Varlığın Anlamı, 3.baskı için Mukaddime:
Bismillâhi ve’l-hamdü lillâhi alâ külli hâl. Ve’s-salât ü ve’s-selâm alâ Muhammedin il-mübeşşer fî’l- İncîl. Ve kâne vasfihi Faraklit… Allah adıyla ve içinde bulunduğumuz her hâle hamdolsun. Ve Salât ü Selâm Muhammed’e ki İncîl’de müjdelenmiştir. Ve vasfı da “Faraklit” (Paraclitus) idi.. Faraklit, “sığınacak bir liman”, bir “rahatlatıcı kişi” ma’nâsına da gelirmiş; hattâ derler ki bu kelâmın “mazmûn”u, “Ahmed” ismini de tazammûn eder… Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, “tâ ki gerded cümle âlem râ penâh”… “tâ ki cümle âlemin sığınıp teselli bulacağı bir yer olsun”… Yunus Emre üstâdımız da buyurmuş ki: “cân neye ulaşırsa akıl ona harc olur/ gönül neyi severse dil onu şerh etse gerek.” Benim dahi, gönlüme hâdî-i ef’al olan, ilmî faaliyetlerime yol gösteren işbu kelâm mûcibince ve Vahdet ilinden tenezzül eden rûhumuz ma’rifete meylettikçe, canımın ulaşabildiği her menzildeki ilim ve hikmet mesâilini anlamak istedim ve gönlümün sevdiği bu bahisleri elbette şerh etmeye dahi çalıştım. Lakin ilim ve hikmet erbâbının kadîm zamanlardan beri meşgul olduğu ve bir türlü hall ü fasl edemediği bu meseleleri, ancak bir dereceye kadar şerh etmeye imkân var; zira eski bir dîvân şâirinin dediği gibi “ verâ-i perdede esrâr var, zuhûr edecek”…
Lâkin, bu kitapta mevzuu bahis olan “cümle/set teorisi” ve “Deymûmet/continuum hipotezi” gibi, metematiğin temelleri (matematik felsefesi ) ve fizik teorileri içinde yer alan halledilmesi müşkil meseleler, esasen paradoksal (çelişkili) mahiyette ve aklî ve mantıkî muhâkeme tarzına göre çözümsüz oldukları ve bu zamana kadar da çüzümsüz kaldıkları için; benim dahi bu meseleleri halledip problemleri çözmek gibi bir iddiam olamazdı. İkinci baskıya mukaddime yazarken de işaret ettiğim gibi, beşeriyet içinde yaşadığımız 21. asırda bu halledilmesi zor meselelerle yüzyüze gelmiştir ve bunlara bir çözüm aramaya mecburdur. Varlığı anlamlandırmak istiyorsak buna mecburuz. Zira bu meseleler hakkında net bir fikir sahibi olmadan ciddi bir Epistemolojimiz (ma’rifet nazariyesi/bilgi teorisi) olamaz. Mesele şu ki, canımızın ulaştığı ma’rifet her ne ise, aklımız onunla meşgul olur, dilimiz dahi onu söyler. Hacı Bektâş-ı Velî der ki: “Gönül her ne ki fetvâ verirse dil onu söyler.” Lisana dair bir makalemde söylediğim söz budur ki: “kelâm hâdî-i ef’aldir: faaliyetlere kelam yol gösterir.”
