“Sapiens nihil affirmat quod non probet.”
“Akıl isbat edilmeyen şeyi tasdîk etmez”
“Felix, qui potuit rerum cognoscere causas”:
“Mutludur, o kimse ki nesnelerin sebeplerini öğrenmeye (bilmeye/fark etmeye) muktedirdir.” Lucretius
Söze başlarken naklettiğim rübaide, “bir perde var anda ne konuşsak sen ü ben /çün perde iner andâ ne ‘sen’ var ne de ‘ben’ ” şeklinde söylendiği üzere, şimdi yeniden, işbu fânî beşerî benliğin “kalıcı olamayışı” hususuna vurgu yapıyorum: Çünkü, “kalıcılık vasfı” meşhur gerçeklik kriterlerinden biridir. “İnsan, Varlık ve Zaman” isimli yazımdan iktibas ederek söylersek:
“Eflatun’un mağara istiâresine göre, ‘bir, varlığı anlaşılabilir, mükemmel, görünmez ve ebedî idealar’ vardır ve bir de, ‘hissedilebilir, müşahhas ve âşinâ nesneler’… Duyular tarafından idrâk edilen bütün nesneler bir değişme sürecinden geçtikleri için, böyle nesneler hakkında,, belli bir zaman zarfında ifade edilen bir hüküm daha sonraki zamanda gerçek olmayacaktır. O halde, bu değişken nesneler tam anlamıyla gerçek değildir.”
“Gerçekten de, bilgilerimiz ne ölçüde gerçeğe delalet edebilir ki? Kendi mağarasında (bir benzetme de ben yapayım: diyelim, kafatası içinde) mahbus olan bir idrâk, kendi dışındaki gerçek dünyadan (idealar dünyası) mağaranın duvarına akseden gölgeler (dış dünyanın aydınlığını yansıtan göz kanalı ile dimağda oluşan gölgeler, suretler, imajlar; yani zihinde oluşan tasavvurlar) vasıtası ile, kendi dışındaki dünyayı, “gerçekte olduğu gibi”, yanlışsız ve eksiksiz bir biçimde tanıyabilir mi? Zihnimizde oluşan görüntü (imaj), gerçeğin gölgesi, aslına ne kadar intibak edecek ve bize gerçek hakkında ne kadar sıhhatli bir fikir verebilecek?” (Dil ve felsefe, sh.117)
“Elbette bizim zihnî tasavvurlarımız, duyularımızın meydana getirdiği intibalar tarafından teşkil edilmiş bir idrâk, bir “perception” olduğu kadar, anlayışımız da bu idrâki yönlendirmektedir: Bu itibarla zihnî tasavvurlar hiç bir zaman dış dünyadaki realiteye, mutlak şekilde, tetâbuk edemezler. Hallâc’ın ârifâne sözü, bu ma’nâda dahi doğrudur: ‘Ancak kendisi için hakîkidir hakîkat’ ” (Mülk ve Hilafet, sh.138)
Demek oluyor ki, biz bir gerçeklik kriteri olarak, kalıcı, sağlam ve güvenilir bir mesned arıyoruz. Halbuki sahib olduğumuz duyular bize değişmez ideaları değil, ancak benliğin ve idrâkin kalıcı olmayan ve değişken “intibâ”larını verebiliyor. Elbette idealar (a’yân-ı sâbite, değişmeyen sabit aynlar) anlayışın şartıdır. “Hakikat’ül-eşya fi’t-tegayyur”(eşyanın realitesi devamlı değişmesidir) diyen Heraklit haklıdır; ama, “değişen nesneleri anlamak” da zordur. Yani, eşyayı sabit idealara (a’yan-ı sabite) bağlamak isteyen Eflatun’un yönelişi de, bir başka açıdan, haklıydı: çünkü bu, “kavrayış”ın şartıdır: Durmadan değişen nesneleri kavramak mümkün değildir.” (Mülk ve Hilafet, sh.169)
