III. Bilim Felsefesi Seminerleri, 6 ve 7. celse: Perspective & ORIENTATION

 

 

5. VE 6. HAFTA

; sual şu oryantasyon meselesini anlatırken bir hedefle bağlantılı olarak anlatıyorsunuz. Bu nokta da oryantasyon hedefe göre doğrudur yanlıştır diye bir muaraza çıkıyor ortaya ancak bunların arasında bir öncelik sonralık var mıdır? Yani hedef mi doğrudur. Hangi hedefe doğru gidiyor oryantasyonumuz doğru yanlış diyeceğiz ama o zaman hedefler münasebetlerse bu, hedef nedir o zaman
Şahin hoca; işte Aristo’nun final cause dediği gibi bir şey. Mesela ne diyor Fatiha da İhdinassırâtelmüstakîm bizi doğru yola ilet, doğru yolda gidelim hedefe yanlış yollara sapmayalım onun gibi. Dolayısıyla senin sualinde manidar. Ben bu oryantasyon hem bir frame of reference hem bir gnosis tarafı var diye iki bölümlü düşünmüştüm. Nedir yani bir referans çerçevemiz var. Bir oryantasyon tayin edeceğiz de bunu tabiki bilgimiz ve anlayışımız ne ise o nispette mümkün olacak bir şey vaziyet tespit olsun, durum değerlendirmesi olsun. Bunun bir nihayi hedefi var, bir gayesi var. Bu gaye nedir dediğiniz zaman bu gnosise giriyor. Yani mesela buradaki tabiri çevirecek olsam bu gnosis dedikleri şey malum eski Delfi tapınağındaki Gnothi seauton un ifadesinden geliyor “kendini bil” ya da işte Latincesi “nosce te ipsum” kendini tanı. Yani bu kendi iç dünyasından kendi nefsini tanımaktan hareketle veya kendi iç deruni müşahedesinden hareketle diyelim daha manidar tabilerle. Hem kendisini hem de hayatın hatta varlığın tamamını topyekûn olarak anlamlandırma teşebbüsü, mistik temayül yani. Tamam, ama bu mistiklerin koyduğu bir hedef biz elimizdeki o bilgi haritasına baktığımız zaman zaten işte ilim başka bir hedefle hareket ediyor, başka bir gayesi var. Onun gayesi kâinatı tanımak anlamak maddi dünyayı efendim işte felsefesini bu bölüme bırakmıştık. Şimdi onu gelecek konuşmada açmak niyetindeyim bilhassa o şeyi de çokça kullanarak dini tecrübenin çeşitleri hakkında William James’in vaktiyle yaptığı müşahedeler. Çünkü kaliteli bir biçimde yine o konuşmalarından o İskoçya’daki meşhur natürel teoloji seminerlerinden meydana gelen bir kitap o da. Orada vatandaş dini tecrübe çeşitlerinin ve mistik tercüme çeşitlerinin hem ilmi hem psikolojik yönü üzerinde duruyor. Bunların ilmi miyarı ne derecede ne ifade ediyor ve bunlara nasıl tavır takınabilirizi kaliteli bir biçimde inceliyor. G.. l.. serisinden. Ben onun mistisizmle ilgili kısacık bir bölümünü de hatta size fakslamıştım okursunuz falan diye. Onu işte gelecek şeyde yaparız dediğim gibi. Nihai niçin varlığı anlamlandırmak? Vallahi aslında dediğim gibi insan ruhu tahsili maarife mecbur ve kendisini ve hayatını anlamlandırmak istiyor. Çünkü hayvanlardan farklı olarak insan ölümlü olduğunu biliyor bir kere, dünyada geçici olduğunu ve zamanın farkında. Zamandan da gafil değil nihai kaçınılmaz akıbetten de gafil değil. Yani hayvan hiçbir zaman ben ne kadar yaşayacağım diye düşünmez herhalde diyor.
Numan Hoca; ama aşk için söylenen daha çok ona hep böyle anlatılan işte pervane gibi zararlarını görmeksizin ateşe gitmesi gibi Gider bir tarafı var insanın yani zamanını da görse gene de kendini oryantasyonuna göre bir akışa bıraktığı.
Şahin hoca; ee işte öyle oluyor insan tabiatında tabi aşk gibi başka rasyonel faktörlerde var. Elbette her şey mümkün insan tabiatında zaten insandan insana da değişiyor dediğim gibi. Kimisi gününü gün ediyor pekte düşünmüyor. Yani kimi insanlar entelektüel oluyor kendine göre kafa yoruyor, kimi insanlar filozof oluyor, alim oluyor. Kimi insanlar sanatkar oluyor bilmem tarihçi oluyor şu oluyor bu oluyor. İnsan tabiatı kaderi de tabi farklı bu işin şahsi oryantasyon tarafı ancak burada da dikkati çeken şey insanın kendisini anlamlandırma mecburiyetinde hissetmesi. Burada şunları hatırlatayım izin verirsen. Mesela Dostoyevski’nin Ecinniler de bir Kirilov karakteri vardır, Tanrının varlığına inanmaz. Tanrının varlığı olmayınca varlığın anlamı olduğuna da inanmaz ve kendisinin kendine karşı kendini ispatlamak için intihar etmesi şeklinde bir mantık yürütür. İntiharın bir tek çözüm olduğu kanaatindedir, intihar etmeye karar verdim der ve bunu da arkadaşlarına açıklar sebepleri de budur diye. Çok çürük bir mantık değildir. Öncüllerini dikkate aldığın vakit yani şu şu sebeptendir diye Albert Camus Sisifos efsanesi kitabındaki şimdi Türkçeye de tercüme etmişler onu Kirilov neden intihar etti diye bir yorum da vardır. Bu Dostoyevski de Kirilov’la ilgili. Aynı şey Tolstoy’un hayatında görüyoruz. Anna Karenina’da Levin karakteri herşeyi var adamın zengin, çiftil sahibi tıpkı Tolstoy gibi zaten Tolstoy’un adı Lev’dir Levin yapmış yani. Kendi karakteri çok fazla şey paylaşıyor. O kadar ki hadi bir detay vereyim Levin, Kiti’ye evlilik teklifi edecek tahtaya tebeşirle bir cümlenin ilk harflerini yazar kelimelerin. Ne yazdım buraya tahmin et diye işte seninle evlenmek istiyorum, seni seviyorum falan gibi laflar Kiti de tahmin eder onu yani. Aynen Tolstoy kendi karısına böyle teklif etmiştir. Bu bile benzer, çok fazla benzerlik vardır. Veremli bir kardeşi vardır bir fahişe ile evlenir Tolstoy’un abilerinden biride yapmıştır onu. Veremden ölmüştür hakikaten yani böyle çok fazla gerçek hayattan da detaylar vardır. Neyse bakıyoruz Levin’in hayatında da adam işte mutlu bir aile hayatı var, zengin bir toprak ağası bilmem şu bu ama Tanrı inancı yok başka bazı şeyler var, kendine göre ruhi kısıntılar var. Ve intihar etmekten korkuyor Tolstoy’un kendisinde de kendi yaşadıklarında da paralellikler var. Şimdi bakıyorsunuz bu adamlar niçin bazen mesela şu sözü vardır Tolstoy’un “sadece tanrıya inandığım anlarda gerçekten yaşadığımı hissediyordum” der. Tanrı ya inanmadığım zamanlarda yani devamlı şüphelerde ya insanoğlu hayatımın anlamsız olduğunu gerçek bir hayat olmadığını falan düşünüyordum öyle hissediyordum diyor. Şimdi bakıyorsun bu tip bazı sanatkârlar tarafından yapılan bazı argümanlarda yani hayatı anlamlandıramadığın zaman hayat anlamsız hale geliyor. Daha çok yakın bir zamana kadar ben belki sana da söyledim birisine söylemişim Hasan Semerkant’a söylemişim yazmış hatta facebookta şimdi hatırladım. Niye bu kadar çok sigara içiyorsunuz da __ canına kastediyorsunuz falan sanki çok yaşayıp da ne olacak zaten anlamsız bir hayatım var. Çünkü tatsız tuzsuz yatıyorsun uyuyorsun yemek yiyorsun tekrar uyuyorsun eşin yok, dostun yok, aşkın yok, sevdan yok, hedefin yok, gayen yok her şeyi bir tarafa bırakmışsın öyle tuhaf bir şey. Depresif bir hal ama insan işte diyor Tolstoy “düşünmeyi bilen insanın ilk düşündüğü şey ölümdür ve bilhassa da kendi ölümüdür” o zaman tabi arkasından sualler geliyor. Ölümden sonra ne olacak? Ölümden sonra bir hayat var mı dinlerin bahsettiği gibi gerçekten? Yoksa işte ölünce bitecek tamamen saçma tesadüflere bağlı bir hayatımız mı var? Yani nedir yeryüzündeki varlığımızın anlamı? Kendi hayatını anlamlandıramamak veya yaşadığı hayattan tatmin olmamak elbette ki sıkıntı veren bir şey. Bu bir oryantasyon tespitine mecbur ediyor. Bu oryantasyon tespitini yaptığın zaman da bilhassa mistikler bu benliğini müşahededen hareketle sadece kendi hayatını değil varlığı ve bütün hayatı da anlamlandırmak işte Tanrı kavramı falanda oralardan çıkıyor gibi bir temayül içine giriyorlar nihai hedef olarak. O zaman daha büyük hedefler koyuyorlar ilme göre veya diğer branşlara göre elbette. O yüzden ona gnothi seauton kendini bilmek önemlidir. İşte __- __- gibi bir takım şeyler yüz yıllardır, binlerce yıldır konuşulmuş. Bunu sırat-ı müstakim gibi anlamakta mümkün elbette. Şimdi buradan artık şu noktaya geçelim. Tamam insan için böyle, insanın yaratılışı da böyle, insanın hayatı da böyle fert için fakat bir de insanlık var. Kainatın içinde yani tek tek insanlar pekte önemli olmayabilir. Nasıl olsa efendim yapabildiğimiz tek şey işte ben 4 çocuk sahibi oldum şükür Allaha