.
Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow —
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.
I stand amid the roar
Of a surf-tormented shore,
And I hold within my hand
Grains of the golden sand —
How few! yet how they creep
Through my fingers to the deep,
While I weep — while I weep!
O God! Can I not grasp
Them with a tighter clasp?
O God! can I not save
One from the pitiless wave?
Is all that we see or seem
But a dream within a dream?
[ edgar allan poe ]
Zamânımızda Edebiyatçı geçinen zevâtın Şeydâ Divanı’nı layık olduğu seviyede değerlendirebileceğini hiç zannetmiyorum. Elhamdülillah Takdîr- i Hudâ dahi bu işi cahil entellerin anlayış seviyesine terk etmedi ve TYB nin daveti vesilesi ile, işbu değerlendirmeyi dahi bizzat benim yapmam mukadder oldu. El-mukadder lâ yugayyer! Ben o sempozyumda bu divanın değeri hakkında söylenmesi gereken her şeyi söyledim: ne eksik ne de daha fazla tam benim söylediğim gibidir. “Quod scripsî scripsî, quod dixî dixî !…ne yazılmışsa yazılmış, ne söylendiyse söylenmiştir. Ben bu hususta ne söyledimse söyledim, artık bu hükmüm değişmez!
…
İstanbul’da 1994 senesinde tertiplenen “Fuzûlî Sempozyumu”nda Türkiye Yazarlar Birliği’ tarafından (“XX. yüzyılda Fuzûlî Dîvânına bir nazire: Şeydâ Dîvânı” başlığı ile takdim edilerek) o makâmın muktezâsına göre konuşması istenen Şahin Uçar’ın, işbu vesileyle kendi Divanı hakkında söylediği sözler:
nihân etdim kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu
söz oldu perde-i hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu
.
Bismillâh’ir-Rahmân’ir-Rahîm. Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemin ve’ş-şükrü li-vâhib’il-mekârim. Bir hâdis-i şerifte, “beyânın sihirli kudretine ve şiirin hikmeti”ne işaret eden Muhammed’e salât ü selâm olsun. Buyurmuştur ki: “Allah’ın Arş’ı altında öyle hazîneleri var ki o hazinelerin anahtarları şairlerin dilleridir.” Ve Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ buyurmuş ki: “Güzel kelime, güzel bir ağaca benzer; şöyle ki (zaman geçtikçe) kökleri yeryüzünde, kolları gökyüzünde dal-budak salar.” Ve dahi bir âyetde şöyle gelmiş ki; “selâmün kavlen min rabbin rahîm”:(سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ) Selâm (öyle) bir sözdür ki Rahîm olan Rabbimizdendir. Şu halde, evvela şeş cihete ve bütün mevcûdâta, sâniyen Fuzûli üstâdımızın rûh-i mübecceline ve sonra onu yâd etmek için burada bulunan fuzûlîşinas misafirlere ve cümle ehl-i irfâna selâm olsun.
Dostlar teveccüh göstermişler; bizim divançe-i kemînemiz Şeydâ Dîvânı için Fuzûlî dîvânına nazîre demişler. Min gayri haddin, eğerçi Fuzûlî’yi üstâd bilirim, lâkin küçücük dîvançemi üstâdın dîvânına nazîre saymak bence câiz değildir. Şu kadar var ki, üstâdın rûh-i asâletmeâbından müstefîd olduk, kalbimizde muhabbet-i Fuzûlî hâsıl oldu, şiir vâdisinde Fuzûlî’yi taklîd ettik. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, “Rûhühü rûhî, aynühü aynî”: Onun rûhu benim rûhum, gözü benim gözümdür. Hulâsâ, sırruhu sırrü’l-fuâdî, onun sırrı benim sırr-ı fuâdım (kalbimin sırrı) oldu: ki bu sırrımın sırrıdır.
