Bir röportaj: Tarih ve Hakikat’i nasıl anlamalıyız?

 

 

 

Tarih ve Hakikat’i nasıl anlamalıyız?

gazetedeki röportajın tam metni; 30 haziran, 1 temmuz, 2 temmuz ve devamı… röportajı yapan: Ahmet Can

Tarih ve hakikati nasıl anlamalıyız?

Tarih ve Hakikat gibi kelimelere bir anlam vermeye kalkıştığınız zaman aslında bütün dünyayı da anlamlandırmaya çalışırsınız. Bunun farkındayız ya da değiliz. Bana göre, tarih de hakikat de, insanın kendi ruhunu dünyaya yansıttığı pencereden görülen bir şeydir. Bilindik bir sözle tamamlayayım, ‘Bütün anlam bir bakış açısından ibarettir.’

Yani bakış açısına göre tarih ve hakikat farklı algılanabilir…

Evet. Tarih ve hakikatin münasebetine gelince, ben tarih kelimesini eski İbranice kökünde olduğu gibi anlamayı tercih ediyorum. Tarih kelimesi kameri görmek kökünden, yani “verrehe” den gelir. Müverrih bu kameri  takvime göre hadiseleri kaydeden kişidir. Tarih hadiselerin, olup bitenlerin, bir takvime göre kaydedilmesidir. “Tarihlendirilmesi”dir. Bir yerde daha söylemiştim “takvîm-i vekayi”, yani vukuatın kronolojik kaydı diye… Fakat olup biten hadiseler bu kainatta oluyor. Varlığın içinde oluyor ve böyle kelime anlamıyla ifade ettiğiniz zaman, kainatın yaradılışından bugüne kadar olan her şeyin tarihi, yani varlığın kendisine dönüşüyor Tarih…

Hakikat bilinebilir bir şey midir diye sorsam…

Şöyle: tarih hakikati araştırmanın yollarından biridir. Hakikati biz muhtelif metotlar ile araştırıyoruz. Bilim bu kainat kitabını okuma gayreti… Maddi dünyayı araştırmak yani…Sanat bir yoldur ve Felsefe de bir başka yoldur. Akıl yürütme yoluyla hakikati anlamaya çalışmak… Sûfilerin de kendilerine göre marifet-i nefsten hareket eden yolları vardır. Doğu Mistiklerinde olsun batı mistiklerinde olsun hakikati kendi iç alemlerindeki mikrokozmosdan hareketle tanımaya çalışmak gibi. Bunların hepsini cem eden hikmet arayışı ise tarih felsefesidir.Yani farklı disiplinlerin farklı metotları  var hakikati araştırma yolunda…

Bir yazınızda modern dünyanın teslisi,  “itikadi üçlemesi” diyorsunuz, nedir bu?

Eflatun bir yerde, insanın değişmeyen ve değişmeyecek hastalıklarına, zaaflarına işaret etmiş:  devlet, şehvet, servet.. Bunu bu günkü kullanılan terimlere çevirdiğiniz zaman; iktidar para ve seks çıkıyor karşınıza… Modern dünyanın değerleri maalesef böyle… Kapitalizm bu işte… Hıristiyanların bir “teslis” itikadı var biliyorsunuz: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh… Ben Fransız ihtilalini değerlendirirken de, bu aydınlanma çağının  “tabiat, akıl ve terakki” fikirleri için,  “modern dünyanın teslisi işte budur” demiştim. Artık bunlar, tanrıya, kiliseye veya başka değerlere değil de tabiata akla ve terakkiye, iman ediyorlar demiştim.

Tarihle realiteyi birlikte yorumluyorsunuz…

Şimdi realite nedir? Yani bizim insan olarak iki intibamız var. Bir kendi iç alemimiz, bir de dış dünya var bizden bağımsız. Realite, yani gerçeklik dediğiniz şey kainatta oluşmuş olan, var olan şeydir. Mesela, biz şu an burada, bu binada oturuyoruz. Diyelim 20 sene önce yapılmış bir binadır bu, yani geçmişten bugüne kalmış bir şey… Bugün bir realite teşkil ediyor ama bu da tarihle ilgili… Tarihle ilgisi, geçmiş zamanın bakiyesi olması…Gerek maddi kalıntılar, gerekse yazılı evrak, geçmişten kalan ne varsa her şey, tarihi bir bakiyedir. Realite de, tarihten bugüne intikal etmiş olduğu için, “bugün var olan”dır.

Çağdaş medeniyet dinsizdir diyorsunuz bir makalenizde…

Yani şimdi diyaloğun böyle bir arızası var. Konuşurken her şeyi öyle uzun uzadıya izah edemezsiniz. Kısaca söyleyeyim. Medeniyetler esasında kozmopolit kültürlerdir. Spengler bir tarif yapar; “tarifi gereği, bütün kültürler dindardır ve bütün medeniyetler dinsizdir” der. “Şehirli, kendi soğuk ve keskin zekasına, rasyonaliteye falan güvenerek, köylünün dindarlığını küçümser.” diyor. Ben aslında medeniyet terimini kullanmayı da sevmiyorum..

