-Bu akşamki konuğumuz Prof. Dr. Şahin Uçar hocam. Şimdi ben burada sizlere gelen hocalarımızın biyografilerinden bahsettiğim zaman kısa ve öz, şimdi Şahin hocamın biyografisini ben anlatmaya başladığım zaman hocam bugün burada sohbet edemez, sadece beni dinlersiniz o biyografiyi anlatmayla iki saat geçer. Hocam çok donanımlı, şimdi burada biraz önce bir şey oldu, aşağıda sohbet ederken burayı da yaktı hocam. Neredeyse yanıyordu ama zor kurtardım. Çok uzun: hocam hem tezhip sanatçısı, hem hat sanatçısı, hem müzisyen, ondan sonra 10 tane yabancı dil bilen çok geniş donanımlı bir hocam. Rektörlük, rektör vekilliği yaptı bulunduğu üniversitelerde, dekanlık yaptı, çok uzun Ordinarius Prof. Dr. Süheyl Ünver’in rahle’i tedrisi oldu. Kemal Batanay, Munir Nurettin Selçuk, Hamit Aytaç gibi Türkiyenin tanınmış üstadları nezaretinde klasik Türk müziği, hat ve tezhip sanatçısı, ve Türkiye’de ilk ve yegâne tarih felsefecisi. Latince bilen ilk tarihçi, başka yok.
-Şahin Uçar: Yok, yok, İlber Bey de bilir.
-Ve dîvâne olan, yani dîvânı olan yegane üstadımız. Dîvânı var hocamızın. Başka yok. Son divan şiirlerinden. Yani ben burada şimdi hakikaten bunları iyi bilmemiz gerekiyor hocamızı iyi tanımak için.
-Şahin Uçar: Valla aslında ben çok meşhurum da bir tek kendim tanıyorum. Yani bir ben biliyorum meşhur olduğumu.
-Allah razı olsun. Hocam, bugünki konumuzda Şuur ve Tarih. Hocam müsade edersen başka şeyler de anlatayım burada ama.
-Şahin Uçar: Siz bilirsiniz, ben karışmam, burası tekke.
-Yumuşhan Günay: İslam ansiklopedisi müdürlüğü de yaptı hocamız.
-Şeydâ dîvânı, klasik Osmanlı tarzında şiirler, ondan sonra, ‘Tarih Felsefesi Açısından İslam’da Mülk ve Hilafet’ kitabı fikir ödülü almıştır. Varlığın Mânâ ve Mazmûnu İstanbul Yazarlar Birliği’nde, bu eserler, ikinci defa Yılın Fikir Adamı ödülünü almıştır. Mâlihûlya, modern Türkçe şiirler Ötüken yayınlarından, İnsanın Yeryüzü Macerası, hayli tabi, şimdi hocam Latince’den tut 10 tane yabancı dil.
Şahin Uçar: Yahu hepsi yarım yamalak, boşver, bırak onu da ben konuşayım.
-Hocam siz tevazu gösteriyorsunuz da biz de biraz yani anlatalım bunları. Hakikaten ben bugün bunları anlatırsam hep beni dinlersiniz, başka da hocamı dinleyemezsiniz. Çok uzun çünkü. Hocam biz sözü size bırakalım. Daha çok sizden faydalanalım.
-Şahin Uçar: Şimdi hoca efendi Asr suresini okudu, ben de bir geleneğe saygı ve muhabbetle ananevi tarzda başlayayım. Mevlid’de der ya, Mevlid’e başlarken Süleyman Çelebi,
Allah adın her kişi evvel ana
Her işi âsân eder Allah ona
Allah adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya anın sonu
Şimdi onun için Bismillahir-rahman-ir-rahim diyerek başlayacağım ve yine ananevi kadim ananemize uygun olarak, bazen yapıyorum böyle, dîvân şairiyim bana da yakışır falan gibilerden, efendim, bizim gelenekte besmeleyle hamdeleyle salveleyle başlanırdı, biz de ne diyelim önce selam sonra kelam diyelim, o halde enbiya’ya evliya’ya asfiya’ya bütün alem-i irfandan gelip geçenlerin ruhuna selam ederek ve hazırûnu hürmetle muhabbetle selamlayarak sözüme başlayayım.
Velhasıl bu şuur ve tarih bahsi aslında ben farklı bir şey düşünüyordum, Yumuşhan bey’in evvelki senelerde efendim sınıf arkadaşlarına bir konferans verdirmişti, yine aynı zevatla karşılaşacağız diye Şuur ve Tarih dedim. Şimdi şuur kelimesinden ve tarih kelimesinden başlayalım evvela. Bizim Türkiye’de aslında dünyada da öyle de bizim Türkiye’de bilhassa öyle, Bizim Türkiye’de insanlar pek semantikle ilgilenmezler. Lisan felsefesiyle ilgilenmezler. Herkes birşeyler konuşur durur ama aslında konuştuğumuz kelamın mahiyeti hakkında ne kadar şuurlu olduğumuz biraz şüpheli. Kelimelerin köklerini bilmiyouruz. Bilhassa yeni nesiller. Geçenlerde ben denedim. İnternette gördüm, bir vatandaş oturmuş diyor ki efendim bu Siri denen şeyin Türkçesi de çıktı ben bunda makaleler yazdım, çok güzel anlıyor Türkçe’yi, siz konuşun o yazsın. İyi bir deneyelim bakalım dedim. Adam hakikaten baktım ki 5-6 sayfa döktürmüş, gayet güzel yazmış. İyi, ben de deneyim bundan sonra yazı yazmak külfetinden kurtulurum diye heveslendim, bir denedim. Bir baktım, efendim, Türkçe söylediğim şeyleri yazamıyor, İngilizceleri yazıyor da. Niye yazamıyor diye biraz üzeirnde durdum. Benim kullandığım eski kelimeleri anlamıyor. Adam o kadar sınırlı bir Türkçe’yle yazmış ki sayfalar dolusu, ama yeni Türkçe hepsi, hepsini de anlıyor tabi gayet mükemmel. Evet benim de kullandığım Türkçe kelimeleri anlıyor ama mesela kesb etmek dediğin zaman anlamıyor, onu yanlış yazıyor, başka bir şey yazıyor. Şimdi bizim de aslında durumumuz biraz öyle. Yani vaktiyle Osmanlıca konuşurdu bu millet. Daha doğrusu bu milletin münevverleri, yönetici zümresi, ulema zümresi Osmanlıca bilir konuşurdu. Halk yine Türkçe konuşurdu da. Fakat o zengin bir dilde oldukça. Çünkü Arapça’dan Farsça’dan istediği kadar kelime alıyordu. Osmanlıca karışık bir dildi, üçte biri Türkçe, üçte biri Arapça, üçte biri Farsça bir dildi. Dolayısıyla imkanları genişti. Lâkin bir zaman geldi Osmanlıca’yı dejenere etti Tanzimat’tan sonra. Çirkin bir Osmanlıca’ya dönüştü. En sonunda halk da anlasın falan diye, derken cumhuriyet devri de gelince zaten denildi ki halkın da anlayacağı bir dil olsun sadece münevverlerin konuştuğu, kendi aralarında anlaştığı bir dil olmasın. Haydi Türkçe olsun. Peki olsun. O eski kelimeleri atalım. Çünkü Arapça Farsça bilmek gerekiyor aksi takdirde. Ee, sadeleştirdik Türkçe’yi. Biraz da zamanla bir takım birşeyler oldu, her ne hâl ise, sonunda bugün son derece sınırlı imkanları olan bir dille konuşur, okur, yazar, düşünür hale geldik. Bu kelimeler aslında çok da önemli değildir de belki, fakat semantik açıdan da Türkçe’nin epey bir ayarı bozuldu. Millet bunun farkında değil, herkes de çok fazla konuşur dil meselesini. Ama ben de şunu söylüyorum yani: Türkiye’de özel olarak dil üzerine çalışmış dil profesörleri de dahil olmak üzere hiç kimse dil hakkında ciddi bir fikre sahip değildir. Olması da mümkün değildir, çünkü semantik olmadan dilin mahiyeti hakkında ciddi bir fikir edinemezsiniz dil felsefesiyle uğraşmadan. Hiç kimse de uğraşmıyor bildiğim kadarıyla; bir Doğan Aksan vardı o da öldü, zaten o da pek anlamazdı Allah rahmet etsin. Onun dışında hiç uğraşanı duymadım. Türk dilinin profesörleri olsa bile, yani hatta dil profesörü olsa, uzmanlık alanı dil bile olsa, o işin en iyi uzmanları bile dil hakkında en ufak bir fikir sahibi değildir Türkiye’de. Ama biz dil ile konuşuyoruz, yani dil üzerine bir tenkit yaptığınız zaman, dili yargıladığımız zaman o zaman şuurumuzu yargılıyoruz demektir. Çünki bir kere dil, derler ki lisan tarihin arşividir. Yani dil bütün kültürü taşıyan şeydir. İnsanlar farkında değildir, konuşurlar, kelimeleri yan yana getirirler, ama konuştukları şey aslında o dilin tarih içinde biriktirdiği anlamlar, onları tekrarlamaktan ibaret. Gerçekten ciddi felsefe yaparak, esaslı şekilde düşünerek birşeyler üretebilmesi için insanın semantikle uğraşması gerekir ki o da yok. Zaten felsefe yapan da yok Türkiye’de, gördüğüm kadarıyla benden başka yok yani. Bir sürü felsefe profesörü var da yani felsefenin tarihini anlatmak başka bir şeydir, felsefe yapmak başka bir şeydir. Nitekim tarih anlatmak da başka bir şeydir, tarihin felsefesini yapmak başka bir şeydir. Aslında şimdi hadi hazır tekke ortamındayken biraz laubali takılayım, ben biraz melami meşrebimdir, efendim, melamilerde laubalilik caizdir biliyorsunuz. Yani benden başka felsefeyle de ilimle de ciddi olarak uğraşan kimseyi görmedim desem yeridir -çok meşhurum zaten kimseyi beğenmemek hususunda- bir ben farkındayım sadece bunun, öyle bir şöhret bu, bir de biraz Yumuşhan farkında galiba. Şimdi bu İslam ansiklopedisinde başkanlık yaptı falan diyor da, ben bu milletin sözüm ona din uleması olması gereken, yani eski ulema zümresine kıyasladığımız vakit işte üniversitenin profesörü, ilahiyat profesörü falan eski din ulemasına, medrese ulemasına tekabul ediyor, bir takım ilahiyat profesörleriyle çalıştım tabi, onların da durumunu gördüm.
Vel hasıl-ı kelam şimdi ben şuur ve tarih üzerine konuşacağım. Böyle aşırı laubali biçimde ağabeyiminde bu uzun diye anlatmasından yüz bularak başladım ama. Şimdi hakikaten bu bir dil meselesi, önemli bir mesele ve dili yargıladığımız zaman şuuru yargılamış oluruz. Şimdi ben Şuur ve Tarih üzerine konuşacağım. Gerçi yani bu tekke uslubuna uygun bir şeyler konuşmak da belki daha hoş olacaktı ama yine de aklımdakini konuşmak geliyor içimden. Yani buraya gelirken Yumuşhan Bey sorduğu vakit “Ne konuşursun Hocam” “Şuur ve Tarih konuşurum” peki şuur ve tarih konuşayım. Sebebi de şu onu da arz edeyim, benim gayet kadirşinas bir oğlum var, karşınızda oturuyor. Dedi ki baba sen dedi, bu millet kıymetini bilmiyor, sen yazı yazmıyorsun sıkılıyorsun, parasını ben peşin peşin ödeyeceğim bedelini. “Nasıl ödeyeceksin oğlum?” “Maaşımın yarısını vereceğim.” “Öyle mi?” “Öyle”. 3-4 aydır maaşının yarısını çıkarıp veriyor, biz de mecburen çalışıyoruz. Sözüm ona çalışır gibi yapıyoruz daha doğrusu, pek de bir şey çıkmıyor ama, hiç olmazsa Türkçe’sini bir konuşalım çocuk bu kadar bedel ödedi yani diyerekten şuur dedim. Şimdi efendim şuur bahsi, yani Arapça Şeara’dan gelir bu. Hissetmek demektir aslında. Hissederek bilmek demektir hatta tam karşılığı şeara’nın. İngilizce’de buna consciousness diyorlar. Türkçe’de buna farkında olmak da deriz bazen. Mesela şimdi ben burada konuşuyorum. İşte seçkin bir cemaate, efendim, hem de güzel tekke ortamında, böyle benim sevdiğim hatlar falan arasında, efendim, bir şeyler anlatacağım, bir bahis seçtik, anlatacağım ama, hem kendimin farkındayım, hem de dinleyicilerimin farkındayım. Baktığım vakit sizi görüyorum. Ve eğer konuşursanız işiteceğim de, veya en azından kendi sesimi işitiyorum. Şimdi şuur dediğimiz şeyi tarif ederek başlamak için bunu söyledim. Şuur – aslında görmek çok önemli bir tarafı şuurun da, o başka bir bahis lafı dallandırmayayım – Şuur, gerek kendi vücudumuz, gerek etrafımızda olup biten herşeyin farkında olmak anlamında eskilerin hissi müşterek dedikleri, bazen İngilizce’de buna common sense yani Türkçe’de sağduyu diyorlar şimdi. Eskiden hissi müşterek derlerdi. Yani bütün duyguların toplamının farkında olmak. Hem etrafının, etrafında olup bitenlerin, hem de kendi vücudunda olup bitenlerin. Mesela şimdi ben efendim, eh yani, hem susadım hem de çay isterim öyle bir his geliyor içimden bunun da farkındayım. Şimdi bu da vücudunun hararet içinde olduğunu hissetmek. İnsanlar şöyle zannederler: 5 duyu vardır. Halbuki bu tasniflerden sadece biridir. Aristo’nun tasnifidir bu 5 duyu diye. En belirgin olanları onlar olduğu için, görmek, işitmek, koklamak, tatmak, dokunmak diye beş duyu demişlerdir. Ama iç organların duyuları da vardır. Hatta mesela denge duygusu vardır iç kulakta, efendim hararet duygusu vardır deride, efendim kaşınma duygusu vardır, bilmem mideniz bulanırsa onu hissedersiniz, mesela şimdi benim çay istemeyi arzu etmem gibi, bir takım gerek kendi vücudunuzun, kendinizin, gerek etrafınızda olup bitenlerin farkındalığınız anlamındadır şuur. Bunların da toplamı anlamındadır hatta. Hepsinin birden farkındayız. Bazılarını önemsemiyor, göz ardı ediyor olabiliriz. Şu anda mesela midem bulanıyor, onu göz ardı edebilirim filan, şimdilik önemsiz diyebilirim. Veya işte hafiften bir tansiyonum çıktı filan diyelim. Bunların hepsini hissedersiniz. Hissettiğimiz şeylerin toplamına şuur diyorum ben. Eskiden buna hissi müşterek derlerdi. Zannediyorum Sühreverdi, yanlış hatırlamıyorsam heyakinin nur isimli eserinde, bu şeylerin, duyuların yani görmek, biz buna hasse derdik eskiden, ve adı da havası hamse idi Osmanlıca’da. 5 duyu yani, 5 çeşit hissetme organı. Bunların tamamına sağduyu demişti, sağduyu diye karşılamıştı. Tabir sağduyu değildir, belki hissi müşterekti belki başka bir şeydi, çok net hatırlayamayacağım ama yani eskiden beri bunun üzerine insanlar dikkat etmişlerdi. Şimdi bu şuur denen şeyin demek oluyor ki gavurcasını söylersek perception’ın Türkçe’si ne olur? İdrak algılama, yani duyular vasıtasıyla, yani ben ellerimin titrediğini hissediyorum heyecandandır belki diyelim. Veya işte efendim bir hararet hissediyorum vücudumda, bunun yanısıra karşımdaki insanları görüyorum, işte efendim canım su içmek istedi, su içiyorum, vesaire, şeklinde bütün bu duyuların toplamına şuur dedik, peki bu hissetme kabiliyetimiz, yani hilkatin bize bahşettiği donanımlardan, vücudumuzu, vücudumuzla ilgili hasseler ve etrafımızla ilgili hasselerden şuur oluşuyor demektir. Ama şuur bundan mı ibaret derseniz aslında çok karışık bir bahis. Hatta, insanlar Türkiye’de pek farkında değillerdir ama şuur aslında düşüncenin de, ilmin de şu son zamanlarda en çok üzerinde durulan ve en önemli bahsidir. Ben yüzlerce şuurlar ilgili yani İngiliz Amerikalı falan profesörlerin videolarını izledim kitaplarını okudum. Yüzlerce binlerce neşriyat vardır. Haddi hududu yoktur yani şuur bahsinin aslında. Onu bütün teferruatı ile anlatacak değilim. Sadece bir fikir vermek için bu kadarını söyledim. Şuur bahsi aslında insanların en çok uğraştığı ve, şu günlerde aslında en çok önem verdiği bahistir. Biliyor musunuz ben uzun zaman tarih felsefesiyle meşgul olduktan bir takım kitaplar yazdıktan sonra nihayet şuur meselesinnin önemini farkettim de ki nihayet 5-10 yıl, belki en fazla 20 – 2001 yılı kaç yılına tekabul ederse işte – 2001 yılında beni bir felsefe kongresine davet ettiler Ankara’da, onlar için ‘İnsan Varlık ve Zaman’ diye bir tebliğ yazdım. İlk defa orada, yani şuur bahsinin ehemmiyetine işaret etmiştim. Sonra araştırdıkça iş derinleştikçe derinleşti tabi. Sonra ‘Dil ve Felsefe’ isimli bir kitabımın önsözünde dedim ki yani aslında bütün insan faaliyetlerinin içinde en önemlisi bu şuur bahsi, insanlar da bunu farkettiler, biz de inşallah bu konular üzerinde uğraşmamız gerekir falan filan gibi bir şeyler söyledim kitaplarımdan birinde ama daha doğru düzgün çalışmaya başlamam tuhaf bir vesile oldu. Bizim rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun bir oğlu var Selman Gemuhluoğlu diye, Dolmabahçe sarayında müdür falan bir şey. Bu Selman bey ben Bosna’dayken – yani sohbet üslubunda konuşuyorum ama bakmayın sohbet üslubunda konuştuğuma, işin arkası gelecek – şimdi Selman bey dedi ki, yani bana bir mail attı daha doğrusu. Ben o sırada oğlumun yanındaydım, oğlum Bosna’da okuyordu. “Yahu Şahin hocam, şu belediyede konuşma yapar mısın” filan. E yaparım dedim. İyi o zaman bize 12 başlık yaz, ben arkadaşlara söyleyeyim, seni konuştursunlar. Böyle konferans talebi yani. Ben de yazdım 12 başlık. Dedim ki, yahu bu kadar yıldır tarih felsefesiyle uğraşıyorum, madem ki adamlar münasip görmüşler bizi konuşturacaklar, o halde şunu baştan sona teferruatlı bir şekilde anlatalım planlı bir şekilde, ona göre bir 12 başlık yazdım gönderdim. Bosna’dan döndüğüm zaman da, madem insanlar talep ediyor, itibar etmişler bize, yani her ne kadar benim faaliyetimin ne kadar mühim olduğunu sadece ben farkında olsam da, olsun teberrüken ben de ciddi ciddi bir şeyler yazayım dedim. Batı’da böyle bir adet vardır. Bir konferansa davet ettikleri zaman insanları, insanlar oturur yazarlar onu, bir metin olarak sonra onu konferanstaki vatandaşa dağıtırlar. Ben böyle yüzlerce kitap biliyorum, bir kısmı bende var. Mesela en meşhuru gifford vakfıdır. Böyle bir tekke gibi düşünün, İskoçyalı bir zengin, asilzade Gifford diye, bundan 150-200 yıl evvel demiş ki kardeşim bundan sonra İskoçya’nın 4 üniversitesinde efendim dünyaca meşhur ilim adamlarını konuşturacaksınız, bu adamlar natural theology – tabî ilâhiyat dersi verecekler ve her alanın en seçkin insanlarını çağıracaksınız, masraflarını da benim vakıf karşılayacak. 