Bilindiği üzere “kalıcılık, değişmezlik ve varlığın birliği” şeklinde bir anlayışa sahib oldukları için, “hareket”in dahi varlığını inkar eden filozoflar var. Parmenides’i ve tilmizi Zeno’nun hareketin imkansızlığını isbatlayan Paradokslarını hatırlayalım. Halbuki Heraclitus’a sorarsanız; “Hakîkat’ül-eşyâ fi’t-tegayyur”: “esas olarak varlık, hareket ve değişmeden ibarettir.” Halbuki, Democritus’un “atom” (cevher) nazariyesinden beri, felsefe ve ilim, değişmeyen katı bir gerçeklik arayışı içinde, atom teorileriyle meşgul. Bizim ortaçağ kelamcıları, Democritus nazariyesini, “el-cevherü cüzün lâ yetecezzâ” (cevher artık parçalanamayan en küçük cüzdür/ parçacıktır) şeklinde ifade ediyorlardı. Söz arasında söyleyip geçtiğimiz bu yorumların her biri o kadar geniş bahisler ki, ‘beşerî ilmimiz o zamandan beri, önce atomlar planında ve daha sonra parçacıklar fiziğinde, artık parçalanma kabul etmeyen bir katı gerçeklik temeli aramakla meşguldü’ diyebilirim. Sonunda, “paradokslardan ârî, güvenilir ve katı bir gerçekliği” atom bir yana, atom-altı parçacıklar fiziğinde, Quantum Mekaniği’nde bile ele geçiremedik. Modern fiziğin bu katı maddî gerçeklik hakkında, Bertrand Russell “Analysis of Mind” kitabının girişinde diyor ki:
“Bir çok psikolog psikolojiyi gitikçe daha fazla dış dünyanın müşahedesi ve fizyolojiye bağımlı hale getiriyorlar, ve maddenin zihinden çok daha katı ve münakaşa edilemez bir gerçeklik sayıyorlar. Bu arada fizikçiler, bilhassa Einstein ve diğer rölativite teorisi taraftarları, madde yi gittikçe daha az maddî (material) yaptıyorlardı. Onların dünyası bşr takım “olaylar” dan ibaretdir ki madde (matter) bu olaylardan mantık yoluyla inşa edilerek türetilmiştir. Mesela, Profesör Eddington’un “Space, Time and Gravitation” (Uzay, Zaman ve Yerçekimi, Cambridge University Press, 1920) kitabını her kim okursa okusun, görecektir ki; eski moda materyalizm modern fizikten hiç destek alamaz. Bence behaviourist (davranışçı) psikologların görüşündeki kalıcı değer, halihazırdaki en temel ilmin fizik olduğu duygusudur. Fakat bu pozisyon materiyalist sayılamaz, çünkü, görünen vaziyete göre, Fizik maddenin varlığını desteklemiyor.” (metnin aslı için 1. dipnota bkz.)
Nitekim “Rediscovering the Mind” isimli eserinde, Harold J. Morovitz dahi, Fizik ve Biyoloji anlayışımızdaki bu fark hususunda, Russel ile tamamen ayni kanaattedir:
“What has happened is that biologists, who once postulated a
privileged role for the human mind in nature’s hierarchy, have
been moving relentlessly toward the hard-core materialism that
characterized nineteenth-century physics. At the same time,
physicists, faced with compelling experimental evidence, have
been moving away from strictly mechanical models of the universe to a view that sees the mind as playing an integral role in all physical events.
This role reversal by biologists and physicists has left the contemporary psychologist in an ambivalent position. From the perspective of biology, the psychologist studies phenomena that are far removed from the core of certainty, that is, the submicroscopic world of atoms and molecules. From the perspective of physics, the psychologist deals with “the mind,” and undefined primitive that seems at once essential and impenetrable. Clearly both views embody some measure of truth – and a resolution of the problem is essential to deepening and extending the foundations of behavioural science.”
