tarihbilinci.com sitesinde iktibas edilerek neşredilmiş bir yazım:
Tarih Nedir?
.
Bu kadar ilim ve sanat bahsi yeter/ Kapat artık bu kurumuş yaprakları/ Gel beri, beraber öyle bir kalp getir / Ki gören ve anlayan bir kalp olsun.
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Bismillah diyerek başlıyorum ve Allah izin verirse, insanlığın yeryüzü macerası hakkındaki düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Bugüne kadar, asıl ihtisas saham olan İslam Tarihi hakkında sadece iki kitab yazmış; daha çok ’tarih felsefesi’ ile ilgilenmiş; tarihi hadiselerin zâhirinde bir ma’nâ yahut bâtınında bir ’mazmun’(gizli veya sembolik bir ma’na) bulmaya çalışmıştım. ’Tarihin felsefesi’… insanlığın yeryüzü macerasını yorumlamak… hatta, tarihe ’tabiat tarihi’ni de ilave edersek, geçmiş zamanda kalan bütün varlık kategorilerini yeniden tasavvur ve tefsir etmek… peki ama, bu mümkün mü? Ne var ki, bütün insanlık tarihi boyunca insan aklı, böylesine uçsuz bucaksız bir denizi keşfetmek ve yorumlamak gayretini göstermiş ve hatta bu yoruma güvenerek dünyayı değiştirmeye, kendi tasavvuruna göre bir kültür şeklinde, yeniden biçimlendirmeye kalkışmıştır. Zaten, insanın tabiatteki diğer canlılardan farkı da bu değil mi? Belki de ’tarih’in manasını anlamak mümkün değil ve zaten ’tarih’ derken, “Gemiler geçmeyen gaib bir ummanda” ebediyyen kaybolan bir mekan ve zamandan bahs ediyoruz…
Yunus Emre, “dört kitabın ma’nisi bellidir bir elifte” diyordu; dört Mukaddes Kitapta yer alan bir ma’nayı kastediyordu. Mukaddes Kitaplar çok tefsir edildi; insanoğlu cesurdur, bugüne kadar Tanrı Kelamı hakkında sayısız tefsir/yorum yazıldı. Lakin, Allahın Kelamı yalnızca Mukaddes Kitaplardan ibaret değil; okumamızı emrettiği iki kitabı daha var: İnsan Kalbi ve Kâinât. Halbuki, böyle bir Tarih Felsefesi tasavvuru tarih içinde yer alan diğer iki kitabın da, insanın ve kainatın dahi, okunması ma’nasına gelecektir. Demek oluyor ki, ayrıca bu üç kitabın da üç ayrı tefsiri var ki, Yunus gibi söylersek, “üç kitabın ma’nası bellidir bir elifte” diyebiliriz. Mukaddes Kitapları anlamak, Kâinât Kitâbını anlamak (bir ma’nâda ilim) ve İnsanı anlamak (yani tarih felsefesi). Şimdiye kadar, Hakkın ve Hakikatin sonsuz genişlikteki bu üç kitabından, nasibim ölçüsünde karşıma çıkan, bazı sayfaları açmaya ve okumaya çalıştım; Lakin, elime kalem alıp tuttuğum notlarda -Tarih felsefesi hakkındaki yazı ve kitaplarımda- fikirlerimi ancak dağınık bir biçimde ifade edebilmiştim; bunları derli toplu bir kitap biçiminde, düzenli bir plan çerçevesinde yazamamıştım: Zira, geçen zaman içinde, sistemli bir tarih felsefesi inşa etmek için kullanılacak yapı taşları mahiyetindeki bir takım felsefi fikirlerin olgunlaşması gerekiyordu. Demek oluyor ki, yıllardır bu mevzuda düşünüp yazdığım bundan önceki bütün yazılar, yalnızca zaruri hazırlık çalışmalarından ibaret idi.
Zerdüşt, Zend-Avesta kitabında “-Tarlanı sür!” diyor; biz de uzun zamandan beri tarlamızı sürdük, ektik ve mahsul zamanını bekledik. Toprağa gömülen tohum sonunda çürüyüp, öldü ve işte tekrar dirildi; toprak üstünde boy attı ve hamdolsun ki nihayet hasat zamanı geldi. Şimdi, bu uzun bekleyiş devrinde biçimlenen tarih anlayışımı, yeniden gözden geçirerek alem-i irfana takdim etmem gerekiyor. Eğer, sağlığım, zamanım, imkanım ve ilhamım elverirse, “Tevfik-i Rahmani” bana yar olursa, bugüne gelinceye kadar ki bütün mesaimin semeresini, kendi “tarih felsefem”i, hasılı gönül iklimine gelen ilhamın mahsulünü alem-i irfana arzetmeye çalışacağım. Zira, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi; “Gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler…”
İncil’de Hz. İsa’nın bir ’temsil’i (parable) nakledilir: “Bir zamanlar adamın biri tarlasına tohum ekermiş. Ancak, yola düşen bazı tohumları kuşlar yermiş. Kayalık yerlere düşen tohumlar büyürmüş, ama güneş onları kavururmuş; kökleri derine gitmeyen bu filizler de çabucak kururmuş. Şu da var ki, bazı tohumlar da verimli toprağa düşmüş ve bire altmış, bire yüz misli mahsul vermiş…” Hz. İsa bu temsil ile, kendi sözlerini ’toprağa atılan tohum’a benzetiyor ve diyor ki: “-O halde, kulağın varsa dinle!” Böylece, yeni bir tarih felsefesi ortaya koymak düşüncesi ile sözlerime başlarken, aklıma bir İncil ayeti daha geldi: “Şimdi değilse ne zaman?”
Ortaçağda yaşayan tarihçi bir keşiş, tarihi değiştirmiş: Aziz Bede (Bede the Venerable), büyük bir Kilise Tarihi (Historia Ecclesiastica) yazmıştı ve bütün tarihe bir ma’na bahşedeceği düşüncesi ile, 725 yılında yazdığı, Zaman Tesbiti Üzerine (De Temporum Ratione) isimli eserinde, ’Tarihi/Takvimi Hz İsa’nın mevlid yılına göre hesaplama’ usulünü başlatmıştı. Müslümanların tarihi hicretle başlatması gibi. O zamandan beri, “Allah’ın Kelimesi”nin dünyaya teşrif ettiği yıl olması itibarı ile, Hz. İsa’nın doğum yılını birinci yıl sayarak başlatılan ’miladi takvim’e göre, 2000 yılına, yeni bir ’millenium’a girmiş bulunuyoruz. Bu mücerret rakam bir yana, gerçekten de hızlı bir geçiş çağında, insanlığın umumi hayatında büyük değişmelere sebep olacağı açıkça hissedilen, fakat neticeleri pek kestirilemeyen mühim tarihi gelişmeler içinde yaşıyoruz.
Bu sarsıntılı değişme devri ve geçiş devresinde ’in transitu’, bu buhranlarla dolu “bunalımlı çağ”da, insanlığın bugüne kadar ortaya koyduğu bütün fikir ve idealler, bugünkü dünyaya geçmiş zamanlardan miras kalan bütün ideolojiler eskimiş görünüyor; insanlık yeni idealler arıyor: Denebilir ki, yeni bir tarih felsefesine muhtacız. Zira, Yirminci Yüzyılda veya eski devirlerde yaşayan tarih filozoflarının ortaya koyduğu fikirler, eski dünya görüşleri, eskimiştir: Bugünkü beşeriyetin yeni bir vizyona ihtiyacı var. Halbuki, “bir yerde vizyon yoksa halk mahvolmaya mahkumdur.” Böyle bir zamanda, mevcut dünya görüşleri ile bir türlü tatmin olamayan ve bu ihtiyacı görüp hisseden bir tarihçi olarak, şimdiye kadar bölük pörçük ifadeler içinde şekillendirmeye çalıştığım kendi tarih felsefemi artık anlaşılabilir bir biçimde ortaya koyma lüzumunu vicdani bir vecibe olarak görmeye başladım. Geçen geçti; dünyaya yeni gözlerle bakmak ve yeni sözler söylemek lazım. Eskiler, bir Bektaşi nefesinde, “biz bu kainatın ibtidasıyız” demişler. Halbuki, biz bugün Kainat kitabının sadece giriş kısmını okuyabiliyoruz; yalnızca en yakın çevremizi tanıyoruz. İnsan kalbinin haritası ise sonsuz… Bunu bilmeme rağmen, yine de, İncil’deki âyeti hatırlıyor ve tekrar soruyorum: “şimdi değilse ne zaman? Ben değilsem, kim?”
