Son zamanlarda entellektüeller arasında, isimleri cisimlerine delalet etmeyen tuhaf kavramlar hakkında hararetli tartışmalar var: “tarihin sonu”, “medeniyetler arası çatışma”, “medeniyetler arası diyalog”, “dinler arası diyalog” ve saire, vs… İnsanlar medeniyetlerin çatışmalarından bahseden toplantılar düzenliyorlar. Güzel de, hangi medeniyetlerin çatışmasından bahs ediyorlar; yahut medeniyet derken hangi efsanevi “Mağrib-i Ankaa” kuşunu kasdediyorlar acaba? Bu medeniyet kelimesi çok telaffuz ediliyor; amma bu ism-i manevi acaba hangi müsemmâya, hangi gerçeğe delalet ediyor? Halbuki ben çatışan medeniyetler falan göremiyorum.
Bana öyle geliyor ki, insanoğlu realitede mevcut olmayan, fakat muhayyel ve mutasavver mevzulara bir isim takmakla, onları yoktan yaratabileceğini farzeden yarı deli bir yaratık: Küçük çapta bir Tanrı sanıyor kendini mübarek… İnsanlar, kendi uydurdukları kavramlara dayanarak bir efsanevi/sanal dünya meydana getirdikleri yetmiyormuş gibi; aslında mevcut bile olmayan bu dünyaya ait sözde-mevcut meseleleri bıkıp usanmadan tartışıp duruyorlar. Entellektüellerin ağzına sakız olan bu meseleleri dinleyen ahaliye gelince; onlar da, “bu adamlar galiba çok akıllı, söylediklerinden hiçbir şey anlamadık” deseler yeridir. Bir zamanlar Hans Vaihinger “The Philosophy of As if ” (Sanki Felsefesi) diye bir kitap yazmış ve insan zihninin ürettiği fiction mahiyetinde (yani tamamen hayali, mutasavver yahut bugünkü türkçede yerleşen tabir ile sanal) bazı uydurma kavramların bazen faydaları da olabileceğini göstermişti. Hazret, mesela, “insan zihni tabiatte hiç mevcut olmayan eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar üretmeseydi bir hukuk sistemi veya bir ahlak anlayışı da meydana getiremezdi” diyordu. A. J. Toynbee de, benim tercüme ettiğim bir pasajda (Şahin Uçar: Tarih Felsefesi Meseleleri, “Tekamül eden cemiyetler ve fertler”, sh: 214, Nehir yy., 1997) şöyle diyor: “Bu tip teşbihleri kullanmaya temayül etmek sadece daha önce de bahsettiğimiz ‘tarihi zekâların hastalıklı hayalleri’ (fictional infırmity) ve esâtîr türetici (myth-making) hususiyetlerine bir misaldir: Bu, müessese veya toplulukları etiketleme ve şahıslaştırma, ‘Britanya’, ‘Fransa’, ‘Kilise’, ‘Matbuat’, ‘Hipodrom’ vb. ve bu mücerred ifadeleri şahsiyetler olarak kabul etme temayülüdür.”
Bu Medeniyet kavramı da böyledir: Mübarek Kaf Dağının ardındaki Zümrüdü Ankaa Kuşu sanki; çok lafı geçse de, neye benzediğini gören bilen pek bulunmadığı için hakkındaki rivayetler muhteliftir. Sözgelişi, 20. asrın tarih filozoflarından Albert Schweitzer “Uygarlık ve Barış” kitabında diyor ki: “Ahlaksız medeniyet olmaz; bugünkü Batı Dünyası ise ahlaksızdır: şu halde, bugün bir ‘Batı Medeniyeti’ yoktur.” Meşhur İngiliz Lugatçi ve münekkidi Dr. Samuel Johnson ise “civilization” (yani Medeniyet) kelimesini ne idüğü belirsiz piç bir kelime saydığı için, iş bu civilization/medeniyet kelimesini yazdığı lugate hiç almamıştı. Spengler üstadımız dahi medeniyetlerden bahsetmek yerine 8 adet kültürün meselelerini tartışmayı tercih etmişti.
