Gnothi Seauton: know thyself

Nosce te ipsum: kendini bil

1.2. “Ego sum qui sum”: “Ben Benim”

“Nosce te ipsum”: Sen kendini bil…

Hakikati bileceksiniz ve hakikat sizi hür kılacak”

Hz. îsâ

Bir zamanlar bir şehzade vardı; bebeklik çağında kendi şehrinden sürülmüş, bir ormancı tarafından büyütülmüş ve bu şartlar altında olgunluk çağına erişmiş olduğu için; kendisini birlikte yaşadığı bu barbar ırka mensup birisi zannediyordu. Bir gün babasının vezirlerinden birisi onu buldu ve ona kim olduğunu anlattı ve böylece kendi kimliği hakkındaki yanlış fikirden kurtuldu ve anladı ki, ‘kendisi aslında bir prenstir. ‘İnsan ruhu da böyledir!’ diye devam ediyor Hindu filozof, ‘İçinde bulunduğu şartlar yüzünden kendi karakterini yanlış anlar; ta ki bir mübarek üstat kendisine gerçeği açıklayıncaya kadar; o zaman kendini tanır ve anlar ki aslında bir Brahma’dır.” Walden, Henry David Thoreau,

Cognosce te ipsum”: Kendini  bil! Sokrat zamanında, Delphi’deki Apollo Mâbedinin kapısında, “Gnothi sauton”:  Kendini Bil, yazarmış (elbette bilgi,  bir naklî bilgi şeklinde de olabilir: görmemiş olsak bile, Paris’in Fransa’da olduğunu bilmemiz gibi; halbuki  eski yunanca’da naklî bilgi ve bizzat müşâhedeye/keşfe dayanan bilgi  için ayrı ayrı kelimeler varmış ve bilginin doğrudan müşâhede ve tecrübe ile elde edilen çeşidine ‘gnosis’ deniyormuş. Yani bu ifade, tasavvufdaki derûnî müşâhede mahsûlü keşf anlamında bir bilgiye tekabül ediyor). Yunus Emre’nin deyişiyle, “Her ne ki ararsan kendinde ara.” Esasen gnostik teorilerde olsun, tasavvufda olsun, ma’rifet nazariyesi öncelikle Ma’rifet-i Nefs ile, kendi benliğimizi tanıma/ bilme ile başlar.

Hz Musa’nın hayatı da böyle bir kendini tanıma hikayesidir: Birisi ona gerçeği anlatıncaya kadar, kendisi ‘Firavun’un kızkardeşinin oğlu’ olarak bilinirmiş. Ve Musa bir Mısır Prensi olarak yetişip, kendisini Firavun ailesine mensup bir prens diye bilirken, ancak olgunluk çağında öğrenir ki aslında İsrailli kölelerin soyundan gelme biridir…

Ve Tevrat’ta anlatılanlara göre, Musa Tur-ı Sînâ’da Tanrı ile konuşurken, ‘gidip İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarması gerektiği’ emrini aldığı zaman:

İşte ben, Benî İsrail’e gidip onlara ecdâdınızın Allâhı beni size irsâl eyledi dediğimde, bana ‘ismi nedir’ Derler ise, onlara ne söyleyeyim?” dedi. (Hurûc, 13):

Dixit Deus ad Mosen: ‘ego sum qui sum’, ait; ’sic dices filiis Israhel ‘qui est’ misit me ad vos’ .”: Tanrı Musa’ya dedi, “Ego sum qui sum”/ “Ben Benim” “İsraill oğullarına , “beni size  gönderen kimdir‘ dedikleri zaman, böyle söyle” (‘ben benim ‘diyen gönderdi).  (1) Exodus/Hurûc: 3/ 14.