Şu halde, biz şimdi “her dem yeniden doğarız” diyoruz; çünkü her dem yenilenen ve değişen bir dünyada yaşıyoruz. ’Şu sönen, gölgelenen dünyada’, eski deyişle ’kurûn’ ül-ûla’da (yani ilk çağlarda) ’Yunan-ı Kadim’de yaşamış olan Heraklit, her an ve her şeyin değiştiğine inanıyordu ve “güneş her gün yeniden doğar” diyordu. Hemingway de bir kitabına böyle isim koymuştur ya: “Güneş De Doğar!” Ve ben şimdi diyorum ki, “bugün de yeni bir gündür”; o halde, bu dünyanın yeni bir “tarih felsefesi”ne ihtiyacı var. Lakin, şu maruf ’tarih’ ve ’felsefe’ kelimeleri bile, zihnimizde fazla basitleştirilmiş tasavvurlar uyandırıyor. Bize bu kavramların ne olduğu sorulmadığı müddetçe, bunları anladığımızı sanıyoruz. Fakat, “-târih nedir?” yahut “-felsefe nedir?” diye sorulduğu zaman, ve bu kelimeler üzerinde biraz düşününce; bunların ma’nalarını sandığımız kadar iyi bilmediğimizi fark ediyoruz. Aslında, bu kelimeler hiç te bizim sandığımız kadar basit değil. Çağdaş şairlerden Karl Shapiro dermiş ki: “İnsan bir kelimeye parmak basabilir; ama ondaki esrarı tamamen çözemez.” Söz gelişi, ’geçmiş zaman’ ma’nasına gelen şu basit ’tarih’ kelimesinin ma’nasındaki ihataya bakın: tarih kavramı içinde /geçmiş zamanda kalan/ bütün bir kainat gizli değil mi? Nitekim, tarihin ne olduğunu tarif etmeye kalkışınca bunun pek kolay olmadığını görüyoruz. Şu halde, önce “-Târih Nedir?” diye sormak ve tarih kavramı üzerinde anlaştıktan sonra;”-Târihin felsefesi nasıl yapılır, yahut târih felsefesi Nedir?” sualine tatminkar bir cevap bulmak zorundayız.
Acaba Tarihin Ne Olduğunu Gerçekten Biliyor Muyuz?
“- Tarih nedir?” El-cevap: “-Bilmiyoruz…”
Tarih deyince ne anlıyoruz, tarih neye dairdir, nelerden bahseder ve ’tarih disiplininin sınırları’ nelerdir? Tarih dediğimiz zaman herkes anladığı halde, yıllarca tarih profesörlüğü yapmış bir insanın bu sualler karşısında “-henüz bilmiyoruz…” cevabını vermesi elbette biraz şaşırtıcıdır ve açıklama gerektirir. Will Durant, The Lessons of History kitabının girişinde, “Her şeyden önce, geçmişin ne olduğunu, gerçekte geçmişte neler olduğunu, hakikaten biliyor muyuz?” diyordu. Ben daha ileri giderek, “acaba gerçekte ’tarih’in kelime anlamını olsun biliyor muyuz?” diye soracağım. İsterseniz önce sözlük anlamına göre, “Tarih” kelimesinin kullanılış biçimlerine bir bakalım:
1. Bir vukuat anlatımı; bir hikaye.
2. a. Vukuatın tarih sırasına göre (kronolojik) bir kaydı, bir halkın veya müessesenin hayatı veya gelişme tarihi gibi (çoğu zaman hadiselere dair bir açıklama veya yorum da ihtiva edecek biçimde).
b. Tabii hadiselere dair bir mevzuun formel bir biçimde anlatımı: Mesela, Yanardağların tarihi; jeolojik tabakalar tarihi vs. şeklinde tabiat tarihi.
c. Bir hastalığın tıbbi arka planının/geçmişinin kaydı: hastalığın tarihi.
3. Geçmişteki hadiseleri kayıt ve tahlil eden bilgi
4. a.Tarihin inceleme mevzuu olan hadiseler.
b. Geçmiş devirlere mensup bir şey
c. enteresan bir geçmiş ; “Tarihi Beyoğlu” gibi.
5.Tarihi hadiselere dayanan bir drama: Shakespeare’in Julius Caesar’ı,Tolstoy ’un Harp ve Sulh’u gibi.
Sözlüklerdeki tarifler basit kelimeler için elbette biraz işe yarar; ama, Varlığın Ma’na ve Mazmunu isimli kitabımda Semantikçi Hayakawa’nın ’kavram tarifleri’ hakkında yazdıklarını nakletmiştim ki bu noktada o tenkidi tekrar etmek istiyorum:
” ’Haydi terimlerimizi tarif edelim, ta ki, hepimiz ne hakkında konuştuğumuzu bilelim!’ şeklindeki formül, akademik çevrelerde çok yaygın olmakla beraber gerçekçi değildir (ve sonuç olarak bir batıl itikattır). Mesela, bir golf oyuncusunun golf terimlerini tarif edememesi onları anlayamadığı ve kullanamadığı anlamına gelmez. Tersine, bir insanın çok sayıdaki terimi tarif edebilmesi de, müşahhas, pratik durumlarda bu kelimenin hangi nesne veya ’operasyon’lara tekabül ettiğini bilebileceğini garanti etmez. insanlar sanıyorlar ki bir kelimeyi tarif etmekle, bir çeşit anlayış teessüs etmiştir: şu gerçeği görmüyorlar ki, tarif edilmek istenen kelimeye nispetle onu tarif eden kelimeler çoğunlukla çok daha ciddi şaşkınlıklar ve belirsizlikler gizleyebilir içlerinde. Bunu fark edip, bir de bu tariflerin, “tariflerinin tariflerini” tarif etmeye ilanihaye uğraşırsak, kendimizi bir fasit daire içinde bulabiliriz. Çünkü tarifler, popüler görüşlerin aksine, bize nesneler hakkında hiçbir şey anlatmazlar. Onlar sadece halkın linguistik alışkanlıklarını tarif ederler. Yani, onlar bize halkın hangi şartlar altında hangi çeşitten gürültüler çıkardıklarını anlatırlar.”
Ve unutmamak gerekir ki, tarih kelimesi küçümseyici ma’nada dahi kullanılabilir. “Bunlar tarih oldu! geçmişe mazi derler!” gibi. Bir çok insana göre, tarihin nihai mahsulü ekseriya efsaneden ibaretdir (usture). Kuran’daki bir ifadeye göre, o zaman ki müşrikler Kuran-ı Kerimde anlatılan tarihi kıssalar için, hem de Arapça’ya Yunanca’dan geçme “usture” kelimesinin çoğul şeklini kullanarak; “in hâzâ illâ esâtîr ’el-evvelîn”: ﻦﻴﻟﻭﻻﺍ ﺮﻴﻃﺎﺳﺍ ﻻﺍ ﺍﺫﻫ ﻥﺍ: “Bu ancak esâtîr ’el-evvelîn! ” yani, bunlar yalnızca evvelkilerin ustûreleri, masalları, eskilerin mitolojik efsâneleri diyorlardı. Söz gelişi, İngiliz Tarihçi Thomas Carlyle: “Tarih damıtılmış dedikodudur!” der. Voltaire’e bakılırsa, “Fabl dediğimiz, hikaye imiş gibi anlatılan gerçektir, Tarih ise gerçekmiş gibi anlatılan bir (Fabl) hikayedir.” Napolyon’a göre ise; “Tarih hakkında mutabık olduğumuz bir ’fabl’dan, bir efsaneden, başka nedir ki?” Tarihçi Will Durant ise Napolyon’dan bile daha şüpheci, tarih dediğimiz ’fabl’ hakkında bir mutabakata varılabileceğini dahi kabul etmiyor: “Her şeyden önce, geçmişin ne olduğunu, gerçekte geçmişte neler olduğunu, hakikaten biliyor muyuz- yoksa tarih, ’hakkında bir mutabakata varmak pek de mümkün olmayan bir ’fabl’dan mı ibaret?” diyor.