Toynbee, A Study of History isimli 12 ciltlik dev eserinde 21 medeniyetin meselelerini tartışıyor; halbuki kendisiyle BBC de “Geçmişin patternini (örüntüsünü) bilebilir miyiz?” isimli bir tartışma yapan tarihçi Pieter Geyl de şu haklı tenkidi yapıyordu: “Bütün halkların ve bütün asırların tarihinden rasgele seçilmiş 20 medeniyet örneğinden bahsediyor Toynbee, çok ikna edici bir intiba meydana gelmiş olabilir, ama bu 20 durum seçilmiş durumlardan ibaret, ikiyüz örnek veye ikiyüzbin örnek arasından seçilmiş” diyordu. Niçin 7-8 yahut 200 medeniyet değil de 21 medeniyet yani; bunun ölçüsü ne? “İnsanın Yeryüzü Macerası” isimli yazımda medeniyet öncesi kültürlerden medeniyete geçişi, insanoğlunun tabiatteki üreme proseslerini hayvan ve tahıl ehlileştirmek suretiyle kendi kontrolüne alması ile başlatan bir tarif yapmış ve artık medeniyetin sonuna geldiğimizi ima etmiştim. Fransızların Annales Ekolü de “maddi uygarlık” meseleleri üzerinde dururlar. Lakin bu kültür medeniyet gibi kavramlar, tarifi de tahlili de pek kolay olmayan elastiki kavramlardır. İnsan zihni manevi meselelere de isim takar: kelimeler bir ma’nanın ismidirler. Yalnız, şunu unutmayalım; isimler/kelimeler/kavramlar bir haritanın araziyi tarif etmesi gibi, yalnızca tarif ederler araziyi; birebir aksettiremezler kastedilen ma’nayı ve müsemmayı. Dünyayı gerçekte olduğu gibi eksiksiz ve yanlışsız aksettirebilen bir dünya haritası ise yoktur ve yapılamaz. Yani meselelerin yüzdeyüz gerçekçi bir münakaşası yapılamaz. Medeniyet kavramı için dahi vaziyet aynen böyledir demekle iktifa edeceğim şimdilik.
Derler ki “kelimeler üzerinde israr etmek ukalalıktır”; bir söz ile kasdedilen ma’na neyse onu anlamaya çalışmak lazım. Şu halde bu medeniyetler çatışması da ne demek oluyor? Mesele guya “Batı Medeniyeti ile İslam Medeniyeti arasında bir çatışma” şeklinde takdim edilmek isteniyor. Acaba kasdedilen ma’nada bir Batı Medeniyeti ve bir İslam Medeniyeti var mı bugün? Bize göre bugünkü Batı medeniyeti sömürgecilik faaliyetleri ile başlayan bir gelişmenin sonunda humanizm ve aydınlanma felsefesi ile sonuçlanan ve Sanayi devriminin karakterize ettiği, maddi dünyaya yönelik ve teknoloji oryantasyonlu yepyeni bir medeniyettir. Ortaçağın Hıristiyan batı medeniyeti ile bir alakası kalmamış gibidir. Hıristiyanlık Batı dünyasında sadece fertlerin inançları bazında mevcut olup artık dünyayı anlamlandıran ve yaşanan hayatı yönlendiren bir vizyon değildir. İslam medeniyeti tabiri için de ayni şey söylenebilir. İslam Medeniyetinden bahsedebilmek için müslüman nüfusun mevcut olması yetmez; böyle bir medeniyetin mevcut olması demek, tıpkı bir zamanlar mevcut olduğu gibi, hukuktan, mimariye, musikiden edebiyata kadar hayatın her alanına kendi dünya görüşünün damgasını vurabilen bir şahsiyet ve onun hususi üslubunun bugün de mevcut ve yaşıyor olması demektir. Bakın bakalım islam alemine, böyle bir şey var mı? İslam aleminde elan var olan şey yalnızca islam inancıdır. Batıda hıristiyanlar var diye bugünkü Batı medeniyetine Hıristiyan medeniyeti denemeyeceği gibi, yalnızca islam inancına mensub topluluklar mevcut olduğu için bugünkü islam dünyasında da bir islam medeniyetinin mevcut olduğu söylenemez. Eğer niyetimiz medeniyet gibi son derecede elastiki bir kavramı orasından burasından çekiştirip kavram tartışmasından ibaret entelektüel gevezelik yapmak değilse ve medeniyet tabirinden kasdedileni ma’nayı anlamak sağduyusunu gösterebilirsek; bugün dünyada ne ortaçağın hıristiyan medeniyeti ve üslubu kalmıştır, ne de yaşayan bir İslam medeniyeti…
Bugünkü Batı medeniyetine gelince, ortaçağların barbar kavimlerine rahmet okutan ve Albert Schweitzer’in hükmü kabul edilecek olursa, “ahlaksız”, “laik”, kapitalizmin hür teşebbüs ideali adına tabiatı ve dünyayı bir Global Pazar yapıp yağmalamaya çalışmaktan başka bir gayesi olmayan “yağmacı” ve bu yağmacılığa direnmek isteyenleri hiç düşünmeden imha edebilen “hunhar” ve “ikiyüzlü” bir “maddi uygarlık”tan ibarettir. Ne yazık ki, bu medeniyet silahlarının üstünlüğü sayesinde bugün bütün dünyada hükümferma olmuştur ve bu medeniyetle rekabet edebilecek halen yaşayan kudretli bir medeniyet mevcut değildir. Huntington ve benzeri stratejik analistler Amerikan hegemonyası idealine hizmet ediyorlar ve dünyada medeniyetler arası bir çatışmadan bahsederken, ya aşırı hayalcilik yahut global