Neden?

Ne idüğü belirsiz bir şeydir bu Medeniyet kelimesi; öyle münevverlerin zannettiği gibi, basit bir kavram değildir bu kelime: semantik (anlam bilim) yönünden bakarsanız, tarih felsefesi açısından incelerseniz, problemlidir. Her tarih filozofu medeniyeti kendi kafasına göre tarif eder. Mesela Tonybee’ye göre yirmi küsur medeniyet vardır: Spengler ise,  hiç medeniyet kelimesini de kullanmaz ve “sekiz tane temel kültür vardır” der mesela… Yani bunlar çok elastiki kavramlar… Neticede  konudan biraz koptuk gibi görünüyor fakat bence çağdaş medeniyet dinsiz, hatta satanist…

Satanist derken anladığımız ma’nada mı?

Öteden beri dünyada satanistler var. Benim bununla söylemek istediğim şu: siz, “iyinin, doğrunun, güzelin” yerine, yahut manevi değerlerin yerine, “para, seks ve iktidar” üçlemesini koyarsanız, Allaha değil şeytana hizmet etmiş olursunuz manasında… Bu da bir çeşit satanizm olur demeye getiriyorum. Elbette maddi dünyanın realiteleri var. Elbette maddi dünya ile münasebetlerimizi ayarlamadan yaşayamayız. Fakat bu maddi dünyanın realitesini, manevi değerlerin yerine ikame eder, manevi değerleri yok sayarsanız, buna başka ne denir…

Şimdi bir misal ile anlatmaya çalışayım: Geçenlerde ünlü Japon yönetmen Akira Kurosowa’nın Dodes’ka-din diye bir filmini seyrettim. Adamcağız Japonya’nın en kötü şartlarda yaşayan varoşlarını anlatıyor. Mahalle çeşmesinde kap kacağını yıkayarak dedikodu yapan kadınlar vesaire… fakirlerin hayat şartları  çok zor. Fakat orada bir delikanlı vardı yirmi beş yaşlarında: çocuk deli, kafayı tramvayla bozmuş: Durmadan tramvay resimleri yapıyor. Sabahtan çıkıp akşama kadar japonyanın varoşlarında, sürekli “dodeska-din, dodeska-din, dodeska-din” diyerek, yani guya tramvayın çıkardığı sesi aklı sıra taklit ederek,  bir tramvay hayal ediyor ve bu hayali tramvayı sürerek dolaşıyor. Zannederim Akira o çocuk vasıtasıyla varoşlarda sefalet içinde yaşayan normal insanların hayatını bir metaforla anlatmak istiyordu. Ötekiler, yani o sefaleti yaşayan insanlar, belki o çocuktan bile daha deliler bence, fakat deliliklerinin farkında değiller. Hayatlarını boşa tüketiyorlar, hiç bir manevi değerleri yokmuş gibi… Bakın bu benzetmeyi yine kullanmak istiyorum manevi değerleri kaybeden bugünkü dünyanın insanları, yalnızca “para, seks ve iktidar” peşinde koşuyor ve insanlığın umumi manzarası işte bu: insanlık global kapitalizme teslim olmuş vaziyette. İşin daha tuhafı, zamane ilahiyatçılarının bile sözde dindarlık kisvesi altında bir takım komik halleri var. Yani akiranın filmindeki o hayali tramvayı sürerken  delikanlı  tramvay gürültüsünü de çıkarma babında sürekli, “dodeska-din, dodeska-din” demesi gibi, bunlar da, durmadan, usanmadan “din” kelimesini tekrarlayıp duruyorlar halka: ama aslında bir hayali tramvaya binmiş gidiyorlar. Ahaliyi de dolmuşa bindiriyorlar. Manevi değerleri temsil eden “din” kelimesi de o kadar çok tekrar ediliyor ve o kadar düşük bir entellektüel seviyede tartışılıyor ki hiç bir ciddiyeti kalmıyor. Sözettiğim filmde guya tramvay gürültüsü makamında durmadan tekrarlanan “ dodeska-din” kelimesi gibi, TV deki dini bir münakaşa artık alelade ve dikkate değmeyecek kadar önemsiz bir mesele oldu. Kalitesiz ilahiyatçılar yüzünden. Ben bu ilahiyatçılardan biriyle vaktiyle bir kurumda çalışmıştım. O kurumun başkanıydım. Adam oturuyor hatıralarını yazıyor ve diyor ki, ‘köyümdeki tatilden dönünce duydum ki Şahin Uçar  başkanlıktan ayrılmış; doğrusu sevindim, çünkü bu kurumda başkanlık yapacak adam değildi.’ Böyle tek bir cümle. Fakat düşünmüyor ki bunu yazdığı zaman, hiç olmazsa bir cümlelik olsun, bir de gerekçe yazmak gerekir. Sadece öyle bir cümle yazıp geçiyor yani. Bu tenkide değmez  ama yazılı bir hakaret hatırat ta olsa basılmış bir kitap. Peki bu budalalık nedir… Bir cümleyle izah et bir eleştiri yapıyorsan, o da yok. Böyle  zaaflar ile malul olan ilahiyatçılar var maalesef. Ben bunu görünce dedim ki, bu kadar budala yaratmakla Allah zaten yeteri kadar cezalandırmış bu adamı ben artık ne diyeyim ki buna…