Şimdi, ’tarih’ lafzının ma’nasına biraz daha yakın plandan bakarak, kelimeyi daha iyi anlamaya çalışalım. Bizim dilimizdeki Tarih kelimesi İbranice “verrehe” kökünden; batı dillerindeki İstoria/history ve benzerleri ise, Yunanca “istorein”=araştırmak kökünden geliyor. Bu “istoria” kelimesi Yunanca’dan Arapça’ya “usture” (efsane) şeklinde geçmiş ve şaşılacak şeydir ki, ayetde görüldüğü gibi, “usture” kelimesi bu menfi ma’na ile Kuran-ı Kerim’e bile girmiştir. Demek oluyor ki, Ralph Waldo Emerson, “Lisan tarihin arşividir” derken haklıymış. “-Şu halde, bu kelime kökünden hareket edecek olursak, ’Tarîh’in kelime ma’nası nedir? Tarîh bir ’usture’ midir?” Hem çok basit, hem çok zor bir sual: ’Tarîh’ kelimesi, “verrehe”, yani kameri görmek kökünden (tefil babında tevrîh/tarîh, müverrih=tarihçi) geldiğine göre, Tarih kelimesinin ma’nâsı da hâdiselerin kamerî takvîm ile (İbraniler ay takvimi kullandığı için) “tarihlendirilmesi”, bir takvime göre kaydının tutulması oluyor: tam tamına, “takvîm-i vekayi”… vukuatın kronolojik kaydı.
Basit gibi görünüyor; amma bu kelime ma’nası bile, bazı filozofların tarihi küçümsemesine sebep olan, bir takım felsefi müşkülat çıkarır: Bunu anlatabilmek için, “Tarih Felsefesi Açısından İslam’da Mülk ve Hilafet” kitabımdaki bazı sözleri tekrar etmek istiyorum:
“Tarih geçmiş devirlerde vaki olan bir takım hadiselerin hikaye edilmesinden ibarettir. Aslında tarih kelimesi, hem batı dillerinde hem de bizim dilimizde, ’hadiseleri bir kronolojiye göre tasnif etmek’ ma’nasına gelir: Yunanca’da istoria kelimesi, ’ferdi vakalar hakkındaki bilgiler’ demektir ve Batı dillerindeki tarih (historia, istory vb.) kelimesi de bundan türemiştir (A. J. Toynbee istoria kelimesinin İon lehçesindeki asıl anlamının “gerçekleri araştırma, inceleme” olduğunu vurgular). Arapça tarih kelimesi de, İbranice “verrehe” (ay görmek) kökündendir ve hadiseleri (Sami kavimlerdeki) ay takvimini kullanarak bir takvime bağlamak, yani, ’ferdi vakaların tarihlendirme esasına dayanan kronolojik bir tasnifi’ anlamına gelir. Eski Yunan’dan beri, tarih kelimesinin bu ’ferdi, eşsiz ve benzersiz (unique) vakaların hikayesi’ anlamı yüzünden, bir “İstoria/Theoria” (tarih ve teori) zıddiyeti vardır; tarihi vakalardan hareketle genelleme yapmak mümkün olmadığı için tarih anlaşılamaz kanaati vardır.”
Buna göre, tarih ’sadece belli bir mekanda ve zamanda cereyan eden hadiselerin kaydedilmesinden ibaret’ ise; denebilir ki, o zaman tarihin hiçbir ma’nası olamaz. Zira bu takdirde, sözü edilen vukuat belli bir zamana mahsus hususi hadiselerden ibaret olacaktır: “özel hal” diyelim isterseniz… Fakat, özel hal, adı üzerinde ’özel hal’dir; belli bir zamana mahsus bir sürü ’özel hal’den hareketle bir genelleme yapılamaz. Halbuki, genelleme yapmadan düşünce üretilemez. Bu açıktır. Düşünce genelleme demektir, genellemesiz teori olmaz. Bir zamanlar, Hegel de buna benzer bir söz söylemiş: “Bir fikir daima bir genellemedir, ve genelleme düşüncenin mülküdür, Genellemek düşünmek demektir!”
Tarihi hadiselere dair genelleme yapılamaz ise; bu, tarihten hareketle düşünce üretilemez, tarihin teorisi yapılamaz, ma’nasına gelecektir. Vaktiyle bu sebeple, yani tarihin teorisi olamaz, “theoria ve istoria (tarih) birbirine zıttır” diye düşündüğü için; Aristo, “Şiir bile tarihten daha değerlidir, çünkü daha umumidir” demiş. Tarihteki filozofların çoğu, tarihi hadiselerin genellemeye uygun olmadığını ve tarihin teori inşasına müsait olmadığını düşündükleri için, tarihten hiç hoşlanmazlar. Tarih kelimesinin bu ma’nasına bakılacak olursa tarihe dair bilgiden bir şey çıkmaz Teorisi yapılamaz ise, tarihten istifade etmek de mümkün olmaz; çünkü, teorisiz pratik işe yaramaz.
Aslında, İstoria kelimesinin hem tabiat hadiseleri, hem tarihi hadiseler anlamına gelmesi ve Eski Yunan zihniyetine göre bahsettiği mevzuların yapısı genellemeye müsait olmadığı için teorisinin yapılamaması sebebiyle yapılan tartışmalar, Batılı Tarih Literatürüne çok tesir etmiştir. İstoria kelimesinin anlamı çerçevesinde bir çok felsefi yorumlar yapılmıştır; ancak, bu tartışmalara girmenin yeri burası değil, bunlardan ancak “tarih felsefesi” bahislerine girdiğimiz zaman bahsedebiliriz. Esasen bizden önce Doğan Özlem, Tarih Felsefesi kitabında, bu ’Tarih ve Teori zıddiyeti’ meselesi hakkında, istoria kelimesinin farklı anlamlarından doğan problemler sebebiyle bütün bir tarih boyunca Batılı tarihçi ve filozofların yaptığı tartışmaların güzel bir dökümantasyonunu yapmış bulunuyor: Zaten bu eserde, pek çok batılı mütefekkirin düşüncelerini nakl edilmiş ve tarih felsefesi mevzuu adeta istoria kelimesine yüklenen anlamlar çerçevesinde incelenmiştir. Burada kasdedilen yalnızca tarih içinde meydana gelen bir anlam farklılaşması da değil. Tarih kelimesi, mensub olduğu kültürün tarihiyle beraber, lisan felsefesi tahlilleri de gerektiren kelimelerdendir. Şimdilik, şu kadarını söylemekle iktifa edeceğim: yeryüzünde sadece insanların değil kelimelerin de bir macerası vardır.
“Kelime” nin bir ma’nası varsa, bir “tarihî macerası” da var.