Şu halde, Tûr-i Sînâ’daki bu muhâverede, “İsmi nedir?” sualine verilecek cevab olarak; Tanrı kendisini, “Ben, Benim” diye tavsîf etmiştir (Ben mevcûd olanım/ Ben Vacib-ül vücûdüm/ Mutlak Varlık Benim). Bu Tanrının ‘İsim’ lerinden biri. ‘Mutlak Benlik’ ancak böyle tarif edilebilir: bu çok tartışılmış bir âyet olup, St. Thomas’ın yorumuna göre, “varlığın tamâmı benim” ma’nasına gelmektedir. Şimdi, bu ifade hakkında, “İnsan, Varlık ve Zaman” isimli yazımdaki yorumumu nazar-ı dikkatinize tekrar arz ediyorum. (O tebliği yazarken, bu ifadenin ancak Tûr-u Sînâ’daki muhâvereye yakışacağını düşünmüş, hatta Tevratta bu âyeti aramış, fakat nasılsa âyetin aslını bulamamıştım; o yüzden tahminimi, “derler ki…” şeklinde ifade etmiş ve Çıkış: 14 .âyeti bulamadığım halde, Tur-u Sina hususunda israr ederek,  10 Emir’in 1. âyetini  nakletmiştim)

İnsan ve benliği meselesi bana Thomas Aquinas tarafından kullanılan Latince bir özdeyişi hatırlatıyor; “ego sum qui sum”: yani, ben “ben olan”ım, ben benim, ben ne isem oyum.” Derler ki Tanrı, Tûr-i Sînâ’da konuştuğu zaman Mûsâ’ya, “ben ben olanım, yani hakikat benim” demiş. Senin Tanrın yalnızca benim; ya’ni ki “Ben Hakkım, Hakîkat cümle Benim.” Bu söz, zihnimde Hallâc-ı Mansûr’un söylediği, “to say the unsayable/ söylenemezi söylemek” makamındaki “Enel-Hakk / hakikat benim” deyişi ve sûfilerin, “men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu”, “nefsini bilen rabbini bilir” sözü gibi tedâîler uyandırıyor. Bu sebeple, sözlerime epigraf olarak İlâhî Benliğin bütün varlığı isti’la ettiğini veya bütün varlığın ondan ibaret olduğunu gösteren bir Kur’an âyetini (Fe-eynemâ tuvellû fe-semme vechullâh) ve “On Emir”den de, Yahova’nın Mûsâ’ya “başkalarına tapmayacaksın, senin (Hakk ve Hakikat olan) Tanrın yalnızca benim” şeklindeki birinci emri seçtim. Biliyorsunuz, bizim kültürümüzde mezar taşlarına “Hüvel-Bâkî” yazmak adet olmuştur: yani, beşerî benlikten farklı olarak, fânî olmayan, kalıcı ve değişmez hakîkat O’dur: ki İbnü’l-Arabî tabiri ile, bu Sonsuz İlâhî Benlik “Ehadiyyet”, Yani “Mutlak Birlik”tir . Yalnızca, Tanrı bizzat kendisi olabilir; yani, değişmeden kalabilir, çünkü o Mutlak Benliktir. Buna mukabil, insanoğlu fânîdir, varlığı değişken ve geçicidir. Budizm’in kurucusu olan Buda dahi, ‘bir insanı meydana getiren maddî vücud, duyular ve şuur gibi unsurların ancak zamana bağlı ve geçici bir şekilde bir arada bulunduğu ve bu unsurların devamlı değişmeye tabi olduğu’ hakikatini ifade etmiştir. Durmadan değişen nesneleri anlamak ise, imkansız değilse bile zordur.”

Ve naklettiğim bu metne dikkat edilirse görüleceği üzre, “Ben Benim” ifadesi, Thomas Aquinas’ın yorumuna uygun şekilde, ya’ni ki “Ben Hakkım, Hakikat cümle Benim” şeklinde açıklanmıştır.