büyüdüler. Ben büyütemediysem de Allah büyüttü. Tolstoy’un İnsanlar Ne İle Yaşar’da anlattığı gibi. Her neyse sonuçta büyüdüler iş güç sahibi oldular. Yani işte bir nesil bıraktık geriye, yapabildiğimiz kadar yaşadık, yapabildiğimiz kadar bir şeyler yaptık. Şimdi de ölüp gideceğiz. Aslında bütün insanların yapabildiği de bu kadar nesil devam ettirmek dahi de olsa deli de olsa benim gibi… Bir türlü teşhis konulamayan bir deli diyelim istersen veya akıllı da olsa, aptalda olsa. Hatta benim sanayi isimli şiirimin sonu şöyle biter “sende bende ölürüz ha akıllı, ha deli” falan diye öyle bir mısra vardır. Yani akıllı da olsan, aptalda olsan ne fark ediyor ki herkes için ölüm var. Sonuçta ölüp gidiyorsun ha neslin devam ediyor ama birkaç nesil sonra onlarda unutuyor seni. Varlığın ve yokluğun m…. İnsan, tek diyorlar şimdi ki modern Türkçede fert yerine efendim tek başına çok anlamlı görünmüyor. Bu açıdan baktığın vakit yani işte yaşamış bir şekilde dünyaya gelmiş iyi veya kötü yaşamış, sağlıklı veya hastalıklı yaşamış, zengin veya fakir yaşamış çokta önemi yok sonunda da yok olmuş gitmiş geçici bir rüya. Geldi geçti filan, ha nesli devam ettirmeyi başarıyor sadece yani orada insan nesil sahibi olmuşsa yani. Evlenmiş çoluk çocuğa karışmışsa başka da pek bir fonksiyonu yok biyolojik açıdan tabiat açısından tek bir insan gibi görünüyor. İşte insan da bununla irtifa etmek istemiyor hayatımı bir anlamdırayım diyor. Peki bütüne baktığımız vakit yani bu ilmi açıdan, sanatkar açısından, mistik açıdan falan değil de hepsini birden nazar-ı itibar alan bir insan olarak konspektif bakış açısıyla, t…bakış açısıyla veya tarih felsefesi açısından baktığınız vakit de o zaman tek tek insanların hayatı bir yana hatta bütün insanlığın hayatından ve oryantasyonundan bahsetmek gerekecek. Bir kere tabi şu da bir vaka bir şuurdan bahsediyoruz, birde maşeri şuurdan bahsederlerdi eskiler. Maşeri vicdan derlerdi hatta Ziya Gökalp’te vardı galiba. İşte bir takım sosyologlarda veya bazı tarih filozoflarında vardır. Yani bir topluluğunda şuuru olabilir mi? Kolektif şuur? Veya sizin üstatlarınızdan kral gustav jung’un kolektif arke tipleri bile vardı, kolektif şuura ilaveten yani kültürün taşıdığı kolektif arke tipler ve ya her kültürde müşterek olan bazı semboller falan gibi. Şimdi bunlarda elbette tartışma götürür. Fakat ben tarih filozofu diyeyim hadi felsefecisi tabiri zaten yanlıştır da söylüyorlardı bende itiraz etmiyordum. Bir tarih filozofu olarak hadiseye baktığım vakit tek tek insanlarında ötesinde insanlığın ve hatta varlığın nihai hedefi nedir diye bakıyorum, yani bütün kainatın. Şimdi bu ilmi nokta-ı nazardan bakıldığı vakit şöyle hülasa ediliyor. Ez cümle kabaca efendim vaktiyle bir big bang olmuş o da olmuş mu olmamış mı yeni bir
teoridir neyse aksini söyleyenlerde vardır kainat hep ezelden beri aynıydı diye bir ara bir tartışıldı hatırlarsan. Neyse big bang olmuş bilmem 14 milyar yıl önce ondan sonra işte

  1. HAFTA KISIM 1

Şöyle başlayayım yani şimdi biz şuur muur diye başladık geçmişe referans yaparak başlamak gerekirse diye bir tarihte gene demin dediğim gibi doktoranın önsözünde şöyle bir şey yazmıştım yani “bugünden geçmişe bakarak hadiselerin ehlinin membaına varmayı belki ümit edebilirsiniz. Mesela bizim kızıl ırmak, kızıl dağdan doğar tamam da ana kollardan bahsediyoruz burada bir nehri besleyen bir sürü yan dallar olur, bilmem ne olur falan. Tarihi hadiselerin akışı böyle olduğu için bir hadisenin gelişme mecrasını yan kollarını falan hesaplamak bakımından geçmişe referans vermenin bir bakıma bir tasvir üslubu, metodu olarak efendim bir manası olabilir. Şimdi bizde başladık dedik ki kardeşim biz Musa hikâyesinden başlayacağız çünkü ego sum qui sum diye başlıyor. Yani Musa’nın Turu Sina’daki Yahve ya da Tanrı’yla ilk karşılaşmasını hikâye eden Tevrat’ın çıkış bölümündeki 13.-14. Ayetlerde bu geçiyor. Vaktiyle fark ettiğimiz zaman bunun ehemmiyetini binaen bunun üzerinde durmuştuk. Bu bizim stand point’imiz olsun. Çünkü şuurumuzu da netice olarak, kişiliğimiz, şahsiyetimiz, benliğimiz belirliyor. Şuur beynin faaliyetlerinden uyanık haldeyken ve farkında olabildiğimiz kadarına delalet ediyor Sadece, beynin bütün faaliyetleri değil. Hâlbuki beyinde beynin bütün faaliyetleri de, beden de yani bütün __ __ tarihten gelen kültür birikimi, dil aklına ne gelirse şuur ve insan aklıyla ilgili, insan ruhuyla ilgili her şey doğrudan benliğin tezahür ettiği bir şey o yüzden zaten bir benliğin devamlılığından bahsetmek caizse bahsedebiliyoruz. Aksi takdirde benlikle ilgili bir sürü problem tartışılmıştır. Evveli de biraz işaret ettik kısacada olsa onların üzerinde durmayacağım elbette ama oradan hareketle bu bizim stand pointimiz olsun. Yani durduğumuz nokta, manzaraya nasıl bakıyoruz. Nasıl bir kültürel müktesebatla, şimdi bakın demin sohbet ederken söylediğimiz şey yani bir hadiseyi bir insanın vefatını falan değerlendiriyorsunuz isim zikretmeye gerek yok efendim. Ona belli bir açıdan bakıyorsunuz, şimdi sizin durduğunuz yer müktesebat, kültürünüz, anlayışınız falan bakışınızı belirliyor, adetler-gelenekler belirliyor efendim şuuru belirleyen başka şeylerde var dilden başka işte mantıktır, alışkanlıklarınızdır. Derler ki çocuklar gerçeği çıplak gözle görür ama büyüdükçe işte içinde yaşadığı cemiyet hayatının indoktrinasyonu o haller, tavırlar, gelenekler, yaşanan şeyler, tecrübeler efendim eğitim, dildi, şuydu buydu, inançlardı sonunda gerçeğe bir indoktrinasyon gözlüğünün arkasından bakmaya başladı. Çıplak gerçeği göremez, çıplak gerçeği görebilmesi için zen Budistlerin telakkisi bu ancak bir seyri sülükten geçip tekâmülünü tamamlayan bir adam tekrar gene çocuk safiyetine kavuşabilir. İşte gene ben hatta bunu biraz daha şeyle ilişkilendiriyorum yani ne derece doğru bilmem ama Hz. İsa’nın deyişiyle “çocuklar gibi olmadıkça cennetin melek kuyusuna gidemezsiniz” diyor ya. Bir çocuk safiyeti gerekli gerçekten, gerçeği çıplak olarak müşahede edebilmek için hatta benzeri bir temayül bizim Tolstoy ustada da vardır. İşte çocuklar gerçeği büyüklerden daha iyi biliyor diye çocukların ağzından bir sürü diyalog yazmıştır. Yani bir takım değerlerle ilgili, bir takım tartıştığımız meselelerle ilgili. Çocuklar bazen daha hakimane şeyler söylüyorlar büyüklere nispetle çünkü zihinleri henüz saf, algıları açık hatta benim bununla ilgili zen paradoksu diye bir şiirim vardır. neyse yani sonuç olarak şuurumuz bizi etkiliyor. Onun içinde benliğimiz ve şuurumuz yani sahip olduğumuz kimlik mesela diyoruz ki falan adamca şöyle davranmıştır ama onun davranışının arka planında şöyle bir şey olabilir, veya şu adam şöyle davranıyor, şu adamın şöyle kimliği vardı bu sosyal kimlikten de ibaret değil tabi her türlü şahsiyet göstergesi dahil etmek, kültürel müktesebat dahil etmek mümkün. sonuç olarak bizim stand pointmizdir. benlik noktası olarak seçmiştik oradan da şuur bahislerine temas edip geçtik. çünkü daha evvelde bir önceki konuşmada arz ettim gene bir cümleyle tekrar etmiş olacağım bu tekrar kasıtlı farkında olmadığım için değil geldiğimiz noktayı göstermek bakımından, hadiselerin aktığı istikameti göstermek bakımından. Peki, bizim şuurumuzla, bize has olan şuurun yani herkesin şuuru varda insani şuurda umumi olarak insan cinsinde müşterektir ve birbirine benzer ama herkesin kültürel kimliğinden, duygularından, hakimiyetinden, kültürel müktesebatından karakterinden ve sair ve sair sayısız faktörden kaynaklanan bir de kendi şahsiyetinden gelen kendi şahsi şuuru var o şuur farklı oluyor. biz bunun farkında değiliz aslında Babil kulesinden beri herkes kendi dilini konuşuyor. Mesela Şahin uçar konuştuğu vakit Şahin uçar konuşuyor ben yadırgıyorum ama adamın yapısı o niye böyle konuşuyor bu adam bu kadar birikime rağmen bu adam bu kadar saçma şeyleri niye söylüyor falan diye bazen insanları eleştiriyorum değil mi ama o kendi şuurundan