130 yıldır bu faaliyet devam ediyor. Hakikaten dünyanın en kaliteli faaliyetlerinden biridir. Orada çıkan kitapların da hepsi son derece meşhurdur. Bazıları Türkçede de var, lafı dağıtmamak için uzatmayacağım bu gifford bahsini. Şimdi siz de eski geleneğe göre işte bir tekkede oturmuş toplanmış sözüm ona bizim gibi bir tarih filozofunu dinlemeyi talep etmişsiniz. Aynı şey aslında, onlar da öyle yapmışlar. Efendim, belediye adına konuş, peki konuşalım. Konuşacak mıyız o halde biz de bu İngilizlerin yaptığı gibi oturup yazalım da bir şey çıksın ortaya madem. Başladım yazmaya, şuur bahsinden başladım. Bir 70-80 sayfa yazdım, Türkçe tabi. Hâlâ sitemde de duruyor yani isteyen okuyabilir benim siteye girip de o bahisleri, benlik bahisleri falan. Ama şimdi pek de meth etmeyeceğim, yani yazdıklarım da neyse bir şeydir ama daha iyi yazılabilirdi elbette. Şimdi yazsam daha iyi yazarım nitekim şimdi daha iyisini yazmaya çalışıyorum oğlum sayesinde diyelim. Ama, burada da bir provasını yapacağız şimdi bu şuur bahsinin. Bir aksilik oldu, o bahsi de çok uzatmayalım, adamlar dediler ki 3 konuşman var, vay canına gene bir rufailer karıştı araya, Şahin hocayı niye konuşturuyorsunuz dediler galiba gene, çünkü benim çekemeyenim de çoktur bu kadar tuhaf bir adam olunca. Efendim, ve bizim 12 konuşma 3’e indi, e ben bunu irticalen konuşurum yazmaya ne lüzum var dedim, yazmayı kestim, kesiş o kesiş 3-5 yıldır da yazmıyordum, neyse ki oğlum sayesinde yeniden başladım. Ama bu sefer de İngilizce yazıyoruz, neye yarayacak bilmem. Şimdi madem ki öyle, hadi bari hiç olmazsa bu talep vâki olduğuna göre şimdi hiç olmazsa Türkçe bir şeyler anlatalım kaldığımız yerden diye memnun oldum tabi Yumuşhan hocamın talebine. Şimdi efendim bu şuur bahsi ile ilgili benim maceram böyle. Yani demek istiyorum ki aslında bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük ilim adamı sayarım ben kendimi, yalan veya doğru, kargaya yavrusu kuzgun görünür, bana öyle görünüyor, ben öyle zannediyorum kendimi. Ben bile ancak 45’inden 50’sinden sonra meselenin ciddiyetini farketmiştim de başladım yani, 2001’den bu yana olduğuna göre, diyelim ki kitaplarda yer yer işaret etmişiz filan. Aslında ancak 1970’lerden sonra insanlık şuur bahsi ile ilgilenmeye başladı. Daha evvel bu bir çeşit sansüre tabii idi üniversitelerde, şundan: şimdi efendim insanın ruhuyla, insanın aklıyla, düşünceleriyle, şuuruyla ilgili bir çalışmayı nasıl yapacaksınız? Bu tecrübi ilmin metodlarına uygun değil. Evet psikoloji diye bir ilim dalı var sözüm ona, ama şimdi Amerika’da daha çok ‘behaviourst’ dedikleri, yani davranışçı dedikleri o ekolden psikologlar vardır, çünkü diyorlardı ki efendim, insanın beynine girip bakamayacağımıza göre, ne düşündüğünü bilemeyeceğimize göre, ne hissettiğini, o halde biz de davranışlarından hareketle psikolojik durumu hakkında çıkarımlar yapalım. Çünkü davranışlar gözlemlenebiliyor, yani müşahede edilebiliyor. Hatta bir psikoloji profesörü yine 2002 yılında Çapa’da bizim tabib arkadaşlarla böyle bir psikoloji bahsi anlattı, hocaya dedim ki konuşması bitince, hoca dedim yani bu sizin ilgilendiğiniz şeyler psikoloji diye, bu işte insanın davranışları, davranışlarından, bakışından,duruşundan, hal ve hareketinden herneyse insanın ruh halleri hakkında çıkarımlar yapmaya çalışıyorsunuz falan, tamam da, siz ancak müşahede edilebilen, ölçülebilen şeylere yöneliyorsunuz, çünkü bu olmazsa ilim olmaz, ilmin şartı bu. İlim olsun psikoloji istiyorsunuz ve de böyle bakıyorsunuz, ama bu da şu demek, aslında insan ruhunun en asil, en yüksek, en önemli bahislerini tamamen görmezden gelmek ve ihmal etmek durumundasınız. Tamamen önemsiz şeyler üzerinde duruyorsunuz demektir bu. Sadece dışa yansıyan tarafı oluyor bu dedim. Hoca da sağ olsun bizim Erol Güngör’ün arkadaşıydı, neydi onun adı şimdi unuttum, “haklısın hocam, öyle oluyor yani” dedi. Şimdi bir zamanlar Amerika’da bu
-Yumuşhan Günay: Namık hoca, Namık,
-Şahin Uçar: Yok, Kültür üzerine birkaç da kitabı çıktı, bizim Erol Güngör’ün arkadaşıydı. Unuttum adamcağızın adını. Emekli oldu çoktan tabi. Şimdi demek istediğim, bu psikologlar bile bu bahislerle ilgilenmezdi. Hatta üniversitelerde bu bahislerle ilgilenenmek bir çeşit ayıp sayılırdı, çünkü ilimden uzaklaşıyor bu, mistik şeylere yöneliyor, yani falan diye mesleki kariyer bakımından da tehlikeli sayılmış, yani yazarlar bunu kitaplarda, ve insanlar ilgilenmemişlerdir. Taa ki MR gibi, Tomography gibi, doğrudan doğruya beyni müşahede ettiğimiz bazı yeni cihazlar ortaya çıktı, yani eskiden sadece iç müşahede yoluyla kendi düşünceleriniz hakkında fikir sahibi olabilirdiniz, veya davranışlarına bakabilirdiniz adamın. Başka da elinizde bir şey yok, ölçebilecek, görebilecek, ve en fazla electroencephalogram biraz beyin dalgalarını gösterir ondan da hiçbirşey anlaşılmaz. Ama şimdi adam öyle aletler geliştirmiş ki quantum mekaniği sayesinde, işte MR dediği Magnetic Resonance, magnetik rezönans yoluyla adamın bir yere sokuyorlar kafasını, kafasının içini en ufak detayına kadar filmini çekioylar. Hâlâ da, en ufak detayına kadar diyorum ama bu eskiye göre tabi, yoksa beynin o kadar büyük teferruatı vardır ki ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar onun teferruatına hakim olabilecekleri düşünülemez bile. Beyin kâinattaki en büyük şeydir. Bakın beyinde milyarlarca nöron hücresi vardır, bunların her birinin sayısız irtibatı vardır, o kadar büyüktür ki irtibatlarıyla beraber düşünüldüğü vakit, şuur bahsiyle uğraşanlar derler ki, beynin içindeki münasebetlerin sayısı kâinattaki bütün atomların sayısından bile fazla. Düşünebiliyor musunuz? Bütün kâinattaki bütün atomların sayısından fazla. Bu tabi matematik rakamları, böyle şeyleri konuşmayı sever bilim adamları da, artık ne kadar gerçekçi, ama yani eskiden mikrokozmos derlerdi, makrokozmos derlerdi, işte kâinat makrokozmostur, insan da mikrokozmostur. Hatta bizim Şeyh Galib’in beyti vardır, nedir: hoşça bak zatına ki, zübde-i alemsin sen” diyordu. Bütün alemin özeti sensin, bütün kâinatın, onun için kendine hoşça bak, yani öyle ufak bir şey olduğunu zannetme insanın. Hatta hazreti Ali’ye nispet edilen bir şiir vardır: “Ve Tezemü enneke cismün sagirün” sen kendini küçük bir şey zannediyorsun ama, kâinatın tamamı senin içinde dürülmüştür der, anladın mı? Yani böyledir beyin incelemeleri açısından. O kadar geniş teferruatı var ki zaten hiçbir zaman onunla başa çıkamayacağız, onu biliyorum, ama eski devirlerle 70 öncesine kıyasla beyinle ilgili çalışmalar milyonlarca kat arttı binlerce değil, çünki hiçbirşey bilinmiyordu neredeyse. Bakın Aristo devrinde ki Aristo biyolojinin de kurucusudur, bir çok ilmin kurucusudur yani hakkaten büyük bir adam bir şey demiyorum Aristo üstadımıza ama, ruhun merkezi kalptir de beyin sadece kanı soğutmaya yarıyor diye düşünürdü. O devirde Hipokrat da var, Eflatun ile Hipokrat beyinde bu işler oluyor diye düşünmüşler ama Aristo öyle düşünüyor mesela, koskoca Aristo, düşünün ne kadar az şey biliniyor yani. Eski zamanlarda hemen hemen hiç bir şey bilmezdik. Aslında ben size daha esaslı bir şey söyleyeyim buradan hareketle: aslında 20. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar neredeyse hiçbir alanda çok ciddi bilgimiz yoktu. Şüphesiz insanlığın tarihi çok kadim. Mesela bana göre 200.000 yıldır diyorlar homo sapiens, ben bunun bir de protosu vardır, bilmem nesi vardır 250.000 yılı bulur diyorum kabaca, 250.000 yıllık insan tarihinde, bugünki anlamda insan tarihinde, ancak medeniyet başladıktan sonra bir nebze ilerleme olmuştur, ondan sonra yazının başlamasıyla falan. Çünkü 200.000 yıl boyunca, 250.000 yıl boyunca insanlar ne yapmışlar arkadaşlar? Taş balta yapmışlar, ok yay yapmışlar, mızrak yapmışlar, hayvan avlamışlar, yenebilecek bir bitki bulursa yemişler, bulamadığı zaman aç kalmışlar. Herkes eşitti çünkü herkes fakirdi. Kimsenin ne malı var ne mülkü var, sadece günlük yiyecek peşinde koşuyor. Hâlâ böyle yaşayan sayısız insan topluluğu var yeryüzünde, o yüzden bunların hayat şartlarını da gayet iyi biliyoruz. Mesela Afrika’nın Bushmen’lerini gayet iyi biliyoruz. Siz gitseniz çölde açlıktan susuzluktan ölürsünüz, ama Bushmen çölde kırk çeşit elli çeşit yiyecek bulur. Öyle ne açlıktan ne susuzluktan ölür yani, o şartlara da alışık oluyorlar, o da başka mesele ama, medeniyet başladıktan sonra bir çok şey gelişti elbette, ve bilhassa yazının sayesinde gelişti. Nihayet bu günlere kadar geldik. Elbette modern bilgilerimizi de eski bilgilerimizin üzerine inşa ederek geldik. Yani o eski birikim olmasa, işte matematikçisi, fizikçisi, artık her ne ilmiyle uğraşıyorsa uğraşan insanlar şu son 5000 yıl boyunca bir takım şeyleri geliştirmiş olmasalar e biz de bugün olduğumuz seviyede olamayacaktık elbette. Elbette eski devirlere medyun-u şükranız, onların birikimlerine, tecrübelerine. Eski Sümer’de 1 rakamını icad ettiler. Niye, adam koyun sayıyor kardeşim. Adamlar artık yerleşik. Koyunları sayması lazım. Bilirsiniz Nasreddin Hoca’nın çömlek hikayesini, Ramazını sayıyormuş da, her gün çömleğe bir tane taş atıyormuş falan. Yani onun gibi başladı insanlık, rakamları bile öğrenişimiz şurada 10.000 yıldan geriye gitmiyor. 3-4 rakamdan fazlasını anlayamazdı insan zekası. Hala bile insan hasselerinin yani görme duygumuzun hissetme kabiliyetine vurduğumuz vakit bakın 6-7 farklı şeyi bir arada müşahede edebilirsiniz, 7’yi aştı mı karıştırmaya başlarsınız. Rakam da olsa, sayı da olsa, bilmem ne de olsa. Yani yetmez intiba kabiliyetiniz. Dolayısıyla tabiatın, hilkatın bize bahşettiği bu donanımla bir şeyler yaptık, 20. yüzyıla gelinceye kadar elbette epey bir birikim var son 5000 yılda. Ama onlar bugünki bilgilere nazaran neredeyse hiç mesabesinde görünüyor. Mesela beyin hakkındaki bilgilerimiz 70 öncesi hemen hemen hiç gibidir bugünkü bilgiye göre. Şuur hakkında da öyle, başka bir çok mesele hakkında da öyle. Ben, Varlığın Mânâ ve Mâzmunu isimli kitabımın önsözünde şöyle yazdım: yani neredeyse daha yeni başladık ilimden bir şeyler okumaya, alfabesini daha yeni deşifre ettik, ve neredeyse şimdi başladı ilim. Şu geçmiş 50 yıldan geriye gitmiyor yani. Evvelatı inkâr etmek makamında söylemediğimi anlatmak için bu 250.000 yıldan bahsettim. Tabi ki eski birikimler üzerine inşa ediliyor ama onlar çok azdı demek istiyorum bilinenler. Şimdi bakın insan sanatla başlar. Çocukken oyun oynayarak. Ondan sonra inanç gelir. Ailesinden alır, çevresinden alır, cemiyetin telkinlerinden alır, her neyse, din yani. Ondan sonra felsefe ve ilim başlar, tarih en son başlayanıdır insan şuurunda. Collingwood Speculum Mentis isimli kitabında böyle anlatır meşhur İngiliz Filozofu. Yani mesela, Ortaçağda, sanat, ilim, din, felsefe iç içeydi. Ortaçağda kiliselerde üniversitelerde bu işleri yapan adamlar bir yandan sanatla, bir yandan ilimle, bir yandan felsefeyle uğraşırlardıi, hepsi içiçeydi. Hepsi de kilisenin bütünlüğü içinde, bir dini platform altındaydı. Aşağı yukarı aydınlanma çağından sonra bunlar birbirinden ayrıldı. Sanat profan birşey oldu. Dinin hizmetinden ayrıldı. Artık kilisede ikona yapmıyor, yada efendim dini ibadet maksadıyla resim yapmıyor. Veya efendim, artık felsefe teolojinin hizmetinde değil eski ortaçağ kilisesinde olduğu gibi. Felsefe ayrı birşey oldu, sanat ayrı birşey oldu, ilim ayrı birşey oldu. Oldu ama din çok şey kaybetti, son 300 yıldır batıda da. Din çok şey kaybetti çünkü felsefesi ve sanatı çıkınca işin içinden bildiğin katı bir inançlı, kesin inançlı, böyle fanatik, oldukça yobaz bir din anlayışı. Ve felsefe dini hüviyetini kaybedince bu sefer bir takım semantik problemler üzerine gevezeliklerden ibaret. E sanat zaten halkı eğlendirmekten ibaret sıradan bayağı bir şey. Hepsi de belki bir şeyler kazandılar ama bir şeyler de kabettiler o bütünlük kaybolunca demek istiyorum. Bu tabi benim orijinal fikrim değil. Collingwood’un Speculum Mentis, zihnin aynası kitabından naklettim şimdi bunu. Yani insanlık şuurunun tarihi gelişmesi de enteresandır, tarih şuuru da başka bir şeydir. Bu tarih şuuruna gelecek şuur ve tarih bahsi elbette sonunda ama demek istiyorum ki tarih şuuru