Cumhuriyet, Demokrasi ve Devlet1
Hacı Bektâş-i Velî’nin dediği gibi: “Gönül her ne ki fetvâ verirse dil, onu söyler.” Eğer biz de gönlümüzün verdiği fetvâya göre hüküm verecek olursak; aslında bu bahisler çok söz götürür. Halbuki Tevrat’ta Vaiz’in dediği gibi; “Her söz eksiktir ve insan söz söylemeye kâdir değildir.” Cumhuriyet veya demokrasi kavramlarından önce ‘devlet’ kavramı üzerinde duracak olursak; bize göre, bir cemiyette insanların iradelerinden bağımsız olarak işleyen “teşriî, kazâî, ve icrâî” olarak teşkilatlanmış müesseseler mevcut olmadıkça ‘devlet’in varlığından bahsedilemez. Buna göre, tarifi gereği, devlet bir yabancılaşma (alienation) biçimidir: Siyasî faaliyetlerimizin bize yabancılaşarak, bizim irademizden bağımsız hale gelmiş, tabir caizse, kurumsallaşmış hâli… Devlet kurumu medeniyetle birlikte ortaya çıkmıştır. Bir cemiyetteki insanların siyasî irade ve faaliyetlerinin, yabancılaşmış ve kurumsallaşmış bir biçimidir. Bize göre devletler tegallüble kurulur ve tegallüble de devam eder. Devleti kuran irade bir siyasî güçtür. Ancak, o siyasî güç, ‘teşriî, kazâî, ve icrâî’ olarak teşkilatlanmış müesseselere dönüşerek; fertlerin iradesinden bağımsız olarak işleyen bir devlet kurumu ortaya çıkar.
Bilindiği üzere, tarihte Roma Cumhuriyeti yahut Eski Yunan’daki Demokratik Site Devletleri gibi değişik tatbikatlar da vardır ve gerek cumhuriyet gerek demokrasi rejimleri ilk çağlardan beri mevcut olan rejimlerdir. Ne var ki Roma Cumhuriyeti yahut Eski Yunan’daki “doğrudan doğruya demokrasi” rejimi ile, Fransız İhtilali ve ulus-devlet ideolojisi ile gelen, parlamenter -yahut temsîlî demokrasi rejimleri arasındaki fark, sadece bir derece farkı değil, mâhiyet farkıdır. Bu da bir bahs-i diğer; lâkin bir devletin teşriî, kazâî, ve icrâî faaliyetlerinin mâhiyet itibarı ile farklı rejimlere göre, farklı tatbîkâtlar halinde tecellî etmesi de anlaşılır bir keyfiyet.
Bizde bu mâhiyet farkları bir yana, neredeyse cumhuriyet ve demokrasi kelimeleri bile, sanki eşanlamlı imiş gibi, rastgele kullanılmaktadır. Bir devlet, ya cumhuriyettir, ya da demokrasi. Halbuki biz, Türkiye’de, bir “demokratik cumhuriyet”ten bahsediyoruz. Güzel de, bir Cumhuriyet, pekâlâ diktatörlük biçiminde bir tek partili cumhuriyet yönetimi olabilir. Çok partili demokrasi rejimi bile, en koyu cinsinden bir halk diktatörlüğüne yol açabilir. Demokrasi bir halkın çoğunluğunun yönetimi anlamına gelir ve demokratik olduğunu iddia eden bir rejim, halkın tercihlerini yönetime yansıtmak, o tercihlere göre kanun yapmak ve uygulamak mevkiindedir. Aslında bu kavramları didik didik ederek incelemeye gerek görmüyoruz. Amma, en azından şu kadarını söyleyelim ki, bu kavramlar elastikîdir ve mâhiyetleri icabı, bu kavramları tarif edenin zihniyetine göre tarifleri de değişebilmektedir. Meselâ, “Demos” eski Yunanca’da “fakir halk” anlamına gelirmiş. Buna göre, “demokrasi halkın çoğunluğunu teşkil eden fakir halkın yönetimi” şeklinde anlaşılmıştır ve demokrasinin tabiî ekonomik temâyülünün sosyalizm olacağı iddia edilmiştir. Hattâ bir zamanlar, bu anlama göre, Sovyetler Rejimi bile “gerçek demokrasinin kendi rejimleri olduğunu; batı demokrasilerinin ise kapitalist oligarşilerden ibaret olduğunu” iddia etmişti. Velhasıl, bu eskimiş kavram münakaşaları üzerinde durmayı fazla verimli bir fikir üretme tarzı saymadığımızı söylemek zorundayız; elbette peşin hükümler ve tercihler; tarifleri de belirleyecektir.