Derler ki, “kalb kalbe karşıdır” ve dahi kalb kalbin aynasıdır: “halk içre bir âyine var; herkes bakar kendin görür!” İşrâki usûlünde, Eflâtun tarzı ta’limde, “üstâd ve çırağı arasındaki eser-i muhabbet sâyesinde, ola ki, kalbden kalbe ilham sirâyet eder; böylece şâkird üstâdına benzer” derler; işraaki ta’limin (illumination) ilhâm ile aydınlanmanın esâsı budur. Biz dahi, sâir şuarâ-yı dîvânı ihmâl edip üstâdın dîvânını talim ile, az biraz kelâm-ı kibârını meşk ederek onun asil rûhu ile ülfet etdik. Hâlimizi hâline kaalimizi kaaline benzetmeye çalıştık. Tefekkür tarzımız tefekkür tarzına, sözümüz sözüne benzer ki bu eser-i muhabbet ve taklid sebebiyle hasıl olmuştur. Birkaç mukayese ile bu tesirlerden bilebildiğimiz kadarını göstermeye çalışırız; ve lâkin üstâdın dîvânına nazîre yazmış olmak iddiamız elbette yoktur: Çünkü ol hazrete nazîr olamaz. Şeydâ dîvanında Fuzûlî’nin yalnızca bir gazeline nazîre yazılmış, bir gazeli de taştîr edilmiştir. Velhâsıl, yârânın dahi bununla kasd ettiği Fuzûlî vâdisinde bir dîvân yazmış olmaklığımızdır. Bu vesile ile, “yaşayan bir dîvan şâiri” diye, teveccüh gösterib ehl-i irfânın huzurunda söz söylememizi ârzû etmişler. Pes imdi, mesele Şeyh Sa’dî üstâdımızın buyurduğu gibidir:
.
eğerçi pîş-i hıredmend hâmûşî edebest
be vakt-i maslahat an bih ki der sühan gûşî
dü çîz tîre-i aklest: dem fürû besten
be-vakt-i güften, ve güften be-vakt-i hâmûşî:
.
Eğerçi âriflerin huzurunda susup konuşmamak edebdir amma maslahat vaktinde, sözü işitip anlayarak, mükâleme etmek daha iyidir. iki şey akla ziyandır, aklın gazâbına sebeb olur: biri sükût etmektir konuşmak gerekirken ve bir de konuşmak, susmak gereken zamanda…
.
Dinleyen söyleyenden ârif gerek demişler; belki kasdetdiğim ma’nayı beni dinleyecek olan erbâb-ı irfan benden daha iyi anlar. Ben teeddüb eder, susmayı tercih ederdim; amma konuşmam emr olunduğu için söylemem gerekir. Meselâ, Şeydâ Dîvânı’ndaki Tevhid kasidesinde, (ki “Ma’nâ ve Mazmûn” isimli makalede ma’nâsı şerh edilmiştir) kelâma dair bir beyit var ki şöyledir:
.
“ma’ni-i kelâm şâhid-i mazmûn-i hudâdır
gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peydâ”
.
Bu, sözün hulâsâsıdır ve kelime-i tevhîde atfen, “Allah bes, bâki heves” demektir. Eğerçi manzumdur ve şâirin şuuruna şiir hâlinde gelmiştir. Şu halde, kelâmın zemîni ve zamanı mütenâsib olunca, müseccâ nesre ve şi’re münkalib olması, cûş ü hurûşa geldikte terennüm etmesi ve dahi raks etmesi ârifler nezdinde câizdir. Mevlânâ Celâleddin buyurmuş: “Cümle-i mestân hûş raksân şüdend”: “bütün sarhoşlar ayılıp, zevk u şevk ile raks eder oldular.” Bunda bir mahzur yoktur: belki bu vâdîde, sâdelik ve haşmet ayni basit âhenk içinde buluşur: tevâzu ve gurûr, ihtişâm ve sefâlet, gedâ ve sultân, hayret ve heybet, kahır ve izzet dahi bir olur. “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yi muhteşem” olur; aşk içre devlet bulur. Şöyle ki, Fuzûlî’nin buyurduğu gibi:
“Vâdi-i vahdet hakîkatde makâm-ı aşkdır/
Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultandan gedâ.”