Her şeye rağmen, “-Tarih nedir?” sualine, geniş anlamda, “-Tarih, geçmişte olup biten bütün hadiselerin yekunudur; veya daha realist bir ifade ile, tarih ’bilinen geçmiş’in tamamıdır” şeklinde bir cevap verilebilir. Demek ki, geçmiş zamanda cereyan eden bütün hadiseleri bilmek mümkün olmadığı için “Tarih bilinen geçmişin tarihidir” demek zorunda kalıyoruz. Ne var ki, bilinen geçmişten tarihçilerin anladığı şey, ’bilinen geçmiş içinde yer alan hadiselerin de tamamı değil; ’yazının keşfinden bu yana yazılarak kaydedilmiş olduğu kadarı ile bilinen geçmiş’tir, Tabiat Tarihi (astronomi, jeoloji), antropoloji, arkeoloji gibi, yazının keşfinden önceki devirlere dair bilinen geçmiş, çağımıza gelinceye kadar tarihçileri pek ilgilendirmezdi. Hatta, klasik tarihçilik anlayışında, tarih demek, yazının keşfinden sonraki bilinen geçmiş içinde cereyan eden bütün hadiseler bile değil, yalnızca bunlar arasından seçilmiş ve tarihçiler açısından kayda değer bulunan, ’bir tarihi ehemmiyeti varsayılan’ hadiseler” demektir.
“-Şu halde, bilinen geçmişteki hangi hadiseler tarihin mevzuudur?” Bir bakıma, “ananevi olarak tarihçiler tarafından dikkate değer bulunarak anlatılan, tarihi bir ehemmiyete sahip olduğu varsayılan, mevzular tarihtir” denebilir. Bu ise tarihi, “vesikalara kaydedilmiş hadiseler ve tarihçiler tarafından anlatılan kadarı ile bilinen geçmiş” şeklinde sınırlamak demektir. Halbuki Tarih, kelime anlamından çıkan tarife göre, bütün geçmiş zamanın (yani tarihi belgelerde hakkında bilgi bulunsun veya bulunmasın, geçmiş zamanlarda vaki olmuş olan bütün hadiselerin) tarihi olmak zorundadır. Ne var ki, eski zamanlarda kalmış bir tarih anlayışına göre, “Tarihin kayda değer mevzuları, neredeyse sırf siyasi tarihten ibarettir”. Eski tarihçilik geleneğinin çizdiği bu tarih çerçevesi, bugünün tarihçilerine kabul edilemez görünmektedir. Demek ki, “tarihin mevzuu ve sınırları” üzerinde düşündükçe bir takım problemlerle karşılaşıyoruz. Bir Bizans Mistiğinin dediği gibi: “Mademki realiteyi değiştiremiyoruz; o halde biz de, onu gören gözleri değiştirelim” ve belki bize, tarihin ne olduğu hakkında biraz daha anlaşılır bir fikir verir ümidiyle, biraz da tarih yazma pratiğinin mahiyetine bakarak tarihi anlamaya çalışalım.
Tarihçilik Nedir? Tarih Bir İlim, Felsefe veya Sanat Sayılabilir Mi?
“-Tarihçilik bir ’ilim’ sayılabilir mi, yoksa bir nevi ’felsefe’ midir? Bir ’sanat’ olabilir mi? Yoksa tarihi, hem ilim, hem felsefe, hem de bir sanat mı saymak gerekiyor?” Belki de, tarih bu disiplinlerin hiç birine benzemiyor. Başından beri, tarihçiler her devirde değişen bir tarih anlayışına sahib olmuş, farklı bir tarihçilik üslubu ile tarih yazmışlar; bugünkü Batı dünyasında da, ülkemizdeki meslekten tarihçilerin bile pek dikkate almadığı, bir takım yeni düşünceler var. Şöyle ki, bugünlerde pek çok ilim adamı, gittikçe artan ve keskinleşen bir ilgiyle, dikkatlerini tarihin teorik temellerine çevirmiş bulunuyor. Artık, tarih ile hayali edebiyat (imaginative literature) arasındaki münasebetler hususi bir dikkatle inceleniyor: bu yeni değerlendirmelerden sonra, nihai olarak belki de, “tarih bilimsel malzemeye dayanarak çalışan bir edebiyat tarzıdır” hükmü bile ortaya çıkabilecektir.
Demek ki, bu fikre bakılırsa, “tarih, tarihî bilgilere dayanarak yazılmış bir edebiyat sanatı sayılabileceğine göre,’tarihi roman’ gibi bir şey.” Gerçi, neticede ortaya çıkan tarih kitabı veya biyografi, “Harp ve Sulh” romanına benzer bir “tarihi roman” olmuyor. Mesela, Henry Troyat’ın Dostoyevsky ve Tolstoy biyografileri hem tarih, hem edebi eser sayılabilir: Sanki Tolstoy’un hayatı değil de, kahramanı Tolstoy olan bir roman gibi yazmış. Tarihçi E. H. Carr’ın yazdığı Dostoyevsky biyografisinde ise, tarihi bilgiye nisbetle, edebi muhayyile unsuru daha zayıf görünüyor. Bununla beraber, son zamanlarda Batı dünyasında yayılmaya başlayan bu kanaate göre; “her ne kadar tarihçilerin kullandığı malzeme ilmi materyal (tarihi vesikalar) olsa da; yine de, tarih hayal gücüne dayanan bir edebi tarzdır.”
Bir zamanlar, On dokuzuncu Asrın Batı dünyasında ilmi gelişmelerin ve positivizmin tesiri altında kalan tarihçiler arasında, “tarihin bir nevi ilim olması gerektiği” düşüncesi hakim olmuştu. Ülkemizdeki tarihçilerin çoğu –bugün bile- tarihi bir çeşit ilim sayıyorlar. Halbuki, çağımızda yaşanan iki dünya savaşından sonra, bugünkü Batı dünyasında On dokuzuncu Asra mahsus o eski iyimserlik yok oldu. Bir zamanların, ’tarihi inceleyerek geçmişte neler olduğunu (bilmek) araştırıp ortaya çıkarmak mümkündür’ şeklindeki ümidi, yerini iflah olmaz bir kötümserliğe bıraktı: Bugünkü yaygın kanaate göre, ’ne kadar çok tarihi vâkıâ (gerçek vaka) bilgisi toplanırsa toplansın, bunlara dayanarak, tarihin anlaşılabilir bir yapısı inşa edilemez ve bir tarihçi kaba saba peşin hükümlerden ne kadar uzak olursa olsun, tamamen tarafsız olamaz; objektif gerçekleri, kendi şahsiyetini hiç işe karıştırmadan, kaydedemez.’Bu kanaati paylaştığımız takdirde, tarihin ilim olmadığını da kabul etmiş oluyoruz: zira, buna göre, tarihin anlaşılabilir bir yapısını inşa edemiyoruz; kısaca tarihi anlamak mümkün değil. Ayrıca, tarihçiler gerçekleri objektif ve tamamen tarafsız bir biçimde kaydedemezler ise, tarih hakkında elde edeceğimiz bilgi zaten güvenilir bir bilgi çeşidi de olamayacak demektir. Bu durumda ise, ortada bir tarih bilgisi de kalmadığına göre, denebilir ki:”tarih bir ilim değildir ve aslâ ilim olamaz.”