pazarı yağmalama faaliyetini meşrulaştıran bir kılıf icad etmekle meşguller. Canları müslümanlarla savaşmak istiyor mesele bundan ibaret. İslam Medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında ne savaş, ne de diyaloğ mümkündür; çünkü bugün maalesef İslam Medeniyeti artık mevcut değildir. Mevcut olmayan bir medeniyet nasıl savaşabilir acaba? Batıdaki modern maddi uygarlığın dahi, artık ortaçağların hristiyan batı medeniyeti ile alakası yok. Bugünkü Müslüman dünyası bir zamanlar sahip olduğu muhteşem medeniyeti tehassür ve tehayyür ile hatırlayabilir ancak… Will Durant bir yerde, “medeniyet bir miras değildir; her nesil onu yeniden inşa etmek zorundadır” diyordu. Ama bize öyle geliyor ki bugün yalnızca sanal bir medeniyet var. Tıpkı sermayenin de giderek sanal sermaye haline gelmesi gibi. Ve dünyamızın üzerinde sanal bir kapitalizm hayaleti dolaşıyor. Bir heyûlâ gibi…
Her ne kadar, akademisyen ve münevverler, tarihten bahsederken tabii bir dil kullandıkları için, “Medeniyet” gibi kavramları teklifsiz tekellüfsüz bir biçimde rahatça kullanırlar ise de; kullandıkları kavramların gerçeklere ne derecede uyduğu şüphelidir. Bu noktada, geçenlerde İnternette bulduğum bazı tarih ve tarih felsefesi kaynaklarını okurken, Central Connectitute State University hocalarından H. Haines Brown tarafından yazılan Dünya Tarihinin Çelişkisi isimli makale de yer alan bazı satırları nakletmek istiyorum. Baynes diyor ki: “Bunlar bir “universal”in (yani medeniyet gibi geniş kapsamlı külli bir terimin) partiküler (yani ferdi hususiyetlere ait teferrüat) meselelerini açıklayamadığından tamamen bîhaber görünüyorlar.” Batı medeniyetinin özellikleri şöyledir böyledir diyebiliriz; ama bu falanca zatın davranış özelliğini izah etmeye yeter mi acaba? Baynes, adeta benim Varlığın Ma’na ve Mazmunu isimli eserimde savunduğum paradoksal diyalektik mantığı savunarak ve bunu dünya tarihine tatbik ederek, tarih anlayışımızın ve içinde yaşadığımız dünyanın çelişkilerine şu şekilde temas etmiş:
“Bizim tecrübe ettiğimiz biçimi ile dünya tarihini çelişkili bir gelişme prosesi olarak ele almak daha kolay bir mübahese yoludur. Mesela, bir ‘dünya köyü’ nosyonu, bizim ahlaki duygularımız açısından cazip gelmekle beraber, açıkça görülüyor ki bu dünya köylüleri bir arada pek de iyi geçinemiyorlar. Gerçekten de dünyamız küçüldükçe aradaki bölünme ve farklılıklar da gittikçe derinleşiyor. Aşinalık, belki bazen kardeşlik sevgisini teşvik eder; fakat bu duyguyu teşvik ettiği kadar, nefret ve tiksinme duygularını da besleyebildiği görülmektedir. Global bir köy içinde toplanmakla, yalnızca, bir şeylere sahip olanlarla bir şeyi olmayanlar arasındaki uçurum, gittikçe artan bir şuurla farkedilmekle kalmadı; fakat bunun bir neticesi de bu uçurumun gittikçe genişlediğini ve düşmanlıkların derinleştiğini görmek oldu. İdeolojik ve kültürel farkların etnik temizlik ve ırki yağmacılıklar arasında gittikçe daha acı rekabetlere nasıl yol açtığını gösteren örnekler vermek hiç de zor değil.”
Velhasıl, kuzey-güney çatışması, doğu-batı çatışması, yahut medeniyetler çatışması gibi geniş çaplı üniversal kavramlarla ifade edilmek istenen şey, gerçekte kapitalizmin dünyayı global bir pazar ve hatta global bir köy haline getirirken yol açtığı menfaat çatışmalarından ibaret. Tabir caizse, aç gözlü modern batı medeniyetinin sömürgecilik tarihiyle yaşıt olan yağmacılığı, dünyayı zaptetmek ve dizginlemek isteyen Faustian karakterin gözü doymak bilmiyor ve bütün dünyayı yağmalamak istiyor. Bu arada Mefisto da parmağını sallıyor…
Pekala, bugün Mefisto ve Faust karakterlerinin rol aldığı dünya köyü ölçeğinde oynanan bir Faust piyesi mi bu, yoksa bir zamanlar Puşkin’in Katerina siyaseti için söylediği tabirle, “kaba bir köylü farsı”, bir köylü komedisi mi? Dünyayı global bir köy haline getiren dünya çapındaki bir ekonomik pazarın kapitalist efendileri, şimdilerde kibar ve cazip bir tabirle “liberal” olduklarını iddia ediyorlar. Kendileri o kadar “liberal” ve hürriyetçi insanlardır ki bütün dünyaya da liberal olmayı zorla empoze ediyorlar. Dediklerine göre galiba liberal olmaktan başka çaremiz yokmuş ve esasen liberal olmazsak bir güzel sopa atacaklar bize… Bir zamanlar demokrasiyi tarif ederken Oscar Wilde’ın dediği gibi, artık bir dünya köyünde yaşayan “iş bu halkın, halk için, halk adına sopaya çekilmesi gerek.”