Numan Hoca: İlkini arzu edenler kendileri web sayfasını hocanın bulabilirler sahinucar.com.tr adresinden. Ben çok yine zamandan çalmamak adına sözü sahibine bırakayım. Kendisinden bu akşam tarih şuurunu dinlemek istiyoruz. Hocam tekrar katkınız için, buraya geldiğiniz için size de teşekkür ediyoruz. Hoş geldiniz.
Şahin Hoca: Peki ben de teşekkür ediyorum dinlemeye gelmişsiniz, zahmet etmişsiniz. Bir önceki konuşmacının konuştukları arasında benim de işaret etmek istediğim birçok husus vardı. Maalesef gördüğüm kadarıyla kendisi terketti, biraz erken gitti tabi işi bitince. Zaten zamanımdan da epey çalmış olduğu için… Yani şimdi artık söyleyeceklerim aslında onun söyledikleriyle ilgili olabilir. Öyle gireyim ben de, duvar metaforundan gireyim madem duvardan bahsediyor bu zat dedim. Ben de kendi açımdan bazı katkılarda bulunmak isterim dedim ama şansı yokmuş, erken terk etmiş oldu. Gene de ben öyle başlayayım söze. Ben genellikle irticalen konuşurum ve o andaki gelen ilhamıma tâbi olarak. Ee baktım benim saatimde adamcağız işte duvar, üçüncü alan örnekleri veriyor. Bizim de bu konuşacağımız meselelerle ilgili şeyler tabi bunlar. Dolayısıyla ben de kendi düşüncelerim zaviyesinden bir iki şey söyleyeyim diye aklımdan geçti. Gerçi artık şeyi de kalmadı, şıklığı da kalmadı ama gene de madem öyle niyetlendim öyle başlayayım izninizle.
Ben tabii tarih felsefesiyle ilgilendiğim için, “insanlığın geleceği ile ilgili insanlar neler tasavvur ediyor” merakı da yüksek olan bir insanım. Dolayısıyla her nevi science-fiction yani bilim kurgu romanı ve filmini de ayrıca izlerim, kendi seçtiklerimi elbette. Benim sevdiğim bilim kurgu yazarlarından birisi Ursula Le Guin’dir, Metis Yayınları’ndan çıkar kitapları. Birçok kitabı Türkçe’de vardır, kaliteli bir bilim kurgu yazarıdır ve bunun en meşhur kitaplarından birinin adı Mülksüzler, aslında Dostoyevski’nin Ecinniler’ine reddiye diye yazılmış bir kitap. Onun başında bir duvar metaforu vardır. Bir duvar vardır, o duvarı aşamazsınız. Aslında duvar zihninizde inşa edilmiştir, problem oradadır. Doğru, bir takım duvarlar vardır, aynen Berlin duvarında olduğu gibi. Nitekim o roman da bir duvar metaforuyla başlar. Yani tabi bilim kurgu olunca, uzayda geçiyor hadiseler, bir dünya var onun bir ayı var işte buradan karşılıklı roketler, malzemeler geliyor gidiyor. Ancak o duvarın ötesine geçmek burada yaşayanlar için yasak. Kimse geçemiyor. Bu Osman Kalın efendinin oraya bir ev inşa etmesi gibi, oradaki bir fizikçi de sonunda bu duvarı geçiyor ve öteki dünyaya da gidiyor. Yani bunun çok fazla konuşulması gereken yönleri olabilir. Aslında, bana öyle geliyor ki, biz insanlar olarak duvarları evet inşa ederiz, ama çok daha önce zihnimizde inşa ederiz.
Sonra bu çok kültürlülük, “çok kimliklilik” falan faslı da zannedildiği kadar yeni değildir. Mesela, yine bir roman sanatından örnek vereyim. Dostoyevski’nin meşhur Double; İkinci Kişilik galiba, Öteki adıyla da tercüme edildi veya İkinci Kişilik adıyla Türkçe’de. o da Türkçe’de vardır. Orada bir zat, son derece sıradan bir efendim küçük memur, iyice ezilmiş, insanların ciddiye almadığı, kimsenin itibar etmediği, dolayısıyla kendisini ezilmiş hisseden bir zat. Bu psikiyatride şahsiyet bölünmesi dediğimiz şeyin ilk örneklerinden biri psikiyatri edebiyatından Freud’dan önce yazmış tabi Dostoyevski. Bu zat kendi kimliğini, toplumun kendisine yakıştırdığı kimliğin dışında; çünkü toplum onu küçümsüyor, topluma göre zatın ismini unuttum şimdi roman kahramanının, belki gelir birazdan, her neyse. İkinci kişilik ya da öteki romanını isteyen okuyabilir, küçük bir kitaptır ve Dostoyevski de en iyi roman yazarlarından biri. Okumaya değer, tavsiyeye şayandır. Gerçi bu önemsiz romanlarından biridir, ama yine de bakın şahsiyet bölünmesi dediğimiz hadisenin detaylı bir roman sanatı açısından bir anlatımı. Psikiyatristlerin ilgisini çekmesi gerekir. Yani roman kahramanının ismini hatırlayamayacağım şu an, istersem bulurum ama irticalen sohbet ediyorum şu anda sitemden bulurum istersem yani onunla ilgili yazılarımdan falan,. önemsiz bir detay bu. Bu küçük memur horlandığını, ezildiğini hissediyor; küçümsendiğini hissediyor ama bir de kendi zihninde, hiç de öyle toplumun tanıdığı, önemsiz, sıradan, falanca küçük memur olmadığını; bir kahraman olduğunu, son derece iyi niyetli olduğunu, şöyle olduğunu böyle olduğunu tasavvur ediyor ve kendi şahsiyetini toplumun bütün değer yargılarına rağmen ve kendi gerçek şahsiyetine rağmen, kendi hayali şahsiyetini yaratmak hususundaki hürriyetini delirinceye kadar, taa ki ikinci bir kişilik oluşup delirinceye, şahsiyet bölünmesine uğrayıncaya kadar inatla sürdürür. Bu bakımdan çok enteresan bir örnektir.
Yani bu aslında, benden önceki konuşmanın sözünü ettiği bu globalizmin tesirleri çerçevesinde işte, köklerinden kopma örnekleri veya çok farklı bölgelere kendini ait hissedebilme falan gibi çok kimliklilik örnekleri gibi, üçüncü alan örnekleri filan, Aslında öteden beri insanlığın yaşadığı şeyler. Bence daha insanlık denizaşırı ülkelere açılmayı başardığında, yani 16. asırda ta Kristof Kolomb çağında başlayan bir süreçtir. Ama tabi çağımızda o farklı ülkeler keşfetmenin, denizaşırı sömürgeler kurmanın farklı kimliklerin, kültürlerin, medeniyetlerin karşılaşmasının, çatışmasının bütün son 4 asrı işgal eden örneklerinin çok daha ötesinde, bir internet çağı oluştu biliyorsunuz son 20-30 yıl içinde diyelim. Çünkü ben 86’da bu internetin geleceğinden bahsetmiştim bir kongrede. O zaman henüz internet yoktu, Arpanet vardı, databaseler devriydi. O zaman demiştim ki Tarih Kongresi’nde, 86’da: gelecekte bunun hızı artarsa bu elimizdeki çiplerin biraz daha depolama kapasitesi falan. O zaman son derece iptidai, daha Windows yeni icat edilmişti zannederim. 85’te efendim ilk versiyonu. Henüz internet yoktu. İlerde insanlar bu otoriteryan eğitim usullerinden mekteplerden falan kurtulabilirler, kendi istediklerini kendi istedikleri süratle ve kendi arzu ettikleri bilgilere erişmek suretiyle, kendi yönlendirecekleri bir eğitim modeli olacak çünkü bu. Adam istediğini öğrenecek, kendisine öğrenmesi için zorla dayatılanı değil. Bu da otoriteryan eğitim usullerinden kurtulmamız demektir ve gelecekte mekteplere elveda diyeceğiz demiştim. Hatta benim bir arkadaşım var, hadi dedikodu da yapayım fırsat bulmuşken. Bu yakınlarda beni bir özel üniversiteye almak istiyor. Hatta daha bugün öğlende dedim ki “yahu ben bir Virtüal Akademi kurdum, basbayağı eskiden benim kendi şahsi blogumdu Şahin Uçar diye. Şimdi artık ilim, sanat, felsefe, tarih felsefesi, din, tasavvuf, aklınıza ne gelirse her şey en kaliteli malzemeyle dolu benim yazdıklarım da var, ama dünyadan seçmeler veya internetten seçmeler olarak. Dolayısıyla şimdi sen benim üniversitemde çalış,” dedim. Yani bakın hakikaten de benim onu yazdığımdan bugüne kadar internet üzerinde sayısız ve gerçekten eğitim veren, internet üzerinden imtihan falan yapan sayısız üniversite modeli de var, herkes biliyor. En meşhurlarından biri Khan Academy mesela. Yani biz farklı bir devre geldik, internet sayesinde hakikaten tam bir globalizm oluştu.