Budala, budala olduğunun farkında değil ama… Zaten farkına varsa budalalıktan terfi etme durumu da var…

Tolstoy ‘kimseye zarar vermediği takdirde budalalık sevimli bir şeydir’ der. Tamam bazı budala insanlar bizim de hoşumuza gider. Yerine göre delileri idare de ederiz. Etmemiz de gerekir. Ne yapalım yani, insan deliyse öyledir, ona bir şey yapamazsınız. Ama kendin bir hayali tramvaya biniyorsun diye başkalarını da dolmuşa bindirme… Bu ilahiyatçılar insanları ifsat ediyor ve yanıltıyorlar. Sonuç olarak, aslında hiç farkında olmadıkları bir şey var: ilahiyat dini bilgilere dair tarihi malumattır: Yani ilim değil, tarihtir ve “tarihsel”dir. ilahiyat profesörü, ama adam ilimle uğraşamıyor, ne yapsın: ilim yapmak yerine dedikodu yapıyor.

Peki siz, ilim, matematik ve diğer disiplinler hakkında ne düşünüyorsunuz  ?

Ben tarih filozofu olarak matematiğe değer veririm. Çünkü matematik konuları tartışıldığı zaman ispata yöneliktir ve matematikte bir meseleyi ispatlarsın.  Bir latin vecizesi der ki: “Sapiens nihil affirmat quod non probet”: yani,  “akıl ispat edilmeyen şeyi tasdik etmez’. Matematik akla hitap eder. İnsan aklı ispat edilen şeyi zaten kabul etmek durumundadır.

Peki ilmin doğruluğunu nasıl ispat edeceğiz?

İlim derken  tecrübî ilmi, müsbet ilimleri kast ediyorum ki yegâne ilim de budur bana göre. İnsan zekâsının kavrayabileceği, sıradan Aristo mantığının az çok geçerli olduğu bilgi alanı, işte bu  maddi ilimlerdir. Buradaki bilgi de test edilebilir, ölçülebilir ve güvenilir bir şeydir. Beğenmezseniz, tatmin olmazsanız, yeniden tecrübe ederek, teyit etmeye çalışırsınız ilmi bir meseleyi.

Şayet tecrübe o ilmi meseleyi teyit etmezse, yalanlarsa…

Hiçbir komplekse kapılmadan “bu teori yanlışmış; şu halde daha iyisini geliştirelim” dersiniz. İlim böyle bir şeydir. İşte bu yüzden, matematikten sonra az çok güvenebileceğimiz bir bilgi çeşidi olarak, işte bu müsbet ilimler var.

Siz tarih filozofusunuz, fakat Tarihi de test edemiyoruz. Yani Tarih bir ilim değil mi?

Evet, tarih hiçbir şekilde ilim değildir. Diğer Tarihi disiplinler de ilim çerçevesine girmezler. Tabii bu benim bakış açıma göre bir displinler tasnifi: Tarih ilim değil, “tarih”dir.   Tarih, sanat veya felsefe ilim veya matematik kadar güvenilebilir değildir. Çünkü ne isbat edilebilir ne de test edilip sınanabilirler. Ama bu tarihi displinlerin veya sanatın ilimden daha değersiz olduğu anlamına gelmiyor. yalnız bunların anlaşılması daha zordur: çünkü bu bahislerde, ilimde olduğu gibi basit mantıki muhakemeyi kullanmak,  herhangi bir meseleyi anlamaya ve açıklamaya yetmez. Mesela Edmod Goblot disiplinleri şöyle tasnif etmiştir, “İlimler Sistemi” kitabında : “Nazari ilimler, Tecrübi ilimler, Normatif ilimler, İlliyetçi  ilimler” diye… Farklı disiplinlere de ilim derseniz, bu bir çeşit bilgi sayılmak bakımından doğrudur. Ancak ben displinleri tasnif ederken, ilim olarak yalnızca insan zekasının kavrayabileceği, yeterli olduğu ve çözüm üretebileceği müspet ilimleri kabul ederim: diğer disiplinler ilim değildir onlar ya bir sanatın, yahut felsefenin, ya da tarihin şubeleridirler ve ilmi meselelerde olduğu gibi test edilip, tecrübe ile sınanarak güvenilir olup olmadıklarına karar veremeyiz.

