translated by ahmet Fahreddin UÇAR
Lionel Trilling’in “The Experience of Literature” isimli eserindeki ‘İvan İlyiç’in Ölümü’ yorumu:
Hepimiz ölümden korkarız ve tahayyülümüz bunun gerçekliğini idrak etmekten kaçınır. Gayet rahat bir şekilde “bütün insanlar ölümlüdür” deriz, fakat Tolstoy’un İvan İlyiç’in ölümü hikayesinde de olduğu gibi, bunu soyut ve genel bir önerme gibi söyleriz ve her kes bu genellemenin bilhassa kendi ölümü ile, şahsen bizzat kendisi derken ifade ettiğimiz biçimiyle kendisiyle, herhangi bir alakası olduğuna inanmakta zorlanır. Ve edebiyat dahi bu kaçışımızı kolaylaştırmaya meyleder. Edebiyatın ölümü ele almaktan kaçınmasından dolayı değil, aksine, belki de edebiyatta bundan daha sık tekerrür eden bir konu yoktur. Fakat hatta çok büyük yazarlar bile, bu bahsi muhtemelen ölümün korkunçluğunu sınırlayan bir biçimde göstermişlerdir. Mesela bir trajedi kahramanının ölümü bize nadiren korkutucu gelir; bunu genellikle sıkıntı verici ihtilafların sona erdiği, güzellik ve sukûn oluşturan bir ân olarak düşünürüz. Edebiyat ölümün bu yüzünü bize sanki bir tülün arkasından göstererek yumuşatmaya veya bunun korku verici olmaktan daha çok, hazin ve asil olduğunu telkin etmeye, yahut onu da hayatın bir parçası olarak kabul etmemizi istemeye temayül eder.
‘İvan İlyiç’in Ölümü’nde ise bu temayül tam tersine dönmüştür. Tolstoy bizi kendi yok oluşumuz fikri ile uzlaştırmaya çalışmıyor ve ölmekte olmanın korkutucu terörünü maskelemiyor. Tam aksine, uzun süren ve ızdıraplı acıları olan bir ölüm hadisesini seçmekle ve detaylarına girmekle kalmıyor, fakat ölmekte olan adamın bâriz yalnızlığını da gösteriyor, çaresizliğin meydana getirdiği küçük düşmeye, kendi yok oluşunu beklemek zorunda kalmış olmanın terörüne ve kendisi bir hiç olma sürecinde iken var olmaya devam edecek olan insanlara hasetle, imrenerek bakıyor olmasına dikkat çekiyor.
Tolstoy ölümün bu yönleri hakkında daha önceki hiçbir yazarın olmadığı kadar açık ve şüpheye mahal bırakmayacak kadar tafsilatlı yazıyor ve bunun neticesi ızdırap verici. Belki hiçbir edebî eser bu hikayeyi okumak kadar acı verici değil.
Bu dolaylı işkence bize neden telkin ediliyor? Yazarın maksadının sırf edebî olduğu, yani Tolstoy’un konusunu herhangi bir yazar gibi sırf kendi içinde ve kendi adına ilginç olması hasebiyle seçtiğini hissedebiliyoruz . Niyetinin sanat haricinde hedefleri olduğundan şüphe edemeyiz ve fakat tahmin ediyoruz ki pek âlâ dînî gayeleri de olabilir: zira din bizi ölümün kaçınılmaz gerçekliğinin iyice şuuruna varmaya doğru yönlendirmeye çalışır; ölüm korkularına değil tabii ki, ancak ölümün nihâi oluşuna ve böylelikle, bu dünya hayatının varlığın tamamı olmadığı ve hatta en önemli kısmı dahi olmadığı anlayışını bizde oluşturmaya çalışır. Nitekim Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nü yazdığı zamanlarda bizzat yaşadığı hadiseler, hikayenin dînî ilham ile yazıldığı hissimizi tasdik ediyor.
İvan İlyiç’i yazmadan 8 yıl kadar evvel Tolstoy hayatının gidişatını değiştiren büyük bir dînî buhran yaşadı. İçine doğduğu aristokratik sınıfı terk ederek, kendisini aşırı sade bir hayata, insanlığa hizmete, özellikle de fakir ve mütevazı insanlara hizmete adamış bir Hristiyan olarak yaşamaya başladı. Kendi sanatı ve roman yazarlığındaki büyük başarısını dahi reddederek, sanatın mutlaka insanları ahlaka ve dindarlığa yönlendirmesi gerektiği sonucuna vardı.
Yaşadığı buhranın hususi tabiatı da İvan İlyiç’in Ölümü hikayesi ile yakından alakadardır. Tolstoy elli yaşındayken, tahammül edilemeyecek yoğunlukta hissettiği bir fânilik hissi (ölüm korkusu) ile bir ümitsizlik hâlet-i rûhiyesine kapılır. Bu yeni karşılaştığı bir durum değildi-hatta çocukluğunda dahi, ölümün kaçınılmaz oluşunun hayatın bütün anlamını soyduğunu hissettiği için, karanlık buhran dönemleri ile tanışmıştı. Bu Krizin başlangıcından kısa süre önce bitirdiği romanı Anna Karenina’da, Lev Tolstoy’un kendi şahsiyetini sembolize eden prens Levin, “her insan için -ve elbette kendisi için de- ızdırap, ölüm ve unutulmaktan başka bir sonun olmaması” düşüncesine dayanamıyor. Ölümün hayatı “bir iblisin yaptığı kötü bir şaka”ya dönüştürdüğünü hissediyor. Ve bu korkunç alternatifin ötesine geçebiliyor; ümitsizliğinin üstesinden geliyor ve hayatı olduğu gibi, içinde bulabildiği iyiliklerle beraber kabul ediyor. Bir süre için benzeri bir karar vermek Tolstoy’un da gücü dahilindeydi, fakat onun sükûnet dönemleri uzun süreli değildi. Ölüm korkusu yine dayanılmaz oldu ve bununla sadece dînî bir inancın yardımıyla baş edilebilirdi.