Şimdi ben aslında tarih şuuru üzerine konuşacağım değil mi? Şuur ve tarih bahsinin devamı diye. ama şimdi bu arkadaş böyle enteresan şeylere benden önceki konuşmacı temas edince bunlarla ilgili bir iki şey söyleyeyim dedim ama artık o konuda yapacağım değerlendirmeleri fazla uzatmayayım bu kadarı kâfidir. Çünkü arkadaş. zaten beni dinleme şansından mahrum kendisi işi bitince gitti için. Öyle mi burada mısınız, peki Levent Bey. Şimdi verdiği örnekler bakın, üçüncü alan oluşturmak, kendisini farklı köklere, farklı coğrafyalara ait hissedebilmek gibi enteresan örnekler. Çağımızın, içinde yaşadığımız şartların oluşturduğu örnekler bunlar dikkat ederseniz. Şimdi vatandaş buradan Almanya’ya gidiyor, orada bir kendine gecekondu yapabiliyor. Aynen Mülksüzler romanındaki Mr. Shevek’in duvarı aşabildiği gibi ,o da zihindeki o esaret duvarını aşabiliyor .Alman kanunlarına bilmem nerelere rağmen. Veya öteki vatandaş, neydi onun adı, Fatih Bey, sinemacı galiba bahsi geçen. O da “ben gül de olmayayım, bitki de olmayayım, işte farklı yerlerde hem Almanya’da köklerim” hem Türkiye’de diyebiliyor.
Şimdi aslında çağımızda globalizmin zorlamasıyla oluşan şeylerden biri de şudur; hem aşırı ölçüde bir kimlik problemi, hatta etnik ve dini kimliklere kadar, mensubiyet kimliklerine kadar, insanları politika yapmaya zorlayacak kadar aşırı bir kimlik problemi; bir yandan, bir yandan da çok kimliklilik diyeyim artık bu tabir kimlik tabiri çok fazla bölünmüş şahsiyet. bir yandan kendini Amerika’ya ait hissediyor, bir yandan efendim Avrupa’da arkadaşı var, işte internet üzerinden bilmem Malezya’yla görüşme yapıyor, kendi sosyal sitesinde bilmem ne yapıyor. Farklı farklı ifade yolları, farklı farklı mensubiyetler var artık. Bir takım alt kültürlerin tayin ettiği kimlikler ,hatta asıl köklerden gelen o eski kimlik anlayışlarından daha fazla önemli sayılabiliyor. Çağdaş internet kullanıcıları tarafından biliyorsunuz. motosikletler kulübü faraza. Yani adamın şu veya bu milletten olmasından veya dininden daha önemliymiş gibi kabullenilebiliyor kendisi tarafından. Böyle alt kültürler ve kültler de çıkıyor. Şimdi bu çok kültürlülüğün, bir yanı köksüzleşmedir, bir yanı da yeni oluşmaya başlayan, Levent Bey’in tasvir ettiği gibi, farklı global çapta, acculturation derler buna İngilizler, yani aynı zamanda da kültürsüzleşme. Hem farklı bir kültürün değerlerine iktisap etme, tanıma, kozmopolitleşme. Bir yandan kültür erozyonu bir yandan başka kültürlerle beslenme. Çünkü artık çağımızda bizim dünya hakkındaki malumatımız eski çağlarla kaabili kıyas olmayacak ölçüde genişledi. Ne sayesinde, internet sayesinde. İnsanlık farkında değildir ama internet insanlığı köle yapmıştır. Büyük şirketlerin kölesi, büyük para transactionları,yani ne derler banka transferleri çok büyük meblağlarda kontrol dışında. Hatta bugün bitcoin diye bir şeyde var yani vergiden muaf. Çok büyük paraların çok kolaylıkla bir iki tuşa basarak transferi gibi bir imkân, uluslararası şirketlerin bütün devletlerin sınırlarını hiç mesafesine indirmesine yardımcı oldu. Ve asıl dünyanın asıl gizli yöneticileri efendim, büyük para babaları, dünyanın %1 ‘ini teşkil edip de dünya servetinin %50 sinden fazlasına sahip olan insanlar, böylece bütün devletleri ve bütün insanları parmaklarının ucunda oynatır hale geldiler. Ama bu imkanı ne verdi? Bu kadar global çağda kapitalizm imkanını, internet verdi. Ben hatırlıyorum, bir tarihte Amerika’dan döndüğümde banka müdürüyle nasıl kavga ettiğimi, yani benim çekimi bozmadığı vakit Taksim’de. “Kardeşim iki tane bilgisayar koyun da hesaplarınızın farkında olun. millete böyle haksız para talep edemezsiniz” falan diye azarladım banka müdürünü. Neyse para almadan yaptılar işimi o tarihte, ama 5-10 sene geçmeden dediğim oldu tabi, şimdi artık.
Tamam ama herkese “al sana bir kimlik numarası, rüyalarda dahi kontrol edeceğiz seni” denilen bir zaman içinde yaşamaya başladık. Bunun da farkında değiliz, bugün bir şuur savaşı ve hatta bir zihin kontrolü savaşı yapılıyor dünya çapında. Psikiyatrist arkadaşlar buna biraz dikkat etsinler. Obama “beyin inisiyatifi”ni başlattı ama bu şuur bahsinin önemli filozof ve psikoloji profesörlerinden birisi de, yanlış hatırlamıyorsam ismi Daniel Robinson, evet çok konferansını dinledim ,videolarını onun. O da youtube de var. bu sizin zannettiğiniz gibi öyle safiyane, ilmi araştırma değil Pentagon’un siparişidir, doğrudan DARPA’nın ve en büyük silahtır şuur çalışmaları diye de konuşması var. arkadaşlar youtube da izleyebilirler, İngilizce bilen arkadaşlar.
Yani şimdi bu şuur bahsi aslında derin ve içinden çıkılamayan bir bahis. Hele tarih şuuru bahsi daha bambaşka bir şey ona geleceğim, ama bu arkadaşın ilginç, Levent Bey’in ilginç konuşmasına da hadi ben de buradan gireyim duvar metaforundan, zihnimizdeki aşamadığımız duvarlardan diye efendim bana ilham verince mecburen temas ettim. Bu zihnimizdeki duvarların birer birer yıkıldığı, bir de hiç farkına varmadığımız, etrafımızda zihnî duvarlar örüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Bu da internet sayesinde oluyor, internetin manipülasyonu sayesinde oluyor. Daha doğrusu internet tabii bir gelişmedir, önce askeri bilgi alışverişi için ARPANET kuruldu sonra halka açtılar. Sonra bu kadar gelişti, artık herkes kendi web sitesini, kendi sosyal sitesini kuruyor. Tamam ama, onu arkasında bir kontrol yok zannetmeyin hatta bir de dark internet vardır, karanlık internet vardır. Ve o mecrânın, medyanın kendi yapısının telkin ettiği bazı son derece olumsuz sayabileceğimiz gelişmeler de yok değil insan şuurunu etkilemek bakımından. Ama o çok fazla teferruata inmek olur, ben şimdi onun üzerinde çok fazla ısrar edersem.
Ben tabi tarih felsefesiyle meşgulüm. Aslında şöyle düşünmüştüm, insanlığın tarihi hakkında şöyle bir başlayayım daha ilk devirden nereden nereye gelmişiz ana başlıklarıyla. Ama işte arkadaşın konuşması hoşuma gidince böyle ona da temas etmeden, duvar metaforuna temas etmeden geçemedim. Çünkü tarih konusunda da kafamızda örülmüş duvarlar vardır, kimlikler konusunda da kafamızda örülmüş duvarlar vardır. Şunu fark edelim lütfen, bütün kültürler aynı zamanda şuurumuz üzerinde oluşturulmuş, cemiyet tarafından oluşturulmuş, fert üzerinde cemiyetin eğitimiyle oluşturulmuş , her türlü münasebetin, eğitimin aileden, mektepten, kitaptan, internetten aklınıza gelen her türlü hayatın telkiniyle oluşturulmuş, fakat nihai tahlilde, son tahlilde bir indoktrinasyon mahiyetinde bir beyin yıkamadır. Bizzat kültürlerin kendileri bile. Yani kültürlerimizi de putlaştırmayalım. Evet, farklı kültürlere zaten açıldık ama kültürün mahiyeti hakkında şuurlu olmak gerekir. En başta şuurun mahiyeti hakkında, hele tarih şuuruna gelince iş çok karışıyor ona gelelim.
Dolayısıyla ben gene bu konuşmaya yeteri kadar yer ayırdım. Levent Bey benim zamanımdan çalmıştı, ben de sizin zamanınızdan çalmış oldum onun konuşmasını değerlendirerek.
Şimdi eskiden planladığım üzere konuşayım, yani planlamadım da irticalen konuşurum. Ne konuşurum ne konuşulursa tarih şuuru üzerine onu konuşacağız elbette. Bu tarih ve şuur bahsi çok fazla suiistimal edilen bir bahistir. Şimdi tarih şuuru dediğiniz vakit ee bakın işte dünyada çeşit çeşit kültürler, onların dünya görüşleri veya ideolojiler ve onların dünya tasvirleri var. Buna göre de sözüm ona “tarih şuuru” denilen bol miktarda. Şöyle bir şey yaşadım da o yüzden söylüyorum. Benim bir talebem bu bir davet üzerine verdiğim “şuur ve tarih” konuşmasını youtube’a yüklemiş, yüklemiş ama, dalgınlıkla tarih şuuru diye yüklemiş şuur ve tarih diye değil de .yani şuur ve tarih münasebetlerinden bahsediyordum ben. Şuur bizzat kendisi tarihi bir şey olabiliyor çünkü, doğrudan doğruya perception olmanın ötesinde o da ayrı bir bahis. Ama ben de adam nereye yüklemiş diye youtube de ararken karşıma yüzlerce tarih şuuru bahsi çıktı. Allah Allah dedim yani işe bak, Türkiye nereden nereye gelmiş te benim haberim yok tarih şuuru tarih şuuru herkes konuşuyor bütün ideolojilerin propagandistleri milliyetçi alıyor milli tarih şuurundan, İslamcı alıyor İslam tarih şuurundan, işte Marksist’i Marksist olanından, Liberali liberal olanından. Herkes de anlıyor bu tarih şuurundan, ne kadar kolay bir şeymiş bu? Yani politik manipülasyon malzemesi. Tarih her zaman insanlar üzerinde kimlik inşa ederken politik manipülasyon malzemesi olarak kullanıldı. Her zaman sözü mübalağalı, son iki asırdır tarih dünyada popülerdir. Aydınlanma Çağı’nın ve bilhassa Almanların, Alman tarih ekolünün etkisiyle ve Voltaire’den sonra biraz bu mesele bu kadar önemsenir oldu, Voltaire’in Tarih Felsefesi çalışmalarından sonra. Binaenaleyh “her zaman” sözü mübalağalı ona geleceğim.