en son gelişendir; 18-19. asırda. Ondan evvel de tarihçiler vardı. Mesela müslümanlarda hristiyanlarda, her milletin tarihçileri de vardır, Çin’de de vardır, eski kadim Çin’de. Elbette tarih yazan insanlar vardı. Tarih üniversitelerde ders diye okutulmazdı. İnsanlar tarih ile bu kadar ilgilenmezlerdi. Tarih şuuru gelişmemişti. Bu ancak aydınlanma çağından sonra batıda oluşmuş bir şeydir. Almanlar biraz geliştirmiştir. Ondan sonra da üniversitelerde ha biz de yapalım biz de yapalım diye Alman’lardan kopya ederek üniversitelerde tarih dersleri, profesyonel tarihçilik falan da yaygınlaştı. Ben şu kanaatteyim, tarih şuuru hala oluşmamıştır insanlığın. Hele Türkiye’de daha başlamadık bile. Yani tarihçilik başka bir şey tarih şuuru başka birşeydir çünki. O en son gelişen şeydir, ve en zorudur bütün disiplinlerin, çünkü o tarih felsefesi demektir doğrudan doğruya. O seviyeye gelmedi Türkiye’de tarihçilik hiçbir zaman. Vakı’a bizim islam tarihi geleneğinde İbn-i Haldun üstadımız ve İbn-i Miskeveyh üstadımız var tarih felsefesi yapan ortaçağın sonlarında, ama böyle bir köşede kalmışlar. Topluca, cemiyet olarak bir tarih şuuru gelişmeyince onların bir aksül ameli bir tesiri de olmadı. Tarihçiler üzerinde bile olmadı bırakın sıradan insanları, tarihçiler bile bundan fazla etkilenmemişlerdir. Yani İbn-i Haldun’dan etkilenip tarih felsefesi yapmaya kalkışan bir tek ben varım Türkiye’de. Öbür tarihçiler şöyle alırlar bir rafa koyalar okusalar da bir şey anlamazlar İbn-i Haldun’dan, öyle gider. Yani tarih şuuru zor bir şeydir, ve bu 250000 yılın ancak son 200 yılında ortaya çıkmış bir şey. Ama din eskidir bakın, sanat eskidir. İnsanlık kadar eskidir sanat. Taş balta yaptığınızda sanat yapıyorsunuz, ok yay yaptığınız vakit. O bir zanaat da olsa sanat yani taşı yontmaya başladığınız zaman. Efendim, ruh, ölüm ötesi hakkında düşünme şamanizm ile başlar ve la akal, yani en azından 50.000 yıl geçmişi var. 50000 yıllık bir geçmişi var yani dini telakkilerin, ruhun, ölüm ötesinin, bununla ilgili insanların düşünmeye başlamalarının falan. E ama felsefe? Ancak medeniyetten ve yazıdan çok sonra. Yani 5000 yıl içinde gelişmiş bir şey. E ilim dediğiniz şey son 400-500 yılın eseri, tarih dediğiniz şey son 200 yılın eseri. Geçmişinde de bir tarihçinin olması bir mana ifade etmiyor, o başka yani. Taberi büyük bir tarihçi, ibn-ul Esir büyük bir tarihçidir, ne bileyim tarih kitabı yazmıştır, başkaları da yazmıştır her milletten. O başka bir şey, tarih şuuru başka bir şey. Ona bu tarih bahsine intikal ettiğimiz zaman geleceğim. Sadece şuur bahsinin tarih şuuru yönüne işaret etmek için bunu söyledim. Tabi ben hocayım, yani profesörlükten emekli oldum. Yıllarca üniversitede ders anlattım böyle irticalen, ve bana bir soru sordumu zaten Allah! Ondan sonra insanları bıktırıncaya kadar konuşurum sonu da gelmez. Geçen gün bir gazeteci geldi bizim eve, hocam şuur hakkında ne diyorsun dedi, bir konuştuk, başka soru sormasına da müsade etmedim, tam dört buçuk saat! Yani şimdi sizi dört buçuk saat tutacak değilim şuur bahsi hakkında ama yani, tabi o kadar işkencce etmeyeceğim ama bu bahsin önemini anlatmak için bütün bunları girizgah diye söyledim. Şimdi aslında insanın bir nefsi var, nefis dediğimiz şey, o nefes kelimesinden gelir. İbranice’de de, bizim dilimizde de hatta batı dillerinde de ‘spirit’ ‘psyche’ falan gibi lafların hepsi nefes almak manasındadır. Canlı yani, canlı demek. Bütün canlıların da bir nefes alma hususiyeti vardır. Bana sorarsanız, düşük seviyede de olsa, mikroplar seviyesinde bile şuur da vardır. Sadece canlılık özelliğinden dolayı, bu nefes alma canlı olma özelliği değil, çünkü mikrop bile çevresindeki zararlı etkilerden uzaklaşmaya ve kendisine faydalı olan şeylerden istifade etmeye bakar ve üremeye bakar. Elbette son derece sınırlı ama yine de bir etrafının, etrafındaki olup biten şeylerin son derece cüzi miktarda bile olsa bir farkındalığı var. İşte o farkındalığa biz şuur diyoruz. Aslında şuur zihin kadar önemli değil, akıl kadar önemli değil. O sadece bir görüntüsü beynin faaliyetlerinin. şu anda ben şuurlu uyanık haldeyim, uyuyor olsam kendimin de farkında olmayacaktım sizin de farkında olmayacaktım. Gerçi filozoflara sorarsanız şu anda da rüya görüyor olabiliriz diye de iddia edebilirler. Descartes eder mesela böyle bir iddiası vardır, ama hiç de garipsemeyiz. Her gün hiç olmazsa 7-8 saat şuurumuz bizi terkediyor, başlıyoruz uyumaya, ne etrafımızda olup bitenin farkındayız, ne de hiçbir şeyin. Olsa olsa işte arada bir rüya görüyoruz, beyin faaliyetine devam ediyor elbette ama etrafında olup bitenlerin farkında değil. E uyanıyor, a hemen kendimizin de farkındayız, çevremizin de farkındayız, herşeyi görmeye başlıyoruz. Ya bu nasıl oluyor? Gidiyor sekiz saat sonra geliyor. Çocuklar bile merak etmez bunu, en meraklı insan zümresi çocuklardır. O kadar tabi bir şey ki, bir an şuurunu kaybetmek sonra geri kazanmak, uyumak ve uyanmak, o kadar tabi yaradılışımızdan gelen bir şey ki bütün canlılarda, hiç şaşmayız da buna. Yahu nasıl oluyor da görebiliyoruz mesela? Nasıl oluyor da görebiliyoruz? Bunun şaşırtıcı hipotez diye bir kitap hacminde anlatıldığı bir kitap var. Türkçe de tercümesi var yani. Yazan da bu DNA’yı yani hücrelerimizdeki ırsiyet unsurlarını keşfedip onun şifresini çözen iki kişiden biri olan Francis Krick. Watson ile Krick DNA’nın şifresini çözmüşlerdi 1950’de. O yüzden diyorum 4 tane harf çözdüler, bakın bugün genetikte neler yapıyoruz. Yani hepsi 4 tane harftir genetikten okuduğumuz. Ama nerelere getirdi bizi. İşte bunlardan biri olan Francis Krick, 5-10 sene evvel öldü, şaşırtıcı hipotez diye bir kitap yazdı. Iddiası şudur, eğer nasıl gördüğümüzü izah edebilirsek, çünkü beynin en önemli hususiyetlerinden biridir görme diyor, onu izah edebilirsek beyindeki mekanizmasını, o zaman şuurun da zihnin de bir çok yönünü izah etmiş olacağız. Şaşırtıcı hipotez diye isim koyuşunun sebebi de şu, diyor ki yani beyindeki nöronların faaliyeti olarak açıklanabilir. Çünki artık MR’lar var, o nöronlar arasında bir takım elektro-şimik hadiseler oluyor, bir nörondan ötekine bir elektrik impulsu gidiyor, öbürü onu uyarıyor filan, karşılıklı bir şeyler oluyor. Bunları da gözlemek mümkün artık, bir takım cihazlarda tıbbi ortamlarda. Rüya da görseniz, uyanık da olsanız bunları gözlemleyebiliyorsunuz. E öyle olunca, adam da bunlarla izah edilebilir, bu da oldukça şaşırtıcı, nasıl olur falan demeye getiriyordu yani. Ama bana göre olur, beynin faaliyetidir bütün bu şuur halleri, düşüncemiz, ruhumuz falan filan demeye getiriyordu. O yüzden şaşırtıcı hipotez konmuş kitabın adı. Neyse, isteyen, meraklısı varsa okuyabilir elbette ama, demek istediğim görmek mesela, Francis Krick’in çok önem verdiği ve beynin esrarını çözmek için bilhassa üzerinde durduğu bir meseledir. Şimdi biz görüyoruz tamam da nasıl görüyoruz? Insanlar kendi yaradılışlarını sorgulayamazlar. Hani eskilerin sözü var ya, ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler demiş adam. İnsan tabi kendi hakkında çok ciddi fikir sahibi olmayabiliyor. Yani, ben görüyorum, ve bu da tabi bir şey. Görmek de bilmektir. Görüdüğüme göre karşımda gördüğümden de şüphe etmem. Şimdi şuurun en önemli tarafı, akıldan farklı olarak, şüpheyi kesinlikle kabul etmez. Mesela ben şimdi Hayrettin efendiyi karşımda gördüğümden hiç şüphe etmem, hiç şek ve şüphe yok, ağabeyim de yanımda, hem dokunabilirim hem görebilirim. Şuurdan şüphe etmek mümkün değildir, ama akıl şüphe eder. Başka bir şey o. Oraya geleceğim. Fakat aslında şüphe şuurda başlıyor. Benim felsefeme göre ki ben aşırı şüpheci bir filozofumdur. Eski şüpheci filozoflar geleneğine nispet ederim kendimi, öteki filozoflardan da pek hoşlanmam. Çok safdilane akıl yürütüyorlar, çok fazla güveniyorlar kendilerine akıllarına filan, pek de bir şey başardıkları yok lisanî gevezeliklerden başka, şimdiye kadar da ciddi bir başarıları da gösteremediler falan gibi böyle gayet keskin bir duruşum var. Bu yüzden bu meseleye de böyle yaklaşıyorum tabi temayülümle. Şimdi görmeyi hiç şüphesiz kabul ediyoruz falan da, aslında biz ışık sayesinde görüyoruz. Bir ışık var işte şu anda güneş ışığı yok ama güneşten geliyor bize gündüzün, şimdi de elektrik ışığından geliyor. Elektrik ışığı geliyor insanlara çarpıyor ışınlar sonra bizim gözümüze geliyor. Gözümüzdeki retina tabakasına düşüyor, retina tabakasında ışığa hassas olan hücreler var, onlar bir süzgeçten geçiriyor, o aldığı ışıktan dolayı ona olan hassasiyesinden dolayı aldığı impulsları bir takım elektroşimik mekanizmalarla beynin arka tarafındaki görme merkezine iletiyor, orada bir görüntü şekilleniyor. Şimdi aslında bir görüntü de şekillenmiyor, çünkü eğer bir görüntü şekillense bir perdede veya bir fotoğraf makinasında olduğu gibi, o zaman onu kim görüyor diye sormak gerekecek. Gören beyinse, beynin ekranında diyelim teşbih caizse bir ekran var orada, bil farz arkada, ekranda bir görüntü işte, Yumuşhan bey’in görüntüsü oluştu, güzel de kim görüyor bunu. Beyin değil herhalde, hatta içerideki küçük hayalet lafını da icad etmişlerdir; kafatasının içindeki küçük hayalet lafını, öyle geçer şuur literatüründe. Kim görüyor ve nasıl görüyor? Kimileri işte neo-cortex sayesinde falan der şuur bahisleriyle uğraşanlar. Sonuçta bir görüntü oluşmuş orada, peki kardeşim ben de başlıyorum sorgulamaya, siz ne gördünüz? Işık gördünüz. Nasıl gördünüz? Vallaha benim bildiğim 12 çeşit ışık vardır, ve insanın hassas olduğu, insan gözünün görebildiği sadece beyaz ışıktır. Beyaz ışık frekans aralığı itibariyle son derece dardır. Kırmızıdan mora kadar son derece dar bir aralıkta, yani bunun x ışını var, beta ışını var, gamma ışını var, kısa dalgası var, uzun dalgası var, eğer siz bütün ışık dalga boylarını diyelim ki kısa dalgadan uzun dalgaya kadar, en uzundan en kısaya kadar şöyle bir masa genişliğinde tasavvur ederseniz, beyaz ışığın hissesine milimetrenin binde biri bile düşmez; o kadar küçük bir aralık. Hiç mesabesinde yani ışık tayfının genişliğine nispetle, uzun dalga ve kısa dalgaya kıyasla. Bizim görebildiğimiz ortala alanda bir yer, küçücük bir alan. Son derece dar bir alanı görüyoruz yani ışık sayesinde. Çünkü sadece beyaz ışığı görüyoruz. Bakın size bir şey söyleyim: insanlar farkında değildir, ortalama insan 3 renk görür. Bazı insanlar vardır, %7-8 civarındadır bu yaklaşık, sadece iki renkli görür. Renk körü deriz onlara. Renk körü olanlara trafikte ehliyet vermede müşkülat çıkarırlar kırmızı ile yeşili ayırd edemiyor diye. Benim bir arkadaşımın başına geldi yani. Renk körüymüş adam, ama adam kendi de farkında değil. Çok istisnai olarak tek renk, siyah beyaz gören insanlar da vardır. Sadece siyah beyaz görür, köpekler gibi kediler gibi. Sadece siyah beyaz görebiliyor, hiçbir rengi göremiyor. Bu tabi artık on milyonda yirmi milyonda bir rastlanan nadir vaka. Ama düşünün ki %7-8 gibi iki gören var. 3 renk gören var, çoğunluk itibarıyla, tabiatımız öyle. Çok nadir olarak yine, yani %2-3 gibi, dört renk gören vardır. Daha enteresan bir şey söyleyim, kadınların neredeyse %50’si 4 renk görür. Enteresandır, kadınlar inciye boncuğa çok meraklı ya böyle renklere menklere kumaşlara filan, sebebi budur. Sizin gördüğünüzden farklı bir şey görüyor. Daha zengin bir renk kolleksiyonu görüyor. Eğer o iki kişiden birine, nasıl olsa, dört renkli görüyorsa kadın. Ortalama, yani yaklaşık %48 falandı galiba rakam, iki kadından biri 4 renkli görür. Erkekler kahir keseriyeti itibariyle 3 renk görürler, çok az sayıda 2 renk göreni vardır, çok az sayıda 4 renk göreni vardır. Tamam? Yani bakın renkler de enteresan ışık gibi. Onun da hepsini gördüğünüzü zannetmeyin ışık gibi. Yani mesela arılar 4 renkli görür. Bazı hayvanlar 4 renkli görür. Bazı hayvanlar sadece 2 renk görür. Bazı hayvanlar sadece tek renk görür. Yani tabiatına bünyesine göredir. Şimdi ışığın demek ki son derece dar bir tayfını görüyoruz. Hiç mesabesinde bütün ışık tayflarına kıyasladığınız zaman. Ama işte Yumuşhan baba benim dişimin röntgenini çektiği vakit orada kemiği görüyor, değil mi? Gözün göremediği detayları görüyor, çünkü orada X ışınıyla bakıyor adam. Normal beyaz ışıkla bakmıyor. O delip geçiyor şeyleri, anladınız mı? Bu bir tarafı hadisenin. Diğer tarafı, peki bu ışık nedir kardeşim, nedir yani ışık? Aslında bizim bir şuurumuz var demin arz ettiğim gibi. Bu şuur bize hem kendimiz hem de etrafımızda olup bitenler, tabiat hakkında bilgi veriyor. Daha doğrusu biz tabiat hakkında hiçbir fikir sahibi olmayacağız da, bu hasselerimiz yüzünden etkilerini, bizim üzerimizdeki gücünü hissediyoruz. Mesela denge duygumuz bozulduğu vakit, ayağımız takıldığı vakit düşüyoruz, yer çekimini hissediyoruz, tamam mı? Işık var görüyoruz. Sert bir nesne, bir taş kafamıza çarparsa kafamızı yarıyor kanatıyor, sert bir şeyse, sıcak bir şeyse hissediyoruz. Neyse, yani netice olarak bu hasselerimiz vasıtasıyla etrafımızdaki tabiattan bir takım haberler alıyoruz. Maddi dünya hakkında. Peki bunlar nedir? Bunlar, maddeyi yani atomları bir arada tutan, işte birine weak force birine strong force derler, o elektro manyetik kuvvetleri anlatırken elektron proton gibi atom çekirdeğiyle ilgili efendim maddeyi bir arada tutan birleştiren güçleri tasavvur ettikleri zaman, işte biliyorsunuz biz atom bombasını da parçaladık şimdi de atomu çekirdeklerini birleştirerek güneşteki gibi füzyon enerjisi ile yeni tip reaktörler yapmayı deniyoruz, 5 yıla kadar yapacağız diyor Fransızlar. 