İlahiyat…

İlahiyat sadece insanların inançlarına dair bilgilerdir. Esas itibariyle, Tarihi bilgilerdir. İnançlar, evet muhteremdir, kimsenin inançlarına saygısızlık etmek istemem; ama inançlar yalnızca inanç sahibini bağlar. Her kes ayni dini inanca mensup olmadığı gibi, bazı ilahiyatçıların sıkça yaptığı bir hata olarak,  ayni dini inanca mensup farklı anlayışlar bile kafirlik ve dinsizlik ithamı ile karşılaşabilir.  Hiçbir şekilde inançların gerçekliğini iddia edemezsiniz. Çünkü ispat edilemez. Test de edilemez. Böyle şeylere müsait dahi değildir.  Bu tarihi ve manevi bilgilerin ilimle (düz mantıkla)  ilgisi olmadığı halde eskiden beri din bilginlerine alim denilmesi ve onların da kendilerini âlim zannetmesi yanlış bir şeydir. Elbette her şeyden önemli ve muhterem bir şeydir din. Çünkü insanın maneviyatıyla ilgili bir şey. İnsanı insan yapan asıl değerlerle ilgili. İnsanın manevi hususiyetlerine hitab ediyor. Ama siz bunu, bizim sözde ilahiyat profesörlerinin anladığı gibi anlarsanız, yani manasına nüfuz edilmeden ezberlenmiş bir takım tarihi bilgileri, malumatfuruşluk ile manasına nüfuz edilmeksizin ezberlenmiş kelimelerin anlamdan mahrum sesleri şeklinde, Mezkur filmdeki gibi, “dodeska-din, dodeska-din, din, din, din” gibi “tramvay gürültüsü” makamında tekrar eder durursanız, bunun da bir anlamı yok. Halka da zararı olur. Daha önce de söylediğim gibi bazı budalalıkları hoş görebiliriz  elbette, ama insanlara zarar vermediği sürece… İlim yapamıyorsanız bari bu basit dedikodular ve malumatfuruşluk ile insanlara  zarar vermeyin.

-Bazı ilahiyatçıların gelenekçilere karşı müthiş bir öfkesi var… Tasavvufu reddediyorlar… Gazali’ye hakaret etmeyi bir üst seviye sanıyorlar… Hangi yara yatıyor bu kompleksin altında?

İlahiyat profesörü olmakla kendini bir şey zannedebilirsin… Fakat ben size bir şey söyleyim: inanın Türkiyedeki bir çok profesör, profesör kelimesinin anlamını bile bilmez.

-Bu bir şaka mı?

Çok ciddiyim. Bakın, sorun bakalım “profesör ne demek” diye bunun cevabını verecek kaç kişi çıkacak. Profesör, “hakikate şahitlik eden” demektir Latincede… “Professio”dan gelir…  ben kelimenin bu anlamını katolik kilisesinin mecellesinde (Codex Iuris Canonici) okudum. Çünkü üniversiteler eskiden kilise tarafından kurulurdu; dini kurumlardı; bunlar da, doktor rector vs., dini kurumların dini unvanları. Bizde Kur’anda da geçer aynı mana… Ulema-yı rasihin (büyük alimler) Allaha ve Dinine şahitlik ettiler diyor, onu tasdik ettiler  diyor Kur’an…”Professio religiosi”…Dini bir rütbedir bu: Peki bu profesör, sahib olduğu bu ünvanın ona “hakikate şahitlik etmek ” vazifesi verdiğinin farkında mı?… Hayır, bilakis bunlar ekseriya hakikati inkar etmekle ve tarihi dedikoduyla meşgul.  Sufilerin ve mistiklerin kendi manevi yolculuklarında keşfettikleri “dini tecrübe”nin farklı mahiyetini anlamaya çalışmıyor adam. Onun algısı bambaşka bir şey, seninki bambaşka… mesela William James, “dini tecrübenin çeşitleri” (the varieties of religious experience) kitabında mistik tecrübe biçimlerini de inceler. Bizim profesörler kelimenin hakiki anlamında olduğu gibi ulema-yı rasihinden sayılmak bir yana, alim dahi değildirler. Bunlar sadece dini ilimlere dair bir uzmanlığı olan akademisyen entellektüel kimseler. Akademisyen- entellektüel: Alim de değil, sanatkar veya filozof da değil, yalnızca entellektüel.

Tasavvufu neden inkar ediyorlar?

Şimdi bir takım teolojik standartları geliştirmiş bu adamlar ve bu teolojik standartlara uymayan, kendisinin de hiç tecrübe etmediği yabancı bir meseleyi, yani manasına nüfuz edemediği şeyleri, inkar ederek bir şeyler yaptığını sanıyor. Tasavvufu inkar edenler umumiyetle böyledir. Fakat inkar yerine kendi teolojik ölçülerine uymuyor diye tenkid ediyorsa, haklı zannedecek onu karşısındaki saf adam… Bundan medet umuyorlar. Bilmek başka, anlamak başka kardeşim. Malumat nüfuz-u nazar vermez insana. Anlamadıktan sonra bir dünya kitabı bitirmenin de bir manası yok ki…

Nasıl bir zararı olur anlamadan okumanın?