O halde şöyle diyeyim arkadaşlar daha fazla zamanınızı israf etmeden. İnsanlığın tarihi için, Homo Sapiens’in tarihi için, 200 bin yıl gibi bir rakam veriyorlar. Ben Mülk ve Hilafet’i yazdığım zaman orada Pekin Adamı’ndan bahsetmiş ve aşağı yukarı 500 bin yıldır demiştim .Bakarsanız bazı antropologlar işte Pekin Adamı’na 300 bin yıl rakamını da verirler. Fakat bizim anladığımız bugünkü insan bünyesine, yani yüzünün eğimi, kafatası, çenesinin büyüklüğü, beyin hacmi vesairesi her bakımdan insana benzeyen Homo Sapiens, gerçekten Homo Sapiens diyebileceğimiz insan tipi 200 bin yıl. Ben yine buna 250 bin yıl, 300 bin yıl falan diyorum efendim bunun bir de menşeileri var gelişmesi var falan diye. Tabiî eğer Darwinci evrim teorisi açısından bütün primatları falan da işin içine katarsanız yani insana akraba olan diğer primat türlerini, diyelim beyin hacmi 600 santimetre küp olan maymundan farksız olan yaratıklar da var, yapısı da öyle zaten kafatası yapısı, beyin hacmi gibi, çene kocaman bilmem ne. Yani eğer onları da hesaba katarsanız, evrimci düşünceyi benimser, o zaman 4 milyon yıldan bahsetmeniz gerekecek lâ-ekal en, azından. ama ben gerçek insandan bahsediyorum homosapienden ve 200 bin yıl .Peki bu 200 bin yıl boyunca ne oldu? İnsan sanatla başladı arkadaşlar. Yani taşa biçim verip çakmak taşıyla, ondan efendim balta yaparken, bir takım taştan aletler yontarken bir artifakt üretirken; artizanlık ama aynı zamanda sanat, kendi seviyesinde, onunla başladı düşünmeye. 200 bin yıl diyorum ama bu taş artifaktlar aslında çok daha eskidir, onu da söyleyeyim.
Diğer taraftan, dinlerin tarihine bakıyoruz: yani insanların ölülerini gömmeye başlaması, ölüm ötesi hakkında düşünmesi, insanın bir ruhu var mı yok mu filan gibi meseleleri kendi çapında düşünmesi, o günkü zihni ve ilmi seviyesine göre, birikimine göre, tecrübesine göre her neyse. Bugün Animizm ve Şamanizm dediğimiz pratiklerde görüldüğü üzere.
Onu da çok küçümsemeyelim, Japonlar’ın Şintoizm’inin Şamanizm’den ve Animizm’den çok fazla farklı olduğu da söylenemez. Onlar da ruhları çağırırlar. aynen, şamanların yaptığı ayinler gibi yaparlar. Hatırlayacaksınız, Akira Kurosowa’nin, neydi o tecavüz vakasını anlatan filmi, “Rashomon” filmindeki medyum sahnesinden, ölünün ruhunu çağırdığı sahneden. Medyum şaman transa geçiyor, o çok eski pratik bir takım zehirli mantarları yiyerek, efendim kendi şuurunun kapasitesini genişletecek, ruhlar âlemiyle temas kuracak. Derken öldürülen adamın ruhunu çağırıyor ve onun ağızından hadiseyi anlatıyor ma’lum Rashomon filminde, yani bu pratik hala var. Şimdi bu Şamanizm ve Animizm diyebileceğimiz, isimlendirme çok önemli değil, pratik, ölüleri gömme pratiği, en az 50 bin yıllık bir geçmişi var insanlık tarihinde. Daha eski değil ama 50 bin yılı da var. yani din başlıyor sanattan sonra. Zaten insanın kendi biyografisi de öyledir: önce oyun oynayarak başlar, sonra anneden babadan inancı minancı, eğitimini, kültürünü, arkasından mekteplerde ilim felsefe falan. Aynen insanın kendi pratik şahsî gelişmesinde olan şey insanlık tarihinde de öyle. bakıyorsunuz sanattan sonra din başlıyor.
peki felsefe ne zaman başlıyor? Eski Yunan 3 bin yıl, hadi 4 bin olsun. Hadi Eski Babil’e gittik, Eski Hint’teki kökenlerine gittik 5 bin yıl. Bilemedin şehir hayatından öteye gidemeyeceğiz 6 bin yıldan geriye gidemeyeceğiz 4-5-6 bin yıl. aslında 3 bin yıldır da neyse hadi köklerini de saydım ben, Hint felsefesini falan, 5- 6 bin yıl oldun diyelim. Yani medeniyet başlayacak, yazı başlayacak, şehir hayatı başlayacak ondan sonra felsefe.
Bir seviye gerekiyor idrakte. Sanattan geçeceksiniz dünyayı anlamlandırırken. Benim hangi şiirimde geçer o. Bir taş balta meselesi vardır, elindeki baltayı biçimlendirirken anlayışını da biçimlendiriyor insan. Antropologlar der ki insan başparmağı sayesinde insan oldu. İnsana düşünmeyi, elleriyle yaptığı artifaktlar öğretti. Beyninin en fazla yer işgal eden alanlarından biridir yanlış hatırlamıyorsam beyinde elle ilgili bölgeler. Şimdi tam hatırlayamadım ama Beyindeki Hayaletler kitabında vardı mesela öyle bir beyin haritası ve en çok elle ilgili alanlar çok geniş yer kaplar beyinde biliyorsunuz. Yani elimizle düşünmeye başladık, yaptıklarımızla. Homo Faber denişinin sebebi de o, alet yapan insan.
Şimdi daha sonra hadiselerin arkasındaki sebepleri anlamlandırmaya çalışarak, hadiselerin arkasında, cansız nesnelerin arkasında bile bir canlı ruhun mevcudiyetini farz ederek, efendim , Şamanizm ve Animizm’de olduğu gibi, hadiseleri din vasıtasıyla anlamlandırmayı öğrendik, o da bir müddet gitti.
Şimdi bakıyorsunuz dinlerin, semavi dinlerin diyelim, semitik dinlerin yani Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık ee nihayet en eskisi Yahudilik 4-5 bin yıldan geriye gidemezsiniz yani aslında Musa ile başlar. doğru İbrahim ile başlar ama Museviliktir ve bunun adı Yahudi olur. Tamam ,Musa da Yahudi, İbrahim bunların atası bir göçebe ama İbrahim’le başlıyor İbrahim oğulları bunlar. “-bir Yahudi öldüğü vakit nereye gider? İbrahim’in göğsüne.” Neydi o filmin adı Allah aşkına, “A serious Man”, ciddi bir adam, meşhur Coen biraderlerin. Tavsiye ederim, çok komik bir filmdir, çok güzel filmdir. Bir Yahudi öldüğü vakit nereye gider, doğru atası İbrahim’in göğsüne. Öyle Müslümanlıkta ve ya Hristiyanlıkta olduğu gibi cennete veya cehenneme değil yani. Onu çok güzel anlatıyordu o sahne. Neyse. Bu İbrahim’den başlar, ama Yahudilik, işte göçebe kavimler Sümer civarında, Ur civarında, derken Filistin’e gidiyor, Mısır’a gidiyor. Hadi İbrahim’den bahsedeyim, biraz. Biz de İbrahim milletindeniz deriz çünkü, biz de aynı gelenekteniz. Hatta benim bir şiirimde geçer, “İbrahim milletindeniz putumuz yoktur” bizim diye. Yani tanrımız tektir bizim putumuz da yoktur bizim kardeşim. İbrahim putları kıran adam ya . Neyse ama Yahudilik ve Ahit, Eski Ahit, Musa’yla Tur-u Sina da başlıyor zaten. Museviliktir o yüzden adı. Yahudilik ırk adı, dinin adı Musevilik, Musa nın dini. İbrahim de tek tanrıcıydı doğru ama Yahudilerin Tanrıyla yaptığı akdin, ahidleşmenin, Musa’yla Tur-u Sina’da başladığı malumdur. O yüzden Yahudilik Musa ile başlatılır. Yani bu da ne demek, bilemedin 3500 yıl falan. Bilinmiyor tabii, aslında Ramses devrine yakıştırırlar, Ramses’in zamanındaydı Musa falan diye ama bizim elimizde Musa ile ilgili tarihi kayıtlar veya Mısır hiyeroglif kayıtlarından ziyade, sadece Kitab-ı Mukaddese dayanan bilgiler olduğu için ancak tahmin yürütmek mümkün oluyor.