Nihayet, en küçük katı gerçeklik birimi olduğu için parçalanamaz denen atomu dahi parçalayarak, maddeyi enerjiye dönüştürmeyi başardık; gerçi “Enerji”ji yoğunlaştırıp, Tanrı’nın yaratmasında olduğu gibi, yoktan madde yaratamıyoruz… İlerde üretmeyi başarabilirsek füzyon enerjisi, enerjinin maddeye dönüşmesi ile yaratma değil, ama çekirdek kaynaşması yoluyla, bir maddeden başka bir maddenin yaratılması suretiyle, enerji istihsâl etmek anlamına gelecek… Diğer taraftan, “Tabiat”da -cansız maddî dünyada- kâinatta, hem de gerçekten fevkalâde bir düzen ve istikrâr, yani geniş anlamda hissedilir bir katı gerçeklik, olduğu inkâr edilebilir mi? İlme sorarsanız, aslâ: Hattâ bu katı gerçeklik dediğimiz madde dünyasının -tabiatın- düzeni, kanun ve prensipleri sadece yeryüzünde veya Samanyolu Galaksisinde değil, kainatın her tarafında aynen geçerli… Spengler’in geniş şümullü bir şekilde ifade ettiği gibi: “the essential concepts of natural sciences are the concepts of causal uniformity and measurability, and “the natural world”, the structure of which is stable, presents the appropriate field for the application of these.” (Tabii ilimlerin temel kavramları, sebepler bakımından tek biçimlilik ve ölçülebilirlik olup, “tabii dünya”, ki yapısı durağandır/değişmezdir, bu kavramların tatbik edilmesi için uygun alanı teşkil eder.)
( Patrick Gardiner, Theories of History, p.188 ,New York,1959)
Tabiatın ta’yin edici faktörleri ve prensipleri, mesela gravitasyon, kâinatın her yerinde böyle ayni ve tek-biçimli (uniform) olarak mevcûd olacak… Ve tabiat âlimi şuna da inanır ki, tabiî hadiseler ve bu prensipler şimdiye kadar nasıl olageldiyse, gelecek zamanda da ayni şekilde cârî olacak; gelecek zaman aynen geçmişe benzeyecek; gelecek zamanlarda da, yine güneş doğacak, yine gravitasyon mevcûd olacaktır… Tabiat ilminin temelindeki bu mevzua/ postulat veya bir başka deyişle tabiat alimlerinin inancı işte budur… “Tabiat ölçülebilir, çünkü değişmez, durağandır” Bu faraziyeyi haklı gösteren bir sebep var mıdır? Ama, ilerde söz ilmin gerçeklik kriterlerine de gelecek…
Felsefe yapmak, yani aklî muhakeme yolu ile düşünmek, “aklî ve felsefî muhâkeme”, Eflatun’da olduğu gibi bir “idealar diyalektiği”, yahut düşünürken yalnızca Aristo mantığını, “çelişkiyi reddetmekten ibaret mantıkî tutarlılık teorisi”ni, uygulamaktan ibaret bir tefekkür faaliyeti sayılabilir mi? Eflatun hiç olmazsa -ayni zamanda şâir olduğu için- ilhamlı ve derindi. Aristo’nun formel mantığı, evet sağlamdır, ama ne işe yarıyor? Sofistler, bu mantığı kullanarak birbirine taban tabana zıt teorilerin dahi savunulabileceğini göstermişlerdi. Ama filozoflar bundan ibret almadılar: Muhakeme tarzına ve mantığına kulak verdiğimiz takdirde hak vermek (tutarlı / çelişkisiz bulduğumuz anlamında hak vermek) zorunda kaldığımız birbirine zıt pek çok felsefî doktrin var; bu vaziyette, eğer gerçek tek ise ve birbirine zıt olduğu halde iki farklı netice birden doğru olamaz ise –birbiriyle tezat teşkil eden pek çok farklı doktrinlerin ayni “mantıkî muhakeme” usûlü ile savunulabilmesi- böyle kısır mantık tartışmaları ile hakikatin veya realitenin kavranamayacağını anlamamız için kâfî değil mi?
Halbuki, insanlığın daha o ilkçağlardaki safiyet devrinde bile, Georgias dermiş ki, “bir şey mevcûd olsaydı bile, biz ona (onun künhüne, esrârına) vâkıf olamazdık; mevcûdiyetini bilebilsek bile, bunu başkalarına anlatamazdık.” Gassendi de dermiş ki, “ilim zaten mümkün değildir; en az mümkün olan ilim şekli ise, Aristo’nun anladığı ma’nâda ilimdir.” Bu hükmün, en azından Aristo’nun anladığı ma’nâda ilmin pek mümkün olmadığı şeklindeki, ikinci kısmına elbette ben de iştirak ediyorum. Filozoflar, nerdeyse hâlâ bugün bile, benliğimizin aklî melekelerini “mantıken doğru muhakeme etme sanatı”ndan ibaret sanıyorlar. Bu muhâkeme tarzı ile solipsizm bile çürütülemez.