Biz uzun zamandan beri tarih felsefesi ile meşgul oluyoruz ve kendimize göre bir perspektif ve oryantasyonumuz var. Fikir tarihinde bu meseleler hakkında neler söylendiğini tartışmak veya dökümantarize etmek yerine, kendi görüşümüzü arz etmek isteriz. Bize göre, Devlet kurumu siyasî faaliyetlerimizin yabancılaşmış ve kurumsallaşmış bir biçimidir; medeniyetle birlikte (ve muhayyel bir içtimâi mukâvele ile değil) mutlaka bir tegallüble ortaya çıkmıştır ve o hâlde, tegallüble de devam etmek zorundadır. “Adalet mülkün temelidir” denilmiştir. Yani kanunları yapan devlet olduğuna ve herkesi bu kanunlara uymaya zorladığına göre, HUKUK (adalet) MÜLK’ün (yani siyasî egemenliğin, yani tegallübün) TEMELİDİR. Pek tabiîdir ki, hukukun veya devletin meşrûiyet temeli de adalet kavramı ile ifade edilen hukuk felsefesine bağlıdır. Adaletin ne olduğuna devlet karar verir; kanunları devlet yaparsa ve bu kanunların arkasında sağlam bir meşrûiyet temeli olacak esaslı bir hukuk felsefesi yoksa; bu hukukî tatbîkâtın tabiî neticesi, tarifi gereği, tegallübden ibaret olur. Bildiğimiz kadarı ile, bizim kendimize mahsus bir hukuk felsefemiz yoktur. Bu da bir bahs-i diğer.
Medeniyetle birlikte devletleri ortaya çıkaran tarihî zaruretleri anlamak zorundayız. Biz medeniyet ve devlet kurumlarına insanlığın on bin yıldan beri elde ettiği bütün başarılan borçluyuz. Ama “başarısızlıklarımızı” da borçluyuz. Roma Cumhuriyeti devrinde, “vox populi vox dei” (Halkın sesi Hakkın sesi) deyişi vardı. Âdil olmayan Tanrı kelâmı olur mu? Medeniyet ve devlet kurumu yüzünden adaletsizlik ve sonu gelmeyen savaşlar bugüne kadar sürekli var olagelmiştir.
Acaba insanoğlu ideal bir rejim modeli bulabilmiş mi? Demokrasinin ehven-i şer olduğu söyleniyor. Demokrasilerde ciddî, esaslı ve köklü değişiklikler yapacak kararlar almaya, rejimin yapısı müsait olmadığı için; “en azından diktatörlük rejimlerindeki gibi büyük felâketlere yol açan fütursuzca kararlar almak mümkün olmuyor” deniliyor. Demokrasiler uzlaşma rejimidir, deniliyor. Ancak görünen o ki, demokratik talepler karşısında hükümetler, uzlaşması mümkün olmayan en zıt kanaat ve kararlan mantıksızca uzlaştırmaya çalışarak oy avcılığı yapmak zorundalar. Bizce bir cumhuriyetin kendi ideolojisi olabilir; hattâ bir cumhuriyet, halkı kendi eğitim ideolojisine göre yetiştirmeye ve değiştirmeye de kalkışabilir (ki Türkiye’de sözde aydınların da desteğiyle buna teşebbüs edilmiştir ve hâlen de bu gayretkeşlik devam etmekledir). Demokrasilerde ise, teorik olarak, devletin ideolojik tercihleri değil, halkın kanaat ve tercihleri esas alınmaktadır. Ne var ki “Halkın sesi Hakkın sesi”ni yansıtmayabilir. Ayrıca bu durum demokrasileri “yönetilemeyen demokrasilere de dönüştürebilir ki, bugün Türkiye’de hükümet dahil herkes bundan şikayet etmektedir(!)