Esasen tarihle ilgili her şey, sadece büyük ölçüde tahmin, geri kalanı da peşin hükümden ibarettir Will Durant ifadesiyle, meşhur tarih yazarı Medeniyet’in Hikayesi kitabının yazarı Will Durant öyle der. “Tarihin çoğu tahmin gere kalanı da peşin hükümdür”,.kaldı ki burada zaten tarihi vesika yok Musa için haydi haydi böyledir.
Şimdi biz de tahminlerimize göre geliyoruz, hadi 5-6 bin yıl olsun çok önemli değil. Ben başka bir şey anlatmak istiyorum, insan şuurunun ve tarih şuurunun gelişmesinin dereceleri, ehemmiyeti açısından zamanlamayı veriyorum, yoksa 4 bin yıl mı 5 bin yıl mı çok mu önemli bunu tartışmak? Ama bakın felsefeyi 4-5 bin yıldan geriye götüremezsiniz, din gibi 50 bin yıl geriye götüremezsiniz Şamanizm gibi. Bir tarihte Filipinler’de Tasadaylar bulundu, Tasaday kavmi. Halen toplayıcı avcı bile değil, yağmur ormanı içinde ve yasakladılar oraya girmeyi kültürleri bozulmasın diye. Yani National Geographic neşretti bunu ben oradan okudum. 80’li yıllarda, 81’de zannederim. Sonra tartışıldı gerçekti değildi, hilekarlık vardı başka. Fakat onların hayatına baktığınız vakit görüyordunuz yani insanın ne kadar iptidai şartlarda, nasıl yaşadığını o resimleriyle falan. Natinaol Geographic zaten çok güzel görsel malzeme, röportaj verir biliyorsunuz. Şimdi eski o durumdan yerleşik hayata geçeceksiniz, yazıyı öğreneceksiniz, fikirleri, tartışmayı, mantığı şunu bunu. Efendim, ee hadi felsefe de 4-5 bin yıl.
Peki ilim? Aslında onun da geçmişi eski elbette, Aristo’dur ilmin kurucusu, Felsefenin efendim başlangıcı 3 bin yılsa o zaman biyolojinin kurucularından, zoolojinin, biyolojinin kurucularından biri olan sizin meslektaşınız tabip Aristo’nun da ilmi kurduğunu, mantığı ilmin temel aletini formüle ettiğini falan unutmayalım. İlmi de o zaman Aristo’ya kadar geri götürürüz. Fakat bizim anladığımız manada çağdaş ilim ve çağdaş kozmoloji en fazla işte Kepler’e falan geri gider, Galileo gider. Aslında düpedüz Newton’la başlar: yani 400 yıldır gerçek ilim .hadi 500-600 yıl olsun. Ee kökleri elbette daha derine gidiyor ,Aristo’ya kadar da çıkarabilirsiniz bakış açısı çok değiştiriyor hadiseyi çünkü bakın. Biyolojiyi de Aristo kurmuştu değil mi? Mantığı da Aristo, o açıdan bakarsanız. Ama çağdaş ilim 4-5 yüzyıldan geriye gitmiyor.
Peki, tarih şuuru ki bizim ülkemize henüz hiç uğramadı, İslam dünyasına da hiç uğramadı hiç bir Türk münevverinin kafasında da gerçek klasik eğitimden geçmiş bir Avrupalının zihninde olduğu gibi, her hangi sıradan Avrupalının şuurunda olduğu gibi bir tarih şuuru yoktur, maalesef hâlâ yoktur. İşte o yüzden bu kimlik tartışmalarını yapıyoruz bazen de. Onun çok ağır bedelleri var. Ama Collingwood Speculum Mentis isimli, yani zihnin aynası ve bilginin haritası da diye tercüme edebiliriz, nitekim öyle tercüme etmiştir kendi alt başlığını. Speculum Mentis, mentalitenin aynası kitabında söyler bunu. Ancak 18. yy ın 2. yarısından sonra tarih şuuru Avrupa’da ortaya çıktı. Çünkü en zoru. İnsan şuurunun kavramakta en fazla zorlandığı şey ve en fazla yanlış ve en fazla zırva ürettiği alan bu. maalesef. Şuurumuzun sınırlarının farkında değiliz, hele tarih hakkında konuşurken; tarih diyoruz da ne demek kardeşim? Mesela son zamanlarda batıda Amerika’da filan bazı tarihçiler benim dediğime geldiler.
Ben öteden beri derim ki kardeşim bu tarihçiler gelenek olarak ne yapıyorlar, işte yazılı vesikalar olduğu zamandan bu yana, yazı olmasa tarihi nasıl kuracağız? bilgi yok ee biz yazılı belge ile başlatırız o halde. O da ne yapar Sümer’den bu yana 5 bin yıl, işte hiyeroglifler Sümer çivi yazısı falan. Medeniyet bile 10 bin yıldır, yani ziraatın başlaması en azından 10 bin yıldır 12 ye çıkarabilirsiniz belki. Ama yazı Sümerle başlıyor yani şimdi. Mısır hiyeroglifi ile başlıyor bilmem ne. Yani şimdi öyle baktığımız vakitte 5 bin yıldan geriye gidemiyorsunuz ve son 5 bin yıl zarfında bize kalan yazılı belgelere göre tarihçilik yapacağız. Üstelik bu tarihçiliği yaparken, tabii eski tarihçiler her türlü malzeme bırakmıştır, yazılı belgeler ama insanlık, eski tarihçiler hanedanları, savaşları bir takım şeyleri anlatırlardı, eh gelenek olmuş siyasi olaylar, güya bunlar yegâne önemli olaylar ve yegane dikkate değer olaylar bunlardır falandır diyerekten, efendim siyasi tarih. Taa 20. yüzyıldaki Annales ekolüne gelinceye kadar. Yani bu tarih değil, tarih karikatürü bile değildi.
Tolstoy Harp ve Sulh’da 40-50 sayfa kadar son sözünde, daha evvel de kitabın içinde neredeyse her bölümün başında, böyle tarih tenkitleri yapan, aynı zamanda batılılarca ciddi bir tarih filozofu kabul edilen bir Rus roman yazarı ve mütefekkiri malumunuz. Dalga geçmiştir bir yerde. Yani bu tarihçiler zannediyorlar ki falanca filancayla savaştı, onu yendi işte filanca falan tarihte tahta çıktı, falancanın kızıyla evlendi filancayı öldürttü, böyle komik bir şey, bunu tarih zannediyorlar bu kadar budala bu tarihçiler diye, dalga geçerek anlatmıştı yani bir yerlerde.
Nitekim İsaiah Berlin diye meşhur bir, son zamanın büyük münevverlerinden İngilizlerin, öldü şimdi, Tolstoy’un tarih felsefesini anlattığı “Kirpi ve Tilki” isimli kitabında onu şerh ettiği kitapta bu örneği de vermiştir. şimdi teferruatını hatırlamayacağım ama Türkçe de tercümesi var, Mete Tunçay tercümesi isteyen arkadaş okuyabilir. Uzun uzun dalya geçer. Ben Tolstoyistimdir yani Tolstoy’un birçok yöndeki fikirlerini benimsemişimdir, hatta dini kanaatlerini. Yani şimdi bir ,tıpkı Tolstoy gibi düşünüyordum ama Tolstoy’u tanımadan önce de bir tarihçi olarak. yani böyle komik bir anlatımı tarih zannedecek kadar budala tarihçiler var ve hala bu tutumu sürdüren tarihçilik yaygın şekli tarihçiliğin maalesef 20. yy daki bütün gelişmelere rağmen. Bunu da tarih zannediyor münevverler kitaplarda okudukları şeyleri falan. Bunun tarihle falan alakası yok. Ama o çok uzun bir tarih felsefesi bahsi, bir sürü konuşma yaptım, bunların bazıları tarih felsefesiyle ilgili, benim sitemden de bulunup veya youtubeden de izlenebilir. Ben bu konuda kafanızı ağrıtıp sabrınızı daha fazla zorlamayayım. Bu da yine şu andaki çizdiğim çerçeve açısından, tarih şuuru açısından, bir teferruat bahsi tarihin asli mahiyeti.
Fakat şu kadarını söylemeden geçemeyeceğim ki çağdaş Avrupa ve Avrupa’dan çok da Amerika benim dediğim noktaya geldi. Ben öteden beri diyorum ki kardeşim bir kere bakın siz sadece siyasi tarihten bahsediyorsunuz bir kere tarih siyasi hadiselerden ibaret değildir. Haa, 20. yy. onun farkında Annales ekolü falan. sosyal tarihin veya başka hatta, teferruat, köylü tarihinden, kadın tarihine kadar bilmem seks tarihine kadar çeşit çeşit şey çıktı. Epeyce köksüzleşme ve dejenerasyonla beraber epeyce bir zenginleşme tarih alanında da var her şeyde olduğu gibi. Ama, tarihçilerin asla fark edemeyecekleri bir yönü var hadisenin, yani zannediliyor ki efendim biz insanlık tarihi deyince işte son 5 bin yılı. Niçin medeniyetin tarihi bile değil bu, insanın medeni hayatı bile değil, onun yarısı. İnsanın tarihi dediğiniz vakit en az 200 bin yıl. Siz ne anlatıyorsunuz insanlık hakkında? Ve anlattığınız şeyin gerçekten tarihle alakası var mı? Bu suali ben sormuştum, bir tarihte yazdığım İngilizce bir makalemde. Şimdi gene tekrar etmiş oluyorum ve fakat baktım son zamanda herkes benim dediğim gibi düşünüyor. modern dünyada tabi fikirler böyle çok hızlı yayılıyor, zaten okutuluyor artık üniversitelerde. Big History diye bir şey vardır, büyük tarih:yani kâinatın başlangıcından başlar insanla bile değil. Big Bang teorisiyle başlar. Benim mesela sitenin tarih bölümünde history bölümünde bu Big History ile ilgili belki şimdilik yerleştirmeye fırsat bulabildiğim — serverim bozuldu elimdeki malzemenin hepsini henüz yükleyemedim siteyi da zaten yani yaptım. Ama bir iki şey olsun yükledim her alan için biri de bu Big History’dir isteyen oradan bakabilir yani ve internette yazıp ararsanız yüzlerce şey bulacaksınız zaten google yazarsanız.