bakıyor hadiseye onun için öyle bir dille dile getiriyor bende kendi şuurumla bakıp böyle bir dille dile getiriyorum. dile getirme biçimi dahi aynı kelimeleri kullansak bile aynı cümleleri kullansak bile hatta internasyonu bile kelimelerin, yüz ifadeniz bile bir çok şey katar yani anlam dünyasına çünkü dil felsefesinde şöyle bir şey var bir işaret eden bir de işaret edilen nesne var. siğnifat diyorlar ona şimdi siğnifat semboller yani sadece kelimelerle sınırlı değil demeye getiriyorum ama netice-i kelam bu tarihi mecrayı hülasa etmekte çok aşırıya gitmeyelim. netice-i kelam bu stand pointten bu şuurdan baktığımız vakit bu şuura göre dünyaya anlam vermeye çalışıyoruz. Algılarımızın da seçiciliği var malum ve ona göre algılıyoruz etrafımızdaki dünyayı ona göre anlamlandırıyoruz. Kendi şuurumuz, kendi kültürel müktesebatımız, kendi anlayışımız mesafesinde buna şöyle bir örnek vereyim gene teferruat ama bir örnek vermek açıklayıcı olabilir. mesela ben … İlimler sistemi kitabını 5 kere okudum hayatım boyunca 1 üniversite talebesiyken, müteakipte falan hatta bir yazımda da yazdım birde 6. sefer okuyacağım çünkü hala anlamadığım cümleler var orada diye. Hâsılı kelam yani o zaman bir okuyuşta anlamıyorsun da bir daha okuyorsun şuurun gelişmiş, müktesebatın gelişmiş biraz daha fazla anlıyorsun sonra diyorsun ya burada benim hala anlamadığım şeyler var bir daha okumak lazım. Yani şuura ve müktesebata göre algıda ve anlayışta seviye itibariyle. mesela diyelim ki adam gazalinin bir kitabını okuyor benim bir kitabımı okuyor veya senin bir kitabını okuyor. Okuyor da ne kadar anlıyor kendi anlayışı müktesebatı nispetinde anlıyor. o anlayışı attığın zaman müteakip bir okumasında daha fazla anlaması da mümkün zaten anlamanın bende bir tarifi de şu bir kitabı anlamanın yazar bunu yazmış ama belki yazarken düşündü eklemesi gerekenleri ekledi çıkarması gerekenleri çıkardı özendi de yazmanın tabiatı icabı. konuşmak gibi değil tabi daha fazla özeniyorsunuz. Her şeye rağmen biliyorsa bile ihmal edip söylemediği şeyler var burada veyahut bazı şeyleri ihtisar etmiş bu adam bunu söylemek istiyor ama aslında şunu demek istemiş. yahut bu adam bu şişi yapmış ama şu dereceye kadar muvaffak olmuş şu noktadan sonra da pekte başaramamış. __ hedefe ulaşamamış gibi, yani o kitabın yazarını bile aşan anlayış seviyesi gerektirebiliyor, ondan daha fazla bilgili olmayı gerektirebiliyor yerine göre. tamam eğlenceli kitaplarda böyle değildir belki ama onlarda bile hatta sizde okursun harife suru bende okurum, başkası da okur ama herkesin alabileceği kendi hissesi var oradan herkes aynı seviyede istifade etmiyor. nitekim ben hala ilim denizini ancak
senin kabın kadar yani midenin aldığı kadar içiyorsun suyu kardeşim denizi de içecek halin yok diye bir benzetmede yapmıştım. Hâsılı kelam müktesebat böyle belirleyici olabiliyor. Şimdi bu müktesebatı da biliyorsunuz ikinci bölümde map of knowledge diye bir bilginin haritası ya da işte bilginin dünyası neler var insanın bilgi kaynakları şöyle bir hülasa ettiğimiz de nelerle karşılaşmıştık. işte karşımıza tarihi bilgi vardı geçmiş hakkında biraz araştırma yapıp bir şeyler öğrenebileceğimiz, işte geçmişe dair bir bakışın sonucu olarak. İşte ilmi bilgi var malum ilmin hususiyetleri, efendim tabi ki müspet ilimler tecrübi ilimleri kastederek söylüyorum vurgulamış olayım. Diğer şeyler müspet ilim kategorisine girmeyen şeyler ilim kategorisine de girmez bana göre her çeşit bilgi ilim değildir. İlimdir de genel bilgi anlamında ilimdir. Neyse konuştuğumuz çerçeve açısından sonra felsefe var insanın akıl yürütme, bilgi aletlerinden biri olarak, tarih var, ilim var, sanat var ve irfan dediğimiz gnostik tecrübeler veya mistik tecrübeler var ve de dini hikmet adıyla benim ifadelendirmeyi tercih ettiğim. Cemal yekûn bütün mukaddes kitaplar var. bunları bilgi kaynakları olarak sayabiliriz. insanlığın dünyayı anlamlandırması için kullandığı kaynaklar olarak. Çünkü bakın bir Tolstoy veya bir Dostoyevski dünyayı anlamak ve anlatmak her ikisi içinde sanatı kullanıyor. Tamam, onun kültürel müktesebatı da var dinde, felsefede okumuş belki ama onun başlıca aleti, o yaratıcı muayedelerin sonunda ortaya koyduğu sanat eseri onunla yapıyor o işi ve ona göre bir anlamlandırma tarzı var. bunun da hatta bazen felsefeden, ilimden ve tarihten daha üstün olabildiği yönler var onları birer birer tartışmak lazım aslında. nasıl olabiliyor ne bakımdan üstün yani. bu kadar teferruatına giremedik tabi. netice olarak ta dedik ki tarih ve tarih felsefesi zaten bu oryantasyon bahsinde değil de son bölümde tartışmak lazım. Tarih felsefesi bahsinde gelecekle ilgili vizyonumuz falan diye o zaman tartışmak lazım. netice olarak oryantasyon bahsini bir geçen hafta konuştuk, şimdi devam ediyoruz. bu noktaya kadar geldik. burada şunu arz etmek istiyorum. Bu tarihi mecrayı tekrar hatırlatmak, kendi konuşmamızın tarihi açısından da yani geçmişin tarihi olduğu gibi yani hem belli bir istikametteki akışı göstermek hem de aslında biz bazen jetomilerle düşünürüz yani bir şey ya aktır ya karadır zıttı vardır her şeyin mukayese edebilmek için. bilim düşünce aletlerinden biri de analoji ile birlikte mukayesede kullandığımız aletlerdendir. işte bir takım mukayeseler yapıyoruz. Her şeyi zıttı ila falan düşünüyoruz ama isimlendirirken nesneleri tabi dilinde temayülü böyle, mantığın ve matematiğin, ilmin de temayülü böyle hatta bir ara bahsi geçti işte discrete hadise veya continue hadiseler diye. fakat aslında bunlarda biraz continuous bir nehrin akışı gibi şimdi siz duruş noktası diyorsunuz ama duruş noktanız perspektifinizi belirliyor yani oradan başlarsanız yani ego sum qui sum diye benlikten başlarsanız o zaman onunla ilgili meseleler çerçevesinde bakmaya başlarsınız hadiseye. o perspektifiniz zaten ufkunuzu belirliyor, oryantasyonunuzu da ona göre seçiyorsunuz. yani diyorsunuz ki şu istikamette gitmek lazım bak şu yol daha kestirme. mesela bir üç öğüt hikayesi vardır Tolstoy’un orada şöyle bir laf geçiyordu şimdi geldi aklıma, bir ormanda kaybolsak ne yaparız durup bir düşünür biz kaybolduk hangi istikamette gitmek gerekir yönümüzü nasıl bulacağız. etrafında ağaçları görüyorsun ama ormanın neresindesin belli değil. kuzeye mi gidersen ormandan çıkacaksan yoksa daha çok ormanın derinliklerine doğru mu gitmiş olacaksın kuzeye gidersen. bütününü göremiyorsun ki tepeden bakmak gibi değil, havadan bakmak gibi değil. ormanın içindeyken ağaçları görmekten ormanın bütününü göremiyorsun. önce bir durup düşünmek lazım değil mi? biz gittiğimiz yol yanlış? bu medeniyetin gittiği yol falan diye girizgah diye bir laf söylemiştim. bizim de oryantasyonumuzu belirleyeceğiz de neye göre belirleyeceğiz? niye bilgi haritası diye bir şeyden bahsettik zaten şimdi burada bakın karşımıza farklı usuller, bakış açıları ve metotlar ve farklı muhtevalar çıkıyor bir kere. bunlar göründüğü kadar farklı mı ve hatta böyle discrete elemanlar gibi duruş noktası, oryantasyon, perspektif falan diye isimlendirmeler yapabilirsiniz. tabi anlaşmak içinde dilin bu imkanlarını kullanmak mecburiyetindeyiz tabi. sonuçta sen gecen gün tartışmamızda sordun çokta net cevap vermediğimin zannı içindeyim. yani oryantasyon diyorsun ama nihai hedeflerde oryantasyonu belirleyici olmuyor mu hocam? gittiğiniz istikamet, bir istikamet seçeceksiniz de onu seçmenizin de bir sebebi olmalı, nihai bir hedefi, bir gayesi olmalı değil mi? şimdi bakıyorsun acaba hangi mizana göre, hangi ölçüye göre neye dayanarak muhakememizi nasıl kuracağız da nasıl bir perspektif belirleyeceğiz ve nasıl bir oryantasyon belirleyeceğiz ve hangi istikamette gideceğimize nasıl kara vereceğiz. geleceğimiz hakkında ne gibi planlar yapacağız yahut geleceğini nasıl tasavvur edeceğiz. gerek şahsi hayatımız bakımından gerek insanlığın hayatı bakımından tarih felsefesi diyerek düşünürsek hayatı, kainatın gittiği istikamet bakımından hatta belki de. yani bütün bunlar aslında iç içe geçiyor. Birbirinden tamamen bağımsız değil yani o ötekini öteki berikini etkiliyor oryantasyonu efendim tabi oryantasyonun çok çeşitli anlamları var dilde ve öyle çokta böyle kelime olarak kullanılmış bir şey değil gördüğüm kadarıyla ben yapıyorum bunu ilk defa ama yani mesela yeni bir şehre gittiniz oraya alışmak bakımından, etrafı tanımak bakımından veya yeni bir işe başladınız hadi şu işin mahiyeti şöyledir falandır diye size bir gösterirler o bile oryantasyondur yani tarif olarak. Esas itibariyle Fatiha’da ki ihdinessıratel müstakim ifadesinin de aşağı yukarı karşılığı bu yani ne diyor orada bizi doğru yola ilet. şimdi doğru bir istikamet, doğru bir yön bulmalıyız yani ne yapacaksak kendimize ve şunu çağrıştırdı bana __ bir lafını “doğru bir aksiyon ortaya çıkabilmesi için evvela doğru bir doktrin sonra onu uygulayacak doğru adamlar olması lazım” diyordu. kitabın adını hatırlayamadım şimdi poor the and mülkiyet ve fakirlik diye bir kitabı vardı. 