Ben de tıpkı antik devirlerin şüphecileri gibi, bu muhakeme tarzını (yani bu mantıkî tutarlılıktan ibaret diyalektiği) bu mantıkî istidlâl ve isbat teorisini yetersiz buluyor ve küçümsüyorum. Böyle düşünmemin sebebi şudur: şu an için, uzun uzadıya açıklayarak bahs edemesem bile şu kadarını hemen söyleyebilirim ki; çağdaş düşüncede -yalnızca bu “mantıkî tutarlılık” kriteri ile tatmin olamadığımız için- başka bir çok farklı gerçeklik teorisi daha var…
Halbuki, eski zamanlarda bu Aristo Mantığı öylesine putlaştırılmıştı ki, mantığın kurallarını uygulamaktan ibaret bu muhakeme tarzı, bu tutarlılık ölçüsü (yani hükümlerimiz arasında çelişme bulunmaması), dikkat edilen yegâne gerçeklik kriteri idi. Bazı Entellektüellere göre, vaziyet hâlâ böyledir: “Sistemli ve öğrenilmiş bir cehalet doktrini”ni benimsemiş olan tahsilli kimseler, şayet mantık uzmanı değilseler, “önemli olan yalnızca fikirlerin çelişkisiz/ tutarlı olmasıdır” zannederler. Halbuki, fikirlerimiz tutarlı bir şekilde ifade edebilmemiz sözlerimizi yalnızca mantıklı yapabilir; “gerçek” yapamaz: hatta gerçek/ realite, mantık sınırlarına sığmayacak şekilde paradoksal ise -mesela değişme ve zaman gibi prosesler- ve biz bu realiteyi mantıklı bir şekilde ifade etmeye çalışırsak; olsa olsa gerçeklikten uzaklaşırız:
Ve hatta bazı hallerde, belki de gerçek dünya ile temasımızı mücerred lakırdılar arasında tamamen kaybedebiliriz. Bir çuval laf gerçeğin yerini tutmaz:
İlmin ve felsefenin sayısız epistemolojik müşkilâtından (ma’rifet nazariyelerinden) haberi olmayan, “öğrenilmiş ve sistemli bir cehâletden ibaret olan eğitimleri” sâyesinde mantıklı olmaya ve “kitâbî akıl”a –bilhassa mekteb tahsîlinin telkîn ettiği meşhûr otoritelere- çok aşırı bir hürmet hissi ile merbût olan bir entellektüel zümre… Bu zümrenin inancı nedir? Bunlar, insan aklının muhakeme gücüne o kadar inanıyorlar ki, mantıklı/doğru muhâkeme ile her şey tartışılabilir, bilinebilir ve anlaşılabilir sanıyorlar. Napolyon bu entellektüel zümre ile alay etmek için dermiş ki: “Feodaliteyi top öldürdü, modern toplumu da mürekkep öldürecek… Dünyanın bugünkü manzarası, bence Napolyonun bu kehanetinin doğru çıktığını gösteriyor.
Ne var ki, bugün itibariyle, felsefecilerin bu ma’lûm tutarlılık teorisine (Coherent theory of truth) ilâveten, başka bir çok gerçeklik / hakikat (truth) teorisi daha var: birkaçını zikr edecek olursak; correspondence theory of truth (hakikatin realiteye mutabık olması teorisi), pragmatik gerçeklik (faydalılık) teorisi, performative (işlevsel, işe yararlık) gerçek teorisi, sentential (yani semantik bakımdan cümlenin doğruluğu) teorisi. Şimdi biraz daha sözü uzatıp, birkaç gerçeklik teorisi de ben yakıştırmayayım…. İzninizle, bu kadar çok gerçeklik teorisi ve kriterinden bahs edilen bir devirde, artık eski zamanlarda olduğu gibi, “Aristo mantığının uygulanmasından ibaret bir tutarlılık teorisi”ni, herhangi bir düşüncenin doğruluğu için yegâne ölçü olarak kabul edemeyiz.