Yunus Emre üstadımız dahi “aşk gelicek cümle eksikler biter” demiş. Fakîr-i pür taksîr, talebelik yıllarında Şeydâ Dîvânı’nı yazdığım zaman henüz delikanlı idim. Kitâb-ı aşkdan meâl-i hüsn-i yâr bahsin okurdum. “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm devran bî-sükûn” idi. “Gâhi mecnûn gâhi ben devr ile nevbet beklediğimiz” bir zamanda, râh-i mecazdan geçerek taleb-i hakîkat eyledik. Yani ki Eflâtun’un dediği gibi, “mecâzî aşk bir köprüdür ki ondan geçenler ola ki hakîkî aşka vâsıl olalar.” Beşir Ayvazoğlu dostumuzun Şeydâ Dîvânı’ndan iktibâs ettiği bir gazelde denildiği gibi ki:
.
“dil sadef ü cânân ona şehvâr olur ancak
dil aşk ile bir vâkıf-ı esrâr olur ancak”
.
Gönül bir sedef, sevgili onun dürr-i şehvârı, gönlün içindeki o şâhâne inci, gibi olabilir ancak. Gönül ile sevgilinin münâsebeti ancak böyle bir “inci/sedef” münasebetidir: hulâsâ, sevgili başka yerde değil ancak kalbimizde olabilir. Yunus Emre varlığını hissettiğimiz bu “içimizdeki sonsuz benlik” hakında “bir ben vardır bende benden içeru” buyurmuştu. Ve gönül ancak aşk ile böylesi sırlara vâkıf olabilir. Fuzûlî’nin tabiri ile, “nihân olan her şeyi iyân eyleyen, iyân olanları da pinhân eyleyen” Allâh… Esrârını, makâm-ı aşkda, vâdi-i vahdet’de, âşıkların bir tel gibi gerildikçe tannâniyeti ve hassâsiyeti artan gönüllerine ilhâm eder ve -mest ü bîhûş olan âşıkların diliyle terennüm edildikte- beyân eyler: cümle esrâr, sünûhat ve füyûzât-ı ilâhî ile zâhir olur. Eğerçi her şeyi demek olmaz. Bazı söz var ki idrâk edilmez: ilham ve ihsâs edilse bile ifşâ ve imlâye gelmez. Nihâyet, bu mefhûm-u muhâlifi ifâde için, şöyle deriz vesselâm:
nihân etdim kelâmım gerçi ma’nâ âşikar oldu
söz oldu perde-i hüsnün o perde vasf-i yâr oldu.
.
İstanbul, 1994.
mersiye: divan’dan tercüme eden: AHMED FAHREDDİN UÇAR
.
elegy:
Alas, my rose have withered, the rose garden spoiled
The time has shifted
And the nightingale is lamenting again.
The day is born but the candle of the lent-world died down
Alas, it has no meaning, Yet it still revolves.
Dark and sinister nights and in obscurity, my beloved lies under the soil
My soul like my beloved
In dungeons resides
In sinister nights
Yet the dome of heaven is mute and glorious
Though one is sorrowful,
Does it heavens trouble?
So far the world is the world still; this, the green heaven, still
Stands exalted
The heavens didn’t collapse yet
But the soul remains with this problem in his heart,
All the more in constant reminiscence of the beloved,
Aye like a pearl contained in an oyster shell.
Repeats my pangs of cry that sonorous sky.
Full of screams is my heart Like a turbulent ocean,
Resounds in that ocean
Revolving this melody
A tune of lamentation
Mournful grievance again
Passed like a dream where is that trace of forelock
As a hyacinth, alas
Faded this fancy again.
What days has she seen in this world? Her spring turned to autumn,
Didn’t see plenty good many days
Her rosecheekes
A wanderer at dusk coming to observe the sun,
Perceived as though it is forever gone,
Thus Commences the winter solstice.
Like the extant and the absent, is this world and the hereafter
Even the world is but a fancy dream:
An intricate mystery.
If present being is the existence, what is it’s ultimate resolve?
Merged together the extant and the absent,
In this tomb of mystery.
O God. You buried into darkness that image of beauty,
That yearning eye,
You’ve burnt my lamenting heart.
My God, disregard my obstinacy, my rebelliousness,
Is my beloved in darkness?
Leave her not in darkness,
Leave not in darkness.
.