150 sene falan önce yaşamış Amerika da Henry Corç. şimdi abiciğim oryantasyonumuzun söz konusu edildiği bir ana başlığımız da vardı hatırlarsanız gnosisizm diye çünkü bu oryantasyonu bir marifet arayışı bir seyri sülük gibi de değerlendiriyoruz daha geniş çerçeve de anlamlandırmak için. peki neye dayanarak, hangi muhakemeyle kendimize bir istikamet hatta hareket tayin edeceğiz? yani burada işte insanların kendi kültürel müktesebatlarıyla mütenasip olarak hayatı anlamlandırma alışkanlıklarından dolayı bir mesleki deformasyon ile herkes kendi ihtisas alanından bakıyor dünyadaki hadiselere. adam felsefeci ise ben felsefe yaparak anlamlandırırım diyor hadisatı. onlar efendim dünyada ne olup bitiyor, ne yapmak lazım, güzel ahlaklı olup doğru davranmak, ne aklınıza gelirse, siyaset dedik. ben felsefeci olarak değerlendiririm bunu onun için elbette felsefe yapacaksınız çünkü muhakeme zaten o. yani felsefe demek -_ anlamlarını bir tarafa bırakırsan muhakeme yaparak düşünmek demek, doğru düzgün aklı başında düşünmek demek. peki düşünmeden olmayacağına göre bu işler tabi ki felsefe yapacaksınız ama öteki adam diyor ki felsefeciler boş konuşur ben ilim metotlarını kabul ederim sadece. Ona ne öyle bir sürü semantik gevezelik yok mantıklı yok değil yok bilmem ne falan. Mantıklı veya değil ben hadiselerin karşılığı varsa tecrübe âleminde düşüncemin efendi
m realiteye bir mütekabiliyeti varsa yaptığım test, deney her neyse isterse mantıksız olsun ben hadisenin gerçeklere ne kadar intibak ettiğine bakarım. yani korespantık __ dedikleri hikaye biraz pragmatizmle karıştırırsan bu yani ilim adamının bakış açısı. Nitekim o yüzden kuantum mekanikçileri ne diyorlar. Valla kuantum mekaniğinin aşağı yukarı her şeyi mantığa aykırıdır. Hiç bir mantık prensibine uymaz yani kuantum mekaniğindeki şeyler. Aynı anda farklı yerlerde bulunabilir, bir şey hem kendisi hem başka bir şey olabilir o yüzden identity problemiyle girdik lafa bu ego sum qui sum bahanesiyle yani ama diyor ki adam kardeşim matematiğe dökülebiliyor mu tecrübede de test edilebiliyor mu ben ona bakarım felsefi açıdan tutarlıydı tutarsızdı ben ona bakmam. hatta öyle bir noktaya geldi ki iş valla Aristo mantığı da neymiş zaten yanlış bir şeydi. e işte __ başlamıştı, aslında indüksiyona önem vermek lazım falan diye __ sonra godlok, feregeler şunlar bunlar, mantık pozitivistler falan geldiler malum ve arkasında da f…. çok değerli mantık şu mantık, bu mantık çeşit çeşit mantık icat ettiler ve bir tek Aristo mantığıyla mı oluyor sanki bu işler. ilim madem ki teyit ediyor Aristo mantığının basit sirlojistik kurallarına da bağlı kalmak zorunda da değiliz dedi çıktılar. haklı da bir tenkit gibi görünüyor. ilim adamı da ilim adamı gözüyle bakıyor hadiseye tarihçi dersen adam tarihten başka bir şey bilmiyor yani tabi olarak elbette biliyordur bir şeyler çocukluğundan beri her kes bir şeyler öğreniyor ama satı seviyede asli ihtisas sahası tarih olduğu için adam en çok emeği oraya vermiş ve dolayısıyla da hadiselere tarihçi gözüyle bakıyor. zaten öbür gözle bakmaya kendi müktesebatı kafi değil. bir filozof gözüyle bakamaz hadiselere. şimdi dedikodu olacak anlatsam. vaktiyle bir meşhur tarihçimizle Saint Thomas yüzünden bir tartışmıştım isim vermeyeyim de. yani kardeşim Saint Thomas okudun falan deyince bana. Saint Thomas tarih değil okuyarak öğrenemezsin onu felsefe, felsefeyi anlamak lazım felsefeyi okumak yetmez. felsefi prensipleri falan demiştim yani. şimdi tarihçi için felsefi bir eser, ilmi bir eser veya sanat eseri tamam o da her entelektüel gibi her şeyden biraz anlıyordur tamam da insani sınırlar içinde tamam da işin ihtisas erbabının bildiği kadar bilmesi mümkün mü? mesela ben şuuru merak edip biraz incelemekle Numan’ın bilgi seviyesinde beyin hakkında bilgi sahibi olmam mümkün mü? ne kadar uğraşırsam uğraşayım onun kadar uğraşmam lazım ya da. onun verdiği emek kadar emek, onun verdiği tecrübe kadar tecrübe kazan o zaman zaten sende ikinci bir uzmanlık edinmiş oluyorsun o başka ama her uzman yani basit bir laf bu çok dallandırdık tabi olarak kendi mesleki perspektifinden bakıyor. burada mesleki deformasyon diyoruz bazen. şimdi peki ama biz hangisini tercih edeceğiz? yani tarihçinin baktığı ve gördüğü manzara başka bir şeydir. ilim adamının baktığı ve gördüğü manzara başka bir şeydir insanlık ahvali hakkında, felsefecinin başka bir şey, sofinin başka bir şey, dindarın veya rahibin başka bir şey elbette teoloğun başka bir şey. yani bunlar farklı şeyler. yine de içi içe geçtikleri hallerde olur insanlık ahvalinde dediğim gibi her şey de olur, hiç bir şey böyle bizim matematik formülleri kadar discrete olamaz, ya da piyano tuşları kadar iç içe geçtiği ahval elbette vardır ama herkeste iyi kötü kendi tanıdığı alanın, kendi bildiği argümanların, kültürel müktesebatının açısından bakacak hadiselere. yani tarihçi elbette tarihçi gibi bakacak. o zamanda bir felsefeci aynı hadiseye nasıl bakar onu asla değerlendiremez. benim bir oğlum var şimdi psikoloji doçenti olacak ama aslında felsefe tahsili yaptı. İzmir felsefeden mezun olmuştu. onu bir gün bizim tarihçi arkadaşların sohbetine götürdüm Ankara’da düzenli sohbetlerimiz olurdu bizim, çeşitli insanlar… nasıl buldun dedim Ertuğrul dedim. Dedi ki felsefeci ya şimdi bu valla baba adamlarda çok geniş bilgi var, çok fazla koleksiyon bilgisi, arşiv bilgisi, neyse vesika bilgisi falan tamam çok malumat var ama hiç muhakeme yok dedi. Genellikle tarihçileri tenkit edenlerde bunların muhakeme zaaflarından bahsederler. ya bu tarihçiler ne kadar saati şeyler söylüyorlar. tarih dinlemek eğlencelidir biliyorsun yani hikaye gibi bir şey anlatıyorlar, enteresan hadiseler falan ama fikri açıdan doyurucu olmaz muhakeme açısından. Hakikaten zaten aslında da yoktur ha Aristo üstadımıza bakarsan poetika da demiştir ki şiir bile tarihten daha değerlidir. çünkü daha genel şeyler söyler. Halbuki tarih özel hadiseler, tek tek uniqe hadiselerden bahsetmek zorunda onlarında hiç bir teorisi yapılamayacağı için hiç bir anlamı yoktur. mesela m… tamam hatta doğan özer üstadımız Tarih felsefesi adlı kitabında sırf bu açıdan dokümanteriz eder eksi tarih felsefelerini. teoriya historia diyeti, historıa vardır tek tek hadiseleri bilmek anlamak. Bir de teori genel bilgi anlamında felsefedeki ilimdeki gibi. historıa ve teoria birbirine zıt şeyler dolayısıyla tarihten herhangi bir fikir üretilemez. aktueliteden ve tarihten ir fikir çıkmaz. Dolayısıyla anlamsızdır, tarih lüzumsuz bir şeydır filan gibi ir hüküm vermişti ve birçok filozofta bu kanaattedir. Tarih boyunca da bu tartışmıştır iyi kötü. kimisi lehinde kimisi aleyhinde. Bizim Doğan Özer de tarih felsefesini anlatırken bu historia teoria diyeti çerçevesinde hangi felsefeci ne söylemiş onları naklediyor kitabında. Güzel bir hülasadır hâsılı kelam bu açıdan bir