Demek ki, neymiş? Sceptic (Şüpheci) filozoflar, Aristo mantığından ibaret olan -yani temel olarak dilin yapısına ve sağduyuya güvenerek oluşturulmuş olan ve her türlü çelişkiyi reddetmekten ibaret- bir muhâkeme âleti (organon) ile yapılan, bu mantıkî istidlâlleri yetersiz bulmakta pekâlâ haklı imişler. Aslında, mantıkî muhakeme tarzındaki bu yetersizlik eskiden de bilinmiyor değildi: Sofistlerin mugalataları, Elealı Zeno’nun paradoksları, şüpheci (sceptic) filozofların tenkitleri, hatta ortaçağ skolastisizminden doğma nominalist filozofların bile üniversal kavramlara itirazları, Bacon’ın “novum organum”u yazarak kıyas mantığı yerine ‘induction’u (tümevarım) tercih etmesi, Kant’ın phenomenon/ neumenon şeklindeki gerçeklik ayırımı ve mesela zaman ve mekan antinomileri… bu yalnızca mantık ölçüsü ile iş gören felsefî doktrin inşa etme tarzı ve bu akıl yürütme anlayışının yetersizliğini gösteren işaretlerdi. Ne çare ki, nerdeyse bugün bile, Felsefe yalnızca bu basit mantıkî tutarlılık teorisi ile iş görür. Yalnızca sözlerin tutarlılığına dikkat eden bir dil oyunu; bir dil tenkidi… Bu haliyle bugünkü felsefe, neredeyse realite ile münasebetini kaybetmiş bir entellektüel gevezelik gibi görünüyor.
Felsefeciler eski şüpheci filozofların tenkitlerini hafife alırlar. Çünki aklî muhakeme, yahut bir diğer tabirle “mantık” (organon) organı ile iş yaparlar. Şüpheciler ise, zaten bu muhakemenin mantığını tenkid ediyorlar. Gazali’nin el-Munkız kitabında bile vardır; ‘mantık tartışılmamalı, mantığa uygun olmayan sözler doğru değildir’ şeklinde bir ifade… Hattâ, “İlimler Sistemi” isimli kitabonda, “matematik dedüksiyon, mantıkî istidlâl ve çıkarımdan, (“syllogism”den: mantıkî “kıyas”tan) daha farklı ve daha verimli bir usuldür” hükmünü verebilen bir Edmond Goblot bile, diyor ki: “Mesela şüpheci kendini düşünmekten alıkoymaz ve düşünmeye, usavurmaya başlayınca da çelişmezlik prensibini tatbik eder.” Bu neyi gösterir ki? Elbette mantığı tenkid eden şüpheci dahi mantıkî bir muhakeme yapıyor. Bu şudur: bu hususta bir türlü fark etmek istemediğimiz gerçek şudur ki, yalnızca bu basit mantıkî tutarlılık kriterini -yahut çelişmezlik prensibini- tatbik etmekle iktifa edersek, işbu usul ile, bir birine tamamen zıt olsalar bile, her türlü fikri savunmak veya tenkid etmek mümkündür. Dostoyevski’nin dediği gibi, “mantık yoktur, mantık yürüten vardır”. Yani, Hacı Bektaş- ı Velî’nin söylediği üzere, “gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler.” Demek ki, her kes gönlüne hoş gelen fikri gayet mantıklı bir şekilde savunabiliyor. Mesele, Davacıya da, Davalıya da hak veren, ve “ikisi birden nasıl haklı olabilir?” diyen karısına dahi hak veren, Nasreddin Hocanın demek istediği gibidir: Anlatışa göre fetva verilir. Ben Nasreddin Hocanın söylediği bir tekerlemeyi işbu Syllogism çıkarımları (inference), yani kıyas mantığı ile alay etmek için kullanmayı severim. Nasreddin Hoca merhum dermiş ki:
“yerden göğe küp dizseler
birbirine bend etseler
alttakini bir çekseler
seyreyleyin gümbürtüyü”