Yahya Kemal, ’Itrî’ şiirinde, bir benzetme yapıyor: Itrî’nin belki binden fazla bestesi olduğu halde, elimizde yalnızca 30 kadar bestesi kaldığı için; “Gemiler geçmeyen gâib bir ummânda belki hâlâ çalınan o kayıp besteleri” dinlemek, ne yazık ki artık mümkün değildir. Demek ki, geçmiş zaman içinde unutularak pek çoğu bizim için ebediyen kaybolan tarihi, tarihte vaki olan hadiselerin kahir ekseriyetini, bilmek veya geçmişte ne olduğunu öğrenmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu demektir ki, Tarih yazma pratiği (Historiography) yahut kısaca ’tarihçilik’ dediğimiz zaman, geçmişteki cemiyetlerin ve insanların hayatları hakkında sırf tarihi tesadüfler sayesinde bugüne ulaşabilmiş vesikalar vasıtası ile bilebildiğimiz bazı hadiselere dair yazılı kayıtları veya birilerinin yazdığı tarih kitaplarını kastediyoruz; ve buna bağlı olarak da, tarihçilerin bu yazılı kayıtları anlamaya teşebbüs ederken nasıl bir inceleme metodu takip ettiğini ve bu yolda ne gibi çalışmalar yaptıklarını anlıyoruz…
Tarih derken bazen geçmiş zamanı bazen tarih yazarlığını kastediyoruz; çünkü, aslında bunlar da birbirine bağlı; tamamen farklı ve bağımsız şeyler değil:”Tarihten önce tarihçiyi tanımak gerekir” derler; çünkü, tabii olarak tarihçinin şahsiyeti, dünya görüşü ve kavrayışı yazdığı tarihi biçimlendirecektir.Tarihçilik pratiği(Historiography) geçmiş zamanlarda yaşayan cemiyet ve insanlara dair kayıtlardan ve tarihçilerin bunları anlama ve anlatma teşebbüsünden ibarettir. Şu da var ki, tarihçiler sadece yazılı tarih metinlerini kullanmazlar: Geçmiş zamanın izini sürerken, mümkün olduğu ölçüde, bugüne intikal eden her türlü şehadeti (bütün tarihi mirası ve belgeleri) kullanırlar. Bu haliyle, Tarih pek çok disiplinin ve edebi formun yardımına başvurduğu için, ortaya çıkan manzara tam bir kaostur. Bu vaziyete bakarak, tarihi geçmişi araştırmaya, keşfetmeye ve anlaşılabilir bir tasvirini yapmaya çalışan bu karmaşık “Tarih” disiplininin mahiyetini tarif etmek öyle pek kolay bir iş gibi görünmüyor.
Risale-i Sipehsalar’da bir söz var: “Derviş gördüğünü, cahil duyduğunu söylermiş.” Bütün ciddi tarihçiler insanlığın geçmişi hakkındaki “vâkıâ”ları (yani tarihi gerçekleri) toplamak ve kaydetmek isterler ve ekseriya bu tarihi gerçekleri bizzat arayıp bulmak, keşfetmek, mevkiindedirler. Böyle bir pratiğin tabii neticesi olarak, tarihçiler, elde ettikleri bütün bu bilgilerin yetersiz ve kısmen gerçek dışı veya tarafgir olduğunu; bu yüzden de dikkatli bir tarihi tenkide tabi tutulması gerektiğini elbette bilirler. Ne var ki, bazen ciddi tarihçiler, tarihi hadiselerde beşeri hayatın mühim problemlerini aydınlatacak ma’nalar dahi keşfetmek isterler. Halbuki bu takdirde, böyle bir maksada basit sağduyu ve kitabet çerçevesi içinde kalarak ulaşmak mümkün olmadığı için, şuurlu veya şuursuz olarak felsefi meselelerden bahsetmeye, belki basit seviyeli de olsa, felsefe yapmaya başlarlar. Eğer, ciddi bir disiplin olarak tarih incelemelerinden maksat insan hayatını anlamak ise, bu işin, bir takım hadiselerin gerçekten vaki olup olmadığına dair delilleri araştırmakla, şehadetleri sayıp dökmekle mümkün olamayacağı açıktır. Tarihte beşeri hayatın mühim problemlerini aydınlatacak manalar araştırıldığı takdirde ise, tarihçi mecburen felsefe yapacak; Tarih de bir nevi felsefe olacaktır.
Tarihi vesikalar, bir tarihî tasvir veya yorumu meydana getiren, seçme, düzenleme ve açıklamaları yapmak için yalnızca bir temel teşkil ederler. Tarihçinin yalnızca bir hadiseden bahsetmesi veya bir inceleme mevzuu seçmesi bile bir “yorum” ihtiva eder. Zira, bu demektir ki bahsedilen mevzu mühimdir veya bahse değer bir mevzudur. Bir kere, Tarihi bir bahse mevzu teşkil edecek olan hadiselerin çerçevesi seçilir seçilmez; bu bahse çizilen sınırlar, tarihçinin araştırmasını yönlendirecek bir model telkin eder ve tarihçi, mevzu-u bahis hadiselerin detaylı bir tasvirini yapabilmek için, eldeki bilgileri derhal tasnif etmeye ve bunları değerlendirmeye yarayacak hipotezler geliştirmeye başlar. Buna, kendi araştırma tecrübemden bir misal vereceğim. Anadolu’da İslam-Bizans Mücadelesi isimli kitabımda, araştırdığım tarihi mevzu bana şöyle bir hipotez telkin etmişti: Müsteşrikler Anadolu’daki muharebeleri incelerken, “Arapların yağmacı olduğunu ve Anadolu’yu fethetmek istemediklerini” söylüyorlardı. Bu faraziyeye karşılık, ben bu bahsi, “Araplar Anadolu’yu fethederek Bizans’ı yok etmeyi niçin istemesinler; bunu istedilerse, o halde Bizans’ın diğer eyaletlerini kolayca fethettikleri halde Anadolu’yu niçin fethedemediler, bu başarısızlıklarının sebeplerini araştırmak gerekir” şeklinde bir hipotez ile ele almıştım. Bu hipotez sebebiyle, sözü geçen eserde, Arapların Anadoluda yaptıkları muharebelerin hikayesine ilaveten, Anadolu’da başarısız olmalarının sebeplerini dahi izah edebilmek için, Bizans’ın sosyal durumu, Bizans’ta eski çağlardan beri süregelen dini ihtilafların tarihi, daha önceki tarihlerde Heraklius’un Anadolu’da yaptığı askeri ve mali reformlar gibi, sözü geçen muharebelerden daha önceki zamanlarda vaki olan hadiseleri de anlatmak mecburiyeti hasıl olmuştu.
Tarihçi bir hipotezle hareket etmekle beraber, elbette tarihi gerçeklere saygı duymalı, yanlışlık ve bilgi derleme eksikliğinden mümkün mertebe kaçınmalı ve entelektüel bakımdan tatminkar bir yorum ortaya koyabilmelidir. Mesela, ben bu araştırmayı yaparken, üniversitedeki arkadaşlarıma tercüme ettirmek suretiyle Süryanice, İtalyanca, Latince gibi bilmediğim yabancı dillerde yazılmış kaynakları dahi kullanmıştım. Elbette bilgiye ulaşmak mümkünken, “her ne kadar bu bilgileri öğrenmem gerekmekte ise de, ben bu kaynağın dilini bilmiyorum; bu yüzden bu kaynağı kullanamayacağım” diyemeyiz. Buna mukabil, geçmişin bazı hadiseleri hakkında elimize hiç bir tarihi vesika geçmemişse, o hadiseler hakkında hiçbir bilgi sahibi olamayacağımız da aşikar bir gerçektir.
Şu da var ki, tarihçilerin bizzat şahit oldukları hadiseleri kaydetmeleri şeklindeki (mesela Churchill’in yazdığı İkinci Dünya Savaşı Tarihi gibi) bazı hususi hallerin dışında, tarihi vakıalar ancak bir takım kaynakların şehadeti vasıtası ile ve ancak dolaylı yoldan öğrenilebilir. Hadiseleri bizzat yaşayanların şehadetleri, hadiseleri anlatan yazılı kayıtlar, eski devirlerde yazılmış tarihler, hatıralar, mektuplar, edebi eserler, mahkeme kayıt ve sicilleri, dini müesseselerin kayıtları veya ticari kayıtlar, vakıflar, arşivler gibi; yahut eski medeniyetlerin fiziki bakiyeleri olan mimari eserler, sanat eserleri, mezarlıklar gibi, tarihten bugüne intikal eden her türlü nesne, akla gelebilecek her türlü bakiye incelenmek suretiyle ve bu delillerin şehadeti sayesinde, geçmişe dair bazı bilgileri öğrenmek… Bu yüzden Will Durant, (The Lessons of History kitabının girişinde) “Tarihin çoğu tahmin geri kalanı da peşin hükümdür” diyordu. Demek ki Tarihçiler, geçmiş zamanlardaki hadiselerin bugüne kalan izlerini -yani her türlü tarihi bakiyeyi- inceleyerek; ilgi duydukları tarihi devirlerde neler olduğunu öğrenmek istiyor; o devirlerin tarihi şartlarını ve hadiseleri, elde ettikleri bu bilgiler çerçevesinde zihnen tahayyül ve tasavvur ederek anlamaya çalışıyor ve daha sonra da, bu araştırmalar sonunda bu tarihi vakalardan ne anladıklarını yazarak tasvir etmeye gayret ediyorlar. Heyhât! Feridun Sipehsalar’ın dediği gibi: “ayakların izi denize kadardır, sonra ayak izi denizde yok olur.”