20-30 yıldır üzerinde çalışılan bir şeydir, hatta 40 yıl. Efendim, yani bu atom çekirdeği ile ilgili güçlerden başka, strong force/weak force, nasıl tercüme ederiz, zayıf kuvvet güçlü kuvvet falan gibi; bir de elektro manyetik alan var demek ki maddeyle ilgili, onu nasıl hissediyoruz? Aslında ışık vasıtasıyla. Bütün ışık çeşitleri elektromanyetik alan cinsindendir çünki. Peki, bir de yerçekimini hissediyoruz, yani maddeyi meydana getiren 4 kuvvet. Aslında bunları birleştirmeye çalışıyor ilim adamları son zamanlarda, henüz çok başarılı da olamadılar. Bu da şu demektir yani müsadenizle, o tenkidi kendileri pek kabul etmezler ama ben şimdi yapıyorum, aslında madde hakkında henüz tam net bir bilgi sahibi değiliz. Çünkü bu dört kuvveti birden izah edebilen bir teorimiz yok henüz, ve bunlar birbiriyle çelişki teşkil ediyor. Mesela rölativite fiziği quantum mekaniği birbirine ters düşüyor, bunları birleştiremiyorsunuz. Veya işte efendim, bu Elektromanyetik alan ile yer çekimini, veya quantum mekaniğini birleştiremiyorsunuz. Arada bir şeyler var, tutarsızlıklar var. Bunları birleştireceğiz diye uğraşılıyor, ona ‘string theory’ derler. Yay teorisi derler. Her neyse bir takım adamlar var son zamanlarda bunlarla uğraşan, 80’li yıllardan beri, ama çok bir başarı gösteremediler ve genel kabul görmedi, binayenaleyh henüz madde hakkında tam bir teorimiz yok. Hissediyoruz ama mahiyetini bilmiyoruz yani fizikçi olarak, madde bir. Hele ışık: Yahu bu ışık fotondur diyor, kim diyor, Einstein diyor, ondan evvel işte kara cismin ışımasıydı, şuydu buydu teferruatına girmeyeyim, Planck’tan beri bir takım şeyleri izah edebilmek için bir takım matematiksel tasavvurlar bunlar. Einstein böyle dedi. Bunu hem dalga hem de bir parçacık gibi tasavvur edebiliriz makamında bir elektron gibi tasavvur edebiliriz makamında, foton dedi. Laf ola beri gele. Aslında bir şey izah etmiyor isim vermek. Semantik açısından isim her zaman müsemmaya delalet etmez. İsim o ismi verdiğiniz şahsı veya nesneyi tam manasıyla anlatmıyor olabilir. Mesela bende bir kitap var, semantikçi Saul Kripke’nin eseri: ‘Naming and necessity’ (isimlendirme ve gereklilik) 500 sayfa, adam anlatıyor şimdi: Aristo dedin, Napoleon dedin, ne demek kardeşim? Bunun bin tane münakaşası vardır, bin tane problemi vardır felsefi açıdan ve semantik açıdan, tamam mı? Ve o problemleri sadece okuyup anlamak için bile son derece geniş felsefe ve semantik birikimi gerekir, o da Türkiye’deki herhangi bir şahısta yoktur gördüğüm kadarıyla. Yani Türkler isteselerde okuyamazlar demeye getiriyorum şimdi. İngilizce bilmek marifet değil çünki. Yani bir Aristo dedin, Napolyon dedin, Yumuşhan dedin de ne demek? O bile çok büyük problemler çıkarır. Yani isim her zaman müsemmaya delalet etmiyor, foton demek ışığı izah etmiyor. Şimdi güneşten kopmuş ışık bize kadar gelmiş. Nereden gelmiş, nasıl gelmiş? Yani, eskiden esir diye bir şey tasavvur etmişlerdi, çünkü elektromanyetik bir alansa şayet bu, bir dalgalanma biçiminde yayılıyorsa, o zaman bir medya ortamında, bir şekilde yayılıyor olması lazım, dokunmadan yani menşeinden kopup burada kadar geliyor, arada bir boşluk var, o boşluğu nasıl aşıyor, eğer dalgaysa? Paça diyorsun, küçücük bir parça, atomun partiküllerinden biri diyorsun olmuyor. Dalga diyorsun, ikisini barıştıralım diyorsun olmuyor. Yani öyle bunların tam manasıyla tatminkar bir fizikçi tasviri yapılabilmiş olsa fizik ilmi açısından, o zaman ben de diyeceğim ki ışık da budur. Ama aslında bilinmiyor. Aslında bilinmeyen şeylerden birini daha söyleyeyim şimdi, aslında biz zamanı pek iyi kullanamayız, Yumuşhan beni buraya 8’de getirecekti kendi geldi 9’da, tamam mı. Zaman diye bir şey var ama, bak 8 dedik 9 dedik, aslında zaman hakkında da hiçbir şey bilmiyoruz, ve hatta mekan hakkında da. Matematikçiler Fizikçiler bunları tartışıyorlar, biz de bunları okuyoruz felsefe ile meşgul insanlar olarak, ve okuduğumuz zaman da herkesin farklı bir şey söylediğini ve aralarında anlaşamadıklarını görüyoruz. Daha geçen gün Youtube’da izledim, bir matematikçi, bir fizikçi bir astronom bir de yine romancı ve filozof bir kadın, hepsi de yahudi, oturmuşlar tartışıyorlar. Şeydi adı: ‘The Limits of Understanding’ anlayışın sınırları, matematik açısından, fizik açısından, felsefe açısından, bunu tartışıyorlar, tabi hiçbir şekilde anlaşamıyorlar. Çok da sert tartışıyorlar, birbirleriyle alay falan da ediyorlar hatta, ama kavga etmiyorlar tabi, sohbet etmeyi bilir batılılar. Anlatabildim mi? Neyse yani, isteyen izleyebilir de, söylemiş olayım, anlayışın sınırları diye. Bizim ortalama münevverin zannettiği gibi değil Türkiye’de. Mektep eğitimi bizi çok yanıltıyor. Herşeyin bilindiği, herşeyi bildiğimiz, herşeyi anladığımız gibi bir takım vehimler veriyor bize. Hele kitaplarda yazılan herşeyin doğru olduğu gibi. Halbuki öyle değil. Biz ilme, evet eski birikimlerin sayesinde, onların üzerine inşa ederek, ama neredeyse 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başladık daha ve pek çok şey hala problemli ve bilinmiyor. Hâ, tesirlerini ölçebiliyoruz, tamam; tomografisine bakabiliyoruz beynin içinde ne oluyor. Biliyor musunuz, Obama bir beyin insiyatifi başlattı birkaç ay önce ve tabi trilyonlar yatırdı buna. Adamlar şimdi beyni inceliyorlar, zaten inceliyorlar da bu 70’li yıllardan beri bu emarlardan tomografilerden dolayı, iş kolaylaştı biraz, biraz bir şeyler görmeye başladık beynin içiyle ilgili diye ister istemez bu alana yöneldi insanlık. Ama aslında birikimi, geldiği birikimi itibariyle insanlığın birikimi itibariyle, bunun ehemmiyetini farkettiği için bu alana yöneldi. Nasıl ki ben felsefeyle ilimle uğraşa uğraşa bunun ehemmiyetini bir dönemden sonra farkettim ve bu alana yöneldim, onlar da kendi üniversitelerinde aynı şekilde ehemmiyetini farkettikleri için bu alana geldiler şimdi. Herkes de bunu konuşuyor şimdi, bugünün en önemli ve en mühim ilmî felsefî problemi şuur problemidir yani. Da, şuur demek yetmiyor şimdi. Ben demin dedim ki bir canlılık var nefis var, bir benlik var, bir de zihin var, bir de şuur var. Çünkü şuur aslında sadece bir farkındalıktan ibaret. İbn-i Arabi üstadımız derki, müşahede vardır, ondan sonra muhakeme vardır, ondan sonra mukaşefe vardır, bir de ind-i İlahi’deki ilim vardır. Tamma mı? Şimdi müşahede nedir, duyular vasıtasıyla etrafımızdakileri seyretmek, gözlemlemek, görmek, işitmek, neyse, onlara müşahede etmek, onların varlığına şahit olmak. Muhakeme nedir? Bunu akıl yoluyla tartmak: mantık, matematik, semantik süzgecinden geçirmek. Peki mükaşefe nedir? O da mistik tecrübe. O sufilerin hususi tecrübeleri. Bunu tabi doğuda batıda muhtelif şekilleri var ve bunlar da incelenmiştir. Bizde incelenmez ama batılılar inceliyorlar. Mesela Budistlerin meditasyon teknikleri, ki bu mistik tecrübe alanına girer, ciddi bir şekilde incelenmiştir. Bir yahudi yazar var, adı da neydi, Avi Sion. Mesela Avis ion mantıkçıdır, esaslı şeyler yazıyor bu şuur bahsi ile ilgili. Baktım adam o Budist meditasyonlarının ıcığını cıcığını çıkarmış. Sonuna kadar incelemiş yani, yazıyor, yani siz de okuyorsunuz, bakıyorsunuz bu adamlar bu işlerle uğraşıyor yani. Yani mistik tecrübeden sonra da ne var, mükaşefeden sonra, işte İbn-i Arabi söylemiş, ind-i ilahi’deki ilim. Onu da Allah bilir, biz bilemeyiz onu. Bakın Ayet-el kursi ne diyor? Ayet-el Kursi diyor ki: “ve la yuhitune bi şeyin min ilmihi illa bima şae” diyor. Ayet-el kursi aslında, teşbih caizse diyeyim, insan şuuru ile ilahi şuuru kıyaslıyor. O hiç uyumaz, uyku da tutmaz, baygınlık da geçirmez, şuurunu kaybettiği bir hal yoktur “ve lâ tehuzuhu sinetun” diyor değil mi? Ondan sonra uyuklama da yoktur, şuurunu kaybettiği bir an da yoktur, baygınlık da yoktur, insana benzetmesi bir metafor tabi, o yüzden teşbih caizse diyorum ama ilahi şuur her an sonsuz yoğunlukta ve sonsuz bir şekilde uyanık bir şuur. Hiçbir şekilde gaybubete düşmüyor, uyuklamıyor, veya şuurunu kaybetmiyor veya dikkati dağılmıyor. Şimdi biz, uyanık haldeyken bile, zaman zaman pek de şuurlu değilizdir. Mesela araba kullanırız hep bildiğimiz yollardan geçiyoruzdur, hiçbir şeye de dikkat etmeyiz çevremizdeki şeylere, artık otomatiğe bağlamışızdır, vitese takar gideriz. Aslındaki çevremizdekileri görüyoruz, dikkate almıyoruz. Daha başka şeylerle meşgul kafamız. O arka planda kalıyor. Birçok şeyin farkında olmayabiliriz. Ben konuşurken arkadaşımın canı sıkılır, ondan sonra da ya bu konuşma da çok sıkıcı der, kendi kafasındaki hayalleri düşünmeye başlar, benim söylediklerimi duymaz bile. O da kendi kafasındakiyle meşguldür. Yani derslerde öğretmenleri dinlerken çok oldu ya, bu bizim başımıza geldi. Sizin de başınıza gelmez umarım. Hasılı, insan uyanık haldeyken bile, şuurun çeşitleri var, bazı hallerde şuurlu değil. En azından herşeyin farkında değil. Hatta, bir de şöyle bir şey vardır. Ne diyorlar, “altered states of consciousness” şuurun değişik şekilleri diyorlar gavurlar. Mesela LSD, marijuana, eroin, afyon, neyse çeşitli ilaçlar içtiğiniz zaman şuurun biçimi değişir. Halisünasyonlar görmeye başlarsınız. Şamanlar 50.000 yıldır bir çeşit zehirli mantar kullanıyorlar, ama o zehirli mantarın insanın şuurunu genişletmek gibi bir özelliği var, gayb aleminden haber alacağız, ölüler diyarıyla temas kuracağız falan diye, veya trans haline geçeceğiz, vecd haline geçeceğiz diye. Yani aslında tekkelerdeki musiki ve zikir pratiğinin de arkasında bu var. Şimdi bir tekkedeyiz madem ben de bu tecrübemi söyleyeyim, ben de bir sufiyi salus’um yani. Biraz melâmi meşrebimdir. Bu tasavvuf işine bulaşıklığım vardır. Şimdi efendim, bakın, ne hastalığı o hani düşüp bayılıyorlar, sara hastalığında, sara hastlarının beynindeki bir bölge bozuluyor onun fonksiyon bozuklukları filan yüzünden oluyor, her neyse, o bölgeyle ilgili şu tespit yapılmıştır, bütün sara hastaları bilirler. Dostoyevski bile yazmıştır taa kaç sene önce o zaman bir şey bilinmediği halde beyin hakkında. Sara hastaları mistik tecrübe yaşarlar. Dahasını söyleyim mi? Bir kefere vardı, neydi adı – Dozi. Dozi hazreti Muhammed ile ilgili bir şey yazmıştı, herhalde Muhammed de sara hastasıydı diye yazmıştı, bizim bir vatandaş da ona reddiye yazdı İslam Tarihi diye. Bizim Ziyanur’da neşretti onu, şimdi kitabın ismini hatırlayamadım adamın adını da vardır yani Türkçe’de. Reddiye yazdılar ona. Hatta sonradan bir tane molla da yazdı, tafsilatlı bir islam tarihi, gerçi o başkasına reddiye yazmıştı. Yani, sara hastlarının mistik tecrübe yaşadığı biliniyor. Şimdi bakın, ‘Beyindeki Hayaletler’ diye bir kitap var, bu Francis Krick’in asistanı olan profesör neşretmiş, doktor. Diyor ki, benim bir arkadaşım var, normal, sara hastası falan değil, tabib; tuttu kafasına bir kask koydu, bir takım elektronlar o beyindeki o saralı bölge işte neredeyse, efendim orayı uyaran bir takım impulslar gönderiyor beyine suni olarak ve test ediyor. Normal insanda o saralıların hassas olduğu o bölgeyle ilgili beyin dışarıdan elektrodlar ile uyarıldığı takdirde mistik tecrübeyi yaşar. Ben yaşadım diyor adam, anlatıyor işte. Yani, zikir, meditasyon ve benzeri sufi pratiklerinin, mistik pratiklerinin beynin bazı bölgelerinin, bu mistik tecrübe ile ilgili bölgelerinin uyarılması ile ilgili bir pratik yönü bulunduğu kanaatindeyim demek istiyorum anlatabildim mi? Yani bir de işin böyle bir yönü vardır. Neyse onu geçelim. Şimdi şuur dedik böyle önemli bir şey. Ama aslında bence şuur çok önemli değil, asıl zihin önemli. Zaten eskiden bu problemin adı mind body problemi idi. Zihin ve vücut problemi. Yani nasıl oluyor da ben elimi kaldırmak istediğim vakit elimi kaldırabiliyorum. Beyinde bir takım nöronlar arasında bir takım iletişim oluyor. Ondan sonra beyin bu kaslara emir gönderiyor, elini kaldır diye ve ben de kaldırabiliyor. İyi de bu beyindeki iletişim maddi bir iletişim değil ki. Maddi olmayan bir şey, yani şuur veya zihin, nasıl olur da maddi olan bir şeyi etkiler. Efendim şimdi siz bir bilardo topuna vurursunuz, o da gider öteki bilardo topuna çarpar onu yolundan sektirir ona hareket verir. Bu doğru, tamam ama ikisi de maddi bir şey. Hatta uzaktan etkili bir şey olduğu halde, yerçekimi de yine tamamen maddi şeyler aslında. Biri ay biri dünya, ay dünyayı çekiyor, efendim ne deniyor onun adına, med cezir oluyor. Tamam da, ikisi de maddi bir şey. Burada birisi hiç maddeyle ilgisi olmayan bir şey, zihin veya akıl veya şuur, öbürü beyin, maddi bir şey. Nasıl oluyor da maddi olmayan bir şey, hiç mevcut olmayan bir şey yani, maddi bir şeyi harekete geçiriyor? Çok basit bir şey yani kolunu kaldırmak, herkes de yapabileceği bir şey değil mi, görmek veya? Son derece tabî. Ama nasıl oluyor? Tamam sen beyaz ışığı gördün. Peki nasıl gördün abi? Fotonu motonu bırakalım şimdi, ama geldi fotonlar senin retinaya. Şimdi bakın Retina iki tabakalı, o beyin uzantısı sayılıyor zaten gözün arkasındaki o göz sinirlerinin olduğu bölge; iki kere süzüyor ışığı bir kere değil, ve her seferinde binlerce defa süzüyor, çünki, tek bir nesneyi bile gördüğün zaman, orada senin gördüğün şu bardak değil efendi, sen o bardağı gördüğün zaman trilyonlarca foton göz retinasının içinden geçiyor, bir tane iki tane değil. Onunla hiçbir beyin başa çıkamaz o kadar veriyle. Ne yapıyor? Retina süzüyor. %90’ını atıyor birinci tabaka, ondan sonra bir daha süzüyor ikinci tabaka, ondan sonra onları seçiyor beyne gönderiyor görme bölgesine. Ondan sonra beyin eski tecrübesine dayanarak, eski öğrendiği görme kabiliyetine dayanarak bir çok şeyi kafasında inşa ediyor. Gördüğümüz şeylerin de çoğu aslında beynin inşasıdır ha. Gerçekten tabiatta varolan şey değil. Gerçekte tabiatta var olan şeyi görüyoruz ama, o trilyonlarca foton buraya gitmiyor. Retinada süzülüyor, bilmem ne oluyor, onların %90’ı atılıyor ondan sonra kafamızdaki eski bilgiler ışığında onları yeniden tasavvur ediyoruz ve o yüzden de herkesin şuuru değişiktir, binayenaaleyh, görmeyi peki böyle yaptık diyelim. Nasıl oldu gördü gene yine müşkülat da okursanız işte şaşırtıcı hipotezi göreceksiniz içinden çıkılması imkansız derecede karışık işlerdir bunlar. Peki gördünüz, ama son derece sınırlı bir şey gördünüz ve gördüklerinizin de zaten %90’ını beyin attı yarısını da kendi yaptı. Bakın şimdi bazen çok yorgun olduğunuz zaman gözünüzün önünde küçük küçük noktalar oluşur. O nedir o? Bu göz sinirlerinin tam da gözün arkasında retina’dan girdiği nokta, o