(1978 de vefat eden Hatice Uçar için)
MERSİYE
eyvâh gülüm soldu harâb oldu gülistân
çarh eyledi devrân
bülbül yine nalân
gün doğdu çerâğ söndü kalan eğreti dünyâ
ma’nâsı yok ammâ
devretmede hâlâ
muzlim geceler toprağın altında o cânân
cânım gibi cânân
zindanlara mihmân
gök kubbesi hâlâ yine dilsiz ve mutantan
kahr olsa da insân
gökler içün âsân
âlem yine âlem yine bu kubbe-i hadrâ
durmakta muallâ
gök çökmedi hâlâ
dil derd-i derûnüyle kalır başbaşa ammâ
yâdında o cânâ
dil sadef-i azrâ
feryâdıma ma’kes olur ol kubbe-i tannân
kalbimde pür efgan,
ummân-ı hurûşân
devretmede anda
bir nağme-i hicrân
hicrân, yine hicrân
rü’yâ gibi geçdi hani ol kâkül-i turrâ
sünbül gibi hayfâ
soldu yine hulyâ
âlemde ne gün gördü hazân oldu bahârı
gün görmedi bâri
ol gonce i’zârı
bir şâm-ı garîbâne erip mehr-i temâşâ
sönmüş gibi gûyâ
başlar şeb-i yeldâ
mevcûd ile ma’dum gibi dünyâ ile ukbâ
dünyâ dahi rü’yâ
müşkil bu muammâ
mevcûd ise varlık nedir encâm-ı karârı
câmi’ yoğu vârı
esrâr-ı mezârı
zulmetlere gark eyledin ol nakş-i nigârı
ol çeşm-i humârı
yaktın dil-i zârı
ya râb benim isyânıma tuğyânıma bakma
zulmetde mi cânâ
zulmetde bırakma
zulmetde bırakma
Hz. ŞÂH-I VELÂYETE GAZEL
Muhterem Ağabeyim Fethi Gemuhluoğlu’na
ey dü-dârın tâc-dârı yâ Ali
mülk-i aşkın şehriyârı yâ Ali
bağrıma derd-î Hüseyn-i Kerbelâ
urdu zahm-i zülfikaarı yâ Ali
anda görmüş nüh-felek kim âşıkın
bes nedir bu kâr-ı zârı yâ Ali
rûz ü şeb aşk ellerinde gönlümüz
subh ü şâmî zâri zârî yâ Ali
ehl-i beytin aşkıdır cân ü dilin
bir medâr-ı iftihârı yâ Ali
var mı senden özge yâri şâhinin
Haydar-î kerrâr-ı Bârî yâ Ali
Endülüs Gazeli: MUVAŞŞAH
- .
Gannî lî ve huz aynâyi”
(şarkı söyle bana ve gözlerimi al)
Ümmü Külsum’den
- .
Çâresiz ve yalnızca yenmek için zamânı
Bu gece bir kahvede şiirler yazıyorum:
- .
Şu yağmurlu gecede sigara dumanından
Zamânı süzüyorum: zamânın her ânından
Çıkıyor bir kafiye-bir hayal ormanından
- .
Sisli bir orman gibi sigaramın dumanı
Bu ormana mısralar yazıyor… bozuyorum
- .
Çâresiz ve yalnızca aşmak için zamânı
Zamânın kemirdiği beynimi kazıyorum
Yazdığım her mısra bir ızdırâb armağanı
- .
Dalıp bir an ru’yâya; alıp inci, mercânı
Ben dumanlar üstüne desenler çiziyorum
- .
Ve birden duyuyorum bir Endülüs nağmesi
Bir “muvaşşah” söylüyor çöller aşan nefesi
Gannî yâ Ümmü Külsum! Kayıp zamânın sesi
- .
Rü’yâlar görüyorum: Cihânı, âsumânı,
Dolduran çığlıkları tesbîhe diziyorum…
- .
Endülüs’te bir zaman, Elhamrâ konağında
O Arslanlı Havuz’da, Fıskiyeler Çağında
Billur şavkı câriye kızların yanağında
- .
‘Muvaşşah’ söylenirdi, sevmek için her ânı
Onları hatırlıyor-zamâna kızıyorum.
- .
Yaşadığı zamanı beğenen şâir olmaz
Geçen gün âh, geçmiştir-gelecek belli olmaz
Yalnız bu ân senindir; o da sana yâr olmaz
- .
Şiirle aşamazsam ben bu yeri, bu ânı
O ‘kayıp cennet’leri ya niçin yazıyorum?