Deniz ya da çöl… Zamân, o Rûzigâr, çölde seyâhat eden bütün yolcuların ayak izlerini siler, süpürür. Çölde serap görürken yolcunun ne hissettiğini ve neler düşündüğünü ise hiç bir tarihi vesika kaydedemez; onu ancak şairler anlatabilir. Yahyâ Kemâl’in de Târih Musâhebeleri isimli bir kitabı var… Çöl şâiri İmret’ ül- Kays, kaybettiği sevgilisinin kabîlesinden kalan tâze ayak izlerine bakarak, onu hayâl edebilir ve ağlayabilir: “Kıfâ nebki bizikra habibin ve menzilin”: “Duralım! sevgilinin hâtırâsını ve menzilini anarak ağlayalım” diyebilir. Geçmiş zamanlarda çölden gelip geçen yolcuların ayak izi kalmışsa şayet, o izlere bakarak gelip geçen yolcuları tahayyül etmeye çalışan ve o çöldeki ayak izlerini takib ederken yolunu kaybeden tarihçiler… İmre’ül- Kays çöl yollarını biliyordu ve izlerine bakarak yolcuyu hayâl edip ağlayabilirdi; çünkü, o yolcu sevgilisiydi. Ey târihçi senin İmre’ ül- Kays’dan çok daha hassas bir kalbin, çok daha geniş bir muhayyilen olmalı; çünkü tanımadığın insanları hayâl edecek ve onların hâtırâtını yad ederek ağlayacaksın. Heyhât! Tarihçiler ki, izlerin denize ulaşıp bittiği yerde dahi yürümeye devam ederler; onlarla beraber târih deryâsına dalarak –bir gâib ummândaki depremle sulara gömülen Atlantis Kıtası gibi- târihin nisyân denizlerinde kaybolmaya mahkumdurlar.
Demek oluyor ki, tarihçi olarak bizim, “bir takım tarihî delillerin dolaylı şehadeti vasıtası ile” gerçekleri deşifre edip, öğrenmeye; bilgi eksikliğinden gelen boşlukları ise, zihnimizin faaliyeti ile doldurmaya gayret ederek, muhayyilemizde canlandırmaya çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Halbuki, bir tarihi belgenin veya delilin şehadeti ile tarihte gerçekten vaki olan hadise arasındaki münasebet pek nadir olarak doğrudan doğruya ve basittir. Bir belgenin şahitliği ile onun delalet ettiği tarihî vâkıâ, öncelikle tarihçinin yorumlama süzgecinden geçmektedir. E.H.Carr, Tarih Nedir? isimli eserinde diyor ki:
“Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden -neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da olabileceğini düşündüğünden yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden ya da hatta kendisinin ne düşündüğünü sandığından fazla bir şey söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz.”
Şu halde tarihçiler ellerindeki belgeleri çok tenkitçi bir gözle incelemek mevkiindedirler. Zira, eldeki malzemenin şehadeti yalan olabilir, yanlış olabilir, hatalı veya tarafgir olabileceği gibi, parça bölük malumat kırıntılarından ibaret olabilir veya uzun asırların geçmesi ile, adetler, dil ve anlayışın da değişmesi sebebiyle tarihçi için anlaşılmaz hale gelmiş olması da mümkündür. Mesela, Osmanlı tarihinde “âyân” diye bir şey vardı. İyi bir Osmanlı tarihi mütehassısı olan Vera Mutafçiyeva’nın “Osmanlılarda Âyânlık Müessesesi”ne dair bir makalesinde yaptığı değerlendirmelerden anladığıma göre, Osmanlı tarihçileri bu “âyânlık müessesesi” hakkında tam ve kesin bir bilgi sahibi değil… Onun anlatışına göre, söz bu bahse gelince, her Osmanlı tarihçisinin kafasından farklı bir ses çıkıyormuş. Bu nihayet, bilemediniz 150 yıl önceki bir tarih; bu kadar yakın bir tarihte bile bu kadar şüpheye düşersek; ya tarihin çok eski devirleri hakkında ne diyelim? Bir disiplin ki, o sahada mütehassıs olan kişilerin bile kendi aralarında tam bir mutabakata varmalarını sağlayacak bir objektiflik ölçüsü yoktur; böyle bir disiplinin “ilim”(science) olduğu söylenebilir mi?
Benedetto Croce ise, “Gerçek tarih, çağdaş tarihtir!” demişti. Ezcümle, bugünkü tarih. Bir çok bakımdan doğru bir söz. Ancak, bu Tarihçilikten ziyade bir tarih felsefesi meselesi. Söz sırası bu bahse gelince; “Acaba, tarihi gerçekten geçmiş zamanla sınırlayabilir miyiz?” göreceğiz. Geçmiş zamandan bahsediyoruz; peki ya şimdiki zaman, ya gelecek? Tarihin bunlara dair söyleyecek bir sözü olabilir mi?” Elbette tarih geçmiş zaman demektir; fakat, hadiselerin çağdaşı olarak şahit olduğu hadiseleri kaydeden eserlere de tarih diyoruz ve bu tarzdaki eserleri daha değerli tarih kaynakları syıyoruz. Ayrıca, şayet tarihçiler tarihte beşeri hayatın mühim problemlerini aydınlatacak bir takım ma’nâlar dahi keşfetmek istiyorlarsa, şimdiki zamanın problemleri de tarihe dahil olabilir. Ne var ki, böyle bir mevzu tarihçilik pratiğini tarih olmaktan çıkarır, felsefeye dönüştürür. Esasen bu, 20. Asrın tarih metodolojisinin “tarihselcilik” (Historicism) denen ve çok tartışılan mühim bir bahsidir ve yeri gelince bundan da bahsedeceğiz. Bu noktada, sadece, bu ’tarihsicilik’ problemi yüzünden söylendiği anlaşılan ve zihnimizde tarihin mahiyeti hakkında başka bir şüphe daha uyandıran bir söze, Croce’nin bir özdeyişine dikkat çekmek istiyorum. Üstat, “Tarih felsefedir, felsefe de tarih!” diyor.
Eğer tarih bir “ilim” dahi sayılamayacak ise, o halde nedir? Şimdi yani, “tarihçilik felsefe yapmak mı demektir, yoksa daha ziyade muhayyile mahsulü bir nevi edebiyat mı?” Bazı tarihçiler, kullandıkları tarihi bilgi malzemesini hayal gücünü işe katmadan, felsefi bir tenkide tabi tutmaksızın ve yalnızca sağduyularının kılavuzluğuna güvenerek inceleyebileceklerini zannediyorlar. Şu da var ki, çoğu tarihçi, felsefeden ve bilhassa tarih felsefesinden hoşlanmaz. Acaba, yaptığı işi nasıl yaptığı hakkında, tarih yazma pratiğinin mahiyeti üzerinde düşünmeyen bir tarihçi, bu işin mahiyeti hakkındaki suallere tatminkar bir cevap verebilir mi? Halbuki, tarihçi işini yaparken, yaptığı işin mahiyeti ve kendi düşüncesi hakkında düşünmeye, yani -şuurlu veya şuursuz bir biçimde- tarihin felsefesini yapmaya mecbur olur. Belki bazı tarihçiler, felsefe bahislerindeki safiyetleri sebebiyle, bunun farkında olmayabilirler; ama yaptıkları iş budur. Buna göre, “usul-ü tahkikatın tenkidi” (metodoloji) ma’nâsına gelen bir tarih felsefesi, her tarihçinin zaten yaptığı ve kaçınılamaz bir şeydir.