dokümantasyon. yani tarihçi de tarihçi olarak bakacak tabi o adam hadiselere bir hikaye olarak bakıyor, onun felsefi tarafına girmez. Girse de zaten çok fazla ilerleyemez çünkü o alanda müktesebatı yok, anladığı bir şey değil. şimdi teolog da teolog olarak bakıyor. İlahiyatçıda diyor ki valla her şey… ee sufiye de sorarsanız Tanrıdan başka bir şeyle uğraşmak zaten budalalıktır. Yani geriye kalan her şey önemsizdir varsa yoksa tanrı meselesi. dünya da içindekilerde, politikada ne aklınıza gelirse Tanrı dışındaki her şey saçmadır. Meditasyoncu ve sofiye göre yani önemsizdir, küçümser. o da bambaşka bir alemde yani. iyi de bu farklı yani yapabildiğimiz kadar 7 Kısıma taksim etmiş olduk. farklı 7 bakış açısı ya da disiplin açısından tabi bunların alt bölümleri var. tarihi disiplinler, felsefi disiplinler falan o ayrı ben genel çerçeveyi söylüyorum. hangisini tercih edeceğiz biz yani ben şimdi herhangi bir hadiseyi insanlıkla ilgili, dünya ile ilgili her neyse bir nesneyi, bir hadiseyi hangi ölçüyle değerlendireceğim, hangi metodolojiyle? bir tarihçi kafasıyla mı, zihniyetiyle mi? bir filozof gibi mi? bir ilim adamı gibi mi? bir _ sınıftan bir ilahiyatçı gibi mi? bir sofi gibi mi? değil mi? bunların hepsi farklı şeyler çünkü ve farklı dünya tasvirleri verirler. yani birinin önemsediğini öbürü önemsemez. tarihçi için politik hadiseler son derece önemlidir, mistik için valla dünya ve masifa aşık oldum gülmeye dünya bir mafihanedir der. yani ne önemi var bunların önemsiz şeyler. Mevlana demiş ki “ben sana sevgimi yüzünden bahsediyorum sen bana vezinden kafiyeden bahsediyorsun” ne önemi var bunların kardeşim. şimdi öyle olunca bu farklı bakış açılarından hangisini kullanacağız problemi çıkıyor. Evvelce de arz ettiğim gibi tarih felsefesi ya konspektif yani hepsini birden kullanmaya azmetmiş, hepsini birden değerlendirmeye diyelim. çünkü ben şöyle düşünüyorum. madem ki tarih geçmişte kalan her şey tarihtir. insanlığın da bütün faaliyetleri tarihte olup bittiğine göre ve insanlığın faaliyetleri de politikadan, devletlerden, milletlerden onların yükü hadiselerden ibaret olmadığına göre o
zaman tarihte olan her şeyi değerlendirmek gerekir tarih felsefesi yapacaksak, bütün insanlığın muhakemesini yapacaksak. o zaman da her şeyden anlamak gerekecek yada bütün bakış açılarını kullanmak gerek yerine göre. onu da hangi ölçüde nasıl kullanacağız. yani bir oryantasyon çizeceğiz kendimize de üzerimizde bir bilgi mi diyeli hikmet mi diyeli ilim irfan mı diyelim bir dünya var, bir alem-i mualla var. her birinin farklı farklı görüntüleri var yani bu metotlara göre acaba hangisi müreccah hangisi daha isabetli, hangisi mesela adam diyor ki demin bahsi geçti Hilmi Yavuz reddiye yazısı yazmış bunlar popüler isimler olduğu için isim zikretmekte problem yok galiba Hayrettin Karaman demiş ki yani Hilmi Yavuz’un anlaşıldığına göre “Müslümanların entelektüelde, filozofa da ihtiyacı yok. bize İslam alimleri yeter” diyor. öyle değil diyor Hilmi Yavuz’da şimdi ama ilahiyatı noktayı nazarından bakarsan dinden başka önemli bir şey kalmıyor geriye. yani ne olacak filozof olupta insanların kafasına şüphe sokmaktan başka ne işe yarar. hatta bizde bir tabir bile var felsefe vesvese verir, vesvesedir diye. eskiden de ortaçağlarda da büyük filozoflar yetiştirdik İstanbul’un parlak devirlerinde ama o zamanda Gazali gibi üstatlarımız falan filozofları pekte sevmezlerdi yani akıl yürüterek her şeyi efendim sadece mantıkla akıl yürüterek anlayabileceklerini zanneder, inanç daha önemli falan gibi. şimdi tabi bunlar aslında böyle basit hülasa edilebilecek kadar basit değil, problem orada. Saint Thomas’ın sözüdür zannederim. bundan evvel Saint _ de de mi var eminde değilim ama önemli değil. yani “anlamak için inanmak, inanmak içinde anlamak gerekir” diye bir laf var Latince de ben zaman zaman nakletmişimdir. (latincesi söylenir) eğer anlamak istiyorsan. anlarsan inanırsın, inanırsan anlarsın diye bir laf. şimdi Saint Augustine galiba her neyse canım kimse kimse. fakat sözde bir hakikat var. şimdi burada önemli olan şu yani adam söylemek istediğinde bir hakikat var. biz insanı anlamak için veya bir hadiseyi anlamak için ona inanmak lazım böyle bir şey olmuş veya var. inanmıyorsan sempatide duyamıyorsun, anlayamıyorsun da yani. Şimdi adam felsefeye sempatisi yok zaten, entelektüeli zaten ben de geçen bir röportajımda söyledim entelektüel de ne her konu da malumatı __ ben alim isterim, sanatkar isterim, filozof isterim karşımda entelektüelde neymiş falan diyerekten halbuki farklı anlamda da kullanılıyor malum entelektüel ama şimdi biz burada tarih felsefesi madem ki bunların hepsini ihtiva ediyor o halde bütün bakış açılarını da yerine göre kullanmalı deyip geçtik. peki, iyi de dini bakış açısının telkin ettiği şey başka, ilmin telkin ettiği şey başka bir şeydir. Mesela ilim bize tamamen fiziki ve materyalist bir dünya tasvirî verir. metodu da öyledir zaten tecrübe etmeye dayanır. Yani hadise müşahhas olmalı, somut olmalı ki tecrübe edesiniz. test edilebilir olursa test edersiniz. test edilemeyen şeyi nasıl test edeceksiniz zaten. Hatta bunun bile aşırı gülünç örnekleri gördük mesela beyinde birim ölünce şu kadar gram artıyormuş da ruh buradaymış falan diye sanki çok baki bir şeymiş gibi tartışmalarda duyduk. yani test edilmeyen bir şeyi zaten test edemezsiniz. Evvela maddi, somut olmalı, bir hacmi, kütlesi olması ağırlığı olmalı bir şeysi olmalı. veya bir etkisi olmalı sonuç olarak ilim bize ancak etkileriyle veya kendi cevherinden kendi asli hüviyetinden gelen, mahiyetinden gelen ölçülerine göre bir hadiseyi tasvir edecek. bu da tabi ki ancak ölçülebilen etkileri veya kendileri ölçülebilen, tartılabilen ne bileyim hesaba kitaba test etmeye gelen nesneler için söz konusu olacak öyle olduğu için zaten semereli ilim ve öyle olduğu için hadiseleri anlamlandırabiliyor ve yönlendirebiliyor. ölçülebildiği ve hesaplanabildiği için öyle olmasa zaten o neticeleri alamayacak. şimdi sen bana ilaç veriyorsun bu ilacın şu dozda olması lazım şu dozda olursa farklı bir etki gösterir veya zehirler diyorsun. o dozajı ölçemediğin zaman zaten öyle bir faaliyeti de yürütemezsin. etkilerini de hesaplayamazsın. hasılı kelam ilim böyle bakıyor peki öbür adam teolog zaten dediğim gibi ona göre mukaddes kitap zaten tanrının kelamı veya tanrı tarafından bizzat dikte edilmiş. işte Hz. İsa’yı zaten Tanrı sayıyor iskender malum. İncil de Hz. İsa’nın sözü olduğu için oluyor otomatik olarak Tanrı kelamı. bizde de vahiy olduğu için böyle addediliyor. Müslümanların Kahir ekseni etrafında efendim ve onun üstüne de insan sözü artık fazla bir değeri kalmıyor. Yani ister ilmi, ister felsefi, ister başka bir yolla elde edilmiş olsun. sıradan alelade insanın sözü ile Tanrı’nın sözünü nasıl yan yana koyacağız. bir tarafta tanrı kelamı, öbür tarafta insan sözü var. binaenaleyh onlar önemsiz hale geliyor otomatik olarak zaten. ve adam diyor ki ben Tanrı kelamında böyle bir şey var inancıma göre ee peki bu böyle dediğine göre bundan şu şu sonuçlar çıkar. ben buradan peşin olarak bunu kabul ettim bu inancın akidelerinden hareketle felsefe yaparım diyor. eğer dini felsefe yapacaksam Saint Thomas falan gibi skolastik felsefe yapacaksa o minval üzere gidiyor zaten. öbürlerini de kaile almıyor. tarihçiler başka bir alem zaten bol miktarda tarihçi dinliyorsunuz bu günlerde popüler. ben tarihçileri ayrıca t… etmeyim gördüğünüz gibidirler. şimdi benim bir tarih filozofu olarak nasıl değerlendireceğim, benim için insanlığın yaşadığı haller sadece, insanlık tarihinde sadece felsefe tarihi yok ki, sadece filozoflar yok ki herhangi bir filozoftan yüz kat daha değerli bir sanatkar olabiliyor Tolstoy gibi, Dostoyevski gibi yani büyük filozoflardan değilse bile pekte tanınmayan filozofları tanımasak olur ama şimdi Tolstoy’u tanımasak biraz fazla kültürsüzlüğe girer gibi geliyor. Değil mi?