Şu halde, ümîd ederim ki bu kelâmım dahi okuyucuya yol göstersin: tâ ki, elindeki kitapta yer alan bahislerin, ma’rifet nazariyesi (epistemoloji: bilgi teorisi) bâbında en aslî ve esaslı, “temel meseleler”i ele alması sebebiyle; rahatça ve zevkle okunduğu için belki kolay anlaşılır gibi görünmekle beraber, zor anlaşılır bir kitap olduğunu bilsin. Bir kere, kitap dediğin zevk alarak okunmalı elbette. Ne var ki, böyle bir kitabı şöyle hızlı bir şekilde, bir kere okumak yetmez; üzerinde tekrar-be-tekrâr düşünmek ve hazmetmek gerekir. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre dostumuz, elinizdeki bu kitabı okuduktan sonra -ve benim davetime icabet ederek İSAM’da (İslam Araştırmaları Merkezi’nde) verdiği bir konferans metnini biraz daha işlemek suretiyle- bu meseleleri izah etmek için neşrettiği, “Fizikî Realite Meselesine Giriş” makalesinde şöyle demektedir:
“Kısaca ifade edilmek gerekirse: fiziksel âlemin matematiksel tasviri Fiziksel Realite’ye (sırf bu tasvirin çerçevesini oluşturan geometrik dilin gereği olarak) ontolojik düzeyde sahip olmadığı bir takım önüne geçilmez ve fiktif (yani hayâlî) ârazlar tekābül ettirmekte (yakıştırmakta) ve bu fiktif ârazların da Fiziksel Realite’nin ontolojik dayanağı haiz olan bir veçhesini oluşturduğu yanılgısına da rahatlıkla yol açabilmektedir.”
Teorik Fizik uleması hakkındaki bu tenkîd elbette haklıdır. Mantıkî muhâkeme ile pekâlâ verimli neticeler elde edebildiğimiz “tecrübî-müsbet ilim” sahasında, yani cansız maddî dünya ve “Fizik”le uğraşırken bile, yaratıcı muhayyilemizi kullanmak suretiyle ulaştığımız bazı tabiat modelleri ve “vehim”lerimizi dahi “ilim”zannetmemiz mümkündür. Bazen böyle olur; ilim tahsîl etmek isterken vehim hâsıl olmuştur ve muhayyile mahsûlü bir “vehim”, remzî bir kelâm, “ilim ve marifet” olarak kabul edilmiştir. Lisanın, yani nesneleri isimlendirme ve her şeyi nutk ile dillendirmeye çalışmanın, beşeriyete oynadığı bir oyun: sahte bir bilgelik gururu veren remzî sözler… Halbuki, râh-i hakîkat belki lisan mecâzından da geçer amma müteâl nihâi hedefi her nevi dilin ifade imkanlarını zaten aşmaktadır. Meselâ, “Zaman”ın ve “Mekân”ın ne olduğunu bildiğimiz zamanlar da vardı. Eski zamanların ilmî anlayışları, elbette eskimiştir; eski zemin ve zamanda kalmıştır: Ma’rifet dahi, canımızın ulaştığı menzil-i maksûda göredir; ol mertebe ve o nisbettedir.
Molla Penâh Vâkıf üstadımızın ‘turnalar‘ı göçüp gittiler; şu zamanda dahi nice turnalar var ki bu arz ü semâdan gelir geçerler: işbu kelâm ve can ü dilden kemâl-i ihtirâm ile salât ü selâm, o turnaların kanatlarına refîk olsun ve inşallah… bir zamanlar yaşayıp bu Ma’rifet meyvesinden tadan ve artık “gemiler geçmeyen bir ummânda” kalan bütün ruhlara, üstatlarımıza ve dostlarımıza ve cümle ehl-i irfâna vâsıl olsun. Quod dixi, dixî: her ne ki söylenmişse, söylenmiştir. Düşündüğümüz her ma’nâ, bir kelâm kalıbında nakşolup, söz olmaya meyleder. Ve bir söz ki söylenmiştir, gereken gerektiği kadar söylenmiştir; söylediğim gibidir: Söz zuhûr etmek istidâdındadır ve faaliyetleri yönlendirir; tâ ki insan rûhu hilkaten mecbûr olduğu tahsîl-i Maarife yönelsin. Gerçi, “Mir’ate göre eder tecellî”…
Velhâsıl, “Şâhid-i Mazmûn” olarak, bu dem yine dediğimiz budur ki:
nihân ettim kelâmım, gerçi ma’nâ âşikâr oldu
söz oldu perde-î hüsnün; o perde, vasf-i yâr oldu.”
Prof. Dr. Şahin Uçar
Samatya, İstanbul, 22 eylül 2010