Bir tarihçi, “ben tarih yazarken tarih felsefesi mi yapıyorum yani?” derse; bu, Moliere’in meşhur komedilerinden birinde hitabet dersi alan zatın, “-yani şimdi, benim bütün konuşmalarım nesir mi oluyor?” diye hayret etmesi gibi bir şey olacaktır… Elbette, tarih felsefesinden hoşlanmayan bazı tarihçilerin “tarih felsefesi” derken kasdettiği bundan farklı bir şey; onlar Hegel, Marx, Toynbee, Spengler gibi zevatın yaptıkları cinsten bir “spekülasyon” mahiyetindeki tarih felsefesini (speculative philosophy of history) kasd ediyor olabilirler; ki bu da tartışılabilir bir mevzudur. Lakin iki türlü tarih felsefesi var: yani, “tarihin felsefesi”nden başka, “tarihi usulün felsefesi” ma’nasına gelen bir tarih felsefesi çeşidi daha var (Critical Philosophy of history). Söz bu ikinci cinsten tarih felsefesine gelince, şuurlu veya şuursuz bir biçimde, belki “felsefe” olarak tavsifine layık bulunmayacak kadar basit bir biçimde yapılıyor olsa bile; bilfiil her tarihçi bu tarzdaki tarih felsefesini yapmak zorundadır. Şayet tarihi bu ma’nada bir nevi felsefe saymayacaksak ve ilim de olamayacaksa; o halde, “tarih, ilmi malzemeden ilham almakla beraber hayal gücüne dayanan bir edebiyat tarzıdır” fikrini kabul etmek mi gerekiyor? Doğrusu, bu bana, “tarih bir katibin başka bir katibe ne söylediğinden biraz daha fazla bir şeydir” deyişini hatırlatıyor. Bu biraz daha fazla olan şey ise, her tarihçinin kendi çizdiği çerçeveye göre anlatımını ve aktardığı bilgileri -kendisinden evvel bunları anlatan katip/ tarihçinin anlattıklarından farklı bir çerçevede- yeniden düzenlemesinden ibaret görünüyor: Yani, yazılı olan her şeyin edebiyat sayılması bakımından bir çeşit edebiyat, bir nevi kitabet/bir literatür tarzı; tarih bu mu yani?
Şu da var ki, tarihçiler, Toynbee ve Spengler gibi çağdaş tarih filozoflarının ortaya koyduğu bazı tarih felsefesi spekülasyonlarını değerlendirirken, bir takım kayd-ı ihtirazi”ler koymuş ve oldukça haklı tenkitler yapmışlardır: Tarih filozoflarının fikirleri hakkında söylenebilecek, ezcümle, “bunlar belki değerli bir takım felsefi mütalaat sayılsa bile -eldeki tarihi malumata nazaran- tarihi gerçeklere fazla saygılı olmayan, mübalağalı veya münakaşa götürür yorumlar ihtiva ediyor” şeklinde bir tenkidin tamamen haksız olmadığı aşikar bir gerçektir. Romalı Hukukçular, “audi alterem partem!” dermiş: yani, “bir de karşı tarafı dinle!” Meselenin bir de bu yüzü var. Bir zamanlar Shakespeare’in dediği gibi; “Şeytan da, kendini haklı çıkarmak isterse, İncil’den bile iktibas yapabilir…”
Çağdaş ulemanın, ’tarihin teorik temelleri’ hakkındaki, bu kabilden düşünce ve tartışmaları bize oldukça tuhaf gelebilir. Şimdi söyleyeceğim şey biraz tarihî kaderin tarihçi ile alay etmesi babındandır; “this is the irony of fate”: “bu kaderin alayı”… öyle görünüyor ki, tarihçinin bugünkü halini anlamak için bile, mahiyeti pek değişken ve güvenilmez görünmesine rağmen, yine şu mahut tarihi bilgiye müracaat etmek gerekecek. Kısaca, Batı Dünyasının tarihi içinde yer alan bir “tarihçilik geleneği” hakkında biraz bilgi, bu tarih pratiğinin her devirde nasıl tarz değiştirerek bugünlere geldiğini ve çağımıza nasıl bir ’disiplin’ olarak eriştiğini bilmek, bugünkü kaosu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Çünkü, tarih anlayışımız ve tarih pratiğinin mahiyetine bağlı bir kısım problemlerin ortaya çıkmasında, Batı Dünyasına mahsus bu tarih literatürü geleneğinin oldukça büyük bir tesiri vardır.
Şu halde, tefelsüf vadisine sapmadan ve mümkün mertebe sağduyu çerçevesi içinde kalarak, “tarih yazma sınaati”nin tarihi geçmişine bir göz atacak olursak; “nasıl bir manzara ile karşılaşacağız” dersiniz? Aslında denebilir ki, neredeyse modern çağlara gelinceye kadar, tarih hususi bir edebiyat tarzı sayılmıştı. Tarihçi, sözgelişi roman yazarlığına ait bir çok edebi tekniği kullanıyordu. Tarihçiler, tarihi gerçekleri anlatmakla beraber, kullandıkları dil ve üsluba fevkalade ehemmiyet verirlerdi; ayrıca, tıpkı roman yazarları gibi, hadiselerin detaylarını tasvir etmeye ve tarihi şahısların canlı karakter tahlillerini yapmaya çalışıyorlardı. Tarihçi, tarihi tasvir edebilmek bakımından, her zaman Harb Ve Sulh veya Baburname kadar başarılı olamasa bile ideali bunu başarmaktır. Tabii bu kadar teferruatlı tarihi bilgi malzemesi eline geçerse… Ne yazık ki, tarihçi bu kadar tafsilatlı tarih bilgisine pek nadiren sahip olabilir. Sözgelişi Henry Troyat’ın Tolstoy biyoğrafisi fena değildir; ama, tabii bu misalde, elde çok bol ve sağlam tarihi bilgi malzemesi vardı. Bu yüzdendir ki bazı yazarlar, “Tarihçi, başarısız bir romancıdır!” diyorlar; gerçi biz de pekâlâ, Tolstoy’u istisna sayarsak, tarihi roman yazmaya kalkışan bazı yazarlara ’başarısız bir tarihçi!’ diyebiliriz…
Bu bana Sabine’in, Siyasal Düşünceler Tarihi kitabında söylediklerini hatırlatıyor; ’Tukidides, Perikles’in ağzından Atina demokrasisine dair bir nutuk yazmış: bu nutuk Tukidides tarafından ’Perikles bu mevzuda bir nutuk söylese idi, ne söyleyebilirdi’ diye, düpedüz muhayyile mahsulü olarak uydurulmuş olabilir. Ne var ki, O zamanın Atina demokrasisini en iyi karakterize eden, Atinalıların anlayışını en güzel anlatan metin budur. Bu, Atina’da demokrasinin nasıl işlediğini, bunu bizzat yaşadığı için kendi acı hayat tecrübesi ile çok iyi bilen bir Tukidides’in tasviridir. Buna dair tarihi bilgiler, Atina demokrasisinin mahiyetini bu nutuk kadar güzel anlatamaz.’ diyor Sabine. Yani, tarihi gerçekleri tespitin zorluğu bir yana, bir tarihçinin düpedüz hayal mahsulü satırları –elbette yazar da okuyucu da bu kısmın hayali olduğunun farkındadır- gerçek tarihi vakıalardan daha anlaşılır ve daha güvenilir bir tarih bilgisi sayılıyor. Bu durumda, hani şu ’edebiyat ve tarih yazarlığı arasındaki şaibeli ve girift münasebetler’ bugünkü Batı dünyasında ciddi bir münakaşa mevzuu oluyorsa; yani, bu da normaldir.