yani bir sanat adamı veya bir din adamı veya bir tarihçi, bir tarih filozofu, bir sufi onun söyledikleri niçin yok sayılsın. onunda söylediği bir şeyler var şimdi bakıyorsun Muhittin Arabi diye bir adam var. Bazen bize tuhaf gelen şeyleri de söylüyor ama çok büyük bir kafa olduğu da çok aşikâr yani. Bakıyorsun işte Mevlana diye mistik bir şair, tamam şairliği bir tarafa da adam tuhaf şeyler söylüyor yani sıradan insanın hiç bir zaman söyleyemeyeceği kadar anlamlı şeyler söylüyor bazen. şimdi ne yapacağız bunu yok mu sayacağız bu kültürel mirası yani sadece maddeden mi ibarettir ki dünya ve insanlığın yaşadığı haller sadece maddi şeyleri esas alarak imalı fikir edelim. ilim adamlarının yaptığı gibi. şöyle bir şey oluyor işte mesleki deformasyonlardan dolayı. onu Yücel bey geçen konuşmalarından birinde anlattı biraz. scientism denen hastalık bilimselcilik diyorlar şimdi Türkçede. yani biz her şeye bilimsel açıdan bakacağız, bilimsel açıdan bir şey kabul görüyorsa, şayanı kabul ise tamam iyidir, hoştur. değilse o zaten yok hükmündedir ya da ilmin kavrayamadığı konuları biz yok hükmünde, yok sayıyoruz. manevi şeyler zaten bizi ilgilendirmez. işte şuur meselesinde de biraz problem çıkışının sebeplerinden biri o. şuurun beyin nöron faaliyetleriyle tamamen icra edilemeyecek bir şey olmasından dolayı falan. birazda o yüzden seçmiştik zaten o bahsi. iyi ama adam işte böyle bir hastalık var. diyor ki vallahi ben tanrı hakkında da konuşacağız, din hakkında da konuşacağım, kültür hakkında da, sanat hakkında da, her şey hakkında da konuşacağım. insan homosum humanım ……. yani ben insanım insani olan hiç bir şey bana yabancı değil demiş bir Latin şairi. tamam bende insanım her konuda konuşmaya elbette hakkım var hele demokrasi ise. yani bunları nereye koyacağız, sadece ilmi hakikat diye bize ulema zümresinin ve ilmi külliyetin takdim ettiği şeyleri kaile alacağız geriye kalan her şeyi yok mu sayacağız bütün kültürel mahsulleri insanlığın. e onlara da saygı duymak zorundayım üstelik ben tarih filozofuyum. ben bir tarihçi olarak şunu çok iyi biliyorum ki dinlerin insanlık üzerindeki tesiri ilimden de, diğer pek çok şeyden de çok fazla yani dinler tarihin motoru gibi bir şey. nasıl olur da bu kadar büyük çapta, bu kadar tesiri olan şeyleri görmezden gelebilirsiniz bir tarihçi olarak mümkün değil. bir açıdan saygı duymak zorundasınız, bir açıdan da şöyledir tamam ama ben tarihçiyim dediğim gibi ve tarih felsefesiyle meşgul olan bir tarihçi. falanca Osmanlı tarihinin filan branşının uzmanı başkada bir şeyi anlamayan bir tarihçi değil. Her şeyle ilgilenmek durumunda olan, felsefe de ilimde bilmem dinde dâhil ne aklınıza geliyorsa tarih felsefesi öyle bir şey. insanlığın bütün müktesebatını değerlendirmek, muhasebesini yapmak anlamına geliyor o zamanda ona göre bir donanım, ona göre de bir düşünce tarzı da istiyor elbette öyle olunca da yani şimdi ben sadece sanatkarla ilgili, sanatla ilgili, diğer her şeye kapalı. yani insanların hobileri vardır biliyorsunuz bir adam mesela koleksiyon yapmaya meraklıdır pul koleksiyonu yapar, yada kelebek koleksiyonu veya işte sanat ilgilenir müzikle, resimle her neyse. onun dünyası ondan ibaret başka şeyle çok o kadar fazla ilgilenmiyor. iyi de bir tarih filozofunun herhangi bir branşta saplanıp kalması zaten mevzuun mahiyetinden, naşı mümkün olmadığından hepsiyle de ilgilenmek zorunda. hepsine de yerli yerince bir yer vermek zorundasın. şimdi tamam ilim adamlarının söylediklerini ciddiye alalım elbette zaten ilim güvenilir bir şey test edilebildiği oranda güvenilir. yüksek ihtimal etle güvenilir anlamına geliyor. matematik zaten ispat Latinler ne demişti sapyens…… akıl ispat edilmeyen şeyi tasdik etmez. yani bir şeye inançta niçin inanıyorsunuz çünkü zaten ispat etseniz bir şeyi herkes ona inanmak zorundadır. ispat edilen bir şeye akıl itiraz edemez yani. zorlasanız da itiraz edemez. ama tabiki ilmin, matematiğin, mantığın çıkarımlarına itibar edeceğiz elbette ama bunlardan ibarette değil insanlık tarihi. yani tarih hakkında ne söyleyecek şimdi fizikçi, ha fizik tarihinden bahsedebilir o başka veya din hakkında ne söylemeye hakkı var. ben ilmi pozitivist olduğu için bende pozitivistim, pozitiviste uymayan telakkileri de kabul etmem diyebiliyor scientist olursa. iyi de ilim pozitivist olmak zorunda pozitivist ne demek bir yerde fil vaki mevcut bulunmak demek yani bir şeyin, nesnenin. tabi ki maddelerle ilgileniyor, metodu da o tabi ki pozitivist olacak ama her şey pozitivistin çerçevesinde anlaşılabilen şeylerden ibarettir. o materyalizmin, pozitivizmin hudutlarına sığmayan manevi, kültürel şeyler yoktur diyemezsiniz. böyle bir hakkınız yok, fakat bunu yapanlar var.

  1. HAFTA KISIM 2

Var dediğim gibi mesleki deformasyon. Şimdi biz bu mesleki deformasyonlara da dikkat ederek bu ilahiyatçı bir şey söylüyor da. bir ilahiyatçı kafasıyla söylüyor. olabilir ben tarihçi gözüyle bakarım. ve tarihçi gözüyle baktığım vakitte şu nu da söylerim kardeşim yeryüzünde bir tek Müslümanlık mı var. Diğer dinlerde var müsaadenle. hatta tanrısız dinler bile var. o senin dininde öyle ve dünyada senden ibaret değil. sadece Müslümanlar mevcut başka hiç kimse mevcut değilmiş gibi öyle konuşamazsın. öbür adam derki o senin inancın ben o inanca mensup değilim o fikirleri de kabul etmiyorum. İşte o kadar yani eğer genel geçer herkesçe kabul edilmesi gereken bir şey söyleyeceksen o zaman öbürlerini da kaile almak durumundasın. yani bir tek bu mu var? bir tek bu bakış açısı mı var insanlık tarihinde? bir sürü var işte mesleklere göre de var dinlere göre de, kültürlere göre de. hatta her dilin kendi bakış açısı var bile denilebilir. o zaman da 2 bin 3bin tane dil var konuşulan. peki ya iyi de bak burada oryantasyon falan dedik ama tarih felsefesi geldi müdahale ediyor. diyor ki oryantasyonu tarih felsefesine girmeden konuşamazsın. sen demiştin ya yine hatırlatayım. yani bir nihai hedef ben __ güvenilirliği hesaba katmak zorundayım kendime bir hat tayin ederken değil mi? bu bilgilerimiz var, muhtelif bilgi kaynakları var gibi gözüküyor eğer bunlara bilgi kaynakları demek caizse birde. çünkü ilim adamlarına göre ilmin dışında bilgi kaynağı yoktur. mesela sofizm mi valla mistik hezeyanlardır, din mi o zaten insanların inançlarıdır, felsefe mi zaten onlar geveze mahlukattır, onlar mantık falan konuşur durular lisani bir takım semantik oyunlar. yani ilim adamının zihniyetini aksettiriyorum ben öyle düşündüğüm için değil. daha doğrusu işin tabiatında var böyle bir şey şu ve ya bu ilim adamı böyle olmayabilir elbette ama netice-i kelam ben dini hikmetin bazı ilim adamlarının ya da bazı filozofların ya da bazı sanatkarların yani bu dini zihniyete mensup olmayan insanların kolayca küçümseyebildiği kadar kolay küçümsenebileceği kanaatinde değilim. bunun münhasıran Müslümanlık için böyle olduğu kanaatinde de değilim. yani sadece Müslümanların inandıkları şeyler muhteremdir, hürmete şayandır da küçümsenemez de öbürleri küçümsenebilir. çünkü dinlerin şöyle de bir tabiatı vardır. benim dinimden olan şeyler __ hepsi yanlış, onlar zaten batıl tamam mı? hatta Kur’an-ı Kerim’de ayet vardır. nedir hak geldim batılığa… yani bu anlamda söylenebilir mi bilmiyorum. şimdi iyi de bir tarih filozofu olarak ben Taoizm hakkında azıcık fikir sahibiyim tabi ki bu tarih filozofların da şöyle bir __ o benim sitenin en başında __ naklettiğim söz var ya nasıldı o sayintifik speşelist … less about……more and more yani bir ilmin herhangi bir spesiyal alanın uzmanı o daracık gittikçe daha daralan ihtisas sahasında gittikçe daha fazla şey öğrenir onunla ilgili ama genel felsefi spekülasyon yapar adam da gittikçe daha fazla genişleyen ufuklar hakkında gittikçe daha sati malumatla karar vermek zorunda kalır. öyle ama insanlığın bilgisi çok geniş ortaçağdaki gibi değil. o