Yani artık tedrisatta tarih denince öyle insanla falanla da başlamıyor. Zaten de başlamaması gerekir, çünkü tarih aslında geçmiş zaman demek bir kere. İnsanın tarihi ya da falan hükümdarın siyasi hareketlerinim veya hükümdarların siyasi hareketlerinin tarihi falan değil. insanın tarihi olsa, çok başım üzerine de 20. yy a gelinceye kadar ,sadece siyasi hanedanların birbirinden önemsiz, birbirinden komik, birbirinden saçma ve birbirinden kötü bir tarzda anlatılmış, malumat kırıntıları kabilinden vakanüvislerin yazdıkları lakırdıları ciddi tarih zannetmesi şeklinde bir algısıydı tarih yani tarihçilerin.
Ve Tolstoy da haklı olarak dalga geçmiştir %100 haklıdır bu konu da bütün kalbimle iştirak ediyorum. Nitekim Isaiah Berlin de bunu gayet güzel anlatır işte bakın böyle diyor üstat diye efendim. Zaten Tolstoy spekülatif tarih felsefesi yapmaktan ziyade metodolojik tarih felsefesi yapar. Yani tarih metodolojisinde tarihçilerin kullandıkları usullerin ne kadar saçma ve yetersiz olduğu üzerinde ısrarla durur. Hukuk fakültesinde Montesquieu’nün Kanunların Ruhu’nu okuduğu gençlik yıllarından beri bu tarih konusuna takıntılıdır. Malum Harp ve Sulh’un de yazarıdır bu adam. Tarihteki yegâne başarılı tarih romanının yani. Birçok tarih romanı okudum ben çocukluğumdan beri tarihçiyim ve öteden beri bahsederim. ama, hepsi güzeldir de, tabi Harp ve Sulh başka bir şey, başka benzeri de yoktur insanlık tarihinde. Efendim, aslında tarihle ciddi olarak en ufak bir münasebet tesis etmek isteyen her hangi bir münevverin derhal Harp ve Sulh’ü çalışmaya başlaması gerekir. nedir gerçeklik, tarihi gerçeklik, sanatın gerçekliği falan. O da çok uzun ve şerh gerektiren bahis yine teferruatta kaybolmayalım arkadaşlar.
Velhâsılı kelam Collingwood’un fikrine bende tabii ki iştirak ediyorum ve beğendiğim için naklediyorum. Tarih şuuru ancak 19. yy başında 18. yy ortalarından diyelim Almanya da ilk önce zuhur etmiş. Sonra da diğer ülkelerin üniversitelerine yayılmış. çümkü Eskiden tarih üniversitelerde bile okutulmazdı, ciddiye alınmazdı zaten. Üniversite tedrisatı bile neredeyse Almanlardan kopyadır tarihçiliğin diğer üniversiteler yayılması, dünya üniversitelerine yani . her neyse, Almanlar da kuvvetli bir milliyetçi tarih geleneği vardı o yıllarda.tabi, aslında Voltaire ile başlıyor Voltaire tarih felsefesi lafını icat ediyor. Voltaire niye tarihten bir tarih üzerine insanlığın tarihinden, bir insanlığın ahvali insanlık durumu hakkında dünya görüşü oluşturma teşebbüsüne girişir? Çünkü Voltaire kilisenin ve Hristiyanlığın eski klasik kendi çağındaki ve daha önceki çağlardaki dünya görüşüne karşıdır. Dolayısıyla, din kaynaklı olmayacağına göre insanın oryantasyonu, o halde insanlık nereden geldi nereye gidiyor, nedir insanlığın yeryüzündeki hayatının anlamı, bu insanlık komedyasının Balzac’ın tabiriyle, anlamı nedir, diye düşündüğü vakit; ee o zaman biz insanlık tarihini yorumlayarak tarih felsefesi yaparak, tarihin yorumunu yaparak, felsefesini yaparak din yerine ikame edebileceğimiz insanlığın hayatını anlamlandırma teşebbüsü geniş anlamda. Her nevi geniş vizyon zaten dindir, isterse ideoloji olsun. Din değilse bile din karikatürüdür. Bu tarih felsefesi de öyle başlıyor. Voltaire ile başlıyor ve bu sebeple Voltaire’in şahsi yönelişleri sebebiyle elbette. Yani eskiden de var elbette.
Bakın aslında tarihçilik, tabi,i aslında tarihçilik de insanlık kadar kadim. Yani insanın dili inşa etmesinin Şamanizm kadar eski olduğunu hiç zannetmiyorum. Tabi burada tahminler konuşuyor sadece belki 20 bin belki 30 bin yıl geriye gidebilir hadi 40 bin yıl olsun. Çok mübalağalı görünüyor bana bir tarihçi olarak ama bakarsınız bir yerlerden bir takım kanaatleri pekiştirecek bir takım bilgiler de zuhur edebilir ileriki zamanlarda onu bilemem şimdi ben geleceği, şu an için bilinenlere göre konuşuyorum. Dinden sonra, tabii dil, şuuru en fazla biçimlendiren şey. hem tarihin arşivi dil, hem dünyamızı biçimlendiren şey. Şuur evet, algıyla perceptionla falan başlıyor ama, Levent Bey’in bazı yönlerine biraz temas ettiği o inançların, şuuru biçimlendirmede rolünü de unutmayalım. Dilin biçimlendirme rolünü de unutmayalım, o ayrı.
Netice-i kelam biz tarih şuurunu en son gelişmiş şey olarak kabul ediyoruz ve henüz İslam dünyasına da teşrif etmediğini düşünüyorum ben şahsen. Doğru ben tarih felsefesi yapıyorum. hatta bırakın beni İbni Haldun 700 yıl önce Mukaddime’yi yazdı. yani, İslam kültüründe bir tarih felsefesi geleneği hiç mi yok? İşte İbni Haldun var benim üstadım diye kabul ettiğim. Ben onun fikirlerini okuyup etkilendiğim için, tıp fakültesine gitmeyi ben de bilirdim puanlarım müsaitti, sırf ibni Haldun’un izinden gideceğim, tarih felsefesi yapacağım diye tarih bölümünü tercih ettim o kadar yüksek puanlara rağmen. Efendim netice-i kelam İbni Haldun hala da üstadım, ben onun şakirdiyim, ben onun izinden gidiyoru. iyi ama İbni Haldun bir kitap yazmış Mukaddime diye orada kalmış. Tarih şuuru böyle bir akademisyenin tarih felsefesi yapması anlamına gelmiyor. Doğru, “tarih şuuru”, “tarih felsefesi” demektir gerçek anlamında Collingwood kastettiği de bu. Bu en zor olan şeydir doğru ama, kolay kolay da gelişmez doğru ama. İşte var eskiden beri var. Hatta zaten Yahudilikle hatta Zerdüştlükle başlar. Daha eski kültürlerde de farklı yönleri var tarih şuurunun. Kültürlere, dinlere göre o da başka bir fasıl, ona da geleceğim sabrınızı fazla zorlamazsam.
Lakin doğru, tarih felsefesi anlamına gelir, doğru eskiden beri tarih felsefesi yapanlar vardır. Mesela Yahudi Philo, ee yani tarih felsefesi yapmadı mı bu adam? Şimdi taa ne zamanın adamı. Peki, zaten Musa’dan başlamıyor mu hatta tarih felsefesi? O ahdi atik diyorsunuz, Eski Ahit, Tanrıyla ilk ahidleşme. yani oraları aslında önemli yönleri hadisenin de ben tabi onu başka bir yerde incelediğim için şimdi o yönü üzerinde durmayacağım. Fakat mesela İbni Haldun var, mesela Hristiyanlarda Saint Augustine var Tanrı Şehri’ni yazmış . Taa miladi 3.-4. asır yanlış hatırlamıyorsam, evet 4. bilemedin 5. asır yani St. Augustin, 4. asırdır. Kartacalı bir Roma filozofu, sonradan Maniheist, bilahare Hristiyan olan, Katolik kilisenin bir numaralı babası, kitabın adı da “Tanrının Şehri” yani bir “tanrının melekutu”, hükümranlığı var, bir de laik hükümranlık var diye. Muhteşem bir adamdır tabi bir numaralı tarih filozofu yani şimdi. sanki veya Eflatun üstadımızın Devlet’i bir tarih felsefesi değil miydi? Yahut Aristo’nun Politika’sı bir tarih felsefesi kitabı olarak telakki edilemez mi? Öyle bakarsanız tarih felsefesinin geçmişi daha da geriye gidebilir, Musa’ya gider hatta en azından , Zerdüştlüğe kadar gider diyebiliriz. Onun da, incelenmiştir, Türkçe’de de bu konuda kitaplar var yani şimdi çok teferruat üzerinde durmak istemiyorum bu psikiyatri kongresi tarih felsefesi şeyi değil bu. Ama netice itibariyle eski bir şey o adamlar kaliteli tarih filozofları eski devirlerde de var. Çin’de büyük tarihçi Ssu Ma Chien miladın 20.-30. yılları yani. 2000 yıllık. en eski tarih metodolojisi kitabı da ta yine Çin’dedir ve ta 7. asırdadır yani, metodoloji kitabı.