Tûr-u Sînâ’da Allahın kendisini “Ben Benim” diye tarif etmesi ve bizzat kendisi olabilen ve hiç değişmeden kalabilen bu Mutlak benlik ifadesinin, “hakîkatin tamamı benim veya Mutlak hakîkat benim” şeklinde yorumlanması, teolojik ma’nâda İlahi Benlik hakkında söylenince, elbette pek şaşırtıcı değil. Fakat ne enteresandır ki,  şüpheci felsefe geleneğinde, beşerî benlik  dışındaki her şeyin mevcudiyetini inkar etmek suretiyle, “hakikatin tamamı benim benliğimden ibaretdir” diyen, “Solipsist” (solus ipse/ yalnızca benlik var, sadece ben kendim varım) felsefeciler dahi ayni sözü söylüyor: Zira solipsist felsefecilere göre, “yalnızca benlik gerçek olup, dış dünya diye bir şey yoktur.” Kısaca, “men menem dîger nist”: Ben benim, benden başkası yok. “Yalnızca ben varım.” Bu fikrin mefhûm-u muhâlifi nedir? Yani, “varlık benim benliğimden ibaret, hakikatin tamamı benim.”

Şimdi benlik bahsinde bu aşırı şüpheci Solipsistlere -ki kendileri kabul etmeseler bile idealist filozofların çoğu bu kategoriye girer- atıfta bulunmadan geçmek olmaz; ama solipsizm tenkidi de başka, uzun ve çetrefil bir bahistir. Ve bu bahsi tartışmak, ayrıca gerçeklik teori ve kriterlerini de tartışmaya başlamadan pek mümkün görünmüyor.

Perspektifimize esas teşkil eden bir duruş noktası (standpoint) olarak bu “Ben Benim” ifadesini seçtik, ama benlik ne demektir? Normal insanlar elbette kendi benliklerinden emindirler.  Lakin ilim adamları bundan o kadar emin değiller; onlara göre, her şeyden şüphe etsek bile varlığından asla şüphe etmediğimiz kendi benlik şuurumuz, aslında bir takım psikolojik süreçlerle belki izah edilebilecek olan bir şuur hali olabilir; fakat  günlük dilde kullandığımız ve anladığımız gibi, âşikâr, devamlılığı olan, değişmeyen bir benlik değil.  Yani solipsist felsefecilerin, benliğin gayrı olan dış dünyayı, varlığı, her şeyi şüpheli  sayıp, ‘ben yalnızca kendi nefsimden şüphe etmem; yalnızca ben varım’ demelerine mukabil; psikoloji, nörofizyoloji ve emsali ilmî tetkikleri yapan bazı ulemâya göre ise, gerçek bir benlik yok.

Bu durumda Benlik meselesi,  muhtelif disiplinlerin kendi bakış açılarına göre, her birinin farklı bir tarzda anladığı ve bir çok anlaşılmaz yönü olan bir probleme dönüşüyor. Yani bu meseleye dair pek çok ihtilaflı fikir ve herbirinin içi doldurulması gereken bir çok alt başlık var… Şu halde, meselenin  felsefî (kavram olarak), ilmî (psikoloji, nörofizyoloji vs), tarihî (kimlik problemi olarak) ve hattâ metafizik şuurla ilgili (ma’rifet-i nefs, /kendini bilmek gibi  gnostik /irfânî ve tasavvufî) yönlerini ayrı başlıklar altında incelememiz gerekecek. Demek ki,  benlik/ nefs (self) bahsinin,  taalluk etmediği mesele yoktur: her şeyin merkezinde insanın  kendi benliği var: çünkü bildiğimiz ve düşündüğümüz her şeyi kendi idrak eden ve düşünen nefsimiz sayesinde biliyoruz. “Nosce te ipsum! Kendini bil” hikmetiyle söze başladık; amma ve lâkin, bu mukaddemâtın hacmine göre,  çok daha tafsilatlı ele alınması gerektiğini düşündüğümüz için, işbu aslî ma’rifet-i nefs (cognosce te ipsum-metafizik şuur) bahsini tartışmayı ilerde gelecek fasıllara erteliyoruz. Zira, meseleyi evvela -solipsism münakaşası ile başlayarak-felsefî bakımdan incelemeliyiz   ve  daha sonra, bu meselenin bütün bu farklı disiplinlerde tartışılan problemli yönlerini incelemek, yani bu  ‘ben’ mefhumunu iyice şerh ve tefsir etmek gerekir; netice-i kelam:  insan rûhu tahsîl-i maarife mecburdur  ve bu na da evleviyetle  ‘ma’rifet-i nefs’ ile başlamak zorundadır .