kara nokta o. Orası boş aslında, siz orayı görmüyorsunuz, görmeniz mümkün değil, çünkü oradan ışık geçmiyor. Orası zaten ışık sinirlerinin olduğu yer. Ve orasının bir boşluk halinde kalması gerekiyor, siz ne görürseniz görün. Ama beyin diyor ki bak burası diyor şu duvarın burası yeşil renkte ya, yanı da ona bitişik orası da yeşil renktedir, o kara noktaya geldiği vakit o deliği kapatıveriyor beyin. Orayı da öbür renge boyuyor kendi kafasından, tamam mı, tamamlıyor eksiği, yamıyor yani oradaki deliği beyin. En azından bu yamadığı kısmı itibariyle tamamen uydurma bu gördüğünüz şey, bunun tartışması olmaz artık yani. Şimdi peki gördünüz, işittiniz, anladınız bir şeyler, şuurunuz var falan, bunun da değişik biçimleri var dediğim gibi ve demin laf kaynadı, adam beyin insiyatifi başlattı çünkü şuur bahsi aslında bu konuştuğumuz şey var ya aslında basit bir mesele değil, dünyadaki bilinen en büyük silah aslında, çünki artık zihin kontrolü üzerine çalışıyor insanlar çünki. Tamam mı? Yani şu anda, buna niye bu kadar ehemmiyet verdi Amerika derseniz, işin içyüzüne giderseniz, aslında çok da tehlikeli. Tabi islam dünyası ilmin epeyce dışında olduğu için 4-5 asırdır, bunların farkında değil. Münevverleri de farkında değil, ilgi alanlarına girmez, incelemezler böyle şeyleri. Benim gibi tarih filozofu değil herkes, tarih felsefesiyle uğraşmaz ki, niye uğraşsın, zaten uğraşamaz. Efendim, yani münevverlerin de kendi ilgi alanları vardır, böyle şeylere dikkat etmezler. Ama ben izliyorum, bu adam ne dedi, mesela geçen gün anlatıyordu, Daniel Robinson’mıydı o adamın adı Ahmet, meşhur Amerikalı şuur profesörü, kardeşim bu iş çok tehlikeli, pentagon ilgileniyor bu işle diyor, doğrudan, tamam mı? Doğrudan silahlı kuvetlerin siparişi. Öyle şimdi sizin zannettiğiniz gibi, şimdi Şahin hoca şunu konuştu da, bu ne falan da değil yani, işin çok yönü var, anlatabildim mi? Ve en önemli tarafı, eğer dünyaya hükmedecekseniz şuur bahsini bileceksiniz. Yani bundan daha önemli bir şey yok. Onu farketti Amerikalılar tabi, Ruslar, Amerikalılar, Çinliler. Biz farkında değiliz, zaten biz dünyanın farkında değiliz. Burada da bizim tarih yorumumuzun noksanlığı söz konusu elbette. Geçelim şimdi bu bahsi bu kadar yeter mi bilmiyorum bu meselenin ehemmiyetini anlatmak için, şuurun ehemmiyetini anlatmak için, çünki aslında pek anlamıyoruz şuurun ne kadar ehemmiyetli olduğunu. Ve bana göre de hatta diyorlar ki bu işleri tartışan adamlar, şu anda dünyada gizliden gizliye giden bir şuur savaşı var. Mesela bir takım bu şey gibi, şamanlara mantar gördüren mantarlar gibi, bir takım ilaçların kullanımını aşırı şekilde sansür etmesinin sebebi, aşırı şekilde cezalandırmasının sebebi kapitalist sistemin bu şuur savaşından dolayı diyor adam. İnsanlar farklı şeyleri farketmesinler, bizim öğrettiklerimizi öğrensinler bununla iktifa etsinler, televizyondan ne öğrendiyse, gazetede ne kadar okuduysa, mektepte ne okuduysa, annesinden babasından ne gördüyse, böyle cahil kalsın, bunları bilmesin istiyorlar, çok katı bir sansür de var, falan ve gizli bir şuur savaşı da var diyorlar. Ama bunu da geçelim bir tarafa, gelelim işin isterseniz tarih şuuru tarafına. Şimdi şuur bahsi böylesine önemli bir bahis ve aslında da, şuur sadece algıyla ve beynin dış dünya hakkındaki veya kendisi hakkındaki intibalarıyla ilgili olduğu için, akletme melekesi çok daha önemli bence. Akletme melekesinden de daha önemli olan şey, benlik meselesi, nefis meselesi. Yani, şimdi sen ben diyorsun, peki sen nesin? Yani sen dediğin, ben dediğin şey nedir? Bu nefis dediğimiz şey, efendim, Kuran-ı Kerim’de nefis ruh akıl ve kalp kelimeleri birbirinin yerine kullanılır bazen. Bunların manalarının farklı olduğu yerler vardır, müşterek olduğu yerler vardır. Bazen bakarsınız ki, kalp demiştir ama kesinlikle akıl kastediliyor, cümlenin, ayetin gelişinden anlaşılıyor. Bunları Gazali göstermiş ‘Mearicul Kuds’ diye bir kitabında delilleriyle birlikte, ben de o zamandan beri, şeyde yazdım – ‘İnsan Varlık ve Zaman’da, o zamandan beri dikkat ediyorum. Şimdi bu nefis kalp ruh benlik demek yani nefis, insan benliği, Türkçe’de öyle diyoruz. Arapçası nefis bunun, eskiden biz de öyle diyorduk, şimdi benlik diyoruz. Bu çok önemli bir bahis aslında. Hatta diğer herşeyden önemli. Ben aslında onu konuşacaktım da Ahmet için, onu yazmaya başladım, bir 30 sayfa yazdım, identity meselesi yani benlik meselesi hepsinden daha önemli çünkü doğrudan tanrıyla ve ilahiyatla ve mukaddesat ile ilgili, ve onların çok daha enteresan yönleri var dünyayı kavramak bakımından, ama insanlar bunun farkında değil. Şu kadarını söyleyim, şuur çok önemli değil, nihayet intibalardır; etrafımızdaki dünya ve kendi bünyemiz hakkındaki intibalarımızın toplamı, uyanık haldeyken. Fakat akıl, tabi daha önemli. İnsan akıl melekesiyle hayvandan üstün. Hayvanın da şuuru var ama akletme melekesi yok. Akıldan da önemlisi onun arkasındaki o nefis, ona ruh mu diyeceksin, kalp mi diyeceksin yerine göre, başka bir şey mi diyeceksin, o çok tartışma götürür. Bakın Tevrat’ta Musa’nın Tanrı ile ilk konuşmasını tasvir eden bir metin vardır. Bu Kuran-ı Kerim’de de vardır. Mukaddes vadiye geldin, nallarını (1:21:40) çıkar Musa der ya, işte o sahne. Musa bakıyor, uzaktan bir çalı görüyor, ışıklanmış fakat yanmıyor, duman falan çıkmıyor, bu nasıl bir şey, ben buna gidip bakacağım yakından diyor gidiyor. O sırada çobanlık yapıyor, bir Medyan rahibinin çobanı, kızıyla evli filan. Bu çalıya bakacağım yakından diyor çölde hayvanlarını otlatırken, gidiyor Tur dağına çalının yanına, çalının yanına yaklaşırken, Hâk nidâsı diyor ki: daha fazla yaklaşma diyor, önce nalınlarını çıkar çünkü mukaddes vadidesin diyor. Ve Musa’ya diyor ki Ey Musa ben senin ve atalarının Tanrısıyım (Tevrat’ın ifadelerini naklediyorum, özetliyorum yani) ve sana gidip Mısır’daki Yahudileri Mısır’dan çıkarmanı emrediyorum, çünki ben Yahudi kullarımın çektikleri işkenceleri işittim, hallerine acıdım, onları Mısır’dan çıkarmaya karar verdim. Sen de git onları çıkar Mısır’dan. Musa diyor ki, İyi de efendim (yani hatta korkuyor falan da tabi, onların da tasviri var, yüzünü kapamış filan), Musa diyor ki, efendim, şimdi ben gideceğim de Mısır’daki Yahudilere, iyi de ben kimim ki gidip de Firavun’un elinden Yahudileri alıp çıkaracağım? Ben basit bir çobanım, ne diyeceğim onlara, hem kim gönderdi beni diyeceğim? Diyor ki, Ben İbrahim’in, Yakub’un, İshak’ın, senin atalarının da Tanrısıyım, ve onlara şöyle diyeceksin: “Ben benim”. Bakın, “Ego sum qui sum” “Dixit Deus ad Mosem ego sum qui sum” Böyle yazıyor Tevrat’ta. Tanrı Musa’ya dedi, ben benim, ben neysem oyum, ben neysem o olacağım, ben kimsem oyum, her neyse, ama ben benim Türkçe kısaca. Beni size İsrailoğullarına kendisini ben benim diye tarif eden bir varlık gönderdi diyeceksin diyor. Tevrat’ın ifadesi aynen böyle.Şimdi ben o ifadeden başladım aslında ilk yazılarımda bile. Ben Ben’im diyen. Çünkü bu ancak Tanrı’nın söyleyebileceği bir söz ve ancak Tûr-u Sînâ’ya yakışır diye önce bir tahmin ettim, aradım buldum, hakikaten orada, anladın mı. Ve niye ben benim? Niye kendisini kendisiyle tarif ediyor? Bir isim vermiyor, yahve demiyor – ama Yahve kelimesi de oradan geliyor aslında. Çünkü İbranicesi Ehye aşer Ehye imiş. Arapça’ya da Ehye ellezi Ehye diye tercüme etmişler, Yahve kelimesi de oradan geliyormuş. Yahova veya Yahve. Yani ben benim diyor Tanrı. Kendisinden ben benim diye bahsediyor, isimlendirirken kendisini, ben benim diye isimlendiriyor. Bu işte ayniyet problemi; felsefede, mantıkta, semantikte, pek çok mesele, hatta neredeyse bütün düşünce meseleleri bu identity problemine dayanır, insanlar da bunun pek farkında değildir o kadar derin felsefe ve mantık bilmedikleri için. Bunu şöyle anlatayım size, mesela klasik örnektir, A=B ise B=C ise o halde A=C deriz. Yani, A B ile aynı ise, demektir o eşittir, identity yani, B de C ile aynı ise, o zaman aynı şeyler birbirinin yerine geçebilir diyor, onu da Leibniz getiriyor o kuralı onu da söyleyeyim. Aristo’da da vardır ama Leibniz’in kuralıdır eşit şeylerin birbirinin yerine geçebilmesi matematikte. Ve o halde A=C neticesini çıkarırız. Bu öyle basit bir şey gibi görünür, ama bütün matematik bu denkliklere, aidiyet problemine, özdeşlik problemine, ve mantık, tutarlılık problemine, hepsi, semantik, bunlara dayanır. Ve ben, bunların başlangıcı diye o ben benim lafından o yüzden başlıyorum identity problemi diye, hatta eşyanın mahiyetini araştırırken de o öyledir. Şimdi siz, bakın bu hurma, bu da çay, işte neyse bu, ama bu nedir aslî mahiyetiyle itibariyle? Şimdi bunu aradığınız zaman aslî ve değişmez mahiyeti. Çünkü ilahi benlik insan benliği gibi değişken değil. Hep aynı kalıyor, hiç değişmiyor, kesinlikle mutlak olarak kendisi. Bizim gibi durmadan değişen bir insan değil yani, anladınız mı? Bu nesnelerin de aynı kalabilen özellikleri ancak atomlara geldiğiniz zaman, mesela bir altın atomu, 24 ayar altın atomuyla başka bir 24 ayar altın atomu birbirinin aynısıdır, tıpkısıdır. Kolay kolay da bozulmaz. Siz bakmayın atomu parçaladığımza falan, atomu nasıl parçalıyoruz? Zaten kendiliğinden bozulan Uranyum falan gibi radyasyon yayan şeyler var, onlardan istifade ederek, yoksa öyle bir altın atomunu, bir demir atomunu parçalamak kolay iş değil yani, veya birleştirmek. Hakikaten şeydir, aynı elemandır, hakikaten sağlamdır yani o strong force falan dedikleri fizikçilerin, kolay kolay, yani orada, hem tam manasıyla eşit hem tam manasıyla aynı iki asli mahiyet, cevher buluyorsunuz, ona dayanarak nesneler dünyası hakkında fikirler inşâ ediyorsunuz, ondan sonra fiziğe kimyaya dayanarak, ondan sonrası organik kimya, ondan sonrası canlılar – başka! İşin içine canlıla karışır karışmaz zaten insan aklı yetmemeye başlıyor. Ama şuurun zaten süzgeçleri var demek istiyorum ve son derece nakıstır. Görme örneğiyle anlattım bunu, öbürlerine girmedim. Mesela her sesi duymayız, belli bir frekansın üstündekileri köpekler duyar biz duyamayız, belli frekansın altınakini filler balinalar duyar, biz duyamayız. Gene bir frekans aralığını duyarız. Şuurumuz sınırlıdır. Sonra, bu şuuru etkileyen, daha evvel müktesebatımız olan tarih, din, dil, inançlar, müktesebatımız, tecrübemiz, hepsi, karakterimiz filan, etkiler bu şuuru. Yani neyi nasıl göreceğimiz bizim elimizde değil. İnsan o açıdan hür değil, evveliyatı var onun. Şimdi sen doğuyorsun bir cemiyette doğuyorsun, o cemiyetin bir kültürü var, bir tarihi var, bir dili var, bir dini var, onları öğreniyorsun, bir şekilde iktisab ediyorsun, annenden babandan çevrenden, mektepten, kitaplardan, artık herkesin kendisinin merakına göre. Demek ki, insanın şuurunu da aklını da etkileyen bir takım şeyler var. Biz zannediyoruz ki, kendimiz akıl yürüttük, şimdi Şahin Uçar konuşuyor, kelimeler yan yana geliyor, oluyor fikir. Öyle yağma yok, yani harfleri bitiştirirsin kelime olur doğru, tıflı ebcen han idik bir zaman biz de yani, Kurân-ı Kerim okumaya başlamadan önce, değil mi? Sonra? Kelimeleri yan yana getirdin cümle oldu, iyi de sen 50.000 tane birbiriyle hiç alakası olmayan cümleyi yanyana getirirsen kardeşim onun içinde bir mevzu bütünlüğü, bir fikir bütünlüğü, bir ahengi filan yoksa onlar her biri ayrı ayrı birer cümle olarak anlamlı olabilir ama gerçekte bir fikir falan yoktur orta yerde. Her biri başka bir fikirdir. Yani bu da çok açıktır izah bile gerektirmez. Demek ki, öyle cümleleri meydana getirmekle falan da fikir olmuyor, onun bir semantığı var, mantığı var, matematiği var, arkasında bir sürü şey var. Şimdi bunlar, bunlar da sınırlı. Bakın, bütün diller sınırlıdır. Şu anda –Türkçe Siri örneğini verdim galiba konuşmaya başlarken yanlış hatırlamıyorsam – 500 kelime kullanınca rahat rahat yazıyor, benim kelimeleri kullanınca yazamıyor. Çünkü daha geniş kelime kadrosu. Şu anda zaten çok sınırlı bir kelime kadrosu var Türkçe’nin. Zaten semantiği de bozulmuş. Yani esasen geçmişinde büyük filozoflar, büyük ilim adamları da yok, Türklerde tasavvuf vardır, musiki vardır, sanat vardır, şu vardır bu vardır da, büyük bir filozof büyük bir alim duymadık yani Osmanlı devrinde de. E şimdi o zaman kardeşim fikri birikim zaten yok bu dilin geleneğinde tarihinde kavramlar olarak, istesen de düşünemezsin o seviyede. Yani o Türkçe’nin koyduğu sınırdır. Yahu, diyelim kıyaslayalım, adamın bir milyon kelimesi var, sen şimdi bu bir milyon kelimelik lisanı oradan bir kitabı tercüme ediyorsun Türkçe’ye ama 1000 kelimeyle, 2000 kelimeyle, yani nasıl olacak bir milyon 2000’in içine yani? Olmaz o iş yani, bir yerlerde bir sakatlık olacak. Kaçınılmaz. Şimdi geleneği yok, düşünce geleneği yok, ilim geleneği yok, felsefe, filozof yetiştirmemiş tarih boyunca, içlerinden bir tane filozof çıktı kazara Şahin Uçar, onu da hemen dışladılar 17 senedir çalıştırmıyorlar, bak görüyorsunuz. Yani, şimdi onun da kıymetini bilmezler. Ama yani, olmayan bir şey. Dil sınırlıyor. Esasen İngilizce olsa ne olacak yani? Her dilin sınırları var kardeşim. Ha insan aklının sınırlarına gelelim oradan. Ya ne kullanacaksın kardeşim? Mantık var elinde, matematik var, semantik yani kelimelerin tartışması –anlamlarının. Peki, iyi de bunların da çok büyük problemleri var. Şimdi o problemlere girmek istemiyorum, zaten hem tekniktir, zor anlaşılır, yani ağır felsefi bahislerdir, hem de gerek yok, laf uzayacak, uzadı zaten ziyadesiyle, tarihe gelemedik hala. Efendim, yani, önce şuurumuz bize sınırlı bir dünya idraki veriyor. Sonra, bu sınırlı dünya idrakini sınırlı bir dilin imkanları içinde anlamaya çalışıyoruz. Üstelik bunun içine tahassüslerimiz, inançlarımız, kültürümüz, dünya görüşümüz, ideolojimiz, inançlarımız, hepsi tesir ediyor. Ondan sonra, bu dili kullanarak ifade edeceğiz –hangi dili kullanıyorsak. İyi de bir kere acaba her şeyi görebilir misin? Gördüklerinin hepsini anlayabilir misin –yani işin muhakeme tarafı, mantık matematik ve semantik-? Anladıklarının hepsini ifade etmeye dilin yeter mi? Dilin yetiyorsa bile senin tasvir kabiliyetin kâfi midir bunu ifade etmeye. Şimdi adam roman yazıyor benim arkadaşım, yazdığı roman bir şeye benzemiyor. E Tolstoy da yazmış bir roman, okuyorsun, bakıyorsun, ya bu adam bunu nasıl yapmış diyorsun. Çünkü muazzam bir fark var insandan insana tasvir kabiliyeti bakımından. Kimisinin natıkası yok, konuşamıyor adam. Yeteri kadar kelime bilmiyor, yahut kekeme, yahut birşey falan, utangaç, her ne hal ise. Eskiler derdi ki, ilim satırda değil sadırdadır. Yani öyle yazarak her şeyi ifade edemezsin. Bazıları göğüste böyle kalır insanın kalbinde, bir türlü yazıya geçiremezsin sen onu. Benim başıma sıkça geldiği gibi. Yani, konuşmam zaten çirkin, yazdıklarım biraz iyi ama yazdıklarım biraz iyi ama yazdıklarım da düşündüklerimin yanında bir şey değil, ama onları yazamıyorsun ki her zaman, istesen de yazamıyorsun, dil yetmiyor. Hangi dil olduğu da çok önemli değil, diller arası farklar ayrı bir tartışma konusu, girmeyeyim ona. Fakat netice olarak, şuurumuz da sınırlıdır, muhakeme kabiliyetimiz de sınırlıdır, ve bunu, bu muhakemenin muhasarası olan fikirleri, düşünceleri ifade etme kabiliyetimiz de sınırlıdır. Hem dil bakımından, hem kendi kabiliyetlerimiz bakımından. Bütün bunlara rağmen bir anlayışımız var hepimizin ve, şüphesiz, hatta gerizekalı doğan, özürlü insanlar bile, hayvanlara nispetle çok üstün bir seviyedeler insan beyninin kapasitesi itibariyle. Onu görüyoruz. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: kertenkele’nin veya timsahın sadece beyin sapı vardır, ne cortex’i vardır, ne orası, ne amigdalası, ne şusu, ne busu, hiçbiri de yoktur, sadece beyin sapı, yani demek oluyor ki, beyin olmadan da yaşanır. Daha acayip bir örnek vereyim mi? Hydranencephaly hastası adamın kafasının içi %95 su dolmuş, beyninin sadece %5’i kalmış. Bu adam 30’lu yaşlarda, Harvard üniversitesinde matematik bölümünde okuyor, üstelik derece de almış. Bütün hayatı da problemsiz devam ediyor beyninin %5’i ile. %95’i su dolu kafatasının, düşünün. Oradan bir şey kaçıyormuş bir hastalıkta –su. Neyse, yani, mesela mikropların zaten yok da, basit böceklerin zaten yok ciddi bir sinir sistemi, timsah ve kertenkelede sadece beyin sapı var mesela, e tabi iş fil, balina falan gibi, yunus gibi varlıklara gelince değişiyor. İnsan beyni kapasitesinde bir beyin de yok hayvanlar aleminde. Sadece kapasitesi itibariyle değil, dediğim gibi başka hüviyeti de var, başka mahiyeti de var, vel hasıl-ı kelâm bizim yine de insan olarak bir şuurumuz var, bir anlayışımız var, ama bu anlayışımızın şimdi gelelim tarih yönüne. Bu kadar uzun konuşmamak gerekirdi aslında şuur bahsini ama, gelelim tarih bahsine. Demin dedim ya, aydınlanma çağından sonra geldi tarih şuuru. Üstelik, geldi de hangi milletlere geldi? Herkese değil! Yani İngiliz’in bir tarih şuuru var, Alman’ın bir tarih şuuru var, Türklerin de var falan diyebilirsiniz, tamam bizde de varda kardeşim, biraz komik duruyor. Yani tarihçilerimiz bile hatta komik şeyler söylüyorlar. O kadar da basit değil yani tarih şuuru dediğimiz şey. Ama netice itibariyle, biz kendi içimizden, kendi halimize göre misaller verecek olursak, şimdi bakın Türkiye’de ne var arkadaşlar. Bir kısım arkadaşlar var, onlar milliyetçi bir tarih anlayışına sahipler; tarihi değerlendirirken Türklerin tarihi, işte yaklaşık 2000, en fazla 3000 yıllık bir tarihten bahsediyorlar. İşte nedir, Göktürk alfabesi 1500 yıldır, hadi Hunlardan başlayalım 2000 yıldır, bunun proto-türkleri vardır, evveliyatı vardır mutlaka, 1000 yıl da öyle koyalım, 2000 yıl, 3000 yıl, hadi 4000 yıl olsun. Ama insanlığın tarihi 250.000 yıl. Tarihten bahsettiğimiz zaman insanlığın tarihi 250.000 yıl. Müslüman arkadaşlar , İslamcı bir tarih anlayışları var onların, öyle İslamcı bir dünya tasavvurları var şu anda Türkiye’de epeyce yaygın, bunlar da diyorlar ki kardeşim biz işte Kuran’dan başlarız, Hazreti Muhammed’den başlarız. Bu da demektir ki 1500 yıl, yaklaşık. İşte solcular var. Ekonomik münasebetler falan diyorlar. Yahu senin ekonomik münasebetler dediğin şey sanayi çağında başlamış bir şey, 300 yıldan geriye gitmez yani. Hadi olsun ekonomik faaliyetlerin tamamı olsun, gene de gideceği, en fazla geriye gideceği 10.000 yıl. Ondan evvel ziraat de yok, hiçbir şey de yok, yani. Demek ki 250.000 yılın yanında o da bir şey değil. Bakın şimdi, başka bir ölçü koymaya çalışıyorum. Şimdi, liberaller var, ne bileyim, milliyetçiler var, işte dini anlayışlar var, bir takım anlayışlar var Türkiye’de. Tamam da, kusura bakılmasın ama ben bir tarih filozofuyum ve bütün bu görüşlerin hepsi de bana ileri derecede kifayetsiz göründüğü içün tarih felsefesine başladım. Çok eksiği, gediği, yanlışı olan şeyler. Hepsinde biraz hakikat parçası var, biraz hakikat parçası var bütün bu görüşlerin, hepsinin dayandığı bir, tarihte, veya insanlık aleminde, insanî tecrübemizde bir istinadgâhı, iyi kötü bir takım müdellel ve kabul edilebilir argümanları var elbette. Yani Türk milleti diye bir şey vardır, kim inkâr edecek yani şimdi, var öyle bir şey, işte kardeşim mesela ben Türküm, bitti. Anam babam öyle, Türkçe anadilim falan filan, veya işte böyle bir din var. Veya bizim, herkes de dindar olmak zorunda değil, bizim Sahir gibi, ateist de olabilir yani Türkiye’de de doğsa, o da mümkün tabi, yani çeşitli anlayışlar var insanlık aleminde, tamam ama bunların hepsinde tarihî referanslarına dikkat ettiğim vakit gördüğüm şey şu: hepsinde bir takım hakikat parçaları bulunmakla beraber, hiçbiri %100 hakikat değil, hiçbir yönüyle %100 hakikat değil. Hatta bir çok iddialarının da, hangi görüş olduğu önemli değil, İslamcı, milliyetçi, veya liberal, veya solcu neyse, komunist filan, bir çok iddialarının da hiç temeli yok, yani düpedüz yanlış veya eksik bilgiye dayanıyor. Yani binayenaleyh bu söz de bir çeşit tarih şuuru verdiğini vehmedebileceğimiz tabiri caizse, aslında yok böyle bir şey de, hani insanlar herşeyi tarihe referansla konuşmak zorunda, işte efendim, konuşuyoruz, demin anlatıyor arkadaşım, işte vahabiler şöyle yaptılar böyle yaptılar Kâbe’de bilmem ne, e şimdi bir din tasavvuru var 1500 yıl geriye gidiyor, bir millet tasavvuru var hadi 3000 yıl geriye gidiyor, hadi 4000 olsun, evveliyatı, atalarını saysan bile – hiçbir milletin tarihi aslında öyle 1500 yıldan pek geriye gitmez yeryüzünde, onu da söyleyeyim. Diğer milletler Türkler’den de yenidir, yani İngilizler, Fransızlar, siz bakmayın. Yani en fazla işte 1500-2000 yıl – Çinliler var biraz eski, Hindular var filan, bakmayın. Mevcut şekliyle çok da geriye gitmez zaten millî tarihler, e dinî tarihler de öyle. Yahudiler en eskisi kitaplı dinlerin, efendim, daha eski dinler de yok değil ama. Şimdi bir de şöyle bir va’ka var, dinler tarihteki eskilik durumuna göre en eski din en fazla bozulmuş din. Bugüne doğru yaklaştıkça bozulma oranı daha düşük bakıyorsun. Bu bakımdan içine en az hurafe karışmış din müslümanlıktır demiş bizim Rus yazarı Tolstoy, ben de aynı fikirdeyim. En az hurafe ihtiva eden din diğer dinlere nispetle müslümanlık, çünkü en yenisi tarihte bütün dinlerin. Ama bu şu demek değil, bütün hurafelerden âzâde, bizim dinimiz hatasız, kusursuz, hiçbir şekilde içine hiçbirşey karışmamış, ve saf haliyle peygamberden bize intikal etmiş, biz de onu temsil ediyoruz: bu yanıltır. Dindar bakış açısı böyle gösterir ama böyle değil. Böyle olması mümkün de değildir. Her saniye herşey değişir tarih içinde ve başka bir şekle dönüşür. Bugünkü müslümanlıkla Hz. Muhammed’in zamanındaki müslümanlık, veya Selçuklu devrindeki, veya Osmanlı devrindeki, hatta 200 yıl önceki müslümanlık arasında epeyce büyük karakter farkları vardır. Bundan kaçamazsınız. Bugünkü Türklerle, proto-türkler arasında da veya eski Türkler arasında da çok büyük farklar vardır yani. Bazılarını bizim Yumuşhan’ın küçük kardeşi tasvir ediyor 700 yıl önceki Türklerin hallerini, vallahi artık tabi tamamen hayal mahsülü, çünkü o kadar da az bilgi var ki, ama çok değişik olduğu çok kesindir. Yani, tasavvur bile edemezsiniz, o kadar derindir.
-Yani Diriliş’ten bahsediyorsunuz?
-Dirilişten bahsediyorum, yani, uyansın diye… Şimdi yani, aslında tarih şuuru dediğimiz şey, en önemli şey, Collingwood üstadımıza göre diyelim. Hadi Collingwood’u ben küçümseyebilirim, çünkü ben çok böyle kendini beğenmişimdir, eski tarih filozoflarının da hepsini küçümserim, yenisini yapmaya çalışmanın, veya kalkışmanın hikmet-i mucibesi de bu zaten. Yoksa niye yenisini yapıyorsunuz eskileri yeterliyse, eskileri yetersiz gördüğümüz için zaten yenisini yapmaya çalışıyoruz aklımızca, işte bir şey, aşırı cesaret, ama mesela İbn-i Haldun var mesela bizde, değil mi? İbn-i Haldun da aynı şeyi söyler. Der ki bütün ilimlerin tacı tarihtir. En zoru ve en önemlisi. Tabi İbn-i Haldun Tarih derken, o zamanlar tarih felsefesi lafı yoktu, bilinmiyordu, Voltaire icad etti o lafı, efendim, tarih felsefesini kastediyor, tarihi anlamayı kastediyor, çünkü şunu da söylüyor mukaddime’nin girişinde: manası anlaşılmadan kaldığı sürece, sebepleri anlaşılmadan kaldığı sürece, tarih hususunda âlim ile câhil müsâvîdir. İstediği kadar geniş bilgisi olsun, anlamıyorsa hiç bilmeyenle eşit seviyededir tarihi. Yani geniş bilgili tarihçilik de çok işe yarar bir şey değildir onu söylemek istiyorum. İstediğiniz kadar bilginiz olsun, zaten tarihi ne kadar bilebilirsiniz. Bir kere bilinemez de, bilinen kadarı, yani tesadüfen tarihten, depremlerden, yangınlardan, harplerden kurtulup bize kadar kalan vesikalar, belgeler, dökümanlar, onların haddi hududu yoktur. Sadece kitap hacmi olarak 600.000.000 kitap hacmindedir. Düşünün, tarih vesikalarının. Yani artık, mesela Süleymaniye camisi gibi, bu Balaban tekkesi gibi tarihten kalma bir takım dökümanları, sikkeleri, belgeleri, diğer kalıntıları saymıyorum bile. Sadece kitap hacminde arşivlere falan da girmiyorum, 600.000.000 kitap! Kim okuyabilir? Öyle bir şey mümkün değil – tarihin tamamı… Bu sefer ne yapıyorsunuz, ben tarihin şu alanını seçeceğim, aslında onu da bitiremiyorsunuz. Yani, ben mesela Araplar’ın Anadolu seferleri konusunda doktoramı yaptım, yani o konuyla uzaktan yakından ilgili bazı kitapları, bunlar gereksiz lüzumsuz ve önemsiz şeyler diye hiç bakmaya bile tenezzül etmeden peşin peşin eledim. Hatta bazı önemli kaynakları –tek yazma, el yazması- British Museum’da, onu bile bir sürü efsaneyle dolu diye kitabın içinde de anlatarak eleyiverdim yani, hiç şakam yoktur o konuda, yani, daracık bir alanda bile, pek çok şeyi görmezden gelirsiniz tarihte. Kaldı ki bütün tarih, zaten insan havsalası almaz onu, öyle bir şeyi. Öyle bir- tarihi bilen herhangi bir Allah’ın kulu dünya tarihi boyunca hiç yaşamadı, gelecek yüzyıllar boyunca da hiçbir şekilde tâ be kıyamet, hiçbir şekilde yaşamayacak –Madde bir! Ha bilinen kadarı –Herkes diyor ki kardeşim bak diyor, ben diyor, Yunanlıların tarihini niye okuyacakmışım ya? Bana Türk tarihi anlatın kardeşim diyor, ben milliyetçiyim diyor, öbürü de diyor ki ben İslam tarihi okuyacağım diyor faraza, tamam mı?Veya beriki de diyor ki ben sınıf mücadelesi okuyacağım. Şimdi Türkiye’de şu oldu, biz yaşadık yani o devri, ben 68’de üniversiteye başladım, 68 yılında da olaylar başladı, batıda da doğuda da, tamam mı? Türkiye’de Marxist tarih anlayışına, Marxist insanlık anlayışına sahip bir takım gençler ile milliyetçi tarih anlayışına sahip bir takım gençler vardı, bir de o zamanlar akıncılar falan gibi isimleri vardı, bir de islamcı gençler vardı ama onlar pek sesleri çıkmazdı o zamanlar, şimdi çok konuşuyorlar, eskiden pek konuşmazlardı, bilhassa bu adına ülkücü dediğimiz milliyetçi arkadaşlarla bu o zamanlar solcu dediğimiz Marxist arkadaşlar, yani iki tarih görüşmesinin çarpışmasından 5000 tane gencimiz öldü. Bakın şimdi! Ondan sonra biliyorsunuz arkasından 80 ihtilali oldu, 12 eylül. Yani kan gövdeyi götürüyor diye askerler müdahale ettiler ahali de memnun oldu, sokağa çıkılmaz hale gelmişti çünki. Gerçi ben rahattım Erzurum’da olduğum için, hiç sıkıntısını çekmedim o anarşi devresinin, Erzurum’da solun sesi çıkmadığı için. Hasılı, yani bu tarih anlayışı, veya şuuru diyelim, eğer şuurdan bahsedecek doğrudan tarih felsefesinden bahsedeceğiz, o zaten Türkiye’de hiçkimsede yok benden başka kardeşim, tarih felsefesiyle uğraşan başka bir insan bilmiyorum. Varsa amenna, ama ben duymadım. Yani, felsefeciler içinden vardır bir iki tane. Hiç yok tarihçiler arasında. Ama tarih felsefesiyle ilgili neşriyatı olan iki tane en azından felsefe profesörü tanıyorum, yani biliyorum. Felsefeciler araasında olabiliyor, tarihçiler arasında yok. Onların da zaten tarih filozofu olmaya çalışmak falan gibi bir hedefleri veya iddiaları yok. O kadar küstah değiller yani arkadaşlar, şimdi haklarını yemeyelim. Ama, benim dışında böyle bir iddiası olan yok zaten, binayenaleyh, geri kalanları sadece tarihçi kategorisine koyabiliriz, ve bu ideolojileri ancak, hadi buna tarih şuuru demeyelim de Collingwood’un tabirine yazık olmasın, tarih anlayışı diyelim bir çeşit, insanların insanlık ve dünya görüşü, tarih anlayışı diyelim ideolojik olarak, böyle anlayışlar var, herkeste var zaten, bi-la istisna, azıcık siyasetle uğraşan herkes, bununla ilgili bilerek veya bilmeyerek tarihi referanslarla konuşur. Şimdi problem şu, insanlar zaten pek şuurlu değiller, ne yaptıklarını pek bilmiyorlar, ne gördüklerinin de farkında değiller, ne anladıklarının da farkında değiller, ne söylediklerinin de farkında değiller. O problemleri geçtim hepsini de, felsefeden anlamaz, mantıktan anlamaz, şundan anlamaz, bundan anlamaz, adamın birisi, sosyoloji profesörü, bir tarihte yazarlar birliğinde bana dedi ki, belki sen oradaydın, bu dedi “söylediğin mantıklı değil”. “Bana bak” dedim, “50 çeşit mantık var, sen biliyor musun mantık nasıl bir şeydir? Mantık hakkında ne biliyorsun da konuşuyorsun? Sen sosyoloji profesörüsün, bilmediğin şeyleri konuşma kardeşim” dedim. Öyle ama, 50 çeşit mantık