-uşşâki minhâc el hüdâ: elbette aşk, aşıklar için hidayet yollarını aydınlattı. fuzuli divanındaki ilk gazelin arapça ilk mısraından . bunu bir şiirimde de “aşkıdır aydınlatan aşıkların yollarını” şeklinde tercüme ederek iktibas etmiştim…

Eviç şarkı: çal söyle gönül nağmelerin mest-i müdam et:

.

 

Merak edenlerin Websitemden veya youtube kanalımdan diğer çalışma ve konferanslarımı izleyerek daha fazla bilgi edinmeleri mümkündür: http://www.sahinucar.com.tr/

youtube kanalı : sahincar62. 

https://www.youtube.com/channel/UCRQmtp8o7TZyrLKLTf7x5Bg

Merhum Yılmaz Öztuna’nın Türk Musikisi Ansiklopedisi’nin son baskısındaki “Şahin Uçar” maddesi bu konuda kısa fakat kuşatıcı bilgi veriyor.

Yılmaz Öztuna Üstadımız 1974’te Sivas 4 Eylül Lisesinde Müzik öğretmeni iken gönderdiğim beste notalarını muhafaza etmiş; halbuki bu maddede zikrettiği bazı besteleri, çoktan beri ben bile unutmuştum. Bunların bazılarını ben de ancak bu ansiklopedide verilen bilgiler sayesinde hatırladım ve 3 tanesinin notalarını hocam Kemal Batanay’ın İSAM’daki arşivinden, birkaçını da arkadaşlardan ve hatta internetteki kayıtlardan buldum. Ancak üstadın burada yazdığı maddede verdiği biyografik bilgi detayında bir yanlış var. Şöyle ki; ben 1980’de Princeton Üniversitesinde sadece “sabbatical visiting professor” statüsü ile bulundum. Herhangi bir ders almadığım gibi ders de vermedim. Doktoramı döndükten sonra 1982’de Erzurum Atatürk Üniversitesinde tamamladım. Bu ek bilgiyi, biyografime dair işbu bilgi yanlışını tashih etmek için arz ediyorum.

YILMAZ ÖZTUNA’NIN TÜRK MUSİKİSİ ANSİKLOPEDİSİ’NİN SON BASKISINDAKİ “ŞAHİN UÇAR” MADDESİ:
UÇAR [Şahin] (12.2.1949) Tarih bilgini, Şair ve Müzisyen. Sivas’ta Acıyurt’ta doğdu. Karapapak asıllıdır. Aileden ve çocukluğunu geçirdiği yerlerde Arapça ve Farsça öğrendi. İstanbul Üniversitesi tarih bölümünü bitirdi. Sivas’ta öğretmen (1973-76) olup sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne geçti. 1980′de Amerika’da Princeton Üniversitesinde yüksek ihtisas ve doktora yapıp (1983) Selçuk Üniversitesi’ne geçti, doçent (1989), profesör (1993) oldu. Niğde Üniversitesi’nde dekanlık ve rektör vekilliği yapıp emekliliğini istedi. Avrupa ve ABD’nde araştırmalarda bulundu. 2001 Eylülünde İstanbul’da İslam Ansiklopedisi’ni de çıkaran Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi başkanı oldu. Türkiye’de tarih felsefesi branşının tek profesörüdür. Bu konuda, Emevi-Abbasi dönemi İslam tarihi konusunda Türkçe ve İngilizce kitapları olan seçkin bir fikir ve ilim adamıdır. Latince de bilen az sayıdaki tarihçilerimizdendir. Şeyda mahlası ile divan şiiri üslubunda şiirler yazdı. Türk edebiyatında divan sahibi son şairdir. Hattat ve müzehhibdir. Kemal Batanay’ın öğrencisidir. Tanbur çalmış, ney üflemiştir (kendisinden alınan bilgiler; notaları; Türk Edebiyatı Ans., madde Uçar; Öztuna, Türkiye Gaz., 9.2001).

Besteleri:

1) Bestenigar Ağır Aksak Semai (Gönlümüzün hoşça bir elhanı var, belirtilmeyen bütün parçaların güfteleri bestekarındır), 2) Bestenigar Yürük Semai (Gülüm şöyle, gülüm böyle demekdir yare mu’tadım, Nedim); 3) Bestenigar Sofyan İlahi (Yar ü var Allahü Ekber), 4) Hüzzam Sofyan İlahi (Hak bir gönül verdi bana, Yunus), 5) Hüzzam Sofyan İlahi (Çıkdım erik dalına, Yunus), 6) Neva Nim Sofyan Nefes (Bilmek istersen seni, Hacı Bayram Veli); Şarkılar: 7) Acem-Aşiran Curcuna (Unuttuğum yıllar nerde o dünya?), Evc Curcuna (Çal söyle güzel nağmelerin mest-i müdam et), 9) Evc Yürük Semai Azeri üslubunda Türkü (Hangi yerde vurdular o maralı?), 10) Hüseyni Sofyan (Ey afet-i devran sana hayran olayım ben), 11) Hüseyni Sofyan Türkü (Ilgıt ılgıt esen seher yelleri, Karacaoğlan), 12) Hüseyni Yürük Semai Türkü (Ay bala beri gel beri), 13) Muhayyer Sofyan (Aceb ol dilber-i rana), 14) Nihavend Sofyan Çocuk Şarkısı (Güneşin battığı anda), 15) Rast Düyek güftesiz Mehter Marşı, 16) Rast curcuna (Gisusuna can mübtela), 17) Rast Yürük Semai (Sleep my love), 18) Segah Yürük Semai Çocuk Şarkısı (El ele çocuklar), 19) Segah Türk Aksağı (Sırma saçlarına bağlıdır gönlüm). İlk parçasını 19.9.1971’de, sonrakileri 1972 ve 1973 yıllarında bestelemiş, sonra bırakmıştır.

SANAT ESERLERİNDEN ÖRNEKLER

İlk bestesi, 1970:

 

Divan’dan bir gazel:

kaamet-i dildâr aceb tûbâ mıdır
ol hırâmân serv-kâd cânâ mıdır
.
tâ ezelden rû-nümâ peymânede
gördüğüm hüsn ol gül-i ra’nâ mıdır
.
bilmezem dünyâ vü mâ-fîhâ nedir
“lâ” mıdır “illâ” mıdır “leylâ” mıdır
.
ser-hoşam döndükçe dünyâ bâşıma
dil kıyâm etmekde bi-pervâ mıdır
.
yâ niçün dönmektedir çarh-i ezel
âşık-ı zârın gibi şeydâ mıdır
1971

 

Hat eserlerinden:
Şahin Uçar’ın Dergah yy. Türk Edebiyatı Ansiklopedisindeki nokta-i suğra maddesinde iktibas edilen ilk deseni: 1970

 

 

Aydın Bolak için yazdığım Besmele: 1973

 

Fatiha Suresi ve tezhibi: 1977

.

.

Scroll to Top