Yani bunlar yeni şeyler değil elbette. O zaman niye Collingwood üstadımız, efendim, “ancak 19. asırda Avrupa’da ortaya çıktı tarih şuuru, çünkü zaten insanlık bunu kavrayacak seviyeye gelmemişti” diyor? Meselenin bam teli orası. Ben niye böyle diyorum veya kabul ediyorum bunu. Çünkü evet adam tarih felsefesi yazmıştır ama, cemiyetteki aksülameli ne?,tamam İbni Haldun’ un orada bir kitabı var, tarihçiler bile okumaz, okusalar bile bir şey anlamazlar. Benim meslektaşlarım kusura bakmasınlar hiç birinin İbni Haldun’dan bir şey anladığını zannetmiyorum. Onu anlamak içinde yine tarih filozofu olmak gerekir. Yani o kendi kafasındaki anladığını anlar, cümleleri anlamak başka bir şey, işin ruhuna nüfuz etmek, asli hüviyetine kadar inmek başka bir şey. Onun için işin künhüne vakıf olmak gerekir. O da her hangi bir sıradan tarihçide bulunamayacağından İbni Haldun’u anlaması da zaten mümkün değildir. Binaenaleyh İbni Haldun orada durur kardeşim veya Saint Augustine Tanrı şehri kitabı orada durur veya Voltairein yazdığı veya Collingwood’un yazdığı o bir şey ifade etmez. Birinin çıkıp esaslı bir tarih felsefesi yapmış olması. Bunun cemiyet üzerindeki, cemiyetin kültürü üzerindeki yaygınlığı, aksülameli önemli ,tarih şuuru dediğimiz vakit. Yani o cemiyet akmakta olan bir tarih nehrinin içinde, derin bir değişme seli içinde, hızla değişen bir dünyada kendi, kendisinin bile değiştiğinin farkında olmayan bir benlik, çevresinin değiştiğini nasıl fark edecek Allah aşkına, o da zor iş tabii. Ama batıda var işte bu kültür. Son 200 yıldır var. Bizde yok henüz gelmedi, bizde bir tarih şuuru var elbette, tarih felsefesi değil ama bu işte kitleleri manipüle edelim sana İslam propagandası yapalım tarih diye sana milliyetçilik propagandası yapalım efendim işte Müslümanların tarihte Hz Ömer şöyle yapmışta bir keçiyi güderken, efendim öbürü diyor ki Türkler dünyayı yönetmek için cihan hâkimiyeti mefkûresi bilmem ne falan, beriki başlıyor proletaryanın bilmem nesi, öbürü başlıyor liberalizm falan yahu kardeşim bu söylediğiniz şeyler zırva, tarih falan değil.
Ayrıca siz bu işi bilmediğiniz için farkında değilsiniz ama, tarih öyle münevverlerin zannettiği gibi kolay anlaşılır bir şey değildir. Bir kere bilinemez. Kısm-i küllisi itibariyle, %99.999 unu bilemezsiniz tarihin kardeşim hatta çok daha büyük ben insaflı konuşuyorum siz anlayın diye daha büyük rakamlar vereceğim de gereği yok. Bir kere bilinemez, ikincisi bilinen kadarı anlaşılamaz, insan zihninin sınırlarını aşar. O tarih filozofu gerektirir, tarihçinin yapabileceği bir şey değildir, entelektüelin yapabileceği bir şey değildir. Neden böyledir? O yüzden olmuyor işte, sadece politik istismar mevzu ve manipülasyon mevzu oluyor. Sadece çatışma mevzu oluyor, sadece kimliklerin çatışması. Bakın Levent bey belki görmüştür, Manuel Castellis diye bir sosyolog vardır. İnternette ne varsa taradı, 3 kalın cilt yazdı bu globalizmin etkileri üzerine. İkinci cildinin adı kimlik problemi. kimlik çatışması globalizmin meydana getirdiği, bütün onun üzerine ve internette de çok zengin malzeme vardır eğer çalışacak olursan. “Bu kadar çok çalışmış da bu adam ne üretmiş?” derseniz ağır bir tenkit yapabilirim o başka bir mesele, ama yani malzeme bilgi olarak, derleme olarak kıymetli.
Netice-i kelam şuna getireyim sözü, yani tarih felsefesinin birileri tarafından kaliteli bir tarih felsefesi yazılmış olması o cemiyette tarih şuuru, tarih felsefesi etkileri var anlamına gelmiyor. Collingwood’un da kastettiği o değil. Tamam 20.yy da 3 tane İngilizlerin, 3 tane Almanların, 3 tane Rusların efendim 1 tane İtalyanların, 1 tane Türklerin, fakir-i pür-taksir yani efendim bendeniz olmak üzere, 8-10 tane tarih filozofunun ismini verebilirim. Tamam ama, bu bir cemiyette bir tarih filozofunun bulunması tarih şuuru var anlamına gelmiyor. Nitekim bizde ta Timur çağında İbni Haldun üstadımız vardı yani,.çok da muhteşem bir adamdır. Peki, ama bu tarih şuuru var anlamına mı geliyor, o cemiyette? Ne alakası var? Yani insanların, değişmenin bizzat kendi mahiyeti, kendilerinin de, etrafındaki dünyanın da şuurlarına in’ikası bakımından hakiki mahiyetini kavrayacak kadar geniş bir kültürel perspektif ile, öyle bir insani tecrübeyle bezenmiş olması ve onu hissetmesi manasında bütün cemiyetin tarih şuuru. O yok işte. o olamaz zaten, kolay bir şey de değil, çok zor bir şey. Zaten şahıs olarak da çok zor her hangi bir tarih filozofunun çıkması da çok zor bir cemiyette, hele bütün cemiyette böyle az çok böyle acculturation/akkültürasyon çok zor elbette, bu batıda var. Anlaşılıyor zaten bütün davranışlarından batılıların da, batı kültürüne mensup olanların da. Ama biz ne kadar kavrıyoruz onu.
Şimdi niye böyleyi de söyleyeyim de. fakat şu tenkidimi lütfen unutmayın. Arkadaşlar tarihten çok bahsedilir, bütün münevverler tarihten bahsetmek zorundadır doğuda batıda, hele son 200 yıldır. Hatta benim “tarih putu ve modern dünya aydınların: ihaneti “diye son derece ağır bir yazım vardır, gazetenin birinde neşredilmiş sitemde de vardır. Yani münevverlere çok ağır çatmışımdır. ne konuşuyorsunuz kardeşim tarih hakkında. Bir kere tarihçiler anlamaz tarihten, bırakın tarihçi olmayanları” falan diye son derece ağır bir laf. Çok da ağır ihanetle suçlayarak yani, bir tenkitti. Biliyorsunuz tamam küfür etmem kabalık etmem ama tenkitlerim serttir benim, okuyanlar görecektir.
Yani tarih niye bu kadar zor? Ne ya bu bizim tarihçilerin bildiği gibi filan kitapta bir hikâye okuduk onu size tatlı tatlı anlattık. İşte bizim tarihçi üstat arkadaşlarımız ne güzel lezzetli de bir şey falanca şunu yapmış bunu yapmış anlatıyor, enteresan hikâyeler. Hele Tolstoy gibi anlatabilseler kimbilir nasıl olacak Harp ve Sulh’de olduğu gibi. Zevklidir de filan. ama ben tarihten bahsetmiyorum. Tarih eski zaten, tarih felsefesi de eski, hatta devirlerde büyük tarih filozofları var, batıda doğuda. Tarih şuuru yeni. Tarih felsefesinin cemiyeti etkilemesi ve yönlendirmesi anlamında tarih şuuru. ve ancak 19. yy da batıda var olan bir şey ve bize de hiç uğramadığı için, dünya hakkında son derece safdilâne, zırva mahiyetinde dünya görüşlerinin cirit attığı ve birbiriyle cebelleştiği ve boğuştuğu bir dünya bugün İslam dünyası. Kapıştığı, birbirinin kafasını uçurduğu, kellesini uçurduğu, kurşuna dizdiği veya savaştığı her ne hal ise. Sonuçta, Heraklit ne demişti, “savaş her şeyin babasıdır”, mücadele her şeyin babasıdır. Tamam mücadele oluyor insanlık tarihinde, ama işte böyle oluyor şuursuzluktan oluyor.