var yani benim gördüğüm. Yani öyle Aristo mantığından ibaret değil ve onların da her birinin çeşit çeşit problemi var. Onları bilenler biliyor. O işte uzman olan, hatta mantık profesörlerinin bile bilmediği sayısız çeşit mantık var. En yenisini “Naming and Necessity” kitabının yazarı, Saul Kripke icâd etti, bir de Kripke semantiği ve mantığı var. Yani öyle dışarıdan görüldüğü gibi değildir ilim. Mekteplerde kitaplarda okuduğumuz gibi değildir. Bir sürü mantık çeşidi var, içinden çıkamazsınız. Yani, hasıl-ı kelam, şimdi adamlar kendi mantığına göre bir dünya anlayışı geliştiriyor herkes elbette, -bilgisi çoktur, azdır, görgüsü, inancı, her neyse, o çok önemli değil, iyi kötü bir tarih anlayışı, ama hep bir tarih referansıyla konuşmak zorunda. Çünki şu anda var olan her şey, şu ana kadar geçmişten intikal eden şeydir ve tarihtir. Zaten tarih referansı dışında bir şey yok yani konuşabileceğimiz. Mecburuz, farkında değiliz ama. Bir yandan mecburuz, yani bir değerlendirme yapmak zorundayız canım, yani ben arkadaşımın davranışları hakkında bir değerlendirme yapacağım. İyi de bu arkadaş yani Hüda-i nabid tek başına doğmadı ki. Bu bir cemiyette doğdu, bunun bir kültürü var, bir tarihi var, bir görgüsü var, adab-ı muaşereti var, efendim, inançları var, var oğlu var tarihten getirdiği, bir sürü şey var cemiyetten getirdiği, cemiyet hayatından getirdiği. Binayenaleyh, bunların hepsini de değerlendirmek öyle göründüğü kadar da kolay olmayabilir. Peki, biz insanlık hallerini değerlendireceğiz, kendimize göre bir takım kanaatlere fikirlere sahip olacağız, oluyoruz da zaten, herkesin var. Problem şu, aslında sadece Türkler değil, bütün insanlar bunun içine ulema ve felasife zümresi de dahil, batılı ve en iyileri de dahil, tamam mı? yaşayan bütün insanlar, yaşayan ölmüş, neyse, yani şu anda, meşhur, adam konuşuyor, çok da güzel konuşuyor şimdi adamın ilmine saygı duymuyor değilim, Daniel Robinson efendi anlatıyor işte ben de telefonumda var belki elli kere dinledim ama yani şimdi kardeşim, alim de olsa, filozof da olsa, sanatkar dar olsa, ki bunların her biri farklı şeylerdir, farklı şuur biçimleridir hatta, tarih şuuru başka bir şeydir, sanat şuuru başka bir şeydir, ilim şuuru başka bir şeydir, felsefe şuuru başka bir şeydir, mistik şuur da başka bir şeydir. Sıradan insanî şuur da, ortalama insanî şuur da, normal insanî şuur da yine başka bir şeydir avâmî şuur. Ama ben genel olarak avâmî şuur hakkında tenkit yapıyor değilim, söylediğim şey şu, ister ulema zümresinden olsun, fizikçi, kimyacı, falan filan, ister felasife zümresinden olsun, işte matematikçidir, filozoftur ötekidir, berikidir, ister sanatkar zümresinden olsun, ister tarihçi zümresinden olsun, kim olursa olsun, insan şuuru sınırlıdır, muhakeme kabiliyeti sınırlıdır, elinde değil, insanın kullandığı aletler sınırlı: semantik, mantık ve matematik kusurlu demek istiyorum. Ondan sonra ifade kabiliyeti sınırlıdır, ve biz sınırlı bir şuur geliştirmek mecburiyetindeyiz. Hele tarih filozofu falan, öyle bir şey yok yani dünyada, siz bakmayın, sadece Türkiye’de değil, dünya’da da yok öyle tarih filozofu falan diye bir şey, yani dünya çapında bir adamız da farkında değil demek istiyorum millet. Şimdi, yani hele tarih şuuru hepsinden daha zordur, doğru, en kıymetlisi olabilir, Collingwood’un ifade ettiği gibi, en yenisi, en mütekâmili, ve en zoru olabilir ama, ender-i nadirattan bir magrib-i ankâ kuşudur, zümrüd-ü ankâ kuşundan hiç farkı yoktur. Ne gören vardır ne bilen vardır yani, öyle pek bulunabilir bir şey değildir. Efendim, yani, bütün bu hallerine rağmen insanlığın isterse hangi zümresi olursa olsun, sıradan ortalama insan değil, seçkinleri de katarak, uleması ile felasifesi ile, sanatkarıyla filan söylüyorum, insan şuurunun sınırları var zaten. Muhakemesinin de sınırları var zaten, hele tarih öyle büyük engeller çıkarırlar ki, matematiğin mantığın ve semantiğin çıkardığı engeller hiç mesabesinde kalır tarihin çıkardığı engeller karşısında. En zoru deyişimizin sebebi o, İbn-i Haldun’un ve benim. Şimdi, bu demek oluyor ki, çok vasatî ve insan ırkına mahsus, ortalama insanın düşüncesi neyse aşağı yukarı herkesinki aynı, ve ortalama bir insan şuurunun verebileceği seviyede bir tarih şuuruna sahip olabiliyoruz ancak. Bu da çok yalan yanlış, çok basit bir şeydir, kimse kusura bakmasın, ama felaket şu ki, bu basit tarih şuurları çarpışıyor yeryüzünde. İşte mesela bir tanesi İŞİD’dir. Adam diyor ki kardeşim İslamiyet’te köle de var, cariye de var, savaş da var, cihad da var, kafa kesmek de var, ben de savaşıyorum, burası dar’ul harb, hepsini de yaparım, yapıyor da. Şimdi siz kızıyorsunuz, kızıyorsunuz da var gerçekten İslamiyette bunlar yani, bir de bu var. Çok da farklı değil mülayim müslüman öteki İŞİD’çiden yani. Ondan sonra bakıyorsunuz bazıları başka şeyler de yapıyorlar, onları söylemeyeyim, burada siyaset yapmak değil her halde niyetimiz, o değil. Ama söylemek istediğim genel ifade olarak, insanlar son derece sathi, avam için, ki uleması felasifesi ve sanatkarları da son derece sathi benim gözümde, kaldı ki ortalama insan, bu işlerde çok ilerlememiş insan, son derece sathi bir tarih ve insanlık anlayışıyla oluşturduğu bir dünya görüşü ve dünya şuuru ve tarih görüşü var, bir tarih şuuru diyelim hadi, anlayışı diyelim var. Peki güzel, ama bunun kavgasını yapıyor orada, durmuyor orada. Herkes son derece kendini beğenmiş, insan tabiatının kötü taraflarından biri bu. Herkes kendini küçük bir tanrı zannediyor: “Benim istediğim gibi olsun dünya.”. “Yahu niye senin istediğin gibi olacak dedim geçen gün bir profesör arkadaşıma, kardeşim dünya senin keyfine göre mi dönecek, sen kimsin, Tanrı mısın? Sanane?! Seni ne ilgilendirir ayrıca bu işler, senin vazifen de değil, niçin senin keyfine dönecekmiş dünya yani. “Ben rahatsız oluyorum”-“olursan ol, millet senin rahatını mı düşünecek kardeşim, Allah Allah. Bir de böyle bir şey var yani, insan kendisini ölçü alır. Mevlana Mesnevi’de şöyle bir hikaye anlatır. Yani, bir papağanı vardır terzinin, çok güzel konuşuyor, müşteri celb ediyor falan. Papağan güzel güzel konuşuyor ama terzi bir ara yandaki komşusuna gidiyor, raftada zeytinyağı şişesi varmı, içeri de bir kedi girmiş, başlıyor papağanı yemek için oradan buradan hücum etmeye, papağan kaçıyor tabi, oraya buraya, tereklere şuraya buraya çarpıyor , zeytinyağı şişesi devriliyor, bütün elbiseler mahvoluyor, o devirde zeytinyağını nasıl temizleyecek Terzi efendi? Geliyor bakıyor, papağana bir kaç tane patlatıyor, papağanın tepesinden birkaç tüy dökülüyor, dili de tutuluyor, bir daha konuşmaz oluyor. Terzi tabi pişman oluyor, diyor ki yahu diyor, keşke elim kırılsaydı da vurmaz olsaydım şu papağana ya, ne güzel müşteri çekiyordu, dükkanın neşesiydi, konuşmaz oldu, 3 aydır konuşmuyor bu zavallı papağan falan, derken oradan bir kalenderi dervişi geçiyor: saçını kazıtmış, kaşını kazıtmış, sakalını kazıtmış, Kalenderiler öyledir ya. Kalenderi dervişi kaşını bile kazıtmış Ustura ile. Cavlak’i dervişi derlerdi, bir cavlaki geçince papağan bakıyor “ey derviş sana ne oldu? sen de mi zeytinyağı şişesi devirdin kafana vurdular kel ettiler seni” diyor. Ondan sonra Mevlana bu kıssadan şu hisseyi çıkarıyor, diyor ki: herkes kendi nefsine kıyasen konuşur. Herkes başkalarını kendisi gibi düşünüyor, kendisi gibi hissediyor, kendisi gibi görüyor diye farz eder. Hele biz kendi anadilimizde konuştuğumuz zaman o kadar sağlam, kesin ve tartışılmaz, şüphe götürmez bir gerçeklikte bahsediyoruz ki, benim söylediğim bir kelime nasıl yanlış olabilir ya. Hâşâ tabiat kanunu gibidir, kimse itiraz edemez kardeşim, benim söylediğim mutlak gerçekliktir diye kabul ediyor adam. Ana dilinin verdiği yabancılaşma etkisi bu. Yabancı dillerde bu olmaz. Şimdi ben İngilizce yazıyorum, burası olmadı diye görüyorum, görüyorum onu beceremiyorum, Ahmet burası doğru mu yanlış mı diye soruyorum. Ama kendi anadilinde böyle değil. Ondan sonra böyle bir vehim içinde herkes kendi anlayışını, kendi ifadesini, kendi mantığını, kendi tarih görüşünü mutlak hakikat diye farz edip, tamam olabilir de, birbirine giriyor ve insanlar birbirini katlediyor. Şimdi bu işin içinde sadece menfaatler için istismar edilmesi yok bu anlayışların. Hakikaten samimi olarak bir ideal uğruna bunları gerçek, mutlak gerçek zannettiği için savaşan insanlar da var. Sağda da solda da, islamcı arasında da, milliyetçi arasında da, bilmem liberalde de, ateistte de, bilmem nede de. Yani insanların da hepten günahını almayalım, az bir bilgiyle, az bir şuurla davranıyor olabilirler ama bazıları istismar ediyor olabilir bütün bu görüşleri politikacılar veya başkaları, kapitalistler filan, ama yönlendirilmişte olabilir, ama hakikaten inanıp bir davaya baş koyan insanları da biz gördük, gerek kendi geçmişimizde, gerek günümüzde, heryerde görüyoruz yani, olur böyle şeyler. Ha, yalnız, insan aslında tıpkı Kuran’da anlatıldığı gibi, zalim ve cahildir. Haddini bilmez, haddini bilmediğini de bilmez, böyle saldırır etrafa. Şimdi bu ister iyi niyetlere inanarak olsun, ister birileri istismar ettiği için, böyle yalan yanlış bir tarih ve insanlık anlayışından hareketle insanlığın bu kadar çok saçmalaması doğrusu beni üzüyor, elimden de bir şey gelmez tabi, bütün dünyayı düzeltecek halim yok. Yani bu, kendi ülkemiz için yapılmış bir tenkit değil sadece. Bizim ülkemiz biraz daha fazla maskaradır da bu bakımdan, maskaralık diz boyudur bizim ülkemizde, ama bütün dünyada, ve hatta bütün ulema, felasife zümresi arasında da böyle yani. Yani insanların sınırlı bir anlayışı var kardeşim, fakat bunun sınırlı olduğunu kabullenmek istemiyorlar. Mesela fizikçileri konuşturun, fizikçiler maddeyi anlamadıklarını, zamanı anlamadıklarını, mekânı anlamadıklarını itiraf etmezler, ama sözleri o anlama geliyor. 4 kuvvet var birleştiremiyoruz bir türlü dediğiniz zaman madde nasıl meydana geldi açıklayamıyorsun demektir. Fakat işte “çok şey biliyoruz”. Tabi ki çok şey biliyor insanlık. Eski zamanlarla kıyaslandığı vakit bugünkü insanlığın bilgisi, bundan 50 yıl önceki insanlarla kıyaslayın, 50 yıldır ilim gelişiyor diyorum ya, 250.000 yıl boyunca insanlığın öğrendiği şeylerin 250.000 katıdır son 50 yılda öğrendiklerimiz en azından. O kadar muazzam bir gelişme var. Elbette bir çok şeyi anlamış bulunuyoruz ama anlayamadığımız şey de çok, onun da farkına varmalıyız ve biraz mütevazı olmak isterim derim, ve bağlamak isterim. Bağlamak için de ilk söze müracaat edeceğim, asr-a and olsun ki, zamana and olsun ki dedi, tamam mı, efendim onda hüsrana mahkum, hüsran içindedir. Ne yapsa nafile yani. Şimdi aslında öyle ben bunu daha açarım da bu sözü, niçin geleceği hakkında insanlığın böyle bir söylüyorum falan diye, artık çok fazla sabrınızı zorlamış olurum, zaten yeteri kadar uzadı. O da başka bir zaman inşAllah, ben de zaten karşıdan geldim. Yani hiç uzatmayayım. Bu maalesef insanın zamanla olan kavgasında her zaman kaybetmeye mahkum olduğu gerçeği, Kuran’da da ifade edilmiştir. Aslında zamana karşı yapabileceğimiz bir şey yok. Zaman içinde hüsran içinde kalıyoruz, vesselam şud temam.
-Hocam ağzına sağlık, teşekkür ederiz. Hakikaten çok dolu, burada yazılanlar az kaldı, çok teşekkür ediyoruz, bu güne kadar kuruluşumuzu ziyaret eden hocalarımızdan hakkın rahmetine kavuşanlara Allah rahmet eylesin, yaşayanlara da Allah selamet versin. Çok güzel bir sohbet oldu, Şahin hocam, başka bir zaman da inşAllah.
-Şahin Uçar: Siz de zaman ayırdınız, dinlediniz, teşekkürler.
-Tabi, konular ağır tabi biraz hocam.
-Şahin Uçar: Aslında benim anlattıklarım tavşanın suyunun suyu. Yani anlaşılabilir yönlerini anlatmaya çalıştım ama,
-Şimdi felsefe oldu mu böyle olur. Çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. Hayırlı akşamlar diliyoruz hepinize. -Soru?
-Şahin Uçar: Peki ama o zaman ben sizden bir ricada bulunurum soru soracaksanız Yumuşhan baba. Yani bakın bu kadar sabrettik mabrettik ama yani bende de sigara şeyi başladı. Şimdi sigara içmeme de izin vermeyeceksiniz, soru soracaksınız ama… Yani kapalı yerde içilmez deyip başlayacaksınız. Hoş görecekseniz sigara içmemizi, istediğiniz kadar sorun kardeşim.
-Yumuşhan Günay: Bizce bir mahsuru yok
-Şahin Uçar: Ayrıca biliyorsun ben de, bakın ben de bir anarşist damar vardır. Epeyce Tolstoycuyumdur. Pasifist Anarşistler gibi yani. Öyle pek kural tanımam. Öyle kafasına göre herkes bana kural falan da koyamaz yani. İsterse devlet olsun, onu da söyleyeyim. Ama sizin hatırınızı kırmak istemem, o başka. Siz izin verecekseniz ben de yakayım sigaramı.
-Hocam biz versek de vermesek de senin bu tarzın içmeyi gösteriyor.
-Şahin Uçar: Evet, peki buyurun abi. Sual, Hayrettin efendi, benden ya Şafi yazısı istedin. Ben de o ya Şafi yazısını yazdım. Peki astın mı muayenehanene ya Şafi diye? Yok! Bu Yumuşhan da doktor, o da ya Şafi yazısını hiç istemedi bile. Hadi sen yine istedin, o hiç istemedi bile.
-Yumuşhan Günay: hocam sizin şeyin, yani bedelini ödemek şeyimiz yok, onu bu nedenle…
-Şahin Uçar: Canım ona da bedava verdik, bedelini ödemedi. Gerçi bedelini Ahmet’e masaj yaparak ödemişti daha önce. Evet hatırladın mı Ahmed’i? Vaad etmiştim yani sana bir yâ Şafi yazacağım diye, sözümde durdum. Ben kûfî yazıyorum, ve Kûfî’yi tarihte bilinen bütün hattatlardan daha iyi yazdığımı zannediyorum, ama bakanlar benim kufilerime, hoca haklıymış galiba diyorlar.
-Hocamda tezhib sanatı var, hat sanatı var, müzik var, bakın burada tanbur duruyor. Yani şimdi Ney var,
-Şahin Uçar: yok yok, neyi orada mübalağa etmişler. Yılmaz Öztüna yazmış, birazcık üfler gibi,
-Üflediğinizi söylüyorlar.
-Şahin Uçar: Tamam ama üfleyemedim işte, Yumuşhan da gördü, o kadar da iyi bir şey değil o. Biraz mübalağa ediyorlar arkadaşlar sevdikleri zaman. Fazla övüyorlar.
-Dîvân var.
-Şahin Uçar: Şimdi abi bak, hakiki Osmanlı arıyorsanız tam karşınızda duruyor, hem hattat, hem bestekar, hem dîvân şairi, 3’ü bir arada bulamazsınız.
-Besteleri de var çok.