1989
.
,
ZERVÂN: SONSUZ ZAMAN
Ne zindeem ez hicr-i tü ne mürdeem ey şuh
Feryad ez in nevi vücud-i adem-alud
Yavuz Sultan Selim
Ne canlıyam ne ölmüşem çün ayrıyam senden
Feryad yokluk bulaşmış bu varlığın elinden
I
Ey iki yüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İki yüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader
Geceden gizli açan bir gül olur bir zamân
Bir ân kanlı lâledir! bir kâse dolusu kan
Bir ân çan sesi gelir, yola düzülür kervân
Bir ân Sûr-i Sirâfil: ebedî şimdiki ân!
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.
II
Şafak vakti çalan çan! Yola çıkıyor Kervân
Önümüzde sonsuz çöl, ardımızda Rûzigâr
Kum tepelerde yiter, silinir izlerimiz…
“-Ey deveci, develer
Yorgundur / yük ağırdır
Öyle şarkı söyle ki,
Aşka gelsin develer”
Gözyaşıyla yıkansın kum dolan gözlerimiz
Zaman denen Ankaa Kuşu
Hiç benzemez başka kuşa
Çabuktur kanat çırpışı
Çabuk geçer yazdan kışa.
“-Ey deveci, devemiz
Yorgundur / yük ağırdır”
O şarkıyı söyle ki,
Söylemiştir pîrimiz!
“Cân ararsan, cansın
Nân ararsan, nansın
Bu nükteyi anla ki
Ne ararsan, ondansın!”
Rüzgâr esip geçiyor, geçip gidiyor Kervân
Rüzgâr kanatlı zaman / yürüyor çölde kumlar
Ve kum tepelerinden silinir izlerimiz…
III
Hem geçmiş, hem gelecek: iki yüzlüdür Zervân:
“Geçen geçmiştir, istikbâl gâibdir / geçer zamân
Sana yalnız şu ân kaldı, içinde olduğun şu ân!
Şu geçen “ân”dır Zervân: yok olup, yiten zamân
Şafakta çan sesi var; geçip gidiyor kervân
IV
Ey iki yüzlü Zervân! Sen ey ebedî nisyân!
Hem Âhurâmazda’sın, hem karanlık Ehrimân
Zerdüşt yaktığı zaman bu idrâk kandilini
Bir devler savaşında arada kaldı insân…
Ve gecenin bağrından çıktı gül yüzlü şafak
Çölde doğan o şafak yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in her putu kırdığına.
Gördü “Darb-ı Kelîm”in kayaların kalbine
Vurarak âb-ı hayât bulduğunu bu çölden.
O “Kazıklar Sâhibi” Firavn’i yenen asâ
Asâ da bir “yed-i beyzâ”da yedi mâr yedi a’sâ
Çok kervân geçti çölden: Dâvûd, Süleymân, Îsâ…
Ve Muhammed Mustafâ katıldı bu kervâna!
Canlanıp, hayat bulan bir avuç toprak gibi
“Lâ ilâhe illallah!” dedi cân ü gönülden
Bu tevhîddir erişir karanlıktan şafağa…
V
Ne zemîn kaldı ne zamân; ne iki yüzlü Zervân
Çünki vahdet münezzeh zamandan ve mekandan
Zamân aşk ile doldu; mekân nûra gark oldu
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
“Lî maallâhi vaktün!” dedi çünki Mustafâ
“Allâh ile bir vaktim var!”: ebedî şimdiki ân…
VI
Şafakta ezan sesi; yola çıkıyor Kervân
Bu sonsuz yolculuğun rehberi Mustafâdır.
Zamân bu Kervândadır, bu kervân içre mekân
Çöl yok artık, kervân var: Kervân, bütün dünyâdır!
“El-Mülkü Lillâh!” dedik: “Mülk Allâh’ın!”, öyleyse
Bütün Dünyâ bizimdir ve bu zamân da bizde
Bir Kervân türküsüyle gelir gönlümüz vecde
İki yüzlü de olsa zamânımız, her zamân
Beyin kâfir olsa da, kalb dâimâ Müslümân…
VII
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor: uyan ey yolcu, uyan!