zamanda genişti ama farkında değildik. şimdi sen bir tarih filozofu olarak bilimlerle de ilgilenmek onlara saygı duymak zorundayım. iyisini kötüsünü değerlendirmek zorundayım ama ne kadar tanıyabileceksin acaba. yani hadi kendi dinini biraz biliyorsun ilahiyatçıysan iyide biliyorsun diyelim. iyi de bütün dinler onlarda az buz sayıda değil yani. internette bir mukaddes kitaplar sitesi vardır. bende de linki vardır. girseniz baksanız yüzlerce mukaddes kitap metniyle karşılaşırsınız, hangi birini okuyacakta hangi birini anlayacakta hangi birine inanacakta yani nereye kadar tanıyacak. tamam benim Taoizm’le ilgili biraz kültürüm olabilirde sıradan insandan azıcık daha fazla ama bir taoist kadar değildir herhalde yani, veya Hristiyanlık hakkında bir fikrim olabilir de ben tabi biraz tuhaf bir yaratık olduğum için her şeyi merak ettim ve şifaı nefs edecek kadar da biraz karıştırdım __ kitabını bile okumuşumdur yani Hristiyanlık nedir, Hristiyanlık tarihi kilisesi, dokümanların tarihi falan gibi şeyler elimden geçmiştir. tamam ama o işin uzmanını bile, dinler tarihi uzmanı olduğunu varsayalım bİzim Ömer Faruk hoca gibi geçen gün baktım yani bazı şeyleri sathi biliyor televizyonda konuşurken. bir dini bilebilirsin de bütün dinleri etraflıca tanımak epeyce zor ve büyük bir emek gerektirir pek kolay bir iş gibi görünmüyor. hiç bir şey kolay değildir de. yani şimdi biz dinler hakkında sathi bir malumat, ilim hakkında sathi bir malumat, felsefe hakkında sathi bir malumat hepsini böyle yüzeysel bir tanımayla hüküm vermek durumundasın. üstelik de bu hükmü verirken adil olacaksın. hangisine ne ölçüde değer aksedeceğim ilmi bilgi ne kadar nereye kadar bağlayıcı olacak. diyelim ki ilmi bilgiyle dini bilgi mistik bilgi sanat bilgisi tarih bilgisi felsefe bilgimiz ters düştü hangisini tercih edeceğiz mesela değil mi? ben geçenlerde bir ara söyledim ilim adamları fazlasıyla naiftirler, felsefeciler daha kolay şüphe ederler ve daha şüpheci bakarlar hadiselere ve kolayda tenkit yaparlar. bu o kadar basit değil derler. şimdi ilim adamı her gördüğü şeye test edilebilir oldu mu hemencecik inanıyor o kadar basit değil. o kadar kaba saba materyalizm olmaz diyebilir yani. şimdi o adamın bakış açısından baktığın vakit, bir filozofun bakış açısından baktığın vakit ilmi bilgi ilim adamlarının iddia ettiği gibi güvenli gözükmüyor onu söyleyeyim. Benim bir filozof tarafım var ya şimdi hepsine bulaşıyorsun ya tarih filozofu olarak. ben bir filozof olarak ilmi bilginin zaten kesin bir bilgiyi değil, ihtimali bir bilgiyi verdiğini üstelik bunu da kötü metotlarla ve kötü çıkarımlarla fazlasıyla naifçe yaptığı kanaatindeyim. mesela biz laboratuvar da oturuyoruz filan nesneyi tartıyoruz, karıştırıyoruz işte şuna asit döktük buna bilmem ne yaptık sonuçlarına bakıyoruz. bir hemen faktör analizi yapıyor bu bunun sebebidir diye determinize ediyoruz. ama mesela bir şeyin bir şeyden önce gelmiş olması onun sebebi olmasını ispatlamaz David Hume göre hiçte o kadar basit değil. arada devamlı__ bulunması da sebep olduğunu ispatlamaz. sebeplilik işi çok daha derin ve tartışma götürür felsefi açıdan. ilim adamının kolayca benimsediği kadar basit bir iş değildir en basitinden sebep bile. en basitinden mekan ve zaman gibi kavramlar bile veya nesneleri isimlendirmek bile filozof açısından epeyce tartışma götüren meseledir. valla zerre kadar şüphesi yoktur o alanda bilim adamının.
Yücel hoca; burada komik olan husus yani doğmaya karşı bayrak açmış bu bilimcilerin aslında tam da bu işin göbeğinde oturuyor olmaları.
Şahin Hoca; hayır birde şu var azizim bak sözünü kestim de. şimdi bak doğmanın göbeğinde otursalar gene iyi. Bunların aşırı dogmatik ve aşırı komik bir dogmaları var. şimdi bunlar diyor ki big bang diye bir şey var bu olduğu zaman zaten bir şey yoktu zamanda, mekanda yoktu. sadece enerji vardır. neyse işte o enerji. peki bir şey yoktan ortaya çıktı nasıl ortaya çıktı yoktan varlık? hadi çıktı maddeler oluştu, bu elementler önce hidrojen atom oluştu sonra ikisi birleşti helyum oldu. yok işte büyük patlamalarda güneşlerde, patlayan yıldızlar var ya şimdi gelmedi aklıma efendim onlarda çok büyük enerjilerle karşılaşınca füzyon oldu. bunlar karbon, diğer bütün elementler bunlardan türedi. sonra bunlar bir şekilde uzayda bir araya geldiği vakit dünyayla ilgili __ oluştuğu zamanda bir tesadüf eseri böyle moleküllerin yan yana gelmesinden organik kimya molekülleri derken hayat oldu derken hayat belli bir istikamette gelişti gelişti taa insana, şuura kadar geldi falan dünya tasviri. yani bu Aristo’nun __ çok kötü bir tasviri bu kadar da değil canım yani anladık ta eğer bir __ tasavvur edeceksen onu mutlak surette o finaliteyi o hadiseye yükleyen bir sebepte göstermek zorundasın. mesela tanrı yoktur diyorsun görünmüyor, tartılmıyor, etkileri hissedilmiyor falan diyorsun ama devamlı artan hem de gittikçe daha kompleks bir sarette gittikçe daha yüksek bir enformasyon da ve gittikçe daha yüksek seviye de bir şuura belli bir istikamette bir yönelişten bahsediyorsun ve bu hiç olmayacak. yani kanton’un sonsuz kere sonsuz ihtimalini de katsan bu kadar şey bir araya gelmez. hiç olmayacak şeylerin hepsinin de tesadüf gibi komik bir rakama veya tesadüfte değil bazen sebepte göstermiyorsun biz nasılıyla ilgileniyoruz deyip kendince kaytarıyorsun. güzelde bu senin söylediğin çok komik bir tasviri ve çok aşırı da dogmatik.
Yücel hoca; ve bunun da inanç olduğunu reddediyorsun ısrarla. ısrarla reddediyorsun. tanrıya inançtan kaçarken ondan çok daha çetrefil şeylere inanmaya zorluyorsun insanları ve bununda bir inanç olduğunu reddediyorsun
Şahin hoca; bir kere çoğu zaman fizikçiler aslında her meslek için öyledir ama fizikçiler için daha bariz hale geldi son zamanlarda. bir kere çoğu zaman fizikçilerin kendileri bile ne söylediklerini tam anlamazlar. bak şimdi Einstein diyor ki zaman izafidir, mekanla karışıktır diyor. öbür adam başka bir şey söylüyor. peki de zamanın izafe olması ne demek. acaba kendisi tam anlamış mı? Hatta ben bu ifadeyi de kullandım diye hatırlıyorum yazılarım da. yani aslında maddeyi birleştiren bu alanların müşterek bir tasvirini yapmayı hala başaramadıkları için maddenin mahiyetini de bilmiyorlar hala fakat bunu kabul etmezler.
Yücel Hoca; ama mahiyetini bilmediği madde üzerine konuşuyor. bütün birimlerin yaşadığı bir krizdir ama bazıları hala bu krizlerin farkında değil.
Şahin hoca; şimdi diyor ki benim şu kadar şu kadar bilgim var bu konu hakkında tamam doğru onu biliyorsun da. Nasıl meydana geldiği, nasıl oluyor bu müşterek alanlar bir araya geliyor falan dediğin vakit bunu hala cevaplayamıyorsun. Böyle bir teorinde yok henüz, var olduğunu iddia edenlerde var ya neyse. buna rağmen maddeyi anlıyormuş gibi konuşuyorsun. mış gibi yapıyor yani. şimdi altın diye bir şey var. bak bu nesne kromdur peki, bunun fizikçi olarak şu kadarını bilebilirsin, bunun işte 10 tane protonu var 50 tane elektronu var işte içinde şu şu parçacıklar var diyebilirsin. o noktada da bu bir hidrojen atomunun bir tane elektronu olur onu tartışmayız tamam bazen farklı hallerde oluyor ya neyse teferruatta kaybolmayalım. şimdi tamam da bunun ötesine biraz daha derinine gittik biz modern fizikte ve artık yapı elemanlarından bahsediyoruz, atom parçacıklardan. her gün siparişle yeni bir tanesini buluyorsunuz. en son __ öyle değil mi yani? kaç tane olduğunu da bildiğiniz yok, yüzlerce var ve bir çoğunun mahiyeti hakkında hiç bir ciddi fikriniz hala yok. ama bunların meydana getirdi, bu parçaların meydana getirdiği bütünün bildiğinizi iddia ediyorsunuz. her gün yeni element ekleniyor. bunları ilmi küçümsemek için söylemiyorum onun kendi sınırları içinde ve kendi metodolojisi içinde kalındığı taktirde test edilebilirdik sınırları içinde kaldığı sürece yani test edilebildiği ölçüde de bir güvenilirliği var.