-Şahin Uçar: Bugün birkaç tane bestemi çaldım da tanburla, bayağı da iyi bestekarmışım yani ha. Adam zaten benim hakkımda musiki ansiklopedisine güzel bir yazı yazdı Yılmaz Öztuna, bestekardır şudur budur diye. Fakat baktım bestelerim hiç fena değil. Yâni Allah Allah dedim, benim besteler de fena değilmiş, bunları tanbura çalmak lazım millete kalsın, hiç dikkate almıyoruz filan. Şeyi de çaldım, o Allah yâr yâr diyor ya, aynısı benim rast mehter marşında var, ama ben ondan 20 sene evvel yapmıştım. Yani, 3’ü birden yok. Ayrıca ben bunların hiçbirinde çok iddialı değilim ha, yanıltmış olmayayım sizi. Yani, Fuzûli de dîvân şairi biz de divân şairiyiz canım. Şimdi bununla onu kıyaslamak bir olur mu yani, bu hiçbir şey değil onun yanında bakıyorsun. E şimdi Itri de bestekar biz de bestekarız, e yâni bestekar mı diyeceğiz kendimize yani Itri’ye dedeye kıyasla bir şey değil bu diyorsun, tamam mı? e Şeyh Hamdullah da hattat, sen de hattatsın falan. Ama mevcutlardan iyiyim, hem de istisnasız, ister müzisyen, ister hattat, ister şâir, hepsinden, bir kere çok aşırı derecede mesafeli olmak kaydıyla hem de dâhi, onu da söylerim kardeşim, kusura bakmayın. Eskilerin yanında bir şey değil.
-Hatta bu mütavaziliği koydunuz, işte Fuzuliyi koydunuz,
-Şahin Uçar: E ama onların yanında birşey değil ama. Hakikâti söylemek lazım.Yani yoksa insan gülünç olur.
-Mevcutların içinde dedik de.
-Şahin Uçar: Mevcutların yani şimdi şair mi var piyasada, veya bestekâr mı var sanki? Ama bu Hasan Çelebi falan gibi birkaç arkadaş var ya, bunlar, bu hattatlar, yani sülüste talikte falan epeyce iyi hattatlar var, kûfi de iyi hattat yok. Biraz Ali Toy beceriyor. Kûfi’yi becceremiyorlar, diğerlerinde iyi hattatlar var, hattatların hakkını yemeyeyim. Buradakilerin çoğu iyi değil ama, onu da söyleyeyim. Çelebi diyorsan, muhtemelen bir kısmını beğenmez.
-Bir şey sorabilir miyim?
-Şahin Uçar: Buyurun
-Evvela özür dileyeyim
-Şahin Uçar: Estağfirullah
-Şuur farkındalık, kendinin ve dışarıda olanın diye anladım. Tarih, ve tarih şuuru farklı şeyler.
-Şahin Uçar: Tabi.
-Şimdi, diyeceğim, bize tarih şuuru ile vermek istediğiniz şey nedir.
-Şahin Uçar: Onu pek veremedik doğrusu, onda haklısın. Tarih şuuru dedik ama, tarih şuurunun insanlar üzerindeki menfi etkilerinden bahsettik. Peki bu tarih şuuru ne, bununla ilgili hiç girmedik bile, bununla ilgili belki müteâkip bir konuşmada, çünkü çok uzadı bu. Maalesef, yani teferruat içine girmediğimiz halde çok uzadı. Yani yoksa dediğiniz doğru, tarih, yalan yanlış bir tarih şuuruyla davranan insanların, üstelik bu kadar küstahça, birbirlerine savaşlar ilan etmeleri, birbirlerini asmaları, kesmeleri, bilmem birbirlerini istismar etmeleri, ülkelerin politikaları, şunlar bunlar, yani bunlar insanlığın aşağı yukarı son 10.000 yıl boyunca devamlı yaptığı hatalar. Ve maalesef öyle görünüyor ki, insan bu anlayış seviyesiyle, şuuru yine iyidir, bir çok hayvandan üstündür, mesela bazı hayvanlar siyah beyaz görüyor, ortalama insan 3 renk görüyor, bütün renkleri görüyor, yani mesela. Muhakeme, elbette hiçbir hayvanla kıyaslanamaz, hiçbir canlıyla. Çok üstün akıl gücü, muhakeme gücü filan, ama yine de çok sınırlı. Şimdi bütün bu hususiyetler ile insan yaradılışı içinde, ortalama insan yaradılışı içinde kaldığımız sürece bunun âlim olması, filozof olması, büyük sanatkar olması, büyük alim olması, bilmem Eflatun olması, Aristo olması çok da farketmiyor; insan sınırları içinde bir bilgi edinebiliyor. O insan sınırlarının insanlar farkında değiller. Sanki Tanrı gibi herşeyi anlayabilirmişiz, herşeyi ifade edebilirmişiz, her şeyin farkına varabilirmişiz gibi bir zan içindeyiz. Çünkü tabiatımız öyle telkin ediyor. Şimdi ben seni görüyorum ya, seni gördüğümden ve mutlak şekilde gerçekte olduğun gibi gördüğümden %100 eminim. Şuur böyle bir şey. Muhakeme bunun yanlış olabileceğini telkin eder, felsefe mantık filan. Tashih edebilir, ama onunda bir sınırı var. Sonuçta dilin de bir sınırı var, ifadenin de bir sınırı var, velhasılı kelam, insan sınırlı bir yaratık. Bu sınırlarının farkında değil, ve ortalama insan sınırlı olduğu gibi, ve yaradılışı, yaradılışında bir tuhaflık yoksa, yani büyük insanların da sınırlı, aynı onlar da bizim gibi aynı şuur vasıtalarına sahip, aynı hadselere sahip, a belki daha fazla bilgisi var daha iyi mantık yürütüyor, belki biraz daha derin düşünüyor, belki biraz daha fazla emek vermiş, işte ilim tahsis etmiş, şu bu. Ama nihayet insan sınırları içinde. Ve bu insan sınırlarını aşamadığımız sürece, ki aşamayız kendi tabiatımızı, bir de bu var, şimdi, insan kendi sınırlarını, kendi tabiatını nasıl aşacak? Yani, metamorfoz geçirmek gibi. E peki kendi sınırlarımızı aşamadığımız sürece de insanlık bu eskiden beri sürdürdüğü, tarih boyunca sürdürdüğü çılgınlıkları sürdürür, ve bu minval üzere gider bu dünya böyle bir sürü yalan yanlış hadisatla, diyorum. Lâkin şöyle bir şey de var, bizim dünyamızda yine insanlar farkında değil ama, biz, öyle sanıyorum ki, tamamen farklı bir yoldan insan sınırlarının aşılabileceği bir çağa doğru ilerliyoruz. Yani hem genetik müdahale ile, hem de yardımcı bir takım desteklerle, sûni zeka falan gibi, efendim, insanın bugünki insandan ister istemez mecburi olarak farklılaşacağı bir zaman geliyor, eğer topyekün bir felakete uğramaz, daha büyük belalarla karşılaşmaz, ayakta kalmayı başarabilirse insanlık. Çünkü bugün, o kadar tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz. Elimizdeki imkanlar korkunç. Sadece şuur bile son derece tehlikeli bir silahtır insanlar farkında değildir. Yani atom bombasından da tehlikelidir. Onun davasını görüyor adamlar bizim millet farkında olmasa da. Ama bütün bu şuurumuzdaki, muhakememizdeki nakisalarında, hatta genetik imkanlarımızın da aşılabileceği bir çağa doğru ilerliyoruz, eğer ayakta kalmayı başarırsak, o zaman insan 40-50 sene sonra bugünki insandan çok farklı bir insana dönüşeceği ve yeryüzünde normal insan kalmayacağı için bir çeşit kıyamet olacak gibi de bir kanaatim var yani 40-50 yıl sonra. Yani insanlık değişir. Bugünki insandan farklı bir şey olur. Şu anda bile bakın, şu nesnenin içinde benim şimdiye kadar bütün bilgisayarların hepsinden 1000 kat daha fazla kâbiliyet var. Yahu biz bunu ilk kullandığımız zaman 1983’te, daha da eskisi var 1980’de delikli kartlarla filan, yahu kocaman bir oda kadar büyüklükte, bu masanın en az 7-8 katı büyüklükteydi Princeton’daki şey, oda büyüklüğündeydi yani Princeton’daki bilgisayarlar ve delikli kartlarla çalışırdı, siz daha iyi biliyorsunuz. Şimdi yani, oradan buraya geldi, ve hayatımızı ne kadar değiştirdiğini görüyorsunuz, bundan 20 sene evvel hayal edemezdik. Şimdi 40 sene sonraki olacakları hayal edemiyoruz, eğer bu minval üzere giderse insanın değişeceği kesindir.
-Yumuşhan Günay: Hocam şurada bir şey var dediniz, şimdi, teknoloji falan böyle gelişiyor,
-Şahin Uçar: İyi mi, kötü mü o ayrı.
-Yumuşhan Günay: Hayır, yani şimdi mesela Leibniz dediniz, bir saatte tefekkürle ürettiği değer ile senin bir saatlik tefekkürde mesaide ürettiğiniz değer arasında çok büyük fark var.
-Şahin Uçar: Yani şimdi Leibniz büyük bir adamdı tabi.
-Yumuşhan Günay: Hayır, yani şey olarak söylüyorum, fakat hayatın pratiğini şekillendiren esas faktörler, bu tür insanın entellektüel faaliyetlerinin çıkarımları değil, yani, son derecede ilkel,
-Şahin Uçar: Hayır, Hayır. Onun da tesiri var ama asıl faktörler tarih anlayışında.
Yumuşhan Günay: Hocam, içgüdülerimiz
Şahin Uçar: Yani içgüdüsü var, efendim, şuuru var, bilmem nesi var, hepsi var da, şimdi dilin şekillendirdiği bir sosyete var, bir network var. Dinin şekillendirdiği bir misyon etrafında insanları birleştirmek var, onların insan şuuru üzerinde muazzam etkileri var. Faaliyetinizin ne olduğu önemli değil. Onları gösteriyorlar adamlar biz de okuyup öğreniyoruz yani, yoksa ben o kadar derin düşünen bir adam değilim Leibniz kadar belki ama okuduklarımdan biliyorum, yani tartışıyor adamlar bunları, şimdi efendim, bakın ben, ilmin felsefenin yanı sıra, bir tarih şuuru da, bir sanat şuuru da var dedim, farklı şuur biçimleri dedim. Mistik şuur da var dedim. Instinct, ya da içgüdü dedikleri şey, ya da intuition, sezgi dedikleri şey bazı biyologların, o bünyemizden gelir, yaradılışımızdan gelir, başka bir bilgi kaynağıdır, ve daha kesin bir bilgi kaynağıdır hatta. Normal aklî süreçlerden, ilmî yollardan elde edilen şeylerden, bir sürü örneği, tartışması yapılabilir. Şimdi başka şeyler de var, kaynakları da var insanın, sadece böyle ilimle olmuyor herşey. Ayrıca ben şunu da söylerim her zaman: insanlar ilim kelimesine aşırı değer yüklüyorlar Avrupa’nın tesiriyle ve son 300 yılın tesiriyle, evet başarılarımız var, ama –ilimdeki başarılar görünüyor bir de, aya kadar gitmişsin bilmem ne, işte sen gittin taa bilmem kaç katlı gökdelen yaptın, eskiden yapılabilir miydi yani o kadar yüksek gökdelen. E o teknik yok, o malzeme yok, o bilgi yok, vesaire vesaire. Bir gelişmenin olduğu açık burada ilimde, tamam ama, bana sorarsanız mesela tarih hiçbir şekilde ilim değildir, felsefe hiçbir şekilde ilim değildir, zaten ilim olsa adı felsefe olmayacak bilim olacak, sanat da hiçbir şekilde benzer tarafı yoktur ilimle, ama tarih de sanat da ilim de felsefe de, ilimden katbekat daha değerlidir. İnsanların en çok değer verdiği şey ise tarihtir, hiç farkında bile değildirler. Diyor ki sen müslümansın ya farazâ, o müslümanlık dediğin şeyin tamamı tarih kardeşim.
-Yumuşhan Günay: Hocam dünyanın tekâmülündeki payı kriter olarak alınacaksa, yani,
-Şahin Uçar: Hayır, dünyanın tekâmülü ne demek ayrı.
-Yumuşhan Günay: Hayır, yani dünyayı şekillendiren şey. Şu anda bu kadar şeye rağmen, yani insan idrakinin bu merhalelere varmasına rağmen, çevre kirliliği dünyada olmayacak kadar sürüyor aynı şekilde.
-Şahin Uçar: Haa, onun için şuur önemli işte.
-Yumuşhan Günay: Bütün entellektüel değerler, üretilen değerlerin hepsi insan çıkarının elinde, dil dahil.
-Şahin Uçar: Evet, maalesef.
-Yumuşhan Günay: Dil dahil, felsefe dahil, sanat dahil, yani sürekli olarak
-Şahin Uçar: İşte o yüzden dedim ya, yani tarih şuuru insanlarda, filozoflarda da yok yani, sadece filozoflarda değil
-Yumuşhan Günay: Yani bunun hayatın pratiği açısından kıymeti ne yani?
-Şahin Uçar: Şimdi ben onu arz etmeye çalışıyorum, bakın, şimdi insanlar tarih için ölür ve öldürürler. Tarih lafını anlamıyoruz biz, şimdi konuşuyoruz da, şimdi tarih kelimesi, tarih anlamına gelmiyor. Şimdi bakın, ben müslümanım, Türk’üm ve müslümanım, tamam mı? Türk olmayı hadi geç de, müslümanlık üzerinde duralım. Bu müslümanlık denen şey hakkında ne biliyorsak nereden öğrendik? Annemizden babamızdan öğrendik çocukken, efendim mektepten öğrendik, efendim kitaplardan merak ettiğimiz kadar okuduk öğrendik, çevremizden, hayatımızdan, doğru mu? Başka bir kaynağımız var mı? Yok. Biz peygamber değiliz, bize vahiy gelmedi. Biz öğrendik. Naklî olarak öğrendik. Anneden, babadan, çevreden, kitaptan, mektepten, her neyse, eğitimden, gerekiyorsa ilahiyat profesörü olduk filan diyelim. Ama öğrendiğimiz herşey, eğer annemizden babamızdan öğrendiysek o zaten şifahi tarihtir, öbürleri de zaten kitabî, yani tarihten gelen malumat, tamamen tarihtir. Hiçbir şekilde ilimle alakası yoktur dini bilgilerin. İnsanlar bunun farkında değiller. Halbuki bizde hatta, tam tersine, bizim zihniyetimizde ulema deyince daha çok ilahiyatçılar, din alimleri filan anlaşılırdı, hala da öyle anlayanlar vardır. İlim başka bir şey, ilim tecrübî, müspet ilim dediğimiz fizik kimya gibi şeylerdir, maddi dünya ile sınırlıdır, hiçbir alakası yoktur dinle minle. Ha, dinin, dini bilgilerin tamamı tarihi bilgidir. Halkın inançları hakkında tarihi bilgiler. Gerek şifahi yoldan nakledilmiş, gerek kitabi yoldan nakledilmiş, tamam mı? Tarihten ibarettir. Fakat din, en büyük kutsalımız değil mi bizim? İnsanlar din için hayatlarını feda edebilirler. Din için savaşabilirler. Ama şu telefon iyi miydi, kötü müydü diye insanlar birbirini öldürmezler yani. O kadar önemli değildir. Tarih kadar önemli değildir. Dünyanın her tarafında insanlar tarihe diğer herşeyden daha fazla değer verirler, farkında değildirler. Sanat da öyledir. İnsanlar sanata daha fazla değer verirler. Nitekim bakın sanatkarlar ne kadar kazanıyor, alimler ne kadar kazanıyor dünyada, eğer ölçü paraysa, veya şöhretse, veya başka birşeyse, yani, tuhaftır, insan tabiatına gidiyoruz burada. Şey de öyledir, felsefe de öyledir. Bana göre felsefe ilimden çok daha önemlidir. Felsefenin bir şey başardığına da inanmam ben ha. Derim ki felsefe, felsefeciler ne yapıyorlar? Efendim, fikirlerin semantik tutarlılıkları üzerine, semantik üzerine, lisaniyat gevezelikleri yapıyorlar, verimli bir sonucu da yok bunun. Zaten semantiğin de kendisinde başka şeyler, başka şeyler filan derim. Ama, felsefeciler ilim adamları kadar saf değildirler hiç olmazsa. Hiç olmazsa şüphe ederler, hiç olmazsa tartışırlar. İlim adamı gördüğünü gerçek kabul eden adamdır, tamam mı? Aşırı materyalisttir, ve zaten materyalle uğraşır, ve ilim adamına göre fiziksel olmayan şeyler yoktur. Yani bir şey ya maddedir, vardır, ya da yoktur. Maddi olmayan şeyler yoktur. Mesela, insan şuurunu bir türlü çıkamıyorlar içinden, bilim metodu uygulayalım diyorlar, e ama madde değil, bu sefer bunu anlayamıyoruz diyorlar, kendileri de itiraf ediyorlar. Şimdi, yani, ilimin ve teknolojinin tesirleri de çok elbette, menfi tesirleri de çok, o ayrı, ama, tesirleri çoktur. Fakat bu insan faaliyetleri alanında, dersen ki, bana dersen ki hocam senin kanaatin ne? Vallahi ben tarih felsefesini hepsinin üstüne koyarım, tabi İbn-i Haldun üstadım gibi. Ama bu tarih felsefesinin içinde zaten ilim de vardır, mistik şuur da vardır, felsefe de vardır, tarih de vardır, hepsi birden vardır da onun için, yani hepsini ihtiva ettiği için. Ama bana sorarsan hadi tarih felsefesini geçelim, mesela mistik şuur muhakemeden üstündür derim ben, tıpkı İbn-i Arabi gibi. Mesela sanat, ilimden üstündür derim. Mesela felsefe ilimden üstündür derim. Tarih ilimden üstündür derim. Esasen insanlar da böyle davranıyorlar abiciğim. Farkında değiller. Yani insanlar ilmî sebeplerle savaşmazlar. Dinî sebeplerle savaşırlar, milli sebeplerle savaşırlar, politik sebeplerle savaşırlar, menfaat sebebiyle savaşırlar ama ilmi sebeplerle savaşmazlar. Yani Kuantum mekanikçisiyle Einstein anlaşamadı diye kavga etmez, anladın mı?
-Teşekkür ederiz.
.