Katıl bu kervancının sonsuzluk nağmesine
Zamân bu nağmededir / Ebediyyet: şimdi! bu ân…
VIII
“Câme-siyeh ger küfür
Nûr-u Muhammed resîd”
“Vakt şüd ey mürdegân
Haşr-i mücedded resîd.”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor / Uyan ey yolcu, uyan!
Geldi Diriliş Çağı: Ey ölü gönül, uyan!
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kutlu bir ışık doğdu
“Nûr-u Tevhîd çevirdi karanlığı şafağa.
“Kar cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişti
Vakt erişti Ölüler, yeni bir Haşr erişti!”
Dağların, denizlerin ufuklarından, şafak
Göklere erişerek aydınlatır geceyi
Ey Ölü-gönül, uyan
Diriliş vakti bu ân
Uyan ey gönül, uyan!
IX
“Haber kün ey sitâre yâr-i mârâ”
“dil çü süturlâb şüd,
âyet-i heft âsümân”
Ey gönül usturlâbı! İşte Şafak Yıldızı…
“Haber ver ey sitâre
Haber ver yârimize”
“Ki gönül usturlâbı
Yedi göğün âyeti…”
Dünyâ nedir ki bize? Nedir bu devrân, nedir?
Bu Kubbe-i devvâre,
Dönen gökler, güneşler,
Saman Yolu, bir zerre,
Bir zerredir âsümân.
Bu sonsuz kâinât ne? Yalnızca bir damla kan…
Bütün bu kâinatdan daha geniştir bu cân
Çünki sığar kalbine rahmeti sonsuz Rahmân
Kâinat vâr olmadan/zamân, olmadan zamân
“E lestü bi-Rabbiküm?” hitâbının cevâbı
“-Belâ!” demişti ruhlar; “Belî!” dediğin zaman
Bir ışıktır, çevirir karanlığı şafağa…
X
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Îran-zemîn’de zamân Zümrüdü Ankaa gibi
Yanıp kül olsa bile / küllerinden dirilen
Ölümsüz bir kuştur ki- tüyleri Gökkuşağı
Şafak yüzlüdür Hürmüz
Karanlıktır Ehrimân!
Zervân, o sonsuz zaman, o iki yüzlü Zervân
Bir “ân”a sığdırsa da insanın kaderini
Böyle buyurdu Zerdüşt:
“-Zervân içinde yürür; geri dönmez bu kervân
Gidişi var, dönüş yok; yalnızca bir tek sefer”
Ebediyyet bu ândır… bu ân’a bağlı zafer
Kuzgunlara sunulsa bile insanın leşi,
Bir ân olsa da ömür, Tanrı dilerse, bir ân,
Bir ândır Ebediyyet, bir ân inanmak yeter!
-Karârın nedir şimdi?
– Kötülükle savaşmak / iyiliğe inanmak!
– Nedir bir ân inanmak?
– Pervâne gibi yanmak!
Gönül âteş-gededir: Gönül bir aşk çerâğı.
– Yürek nedir? Yanmaktır, pişmek, kavrulmak, yanmak!…
– Kaderin efendisi kim? / Sensin! İnanan insan!
Uyan ey gönül, uyan
Geldi diriliş çağı
Ey Ölü-gönül, Uyan!..
XI
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu…
“- Bu yol, hayat yoludur!” derdi Üstâd Lao-Çe;
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu.
Gönül bir özge cândır: Hem şâhin, hem güvercin
Karanlıkta parlayan
Bir çift gözdür o kaplan
Hem erkek, hem dişidir
Hem avcı, hem avlanan
Hem Yolcu, hem Yol’dur O
Her iklîmi dolaşır
Gönlü geniş, ufku hür…
Gobi çölünü aşar
Varır Sarı Irmağa
Her kalıba girer O
Ying ü Yang’ın ahengi / Tao’nun sırrı budur:
“Değişmeden-değişen” bir bulut; ve bir sağanak
Şimşek çakar ve söner: bir ân!
Gök gürültüsü; Yağmûr
Mührünü vurur Çağ’a…
XII
Yürekte hırs var, kîn var: Kirli kan var yürekte…
Dinler Sidarta Buda Ormanda bir ırmağı
Ormanın gölgeleri, “Mâyâ”dır; Gerçek değil!