Filozofların Aristo’dan itibaren putlaştırıp, fikirlerinin başlıca istinadgâhı ve temeli yaptıkları bu tutarlılık teorisi, yahut mantıklılık siperi hakkında, “Varlığın Anlamı” kitabımın Aristo Mantığı ve Uzay ile ilgili bölümünde yaptığım tenkidi, bir cümle ile hulâsa edeyim: bu mantık kuralları, duyularımızın tabiî idrâk kabiliyetleri ve uzay sezgimizin telkin ettiği sağduyulu ve tabiî bir düşünce tarzının ve dilin telkin ettiği kategorizasyon (sınıflandırma) özelliğinin, Aristo tarafından formalize edilmiş şeklidir: Uzayla ilgili sezgilere ve kategorizasyona dayandığı için çelişkiyi reddeder: fakat zaman ve değişme gibi bizâtihî çelişkili realiteleri ve hareketli oluşma proseslerini kavrayamaz. Benim gibi -kendi felsefesini inşa etmeye çalışırken çağdaş telakkileri ve farklı gerçeklik kriterlerini de dikkate alan- bir insanın, binlerce yıllık felsefî geleneklerin aslî “mantık” ve usulü hakkında bu yıkıcı tenkitleri yapması, ‘yeni bir dünya görüşü inşa edebilmek için, gerekli ve yeterli bir şart’dır… Gerçi, felsefe, zaten yıkıldı ve iddiasını kaybetti ya günümüzde; ben derim ki, eski felsefenin enkâzından da kurtulmak lazım. ‘Pozitivist bir ideolojinin linguistik tahlilleri’ne irca’ edilmek suretiyle, her türlü metafizik düşünceyi dışlayarak felsefeyi ruhsuz cesede dönüştüren -üstelik bir takım lenguistik tahlil ve münakaşalardan ibaret bir entelektüel gevezelik- her hâl ü kârda bir ‘dil oyunu’ndan ibaret hale geldiği için “varlık” ve realiteyi idrak edebilme kabiliyetini kaybeden, gerçekle temâsını kaybeden bu felsefenin, “şimdi buyurun cenaze namazına”…
Ben “Varlığın Anlamı” kitabımda dahi, bu binlerce yıllık felsefî geleneğe cesaretle karşı çıkarak, Aristo mantığına karşı Paradoks Mantığını savunmuştum. Artık “Fuzzy Logic”ten (bulanık mantık), Aristo mantığının “bir şey ya doğrudur ya da yanlış” şeklindeki iki değerli mantığına karşı, “many-valued logic” / ”çok değerli mantık”tan söz edilen ve pratik mühendislik aleminde bile “bulanık mantık uygulamaları” yapılan bir çağda yaşıyoruz: Demek ki, artık mantık bile, felsefî geleneğin bildiği ve kullandığı formel/ sûrî Aristo Mantığından ibaret değildir.
Başlıca düşünce âletimiz gibi görünen ve her türlü çelişkiyi reddetmek suretiyle “uzayda çelişkili bir vaziyet olamaz” demek yerine, nerdeyse, “tabiatta, varlıkta, çelişki kabul edilemez” demeye gelen bir “mantıksal tutarlılık teorisi”… Pekâlâ, Quantum Mekaniğinin tam anlamıyla paradoksal bir mahiyet arz etmesine ve maddenin yapıtaşları olan quantumların bünyesini, hem dalga/ hem parçacık (wave/ particle) düalitesi şeklinde tasvîr etmesine ne buyrulur? Bu tutarlılık mantığı, Realitenin çelişkili olabileceğini asla kabullenemediği için, bizatihi, kendisi bir çelişki teşkil eden, “değişme” ve “zaman” realitesinini dahi inkar eder. Mesela, Aristoya göre “Zaman yoktur.” Aristo’nun -bence uzay sezgimizden mülhem olarak formalize ettiği- işbu mantıkî muhakemesine göre, “geçmiş zaman zaten geçti ve yok oldu” gelecek zaman ise henüz gelmedi, yani halen yok” “Şimdiki zamanın ise, geçmiş zamanla gelecek zamanın tam ortasında, ikisinin birbirine bitiştiği, birbirine temas ettiği noktada olması gerekir. Geçmiş zaman da, gelecek zaman da mevcut olmadıkları için, şimdiki zaman dediğimiz bir “ân” da mevcut olamaz. Şu hâle göre, geçmiş zaman da, gelecek zaman da, şimdiki zaman da yoktur: “Zaman” yoktur. Eğer Gazali’nin bile iddia ettiği gibi, mantık kurallarına itiraz etmek sofistâî bir saçmalık sayılacak ise, Benliğimizin (Rûhumuzun) en temel idrâk kategorilerinden biri olan “Zaman” realitesini, sırf mantıki kıyasa dayanan bir çıkarım (inference) ile inkâr etmek saçma değil mi? Çelişkiyi reddetmek iyi hoş da, sırf çelişkili olduğu için zaman realitesini reddetmek… Realiteyi, ancak cansız uzayda bir yer işgal eden, bir cesameti/ hacmi olan maddî cisimlerden ibaret saymak, yalnızca cisimleri ve uzayı gerçek saymak şeklinde bir materyalizm neticesine varır.