Ve hâlâ, Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümünü açıkça dînî bir maksatla yazdığını farz etmeyi gerektiren bu kadar zemin olmasına rağmen, hikayenin kendisinin bu hipotezi desteklediğini göstermek kolay değil. Bu hikaye içinde dînî bir öğreti aradığımız zaman, sadece bir hiç buluyoruz. Bu hikaye içinde dikkat çeken bir dînî duygu dahi keşf edemiyoruz. Son ânın, İvan İlyiç’in acıdan sulha ve hatta ışığa erdiği ânın, Hristiyan geleneğinin bir parçası olan duygu ve metaforlarla tasvir edilmiş olduğu doğru olmakla beraber; bunun, ölmekte olan adamın, ‘Tanrı’nın ya zalim olduğu veya nâ-mevcûd olduğu’ şeklindeki düşüncelerini tesirli bir şekilde değiştirererek ihtidâ ettiğini gösteren bir pasaj olduğunu veya gerçekten nihâî dînî hakikatlerin tasdîki sayılabileceğini kabul etmek zordur
Aksine, pekâlâ Tolstoy bizi bu ölüm tasviri ile dînî hayata yönlendirmek değil, daha ziyade, bu dünyanın zevklerini tamamen kabul etmeye davet ediyor gibi görünebilir. Hristiyan bakış açısından onun niyetini paganizm ile itham etmek dahi mümkün görülebilir. Bir “memento mori”, bir ölüm hatırlatıcısı olarak, safahât düşkünlerine, ‘hayatın kısa olduğunu ve bu kısa saatlerin keyfinin çıkarılması gerektiği’ fikrini telkin etmek için, ziyafetler verilen salonlarda bir insan iskeleti oturtmak, antik bir pagan geleneği idi; Tolstoy, İvan İlyiç’in ölümü hikayesi ile bizi tam da ayni şekilde şok ediyor ki yaşamanın ne demek olduğunun iyice şuuruna varalım.
Ve Tolstoy’un aklındaki, erdemli bir hayat veya dindar hayat değil –esaslı yaşanmış, gerçekten yaşanmış herhangi bir hayatı kastediyor. İvan İlyiç işlediği günahlardan değil, hiç tatmadığı zevklerden dolayı pişmanlık duyuyor. “İvan İlyiç’in hayatı en sade ve en sıradan ve dolayısıyla en korkuncu idi” diyor; Tolstoy meşhur açılış cümlesinde, ve okuyucu İvan İlyiç’in “başarılı biri” olarak kariyerini seyrederken, “zavallı adamın zevk almak için günah yollarından geçiyor olsaydı bile, hayatı daha az sıradan ve dolayısı ile daha az korkunç olacaktı” hükmünü vermekten kendini alamıyor.
Ve bu gerçekten bir pagan düşüncesi olarak görülebilecektir. Fakat, belki de sadece pagan değil, belki aynı zamanda Hristiyanca bir düşünce olarak da anlaşılmalı. Zira hayat olmadan ruhânî bir hayat da olamaz, mutluluk ve o hayat hazzı olmadan, selamete erişmenin mutluluğu da kavranamaz. Dante’nin yolculuğunda cehennemde karşılaştığı ilk cehennem mukîmleri, vasıfsızlar ve kararsızlardır, “ayıpsız ve iltifatsız” yaşamış insanlar –Dante’nin dediği gibi “zaten hiç canlı olmayanlar.” İvan İlyiç de böyle yaşamıştı, bir utanç ve iltifata maruz kalmadan, hiç yaşamamış olarak. Olgunluğunda ona üç şey haz veriyordu: resmî makamı ve bunun ona sağladığı, diğer insanlar üzerindeki tahakküm gücü, alışılagelmiş ve gösterişli evini süslemek ve iskambil oynamak. Sevmenin ve sevilmenin mutluluğunu hiçbir zaman bilmemişti. Tutkunun ısırığını, arzunun gücünü hiç hissetmemişti. Sadık ve cömert olmanın, farkında olmaktan kaynaklanabilecek olan, sakin zevki ve ahlâkî hazzı hiçbir zaman tatmamıştı. Hiç kimseye veya hiçbir şeye aslâ hayranlık duymamıştı; hiçbir şeyle ve hiç kimseyle ilgilenmemişti ve hatta kendisiyle bile. Hiç bir şeyi sorgulamamış veya şüphe duymamıştı, kendisinden dahi.
Gerçekten, bir benliği olduğunun veya bir “benlik” sahibi olduğunun farkına varmadan yaşamıştı. Saygın toplumun kendisine atadığı bütün rolleri kabullenmişti: bir kamu görevlisi, bir koca ve bir baba olmuştu. Ama çocukluğundaki o hafif zevk ve şefkat parıltısı ile ölümü arasında bir “şahsiyet”i aslâ almamıştı. Ancak yok olma zamanında benliği kendisine izhâr edildi. Bu aydınlanmanın ortaya çıkış yolu ise ızdırap verici; acı ve korku yoluyla, kendine acıma ile, ümitsiz çocukça bir konfor ve aşk özlemi ile. Yine de bu berbat sonda bile, İvan İlyiç, derin bir şekilde, kendi benliğinin farkında olmadığı o eski günlerinde hiç olmadığı kadar, insandı. Ve ancak kendi benliğinin şuuruna varmaya bu şekilde zorlandığı zaman, ilk defa başka benliklerin de gerçekliğini algılamaya başlıyor; genç köylü Gerasim ve zavallı, üzgün oğlu gibi.