Şuurun kendisi bir kere bunun üzerinde çok durmayacağım insanın zannettiği gibi değil. Psikiyatristlerin bunu daha iyi anlaması lazım delilerle uğraşıyorlar, ayrıca beyni tabi çok daha iyi biliyorlar mahiyetini. Bir kere siz beni görüyorsunuz şu anda ama, bir de mesela BBC belgesine bakın uzaydan nasıl görünüyor dünya diye? adam peyklerden farklı ışık dalga boylarıyla bakıyor, farklı ışık spektrumları ile bakıyor çünkü en kısa dalgadan en uzun dalgaya kadar infraruj ,efendim nedir, öteki mor ötesi, kızıl ötesi bütün dalga boylarını kullanarak dünyaya baktığın vakit, dünya bizim gördüğümüzden gözümüzle gördüğümüzden tamamen farklı ve bizim zannettiğimizden bin kat daha enteresan ve son derece mucizevi bir dünya! Onu anlıyorsunuz peyklerden gelen o verileri, farklı ışık ışınlarıyla incelenip de toplayıp onları bilgisayarda analiz ettiğiniz vakit, birleştirdiğiniz vakit. Ha, yıldırımlar bile hayatın oluşması ve sürdürülmesinde muazzam bir rol oynuyormuş diyorsunuz. Yahu bu yıldırım ne alakası var hayatın sürdürülmesiyle bilmem diyorsunuz değil mi? Ama öyle değil işte, onu bir peyklerden farklı ışıklarla bakmak lazım, o verileri bir incelemek lazım sadece insan gözüyle olmaz. İnsan gözüyle bakıyorsun, Şahin Uçar’ı görüyorsun evet karşında konuşuyor adam. işte hem de sanki sinirliymiş gibi konuşuyor. Aslında sinirli falan değilim yani, gayet keyifle konuşuyorum da zamanımı iyi kullanma endişesi içindeyim sadece fazla uzatmayım diye, bilmem ne kadar canınızı sıkmamaya muvaffak olabileceğim.
Hasılı kelam insan şuuru bir kere beyaz ışıkla sınırlı görme mesela, duyma da belli frekanslarla sınırlı balinaların duyduğu veya fillerin duyduğu sesleri siz duyamazsınız. Köpeğin duyduğu sesleri siz duyamazsınız, belli bir frekansın üstünde veya altında. Çok düşük frekansları da, çok yüksek frekansları da duyamazsınız. Sizin belli frekans aralıklarına hassas bir kulağınız var. Gözünüz de öyle sadece beyaz ışık kadar. İşte bilmem 480 civarından bilmem nereye kadar dalga boyu.
İyi ama bu sizin gördüğünüz eğer ışığın bütün çeşitlerini hesaba katarsanız milyarda biri değil gerçekliğin. Senin gözün ışığa hassas anladım, elektromanyetik dalgayı görüyorsun ve dolayısıyla ışığın farkına varıyorsun. Evet yer çekimini hissediyorsun, evet katı maddeyi hissediyorsun böyle bir şuurun oluşmuş. Yani fiziki dünya etrafımızdaki dünya bizi etkiler. Bizim üzerimizde icra ettiği gücün, yabancı gücün, yani kendi benliğimizin, ruhumuzun, kendimizin, kendi vücudumuzun dışındaki güçlerin. Nedir onlar? Yer çekimidir. İşte zayıf güç dediği kuantum mekanikçilerinin strong force, weak force dediği atomu veya katı maddeyi meydana getiren güçlerdir. Kuantum mekaniğinde bahsi geçen o proton, atom falan diye ve yer çekimidir ve ışıktır. Bunların etkilerini hissettiğiniz için etrafınızdaki dünyanın üzerinizdeki gücünü hissettiğiniz için, anlamlandırmaya çalışıyorsunuz, ama size sadece mahdut bir aralık verilmiş. Şu kadar beyaz ışığın dışına çıkma kardeşim daha kısa dalga yok, daha uzun dalga yok. Şu “pitch” derler, yani şu perdeden daha yüksek sesle titreşen ses dalgalarını duyamazsın kardeşim, daha aşağıyı da duyamazsın, onu köpek duyar, fil duyar, sen duyamazsın kardeşim. Arı 4 renkle görür, sen 3 renkle görmek zorundasın kardeşim. Hatta bazı insanlar 2 renkli görür.
Bu şuur meseleleriyle uğraşan profesörler Mari örneğini veriyorlardı Qualia bahsinde. Sadece tek rengi görebilen efendim nörolog Mari acaba dünyayı nasıl tasavvur ederdi tek rengi gören bir insan kualyayı nasıl fark edecek, renkleri nasıl fark edecek. Ne kadar çok bilirse bilsin tecrübe etmesi mümkün değil, çünkü falan diye tartışmışlardır. Demek ki o zaman bilinmiyordu, sonra ben okudum evet ender-i nadirattan bir ankaa kuşu da olsa, yine tek renk gören insanlarda var doğuştan özürlü olarak. Belki çok ender-i nadirattandır ama varmış. İki renk gören zaten çok %7-8 gibi, 4 renk görüyor kadınların çoğu. O yüzden incik boncuk, renk, elbise, kumaş meraklısı hatun kişiler. yani onları daha iyi görüyorlar çünkü. Efendim insanların kahir ekseriyeti 3 renktir. Ama arıya bakıyorsunuz 4 renk görüyor. Sizin sınırlarınız var kardeşim şuurunuzda, siz sadece gerçekliğin, dış dünyadaki kendinizin dışındaki gerçekliğin, sizin hasselerinizin, duyu organlarınızın izin verdiği sınırlar içinde düzenlediği sınırlar içinde kalan kadarını görmekle mükellefsiniz ve sadece onu görebilirsiniz.
Dolayısıyla sizin gerçeklik hakkında ciddi bir şuurunuz olamaz zaten, gerçekliğin tamamı hakkında. Sizinkisi kısmi bir şuur, hem de çok çok çok dar bir şuur dış dünya hakkında. Peki, bu şuur yönlendiriyor ama sizin bütün tecrübenizi. yani gördünüz, ondan sonra düşünmeye başlayacaksınız. Önce müşahede gelir, sonra muhakeme. Dil ondan sonra geliyor. Dil yok ki eski devirlerde. Sen taş baltayı yapmaya başladığın zaman dil yoktu. Dil daha sonra olan bir şey. Peki, o dili de kim biçimlendiriyor? Yine o şuur biçimlendiriyor, insan tecrübesi ne kadarsa, dış dünyadaki etkileri, dış dünya içinde yaşaması lazım. Ona hareketini tanzim etmesi lazım ki ayakta kalabilsin, hayatta kalabilsin. Binaenaleyh bu işe de yarıyor ve yetiyor, ona göre de bir şuur, ona göre de bir dil gelişiyor. Ama dilin kendisi bakalım yeterli mi?
,Hem insan düşüncesinin kullandığı aletler, mantık, matematik, semantik, üçü de son derece büyük kusurlarla maluldür. Hiç kimse de farkında değil. Bu mesleklerin mensupları da belki kabul etmezler ama bende bu tenkidi yaparım. Bunların da sınırları var. Hadi bunları da geçtikten sonra size kalan müşahedeyi geçtik, muhakemeyi geçtik hadi sanatkârın sezgisidir Tolstoy’da olduğu gibi mistiğin müşahedesidir falandır keşfidir. Ee onları da geçtiniz. Bu sefer bakalım ifade kabiliyetiniz ne kadar? Siz anlatıyorsunuz ama karşı taraf bundan zevk alacak mı ve sizi sabırla dinleyecek ama nereye kadar ? o yüzden ben burada keseyim diye
Numan Hoca; Kesmeyiniz isterseniz tamamlayalım cümlelerimizi, yani ana fikri şu gelişimiyle ilgili
Şahin Hoca; Netice olarak bakın ben şöyle diyeyim zaten sitemi takip ederseniz kendimle ilgili, kendi tarih felsefemle ilgili dizaynımdan da biraz sezersiniz. İnsanın gerçekliği algılayışında farklı bakış açıları da vardır. Sanat başka bir bakış açısıdır, ilim başka bir bakış açısıdır, tarih başka bir bakış açısıdır, felsefe başka bir bakış açısıdır, tasavvuf başka bir bakış açısıdır ve farklı oryantasyonlar verir, din de öyle. Yani biz hangi mesleğe mensupsak o mesleğin bize zorladığı mesleki deformasyonla her şeyi kendi bakış açımızdan yorumlamaya da temayül ederiz insan. olarak. Ben böyle gördüğüme göre sizi, siz kesinlikle böylesiniz. Tamam, fotoğraf makinası da benim gibi görüyor belki ama beyaz ışıkta öyle. Bir de bakalım kızılötesiyle bakınca böyle mi görünüyor. Kızılötesiyle baktığın vakit ablamın yüzü daha kırmızı görünecek, çünkü daha sıcak, veya efendim falan bölge mavi görünecek çünkü soğuk oradaki kan akışı bilmem nesi yani infrarujla bakınca. öyle görünmüyor işte beyaz ışıkta göründüğü gibi. Çok farklı ışık dalga boyları var. Senin gördüğünden ibaret değil gerçeklik. Bu gördüğüne, hasselerine müşahedene göre biçimlenen şuurun son derece nakıs bir insani şuur. Evet, hayvanınkinden çok üstün elbette. Belki yunuslarla fillerle ve başka hangi gelişmiş canlı var şimdi gelmedi aklıma, pek de yoktur bunlarla kıyaslanabilecek canlılar, yani kıyaslanınca tartışma da götürebilir bazen. Ama insan şuurunun seviyesi.