Bu durumda soralım Benlik / Rûh, bir cisim midir? Ya da “Benlik / Nefs” nedir? Bazı aşırı materialist/mantıksalcı tıp ulemâsına göre, zaten yalnızca beynimizin nörolojik faaliyetleri var, “rûh” diye bir şey yoktur. Benlik dahi şuur hallerimizi temel alarak inşa ettiğimiz bir şeydir; yani, gerçek değildir. Ne var ki, solipsist/ şüpheci filozoflar gibi yalnızca kendi benliğinizi/rûhunuzu gerçek sayarsanız ve yalnızca mantık kuralları çerçevesinde kalan bir lisan oyunu oynarsanız; o takdirde, böyle bir muhakeme silsilesinin tabii neticesi olarak; kendi benliğinizden başka hiç bir şeyin varlığını mantıken isbatlayamadığınız için; “benlikten başka bir şey yoktur”, sonucu çıkacaktır ve vaziyet böyle olunca, Aristo’nun çok başarılı bir şekilde formalize ettiği mantığın katı kurallarına pek güzel intibâk etmesine rağmen, bu fevkalade müşahhas/somut, katı cisimler ve “Uzay” dahi mevcut olamayacaktır.
Halbuki, bugünkü fizikçilerin anlayışına göre, artık “Uzay /Space” veya “Zaman / Time” değil, bir “Uzay-zaman” / “Space-Time Continuumu (deymûmeti)” var. Zaman yoksa, uzay da yoktur: Uzay ve Zaman ancak birlikte var olabilirler ve amma ve lâkin, ‘Uzay-Zaman Manifold’u içinde geçmiş zaman veya gelecek zaman da yoktur. Fakat izninizle, şimdilik bu meseleyi, ilerde gelecek olan “benlik ve zaman” bahsine ta’lik edelim (Yunanca’da somata, vücut demekmiş. Dilin mantığı dediğim işte bu: bir hacmi olan nesneleri, cisimleri, gerçek ve somut varlık saymak anlamında). Netice olarak mantık dili de sadece bir dildir: Ma’na ve Mazmun da dediğim gibi, sadece bir “üst-dil”…. Dil benliğin dışındaki realiteye belki bir ayna/gözgü (belki de bir perde?) tutabilse bile, gerçeğin ta kendisi olacak değil ya… bir nesnenin sembolü başka, aslı başka….
Şimdi, artık soralım: “Neden ‘ben, benim’ diyerek işe ‘benlik’ kavramı ile başladık” Bu ‘benlik nedir’ ve ve sınırları nelerdir? şuurumuzun sınırları nelerdir? Yani neyi, ne kadar bilebiliriz? Eflatun Diyalektiği’nin felsefe tarihinde bıraktığı miras budur ki; gerçek bir tanedir (birden çok ve farklı gerçek olamaz) ve doğru akıl yürütme şartıyla, bu gerçeklik bilinebilir ve anlaşılabilir. Elbette Eflatun, “insan aklı gerçeği bulabilir” derken dahi, felsefî olarak hakîkati arama ülküsü ve usulünü, talebesi Aristo’nun geliştirdiği formel mantık sınırları ile mukayyed bir akıl yürütme tarzına hasr etmiyordu. Eflatun İşraakî/ ilham ile aydınlanmış, bir şair idi; onun için de kanatlı idi; öğrencisi olan Aristo ise meşşaî/ yaya (peripatetic)… Böyle Aristo mantığı çıkarımları ile, syllogism/ kıyas mantığı ile gerçeğe ulaşılabilir mi? Ne var ki hülâsaten arz ettiğimiz gibi, ayni rasyonel mantığı kullanarak kimi, “sadece ‘ben’ varım, benden başka bir şey yoktur, dolayısıyla ‘uzay’ falan yoktur“ sonucuna varır; kimisi de “uzay var ama, zaman yoktur” der….O halde, İzin verirseniz, ben de bu felsefî dil oyunlarını fazla ciddiye almadığımı söyleyeceğim…