Zararlıdır, çünkü malumatfuruşluk ve ukalalık kazandırır insana, sahte bir bilgelik duygusu ve gururu verir, başka da bir şeye yaramaz. Sufilere karşı, hepsi değil şüphesiz, ama bir çok ilahiyat profesörü, hatta bazılarını birkaç kere ciddi şekilde uyarmama rağmen, olur olmadık yerde tasavvufçulara hakaret ediyorlar. Bunlar geleneksel ekolleri küçümserler. Bir de şu var: bu kuru malumatına güvenerek, bir çok insanın gelenekten gelen inançlarını yok sayıyor ve bir çok insanın inancına hakaret ediyorsun. Bu ne küstahlıktır. Şimdi bunu söylerken, “sufiler  eleştirilemez” demek istemiyorum elbette, bazen onlardan da çok aşırıya gidenler olmuyor değil. Fakat ben bu konuda şunu söyleyim: ilahiyatçıların yerinde olsam, anlamadığım bir dini tecrübe çeşidini yorumlarken, en azından ihtiyatlı ve saygılı olurum. Orada senin tatmadığın bir tecrübe var… sen onu nasıl hissedeceksin kardeşim, adamın şahsi, manevi tecrübesini… Sufi’nin yolu kitap okumaktan geçmiyor; o derunünde hissedecek, onun manasını içinde yaşayacak, onu ruhunda hissedecek, tadacak, ondan  sonra tamam diyecek: anladım… Peki sen ne kadar gayret ettin. Bu marifet meyvesini tattın mı ki tadını beğenmiyorsun. “Men lem yezuk lem ya’lem” tatmayan bilmez. Fuzuli der ki, “aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kıyl-ü kaal imiş ancak”. Yani insanları hakikate götüren, âlemde asıl önemli olan, şey aşktır. İlim ise bir dedikodudan ibarettir.

Muhyiddin ibn Arabi “bizden olmayan bizi okumasın” diyor. Peki nasıl kendilerini o makamda görüyor eleştiri makamında olduğunu zanneden insanlar?

Adam oturuyor kalkıyor;  ‘Muhyiddin ibni Arabi ve Gazali yüzünden İslam dünyası geri kaldı’ diyor. Benim bu isimlere büyük hürmetim var, fakat ben bunları ne kadar sevsem de, hürmet etsem de, her halde bir Muhyiddin Arabi yahut Gazali Allah da değildir, peygamber de değildir. Şimdi İslam deyince sen neyi kastediyorsun kardeşim: islamın bir ucu Atlantik okyanusunda bir ucu Pasifik okyanusunda, taa Çin’e kadar gitmiş. Hatta öteki yarım kürede de var Güney Amerika’ya kadar… Bütün dünyaya yayılmış bir dindir İslam. Dünya ölçeğinde bir coğrafyadan bahsediyorsun. Ve bir buçuk milyar dediğin İslam dünyası nüfusu ve sen  Gazali’nin kitap yazarak  milyarlarca insanı robotlaştıracağını, düşünemez hale getirebileceğini mi iddia ediyorsun: bu gülünç bir fikirdir. Bu öyle bir şey ki bunu sadece Allah yapabilir.  Bunca insan, bu kadar büyük bir coğrafya, birkaç kitapla bu kadar kötü bir şekilde etkilenmiş olamaz. Bu kadar geniş bir genelleme yapmak ve bunu savunmak budalalıktır.

Anlamın anlamı nedir?

Aslında, tabii insanlar konuşa konuşa anlaşıyor da, biz kelimelerin anlamını bildiğimizi vehmederiz. Anlamı tarif etmek bu kadar müşkül olunca, neyi anlamlandıracaksınız. Tarih kelimesinin anlamını ben hala tarif edebilmiş değilim. Bir sürü de kitap yazdım ve üstelik kendim tarih profesörüyüm. Semantik diye bir şey var biliyorsunuz. Anlambilim… Anlamın anlamı aslında bir semantik meselesi, yani anlambilim meselesi… Ve bildiğim kadarıyla Türkiye’de semantikle uğraşan neredeyse hiç kimse yok. Yani insanlar konuşuyorlar ama söyledikleri sözün anlamını bilerek mi konuşuyorlar. Benim bildiğim bu işle iştigal eden bir Doğan Aksan vardır. Doğan Aksan da genel dil bilimi anlambilimden ziyade… Anlambilim aslında dilin felsefesi… Genel Linguistik mahiyette onun yazdığı kitap… Yani onun da  gördüğüm kadarıyla pek ilgisi yok semantikle. Şimdi gerçek, hakikat nedır?  girin internete “Truth” yazın! yani gerçek, doğru, hakikat anlamına… Orada okursunuz; öteki ne demiş, beriki ne demiş… Bakıyorsun yüzlerce problem var. Yani hakikat kelimesini tarif etmek bile, anlambilim açısından, son derece zor. Halbuki biz ne kadar kolay anlaşıyoruz değil mi? Mesela ben, “arkadaş susadım, bana bir su verir misin” dediğim zaman bunda anlaşılmayacak bir şey yok. İnsanlar pekala anlaşıyorlar. Günlük hadiselerde böyledir. Ama sağduyumuzun  bize telkin ettiği alem tasavvuru, yani gördüğümüz işittiğimiz şeyler, üzerinde az çok anlaşarak bir iletişim kurmamız normal bir şeydir. Fakat siz büyük beşeri meselelere giriyorsanız, ki bazıları insan zekasının anlayış hudutlarını aşar, “Hakikat” mesela, doğrudan doğruya Tanrı anlamına da gelir bir çok anlamının yanında, o zaman acaba neyi kastediyorsunuz?