Bir kere farklı şuurların olduğu çok açık bütün hayvanlar âleminde. Farklı şuur biçimlerinin farklı kaliteleri olduğu da çok açık ama insan bu şuura göre biçimlendiriyor dili ve insan muhakemesi, insan aklı, mantığı kullanıyor. Kim geliştirdi? Aristo. İyi ben de söylüyorum yazın logic yazın internete eğer 50’den fazla mantık çeşidi bulmazsanız ben de bir şey bilmiyorum. Çünkü gördüm onları internette, ben kendim okudum yani “intensiyonel logic”ten bilmem neye kadar yani. Benim sitemde de var 50den fazla mantık çeşidi, hepsinin de büyük büyük kusurları var. En sonuncusunu İsim ve Gereklilik isimli kitabında 70’li yıllarda Saul Kripke diye bir semantik üstadı vardı, bir konferans verdi böyle benim gibi Princeton’da verdiği üç konferansta. İsimlendirme ve gereklilik diye Kripke semantiği ve Kripke mantığı diye adlandırılmıştır o zamandan beri. Yani 70’li yıllarda bile yeni bir mantık düşünebiliyor musunuz Princeton’da bir konferansta çıkıyor. Ama 500 sayfa kitap yazmış adam sen Aristo diyorsun, Numan diyorsun da, ne demek kardeşim ? bir isim tamam bunun nesini tartışacağız her şeyi konuşuyoruz münevverler olarak her şeyi de bildiğimizi vehmediyoruz ama, isim her zaman müsemmaya delalet etmez. Tarih her zaman tarihçilerin zannettiği ve anladığı tarih değildir. Hele münevverlerin anladığı şey hiç değildir.
Şuur da öyle, bazen psikiyatristlerin anladığı şey değildir, yani onun çok tartışmasını izledim ben çünkü. Yani bakın isim isimlendirmeye ne kadar delalet ediyor, bin tane felsefi ve semantik tartışması var. Onları anlamak için bile ciddi felsefe birikimi ve semantik birikimi gerekir. Yani bilmek de yetmez, haberdar olmak da yetmez, bir de konuya aşina olmak lazım. Matematiğin, semantiğin ve mantığın da kusurları var. Tamam muhakemeniz sanki çok mu (yeterli? Yani biz insan olarak gerçeğin tamamını müşahede ettiğimizi, ama bütün canlılar öyledir, öyle olmak zorunda hayatta kalabilmesi için zaten. Gerçeğin tamamını görebildiğimizi, müşahede edebildiğimizi, hissedebildiğimizi vehmediyoruz. Sonra bu müşahede ettiklerimizi anlayabilecek yeterli akli melekelerimizin ve usullerimizin mevcut olduğunu vehmediyoruz. Hâlbuki matematiğimizin de, mantığımızın da, semantiğimizin de bir sürü kusuru olduğunu artık biliyoruz. Eski devirlerde belki bilinmiyordu, ama ben bin tane tenkit yazdım zaten ben bile. Efendim muhakeme de kusurlu, zaten başka kaynaklardan da bahsedilebilir, ayrı ,ama ifade de öyle kardeşim, dil yeterli bir alet değil. İster matematik dili kullan, ister mantık dili kullan ister sanat dili kullan, hepsinin kendi avantaj ve dezavantajları vardır. Onların farkında olmadığı için münevverler, böyle sıradan insanın günlük dili kullanırken rahat rahat her konuda fikir beyan etmesi gibi fikirler beyan ediyorlar. Hele tarih yorumları bile yapıyorlar. Yahu bu işler öyle değil işte, maalesef ilmin derinliğine indiğiniz zaman.
Ama tarihe gelince bu en zoru çünkü neden en zorunu söylemek zorundayım bitirmek babında. Collingwood’u şerh makamında. Tarih şuuru zaten o yüzden en geç gelişmiş. çünkü tarih şuuru dediğimiz şeyin içine sadece tarih hakkındaki bir takım malayani lakırdılar hikâyeler girmiyor. Felsefe veya tarihin yorumdan ibaret değil. Tarih felsefesi dediğimiz şey benimde kendi temayülüm öyle ve öyle ayrılıyorum diğerlerinden, Sanatı da, ilmi de, felsefeyi de, dini hikmeti de, gnostik hikmetleri de ve tarihi de elbette, yani insanlığın meşgul olduğu ve insan faaliyetleri çerçevesine giren her şeyi ihtiva eder. Ve hepsinin birden farklı bakış açılarının birbirini körleştirici etkileri de nazarı itibare, yani dalgalar üst üste biner girişim olur ya, onun gibi körleştirme etkisi yapar bu farklı dalgaları da, hepsini bir arada bakınca bütün bakış açılarının birbirinin körleştirici etkilerini neyin ne kadar geçerli olduğunu falan da son derece, efendim, akıllıca değerlendirebilmek kaydıyla, insanlığın bütün bilgisinin, bütün hikmetinin değerlendirilmesi anlamına geliyor. İlmin de, sanatın da, felsefenin de, dinin de ,meditasyonun da, efendim ne bileyim, tarihin de, tarih felsefesinin de yerli yerine oturduğu bir zemin gerekiyor. O da yüksek kültür gerektiriyor ve yüksek hayat tecrübesi daha değişik, daha modern bir hayat tecrübesi gerektiriyor. Akışın farkında olmayı gerektiriyor, kendisinin de değiştiğinin fakında olmayı en başta gerektiriyor : o yüzden çok zor.
Ben şu sözle tamamlamak istiyorum. Böyle çarpıcı sözlerden hiç nakletmedim ve çok gevezelik yaptım. boş ilmi lakırdılar üslubunda konuştum kusura bakmayın. Fakat hemen şimdi aklıma geldi nasıldı o, in culpa est animus qui se non effugit unquam -bunun bizim Latince ifadenin bizde şeyi var; Yunus Emre’den, sen sende iken menzil alınmaz, dalgıçlara da söylüyorum bakın, neydi Elif abla, yani “bahri olmadan cevher bulunmaz, denize dalmadan inciyi bulamazsın” diyor arkasından Yunus Emre. Bahri olmadan cevher bulunmaz, sen sendeyken menzil alınmaz. Bir idrak bir şuur kendisine dışardan bakmak kabiliyetini kazanmadıkça, kendi şuurunu yargılayacak kapasiteye ulaşmadıkça, yani kendisini aşmadıkça bir şuur, sen sendeyken ben benim dediğin sürece yani, sen sendeyken menzil alınmaz diyor. Nasıldı onun İngilizce tercümesi daha iyi ifade ediyordu sanki, ama şimdi İngilizcesini ne diye nakledelim işte Türkçesini söyledi. Aslında Yunus’un bu sözü tıpatıp şey gibidir. Kendisine dışardan bakamayan bir zihin hata yapar, gerçekliği kavrayamaz demiş vaktiyle Latinler. Ben de kendimize dışardan bakamadığımızı, yani insani şuurumuzun yetersizliği yüzünden, o çok fazla emek gerektiriyor, o yüzden böyle insani komedya misalleriyle veya trajedi misalleriyle karşılaştığımızı söyleyerek hatm-i kelam edeceğim.
Yani böyle! eğer insan kendini aşabilseydi zaten birçok problemini hallederdi, ama o da kolay değil maalesef. Yani ne demişti Bayezid-i Bistami “bu gerçeği arayarak bulamazsın ama bulanlar da ancak aramış olanlardır”. Şimdi kardeşim herkes de tarih felsefesi yapamaz hele münevverler veya sıradan hiç tarihle de ilimle de ilgilenmemiş ahali, okur-yazar olmayan ahali nasıl tarih şuuruna sahip olacak? ona mecbursunuz kültürel indoktrinasyonla adı Müslümanlık reklamı mı olur, milliyetçilik reklamı mı olur, Emek reklamı mı olur, artık bir manipülasyon vasıtası olan o bizde popüler olan tarih şuurunu zerk etmeye. çünkü adam gidemiyor o kadar mesafeyi kat edemiyor yani kendisini aşamıyor. Kendisinin sınırlı bir yaratık olduğunun farkında değil bir kere Müslümanlar. Tanrıya kendi nefislerinden en başta devletten, Müslümanlıktan, peygamberden başka şeylerden birçok şirk koşuyorlar da bir de kendi nefslerinden şirk koşuyorlar. Ben her şeyi idrak edebiliyorum istisnasız, her şey benim gördüğüm gibi yani çünkü ve anlayabiliyorum; sanki Tanrı. Yahu senin sınırlı muhakeme vasıtaların kardeşim, üstelik te çok kusurlu ve ifadede edebiliyorum hepsi Tolstoy zannediyor kendini. Hödük sen laf etmeyi bilmiyorsun daha, nereden ifade ediyorsun sen bir kere anlamış olsan bile anlatamıyorsun diyen de yok tabi böyle bitirelim
Numan hoca; in culpa est animus qui se non effugit unquam
Şahin Hoca; evet eğer bir zihin kendisine bir ruh, anime, kendisine dışardan bakamıyorsa kendisinden dışarı çıkamıyorsa
Numan Hoca; that mind is at fault which never escapes itself
Şahin Hoca; kendisinden kaçamayan, kendisinin dışına çıkamayan bir zihin, bir şuur tarih şuuru anlamında söylüyorum, hatalıdır. O hatanın maalesef ağır bedelleri oluyor karşılıklı böyle kimlik çatışmaları ve harpler gibi ve ağır vahşice olanları gibi aşırı fanatik inançtan dolayı böyle hatm-i kelam edeceğiz.
Numan Hoca; Hocam ağızınıza sağlık çok teşekkür ediyoruz 1 saat 15 dakikayla bizde bu toplantıyı bitirmiş olduk. Biz de biraz süremizi aşmış olduk
Şahin Hoca; Ben de sizi tebrik ederim siz beni sabırla dinlediniz, ama ben de hayatımdaki en kısa konuşmayı yaptım, kendimi de tebrik ederim.
Numan Hoca; Sizlere de katılımınız için çok teşekkür ediyoruz. Kalanını ikili sohbetler şeklinde sürdürebiliriz, soru almıyoruz, çok teşekkür ederiz.