Yücel Hoca; doğru bunu inkar edemeyiz zaten akla aykırı olur.
şahin hoca; ama bu sahadaki otoritenizi diğer şeyleri, ben bu sahadaki bilgime çok güveniyorum geri kalan hiçbir bilgi çeşidine güvenmiyoruz diyemezsiniz. şimdi Fatih Sultan Mehmet ne yaptı? nasıl bir adamdı? sorusuna herhalde fizikçi cevap verecek değil. bu geçmişte olan bir hadise onun kendi elemanları var.
Yücel Hoca; ………hepsini çorba etmişler.
Şahin Hoca; maalesef böyle bir şey var. ama biz dediğim gibi ilmin ortaya koyduğu verilere neyse bilgilere hangi seviyede ne kadar güveneceğiz? nereye kadar itibar edeceğiz? veya bir sanatkarın sözüne veya bir rahibin sözüne, bir mistiğin sözüne, bir tarihçinin sözüne. burada hepsiyle ilgili iyi kötü bir tecrübe ve bir anlayış gerekiyor ki değerlendirme kabiliyeti de olabildiği kadar mümkün olsun. yani şimdi sanat hakkında hiçbir ciddi fikri muarefesi olmadan yani şimdi insan sanat daha üstündür kardeşim filan bilgi çeşidinde nasıl diyecek veya itibar edilir ya da edilmez nasıl diyecek. burada başka bir gerçeklikten bahsediyoruz nasıl diyecek. adamın o konuda fikri bile yok. yani sıradan entelektüellerin bir kusuru da şudur. çağımızda evet bilgi çok arttı ama cehalet daha çok artı eski çağlara göre. eski çağların insanları biraz daha bize göre avantajlıydılar bilginin azlığından dolayı. son derece kifayetsiz, popüler medya bilgisini, gazete bilgisini ve ya sıradan kitabi bilgiyi çok az bile olsa yeterli saymak gibi. biz her konuda fikir serdedebiliriz gibi geliyor insanlara. yahu kardeşim sanat hakkında konuşacaksan o sanatın bir eğitimini aldın mı sen, onunla ilgili ciddi, hakiki derinliğine bir ilgin alakan var mı? tamam yoksa da eğitimin hayır herif ilgi de duymuyor hatta. tarihçinin biri benimle Zeki Müren mi daha iyi bir Türk Sanat müziği icracısıdır. … Karaca mı onu tartışmaya kalkıyor. kardeşim ben bunun eğitimini aldım müsaade ette, senin de hiç bilmediğin bir şey sen sadece dinleyici olarak kendine göre onun sesi güzel, bunun sesi güzel falan diyebilirsin. ondan ötesine hakkın yok müsaade ette sanatkarda değilsin, sanattan da anlamıyorsun, eğitimini de almamışsın ne hakla konuşuyorsun. intibah bu konuşurum. tamam da intibah olur o bir değeri olmaz. intiba intibadır yani herkesin de kendine göre bir intibasın vardır. orada bile Goethe’nin sözü geliyor akla “her göz görür ama bildiğini görür” demiş. orada bile bilgi gerekir.
Numan Hoca; —-müktesebatı, eğitimi ve şeyi olan insan koyduğumuz zaman bile bunların içinden nasıl tercih ediyorlar.
Şahin Hoca; ben mesela öyle bir insanım. Hasbelkader sanatla da bütün branşlarıyla, diğerleriyle de uğraşmışlığım var. kendi çapımda eserlerimde var her birinde yani bir fiil. Binaenaleyh oldukça da diğer sıradan entelektüele göre daha fazla daha geniş bir bilgi sahibi olduğum için belki o mesleği bizzat hayatı boyunca icra eden adam kadar değil de neredeyse ona yakın seviye de bilgi sahibi de olduğum için.
Yücel Hoca; pek çoğundan daha iyi olabilirsiniz.
Numan Hoca; seçebildiniz mi ilimden
Yücel Hoca; ilmi olarak
Şahin hoca; aslında çoğundan daha fazla bilgili olduğum alanlar var.7
Numan hoca; seçebilir miyiz sanatı mı ilimi mi?
şahin hoca; ha işte onu tartışıyoruz bir oryantasyon varda, bir problem varda. o oryantasyonu elimizdeki bilgiler ölçüsünde yani bir oryantasyon neydi durduğumuz yer neresi vaziyetimizi bir test edelim. kendimize nasıl bir istikamet tayin edelim. yani içinde bulunduğumuz hal nedir? dünya ahvali nedir bir kere ? iyi de bunu neyle değerlendiriyorsun. dini bir bakış açısıyla değerlendirmek başka, mistik bir bakış açısıyla değerlendirmek başka, tarihçi başka. işte çıkıyor bizim televizyonlarda görüyorsunuz bazen Suriye meselesi konuşuluyor değil mi? adam diyor ki ben strateji uzmanıyım diyor. adam strateji uzmanı o da kendi bakış açısıyla bakıyor. senin bakış açınla hiç bir ilgisi yok. herkesin kendi bakış açısı var hadiseye kendi müktesebatına göre ve bunun böyle mesleki deformasyonları da olabiliyor kendi sahip olduğu müktesebatı öğrenmesi gereken yeri değerli bilgi konusu sayıp öbürlerini değersiz veya önemsiz zannetmek gibi. yani insanın kendisinin önemsemesiyle ilgili tuhaf bir şuur hatası bu. iyi ama hepsiyle uğraştıysanız hepsinde az çok bir lezzet almışsınızdır o zaman da dersiniz ki ben ilim adamına itibar ederim şu noktaya kadar. ama o da yani böyle bir scientist pozitivist tavır takınır benim sevdiğim diğer alana saldırırsa diyelim ki mistisizme ya da dini hikmete yada sanata ya da tarihe filan. dur orada çizmeden yukarıya çıkma senin alanın değil derim yani. İlim adamının da onu konuşmaya hakkı yok veya ötekinin din adamının da oturup ilim hakkında ahkam kesmeye hakkı yok. sen ne anlarsın ilimden ne alakan var. senin ilim hakkındaki bilgin olsa olsa bir entelektüelin bilgisi olabilir en fazla. ha şöyle olabiliyor mesela Gazali filozoflar hakkında ahkam kesmişti. şöyle olabiliyor tamam adamın resmi eğitimi ilim değildir ama ilahiyat eğitimidir ama hasbelkader merak sahibiyle kendi yapısı gereği ilmi de sırdan bir ilim adamı ne kadar emek veriyorsa hatta daha da fazla emek vermiştir, biliyordur. ee o zaten o alanında uzmanı demektir. ben uzmanı değilse konuşmasın diyorum.
Numan Hoca; ben hepsi birden diyelim ki bir — genelde çok kara verebileceğimiz bir konumudur bu? hangi bilgi kaynağı hangisinden daha.
Şahin Hoca; ben de tam o noktaya getirebilmek için lafı uzattım ama biraz fazla uzatıyorum lafı hocalık alışkanlığı. şimdi bu oryantasyonumuzu tayin edebilmek, hangi bilginin kılavuzluğunda, hangi hattı istikameti takip edeceğiz, doğru yolu nasıl bulacağız ya da neyse. vaziyeti nasıl anlamlandıracağız? dünyayı nasıl anlamlandıracağız? dediğiniz zaman işte tarih felsefesi de zaten hepsini bir araya toplaması gereken bir şey diyorum ama benim kendi yönelişim olarak, eski tarih filozoflarında pekte yoktu bu. onlar sade tarih ve felsefe ile ilgilenmişlerdir. sanatla ilgileneni da vardı ama neyse. o zam işte bir tarih felsefesinin süzgecinden geçmesi kanaati çıktı yani bu filozof bir şey söylemiş kardeşim şimdi Kant dedi ki sizin o eski bilgileriniz çokta güvenilir şeyler değil. işte saf aklın tenkidi, pratik aklın tenkidi falan gibi kitaplar yazdı. ne bileyim birinde — öbürü fenomenand biri bilinemez, öbürü işte sizin bildiğiniz sadece olayların bilgisi işte efendim asli mahiyetini bilemezsiniz. işte şudur işte budur bir sürü şey söyledi. yani eski şüphecilerin serdettiği şüphelerin üstesinden geleceğim derken böyle tanrısal… derken bir sürü yeni şüphenin de ortaya çıkmasına sebep oldu. iyi ama Kanttan sonra da onun ekolünden gelen Yeni Kant’cı felsefe var ona karşı olanların söyledikleri var. zaman geçince anlaşıldı aslında Kant’ın söyledikleri de öyle kendi değerinde ve ya Kantçıların zannettikleri kadar çokta kifayetli değilmiş. şimdi bununla ilgili bir kültürünüz olduğunuz zaman, o zaman Kant’ı putlaştıramıyorsunuz. diyorsunuz ki tamam kant böyle söylemiş, büyükte bir filozof olabilir ama o işte öyle Kant’ın söylediğinden ibaret değil kardeşim. benim böyle böyle argümanlarımda var diyorsunuz. peki bunu neyle diyorsunuz?
Numan hoca; biriken bilgiyle, başka bir perspektifle.
Şahin Hoca; tarihle yani. siz bilmezseniz o felsefenin tarihini mesela şimdi bak Yücel’in sahasından örnek verelim idea lafını biz idealar felsefesi deyince hep Eflatun’a

Scroll to Top