Yani anlamın anlamını da tartışmak gerekir.

Elbette… sen anlama başka bir anlam yüklüyorsan, ben sana anlamı nasıl anlatacağım. Sonra sen, benim anlattığım bu anlamı ne kadar anlayacaksın. Kendi bildiğin kelimeler nispetinde… İnsanlar bildikleri kelimeler oranında düşünürler ve anlarlar. İşte burada sana anlamı anlatırken de, doğru anlattığım halde, bu metni okuyan insanın zaviyesinden yanlış anlatmış olacağım. Anlam kelimesini neyle tarif edeceksiniz? başka kelimelerle; ama o kelimeler de tarife muhtaç. Lugattan bakarsanız, o kelimenin sizin yaşadığınız devirdeki anlamını tarif eder. Ama bundan beşyüz sene evvelki anlamını tarif etmez. Çünkü değişir. Çünkü anlam dahi değişmeye tabi olan bir şeydir. Dolayısıyla, anlaşılması da zordur. Aslında bir kelimeyi, anlam kelimesi de buna dahil elbette, yalnızca cümle içinde ve cümleyi de ancak bütün lisanı bilmek sayesinde -belki mümkün mertebe anlamlandırabilirsiniz. Mesela, “bilgi” ile “anlam”ı karıştırır münevverler. Şimdi adamın din üzerine bilgisi var. Ama ruhuna nüfuz etmemiş. Bu şekliyle bilgi faydalı olmaktan ziyade bilakis zararlı bir şeydir. Kitap yüklü merkep denir işte bunlara. Meseleyi lüzumsuz yere ezberliyor manasını anlamıyorsa. İşte meseleleri anlamadıktan sonra, ilmin dedikodusunu yapmanın ne anlamı var. Şu şunu demiş, bu bunu demiş; kıyl ü kaal: dedikodu. Ben kendim de, bu ilmi meseleleri konuşurken, fazla yüksekten uçuyorum. Entellektüellere fazla tepeden bakıyorum ve tekebbürlü davranıyorum… İnsanlar da benden rahatsız oluyorlar, dedikodumu yapıyorlar falan… Tamam canım, söyledim işte, benim de suçum, günahım çoktur ve mesela hiçbir cemaate veya ideolojiye de mensup değilim; tek başına bir adamım.

Tarih Felsefesi yapan biri zaten bir yere yakın durmamalı… Aksi takdirde yorumlarında taraf olabilme ihtimali gibi bir tehlike de var…

Evet, böyle birinin bir yere mensup olması mümkün değil. Neden biliyor musun? Çünkü  adamın kendisi tarih felsefesi yapıyor. Yani kendisi yeni bir ideoloji, yeni bir dünya tasavvuru ortaya koymaya çalışıyor. Başka bir ideolojiye mensup olsa, niye yeniden bir tarih felsefesi yapsın ki? Tabii insanlar anlamıyor bunu. Biz “anlam” dediğimiz zaman, evet bu basit bir kelimedir, evet anlaşılır da ilk nazarda, fakat bilgiyle anlam farklı şeydir. Mesela adamın çok geniş tarih bilgisi vardır, yahut teoloji bilgisi vardır, fakat anlamıyordur. Daha ileri gidelim, insanlar Tonybee’yi bile tarihi anlamamakla suçlamışlardır ve tenkid etmişlerdir yani. Tarihi bilmek ve anlamak farklıdır yani… “Anlamak” hadisatın sebeplerine vukuf kesbedecek, künhüne vakıf olacak derecede bilmek demek, yani alelade malumat değil. Eğer buna vakıfsanız, onu yönlendirme kabiliyetine de sahipsiniz. İlimde olduğu gibi faraza. Bir takım nesneleri test ediyorsunuz. Diyorsunuz ki, mesela “bu şişedeki su bir litre sudur kabaca: bir litre hacmindeki suyun bir kilo olduğunu biliyoruz. Şu halde, ben bunu alış veriş yaparken bir kiloluk tartı ölçüsü yerine de kullanabilirim; tartı mesabesinde burada çok büyük bir fark olmaz, yani normal kilogramla bu suyun ağırlığı arasında. Küçük bir fark olacaktır elbette, fakat ben bunu zaruret halinde, bir ağırlık ölçüsü olarak da pekala kullanabilirim. Ne oldu? bu anlayış size bir şeyi yönlendirme kabiliyeti sağladı. Çünkü, siz biliyorsunuz suyun bir litresinin ne kadar geleceğini. Yani en kestirme şekilde tarif edersem; “anlamak, hadiselerin künhüne vakıf olup yönlendirici sebepleri teşhis edebilmek demektir.”