Demek ki, bu ma’rifet-i nefs meselesinin altbaşlıkları cümlesinden olmak üzere, önce  meselenin felsefî yönlerini incelemeye başlayacağız.  “Her şey her şeyle ilgili; herhangi bir şeyi bilmek için her şeyi bilmek gerekir” derler. Maalesef  bu doğru  ve her nev’i bilginin her zaman nâkıs olması demek. Lâkin  sufilerin ma’rifet-i nefse dayanan bilgi telakkisi  tamamen başka bir bahistir: Bu bâbda çok kısa bir fikir vermek için nakledeyim; Hasan Harakaani  dermiş ki:

“bütün kâinâtta her ne ki mevcûd ise, o senin kendi kalbinde de mevcuttur: sen onu görme kabiliyetini kazan yeter ki…”

İlerde  çok daha geniş olarak ele almak üzere, şimdilik yalnızca söz arasında işaret edip geçtiğim bu “Ma’rifet-i Nefs” / Kendini bilme” meselesi, bana Hz Ali’ye atfedilen bir şiiri hatırlatıyor: bu şiirden  zamanı gelince, o  fasl-ül-makâl içinde bahsetmeyi düşünüyordum; amma şimdi, Harakaanî’nin bu sözünü nakledince, vakt-i merhûnu ve yeri geldi; ayni ma’nâdaki bu şiiri dahi nakletmek vâcib oldu. Hz. Ali, kerrem-allâhü vechehu, buyurmuş ki:

“Devâuke fîke ve mâ tubsirû /

ve dâuke minke ve mâ teş’urû,

Ve tez’amu inneke cirmün sağîrün /

ve fîke inteva l-âlem ül-ekber”

İlacın senin kendindedir ve görmüyorsun /

ve hastalığın da senden, ama şuuruna varmıyorsun,

Ve sen kendi cirmini çok küçük zannediyorsun /

halbuki  âlem -i ekber senin içindedir.

Bu mümkündür çünkü insan “mikro-kozmos”tur.  Gâliba Hz Ali’nin bu sözünden ilham alan Şeyh Gâlib, bu ma’nâyı şöyle nazmetmişti:

“hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.”

(1) Bir ilave bilgi notu olarak arz edeyim ki, ibranice aslında  bu ‘ego sum’ -benim- “ehyeh”  kelimesi, “yahve” ile ayni kökten geliyormuş. Bazı Tevrat nushalarında bu ifade, “I am That I am” şeklinde, hatta bir takım teolojik mülahazalar sebebiyle, “Ego sum”: “I will be” / “ben olacağım”  şeklinde dahi    tercüme edilmiştir:

14. “God said to Moses, ‘Ehyeh asher ehyeh’ (I will be what I will be), and He said, “So shall you say to the children of Israel, ‘Ehyeh’ (I will be) has sent me to you.”

Ehyeh Asher Ehyeh in Hebrew. This is a Divine Name (Shevuoth 35a), and it is therefore not translated by the Targum. It denotes that God has absolute existence (Moreh Nevukhim 1:63; cf. Septuagint), and that He is outside the realm of time (Sforno). According to the Kabbalists, this Name denotes the Crown (Kether) of creation, that is, the very first thought and impulse of Will that initiated the creative process. Hence it is ‘I will be,’ since at the time of that impulse, everything was in the future. This first thought is identified with the idea of Israel (Bereshith Rabbah 1:5; Berakhoth 6a; Tikkuney Zohar 17a; see God Man and Tefillin, p. 35 ff.). This name was revealed now that God was about to create the nation Israel.

Scroll to Top