Lakin böyle, her hükmü kısaca serdedip geçmek olmaz; zirâ bu, bir takım uzun muhakemat silsileleri ve münakaşaların -tarihi ve teferrüatı hakkında bilgi vermeden- yalnızca neticelerini göz önüne alıp, onları mukayese etmek; kestirmeden giderek düşünmek ve sözü fazla ihtisâr ederek söylemek anlamına gelir… Bu yüzdendir ki, Tevrat’ta “Vâiz” der ki: “her söz eksiktir, insan söz söylemeye kaadir değildir”. Söz eksik kalıyor. Aslında, “yalnızca dil vasıtası ile, yalnızca dilin imkanları ile realiteye kavramak ve ifade edebilmek ne derecede mümkündür” sualini de yeri gelince mğnakaşa edeceğiz elbette. Bu yüzden gerek gördükçe, hedefe mümkün olduğunca kestirmeden gitmeye çalıştığımız için eksik kalan sözleri farkettikçe, bunları yine birer appendix/ bölüm sonuna eklenen bilgi metni olarak iş bittikten sonra ilave etmek kayd ü şartı ile, artık sadede geliyor, “benlik ve sınırları” bahsine dönüyorum.
Sual: neden “ben, benim?” Perde inince bu “sen, ben lafı” kalmadığına göre, bu “fânî benlik” gerçekten var mı? Bu benlik şuuru hakkında ne düşüneceğiz?
El-cevab: “ego sum qui sum” diyoruz; çünkü benlik ideasını en iyi tarif eden söz bu, “ben, benim” ifadesidir. Ayrıca şüphe etmeksizin güvenebileceğimiz yegane gerçeklik kendi nefsimiz, kendi mevcudiyet şuurumuz, olduğuna göre ayağımızı kaygan olmayan sağlam bir zemine basabilmek ümidiyle ve felsefi çıkarımlarımıza temel teşkil edecek bir mesned, yahut perspektifimiz için bir “duruş noktası/ standpoint” olarak; kendi felsefemizi “benlik” kavramından hareketle inşa etmemiz gerekir. Ne var ki sadece bu stand-point/ benlik) kavramını açıklamak için bile, daha çok nefes tüketmemiz gerekecek. Musa’ya Tur-u Sina’da hitab eden Tanrı (yani mutlak benlik/ mutlak varlık) zaten kelimelerle tarif edilemez ve orada “Ben, Benim” sözü en güzel ifade tarzı. Eğer bir Mutlak Benlik‘ten bahsediyorsak, bunun ayni zamanda Mutlak Varlık olması gerek ve böyle, “ben benim; yani ki hakikatin tamamı benim”, yahut “benim benliğimden başka bir gerçeklik yoktur” gibi sözler ancak “ilâhî kelâm”a nispet edilebilir. Vâkıa solipsizm (solus ipse) dahi, “yalnız ben ve benim şuur hallerim gerçek, başka hiçbir şey gerçek değil” anlamına gelmektedir. Ve en azından idealist filozofların çoğunluğu, kendileri kabul etmese bile, ekseriya bu fikirdeler. Bu vaziyet çok da şaşırtıcı değil: Eskiden (17. asırda) solipsizme, egoism denirmiş (!) Ne de olsa, her kes kendini küçük bir Tanrı sanıyor…
(1) They make psychology increasingly dependent matter as on physiology and external observation, and tend to think of something much more solid and indubitable than mind.
Meanwhile the physicists, especially Einstein and other exponents of the theory of relativity, have been making “matter” less and less material. Their world consists of “events,” from which “matter” is derived by a logical construction. Whoever reads, for example, Professor Eddington’s “Space, Time and Gravitation” (Cambridge University Press, 1920), will see that an old-fashioned materialism can receive no support from modern physics. I think that what has permanent value in the outlook of the behaviourists is the feeling that physics is the most fundamental science at present in existence. But this position cannot be called materialistic, if, as seems to be the case, physics does not assume the existence of matter.