Sebepleri anlamak kolay mı ?

Hayır sebepleri anlamak zor bir iştir felsefede ve çok münakaşa götürür. Eğer siz sebepleri anlamak hususunda çok derinleştirirseniz işi, o işin ucu taa Allaha kadar gider. Bu yüzdendir ki Goblot dahi, dini bilgileri “illiyetçi” (sebeplerle ve ilk sebeple ilgili) displinler olarak tarif etmiştir. Semantikte bir kelimenin -lafzi olarak- gürültüden başka bir değeri yoktur. Kelime Sadece havada bizim konuşmamızın meydana getirdiği bir ses dalgası ve onun çıkardığı bir gürültüdür. Mesela köpek kelimesine Araplar kelp diyor Farisiler sek diyor İngilizler dog diyor falan;  peki şimdi ne olacak, hepsi farklı gürültüler değil mi bunların? Ama bu gürültüye anlamı, biz -üzerinde anlaşarak- lisani  bir uzlaşma ile yüklüyoruz. Meseleyi ilmi olarak tahlil etmeye kalkarsak içinden çıkamayız. Semantikte kelimeleri tarif etmek ve anlamlarını bulmak zor bir meseledir. İlim zaten şöyle bir şey: bir mesele ile çok uğraştığınız zaman, ilimde derinleştiğiniz zaman, incelemeden önce çok aşikar ve net olarak bildiğinizi sandığınız şeyler çok şüpheli hale geliyor. Üstelik gerçeği bulmak ta zorlaşıyor. Malumat arttıkça da kafanız dahi karışıyor. Mesela zaman kavramını çok iyi bildiğimizi vehmederiz. Ama ben, bu meseleyi inceleyen yüksek seviyeli fizik ve matematikçilerin yazılarını okuyunca farkettim ki, bu kelimenin manasının net olması bir yana, sadece benim de değil yeryüzünde yaşayan hiç kimsenin, zaman ve mekan kavramlarını itiraza mahal bırakmayacak objektif bir şekilde tarif etmesi mümkün değil. Hatta, bence bu bahisler  insan kabiliyeti ve idrakinin sınırlarını aşıyor, bugüne kadar anlayamadığımız gibi, ilerde anlaşılabileceği de çok şüpheli. Bir kere zaman kavramı, hatta değişme kavramı bile bizatihi paradoksaldır ve bildiğimiz biçimi ile insan mantığı ve muhakemesi bence zamanı izah etmeye muktedir değildir. Yani cehaletini fark etmesi sebebiyle, ilimle uğraşanların tevazusunun dahi artması beklenir. Böyle bir takım, sahip olduğu unvanı hak etmeyen, profesörlerde gördüğümüz üzere tekebbüre vesile olmayacak, bilakis tevazu sebebi olacak: çünkü inceledikçe görüyorsunuz; cehaletinizin ne kadar derin, insanoğlunun anlayış seviyesinin ne kadar sınırlı olduğunu. Kısaca, bir nesneyi anlamlandırmak semantik açısından büyük bir problemdir ve kelimeler aslında tarif dahi edilemez: çünkü herhangi bir kelimenin tek başına bir anlamı yoktur; kelimeye anlamını veren ait olduğu dil ve kültürdür..

Anlamın bir anlamı yoktur diye özetleyebilir miyiz?

Anlamın anlamı tartışılabileceği gibi, herhangi bir kelimenin de anlamı yoktur; kelime ancak ait olduğu cümle, context ve bütün dil içinde anlamlandırılabilir. Cümle, “bir bütünlüğü olan bir anlamı ihtiva eden kelime grubu” demektir. Matematikte de böyledir; Cümle/Set Teorisinde. Semantikte de böyledir.  Semantikçiler dahi, mesela  Alfred Tarski ve Bertrand Russell anlamı izah edebilmek için matematikteki Set Teorisine başvuruyorlar. Ama semantikdeki bir cümleyi anlamlandırmaya yardımcı olması beklenen ve bunun için başvurulan bu Set Teorisinin de kendi aksiyomatik problemleri vardır matematik teorisinde. İmam Malik’in Elfiye diye, bin beyitlik manzum bir arapça grameri vardı. Şöyle başlıyordu; Kelamüna lafzun mufid: “ke istakim”. Bizim kelamımız (kelam dediğimiz şey, cümle dediğimiz anlamlı söz) “Kelam bir lafzı müfiddir: İstekim kelimesinde olduğu gibi.” İstekim ne demek? istikamet üzere ol demek. Kelimenin bir emir hali, yani tek kelimelik bir cümle. Mustakim ol demek. Yani bu kelimeden bir anlam çıkıyor; bundan bir şey anlıyoruz. Ezcümle, “Faydalı bir mananın anlaşılabildiği bir söze kelam denir.” Yani anlamsız söz, kelam teşkil etmez. Gayri müfiddir, yani faydası yoktur. Bir şey anlaşılmış sayılmıyor. Bir şey konuşuyorsam şayet, karşımdaki beni anlamalıdır. Halbuki bizim kültürümüzde düşünce ve felsefe geleneği zayıf.