Şu halde, “tarih ne olabilir?” El-cevap: “-geçmiş zamanda kalan her şey!” Tarihçiler bu tarihi ne kadar bilebilir? Elbette, ancak ellerine geçen tarihi bilgiler ölçüsünde… Bu bilginin mahiyeti ve problemleri bir çeşit “tarihçiliğin felsefesi” bahsidir (tarih metodunun felsefesi). Batılılar buna, “tarih tenkidinin felsefesi” diyorlar (critical philosophy of history). Elbette, usul-i tahkikatın da bir felsefesi var. Diğer taraftan, “tarihin felsefesi” tabirinden, daha çok geçmişteki tarihi hadiselere dair spekülatif yorumlar manasına gelen bir umumi tarih görüşü anlaşılır (speculative philosophy of history). Tarihçi “beşeriyet tarihinin felsefesi”ni yapma gayretini göstermese bile, mutlaka tarihçinin de bir dünya görüşü olacağına göre, bu dünya görüşü üstü örtülü bir yorum olarak eserinde zaten mündemiç (yani içkin olarak mevcut) değil midir? Tarihçiliğin mahiyeti böyle anlaşılırsa, bu tarihçiliğin sınırlarını alabildiğine genişletir. Böyle kabul edilirse, tarih tarih felsefesine dönüşüyor demektir. Ne var ki, tarihçiler, çoğu zaman farkına bile varmaksızın, geçmiş zamanlardan gelen tarihçilik alışkanlıklarını sürdürüyorlar : sanki, kendi dünya görüşleri ilim aleminde kabul gören müşterek kanatlere dayanırsa bu bir çeşit objektivite veya tarafsızlık olabilirmiş gibi, geçmiş zamanı “tarihçilerin kendi adetleri üzre seçip tarih diye kaydettikleri şeylerden ibaret” bir tarih sınırı içine hapsediyorlar.
Pekâlâ, tekrar soralım: “tarih, felsefe midir, edebiyat mı?” Yoksa, 19. Asırda Leopold von Ranke’nin tarih usulüne dair yeni görüşler ortaya koyduğu zamandan beri benimsenen bir görüşü kabul ederek söylersek; “acaba, tarih bir ilim olabilir mi?” Ve ben de şimdi, soruyorum; “ayni nesnenin mahiyeti hakkında bu kadar muhtelif kanaat veya şüphe olur mu?” Yani, herhalde tarihin bu disiplinlerden biri sayılması gerekmez miydi? Tabii, bu suale basit bir cevap vermek te mümkündür: “tarih tarihtir; yani ilim, felsefe veya sanat değil, sadece tarih.” Demek ki, bunlardan farklı bir şey… Halbuki tarihçiliğin vaziyeti hiç de bu kadar kolayca, “tarih tarihtir” şeklinde bir “tautology” ile, izah edilebilecek kadar basit görünmüyor: Tarih bunların üçüne de bir yönüyle benziyor; hatta biraz müstehzi bir üslupla söylersek, çağdaş dünyada tarih tarihten başka her şeye benziyor. Bu karışık vaziyete bakarak, “tarihin mevzuu ve bu mevzuun sınırları” hakkında yeniden düşünmek gerekmez mi?
Romalılar, “historia est magistrae vitae”: “hayatın üstadı (muallimi) tarihtir” diyorlardı; demek oluyor ki, “hayatta en hakiki mürşit tarihtir”… Zira tarih, İbni Haldun’un tabiriyle, bir ibretler kitabıdır (Kitab’ül-İber). Belki de öyledir… fakat şu vaziyete bakılırsa, bu tarihçilik “kaos”unu bir “kozmos”a dönüştürmedikçe, tarih kimseyi irşad edemez. Şu hale bakarak, ben bu özdeyişi biraz değiştirecek ve şöyle söylemeyi tercih edeceğim: “Historia est terra incognita”: tarih meçhul ülkedir… Hakikaten nedir bu tarih, bir ’meçhul ülke’ mi? Demek istiyorum ki, ’tarihin mahiyeti’ hakkındaki bu suallere, bir tarih felsefesi/ düşüncesi/ yorumu ortaya koymadıkça, sırf tarih zihniyeti ve sınırları içinde kalarak, tatminkar cevaplar vermek imkansızdır.
Her şeye rağmen, “Tarih geçmişe dair bir araştırmadır ve bu araştırma sonucunda bir nevi bilgi elde edildiğine göre, tarih bir çeşit ilimdir” şeklinde bir hüküm vermek mümkün değil mi? Colingwood da böyle düşünüyor ve tarihi ilim sayıyordu; ama, bu biraz “ilim” derken ne anladığımıza bağlı… Şu halde, “Tarih felsefesi nedir?” sualine cevap vermeye çalışırken, belki de yalnızca tarih değil “ilim”, “sanat” ve “felsefe” kelimelerini de biraz daha geniş ma’nada yeniden ele alarak, bu disiplinlerin sınırlarını tartışmamız ve “tarih nedir?” sualine bu tartışmadan sonra yeni bir cevap bulmamız gerekecektir. Tarih bilmek başka, “tarihi anlamak” başka bir şey. Bir şeyi anlamak, “sebebini anlamak” demektir ve sebepler üzerinde düşünmek, “sebebi anlama cehdi” felsefe yapmak ma’nâsına gelir. Felsefe… Son tahlilde, meseleye bir tarih felsefesi perspektifi ile bakmak ve tarih yazma pratiği üzerinde düşünmek lazım: Demek oluyor ki, tarih usulü hakkında düşünmeden, tarih metodunun felsefesini yapmadan, tarihin ne olduğuna karar vermemiz doğru değil, belki mümkün de değil. Yeni bir “millenium”a girdiğimiz şu zamanda, artık eskimiş bulunan tarih anlayışımızın da, kabul edilemez bir takım sınırlamalardan ibaret olduğunu anlamak zorundayız.
Şu ana kadar söylenenlere bakılırsa, her hâl ü kârda tarihin ’ne olduğu’, ’ne işe yaradığı’, ’metodu’, ’mevzuubahs ettiği meseleleler’ ve ’sınırları’ pek belli değildir veya iyi tarif edilmemiştir. Hatta, tarihin mahiyeti babında, çok eski zamanlardan beri süregeldiği için alışık olduğumuz bir sürü peşin hüküm ve düşünce, belki geçmiş zamanlar kadar çağımızı anlama kabiliyetimizi dahi sınırlıyor. Tarihe dair peşin hükümlerden, “tarih felsefesi nedir?” sualine cevap verirken, elbette kurtulmaya gayret edeceğiz. Lakin şu an için, geçmiş zamanların birkaç mühim tarihçisini hatırlamak ve o devirlerin tarih anlayışını kısaca gözden geçirmek suretiyle, tarih yazma geleneğinin geçmişi, bugünlere nasıl geldiği ve mahiyeti hakkında daha açık görüşlü bir fikir edinmeye çalışacağız. Tarih kelimesini anlamaya ve açıklamaya kalkışmadan önce, ’tarih yazma pratiği”nin, birkaç eski ustasını anmak istiyoruz: ta ki, her tarihçinin, eserinde kendi şahsiyeti ve ruhunu aksettirdiği ölçüde, içinde yaşadığı zamanının ruhu ile bir diyalog kurmak istediğini; çağdaşlarına söyleyecek bir sözü olduğunu; velhasıl, onların da bizim gibi, değişen ve her şeyi değiştirip yok eden zamanın geçişine bağlı bir fani kaderleri, insani endişeleri ve ledünnî ilhamları olduğunu anlayalım. Dilencilerin Pîri Sa’sân’ın bir âsâsı varmış; o âsânın üstünde şöyle yazarmış: “Men Talebe, celebe; men câle, nâle”: kim bir şeyi isterse, onu ele geçirir; kim dolaşır, uğraşırsa maksadına erişir.
Prof Dr. Şahin Uçar