Demokrasiler aşırı ölçüde merkezileşmiş ve gereğinden çok fazla şişmiş ve kalabalık bir bürokrasi meydana getirirler. Böylece hantallaşan merkezî devlet bürokrasisi, ülkeyi yönetmek mümkün olmayıncaya kadar şişmeye devam eder. Sözde temsil ettiği taşranın merkezî bürokrasi nezdinde işlerini takip eden bir milletvekilleri ordusu da, işleri karıştırmaktan ve suiistimalleri yaygınlaştırarak bürokrasiyi de taşralaştırmaktan başka işe yaramaz. Sonuç olarak, bir rejim için “yönetememek”ten daha büyük hangi kusur olsun ki? Demokrasilerin icrâ gücünün çok zayıf olduğu ise, cümle cihânın malûmudur.
Esasen, bize göre bu cumhuriyet/demokrasi tartışması bile zâit; çünkü bize göre çağımızda, demokrasi bir yana, bizzat devlet kurumu ve mefhûmu aşınmış ve eskimiş bulunuyor. Dahası medeniyetin bütün kurumları eskimiştir. Eskime sebeplerinin başında ise, insanî irade ve ahlâkî donanımımızın, yani hilkatin bize bahşettiği bütün lütufkâr meziyetlerin, çok üstünde, hükmedemediğimiz, kontrol ve tasarruf edemeyeceğimiz ölçüde büyük ve tahripkâr bir teknolojiye sahip olmamız geliyor: Ahlâkımız ve irademiz yetersiz. Artık medeniyeti aşmak, bize ayakbağı olan medenî kurumlardan kurtulmak, medeniyet-ötesi bir çağa geçmek zorundayız. Medine’yi Yeniden Kurmaya mecburuz. Zira, unutmayalım ki medeniyet sayesinde elde ettiğimiz muazzam başarılar, muazzam riskler de ihtiva ediyor. Öyle ki, insanlık bu geçiş döneminde başarısız olursa, yeryüzünden bütün hayat biçimlerinin silinmesi şeklinde, tek kelimeyle kendi elimizle kendi kıyâmetimizi hazırlamak ölçüsünde, bir risk ile karşı karşıyayız.
Eskimiş pörsümüş haliyle devlet kurumu ve bilinen rejim modelleri ile bu tehlikeden kaçınmamız mümkün değil. Önümüzdeki 15-20 sene gibi bir yakın geleceğin problemidir bu: Türkiye’de biz bunun pek farkında olmasak ve kısır aktüel politika meseleleriyle çok meşgul okluğumuz için, pek hissetmesek de, bu rejim tartışması bana, tabir caizse, pek “banal” görünüyor(!) Global şirketlere kendi halkının alın terini pazarlayan, kendi ülkesinin ekonomik menfaatlerini gözetmek yerine, uluslararası şirketlerin pazarlamacı işbirlikçisi konumuna düşerek; onlara kendi halkını soydurmak için yardımcı olan bir çağdaş devlet… Rejimi ulus temeline dayanan bir cumhuriyet olabilir veya onun tam zıt kutbundaki halk çoğunluğu reyine istinat eden bir demokrasi de olabilir; başka bir rejim de olabilir; farklı bir hukuk felsefesine de dayanabilir; her şey olabilir, ama bir meşrûiyet temeli olamaz. Devlet, kendi evlatlarının malını ve kanını talep eden bir Molok (kendisine insan kurban edilen eski bir Filistin Mabudu) bile değil bugün; evlâdını başkalarına peşkeş çeken, global şirketlerin menfaatlerine hizmet etmek zorunda olan bir “Mankurt” olmuştur. Kendi halkına yabancılaşmış bir Mankurt. Durmadan tekrarlanan ekonomi ve gelişme terâneleriyle beyni yıkanmış ve köleleştirilerek düşmana hizmet ettirilen bir Kölemen. Sahipsiz kalan sürünün çobanı kimdir, belli değildir. Sfenksin suâli kadere dairdir ve gelecek bilinemediği için cevabı da bilinmez, O hâlde, Tarih Sfenksi kendi bilmecesini kendi çözecek. Görelim Mevla neyler…
Not: Bu yazım Zaviye Sohbetleri diye bir sitede iktibas edilmiş.