Ormanda sonsuz-sükûn, “Ebedî ân”dır; geçer
Kaderin cilveleri, “Karmâ”dır… Gerçek değil!
Orman susar ve söyler: Sessizliğin dili var…
– Söz nedir? Söyleyenin kadri kadardır “söz”ü
Ne eksik, ne fazladır: tam sözü gibi özü!
Söz söyle, boş söz değil; çöz ey Sükût dilini!
Buda’ya sırlarını anlatır Irmak şimdi…
Anlar Buda, Irmağın, arzûların dilini
Mâyâ’dır Dünyâ,
Moksâ’dır Arzû,
Serap’tır Karmâ.
Bu Varlık bir serap’tır: Yokluk dahi Seraptır.
Nirvânâ: hîç ender hîç! Serâb içinde serâb…
“- Ey Suya düşen gölge!” diyor Irmak, Buda’ya,
Su temizdir kaynakta: kirli kan var yürekte…
Yürek yıkanmak ister/
Yürek ister, yıkanmak!
Ganj’da yıkanmak değil/Deri yıkamak değil,
Rûh’u yıkamak gerek,
Yıkamak gerek Çağ’ı
Ve kuşanıp Gerçeği; aşmak gerek Mâyâ’yı…
Sonra Aziz Buda’yı
Budayıp put yaptılar
Tebessüm eden bir put
İnsanların taptığı,
Tebessüm eden bir put, insan ahmaklığına…
XIII
Çölde doğan o şafak, yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in putları kırdığına
Bâbil Tanrılarını: Gökteki Yıldızları
Beğenmedi İbrâhim… Ay’dan da gönlü geçti.
Ve Mısır’ın Tanrısı “Güneş’ten de vazgeçti
Batışına bakarak ayın da, güneşin de
“Lâ uhibbul-âfilîn!” (Batan şeyleri sevmem!)
Dedi, kendi gönlünce.
Baktı kendi gönlüne:
Orda Tek Tanrı vardı,
Bütün putları kırdı.
İbrâhim Milletiyiz: Putumuz yoktur bizim
İbrâhim Milletiyiz: Tanrımız Tek’tir bizim!
Sen ey Destan şâiri! taa Zerdüşt’ten bu yana
Bak Ölüler dirildi: Sen hâlâ uykudasın
Halîlullah İbrâhim kırdı putları ama
Putlar bile dirildi-
Ey “ölü-can”lı insan, sen niçin dirilmezsin?
Kelîmullah’dı Mûsâ: gönlü Sînâ Dağ’ında
Tûr-i Sînâ’dır gönül çün “belî” makaamıdır!
Bak Mûsâ indi dağdan / Îsâ çıkıyor dağa
Zeytin Dağı’nda vaaz eder: Kelâm onun Kelâmıdır
Kelimetullah İsâ
Çık Golgatha Dağı’na
Sen kendin yapıyorsun ve kendin taşıyorsun
Çarmıhını sırtında…
Habîbullah Mustafâ katıldı bu Kervân’a
Su içerek canlanan kurak bir toprak gibi
“Lâ ilâhe illallâh!” dedi, cân ü gönülden
Bu Tevhiddir çeviren Karanlığı Şafağa…
XIV
“Tabl-ı kıyâmet zedend, sûr-i Haşir şîdemed”
Ey kara cübbeli Küfr! Sen ey insana tapan,
Kendi putuna tapan, put yaparak uyuyan-
“Uyuyan insan düş görür: Ölülerle konuşur-
Uyanan insan ibret alır, uyuyanlardan!”
“Kara cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişir
Vaktidir ey ölü-can, diriliş vakti bu ân!”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kulu bir ışık doğdu
Anlamasa da Küfr’ün Karanlığı, Işığı
Nûr-u Muhammed ile yeni Haşr oldu Zervân
Diriliş vakti şimdi, mahşer vaktidir bu ân
“Sûr-i Sirâfil ile Tabl-ı Kıyâmet vuran”…
Ebediyet “şimdi”dir! Ebedî çünki bu ân
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.
Geçip gidiyor Kervan: Uyan ey yolcu, uyan!
“Uyan derin uykudan
Derin uykudan uyan”
Ey Ölü-gönül, uyan!…