Peki nasıl olacak bu?

Hakikaten bir anlamı var mı, konuşmalarımızın; Bakın, insanın bin beşyüz santimetre küp beyin hacmi var. insanın anlayış kabiliyeti hayvanınkinden farklı. Hayvan sadece görüyor, hissediyor ve dış dünyaya dair sağduyusunun telkin ettiği bir hayvani şuur geliştiriyor. İnsani şuur ise, duyu organlarının verdiği bu hayvani şuura, anlamı ve anlamayı da ekliyor. Yani, tamam şu nesneyi görüyorum ama, gördüğüm bu nesneye sembolik bir de anlam veriyorum. Geçmişimi düşünüyorum, geleceğimi düşünüyorum, bu insani anlayış seviyemi kullanıyorum: demek ki insani şuur hayvani şuurdan çok farklı. Beynimizin kapasitesi, diğer canlılardan çok daha fazla olduğu için ve demek oluyor ki yaradılışımız gereği, hilkatimiz böyle olduğu için, biz hadiseleri anlamlandırmak isteriz: insanoğlunun hilkati böyledir. Hayvan sadece yaşar. Hayvan zaten, yalnızca “yaşayan” yahut  “canlı”, demek biliyorsunuz. İnsan hadiseleri yaradılışı gereği anlamlandırmak istediği için, maddi şeylerden ziyade manevi şeylere yönelir. Anlamak ve anlamlandırmak gayreti ise insanı Manevi alanlara yönlendirir. Normal tecrübi ilimlerden farklı olarak, ilahiyat gibi şeylere yöneltir. Anlam insani davranışları bile biçimlendirir. Yani “marifete talib olmak” demektir bu eski dilde. Bir yerde bu anlamda demiştim ki, “İnsan ruhu tahsil-i maarife mecburdur.” Yaradılışı ve ve beyin kapasitesi böyle. Hatta bu yaradılışımız yüzünden, bu tabiatımız, aslında bir anlam veremediğimiz şeyleri dahi sanki anlamlandırabiliyormuşuz gibi yapmaya zorlar bizi. Azıcık anladığımız şeyleri, tamamen Anlamış gibi de yaparız. Adam mesela, din bilgini olduğu halde, bir de televizyonda, miracı tartışıyor. Yahu arkadaş sen miraçla alay edeceğine, miraç gecesini kutlayan, buna inanan insanlara saygılı olsana. Demek istiyor ki “ben ilahiyatçıyım, onlar ilahiyat bahislerini bilmedikleri için, yanlış bir şeylere inanıyorlar.” Bir takım teolojik standartlar elbette vardır: lakin bu ilahiyatçı arkadaşlar anlamıyorlar ki, eğer teolojik bahisler matematik gibi isbatlanabilir, yahut  müsbat ilimler gibi doğruluğu veya yanlışlığı test edilebilir meseleler olsaydı; o zaman bütün insanlık onları kabul ve tasdik etmek mecburiyetinde kalırdı. Ve bu hususu netleştirmek için şunu da söyleyim ki; hatta bu  öyle kuvvetle icbar edici bir mecburiyet olurdu ki, “itiraz ve ihlal edildiği anda cezası ölüm olan bir kanunun şiddeti” bile bu kadar ikna edici olamazdı. Kısaca  o zaman zaten inanç olmaz, isbat olurdu. İlmi ve matematik isbatını kabul etmeye bizzat kendi ruhumuz ve anlayışımız bizi icbar eder zaten; burada dışardan bir zorlamaya  hacet de yoktur. İnanç, isbatın ve tecrübi ilmin mümkün olmadığı şeyler için gerekli zaten. Sen,  mantıki muhakemeye güvenerek miracı ve benzeri inançları tenkid edilebileceğini düşünüyorsan, mirac senin mantığına uygun görünmüyorsa;  o zaman şunu bil ki, bu usul ile sadece mirac değil onunla eşdeğer seviyede duran bütün inançları da  şüpheli sayman gerekecek.  Pierre Bayle “Dictionary” isimli eserinde  der ki akıl (bu mantıki muhakeme çeşidi) aşındırıcı bir pasa benzer. Bu muhakeme tarzını kullanmakta israr eder ve sonuna kadar giderseniz, pasın demiri aşındırıp çürütmesi gibi, akıl da kendini kendini yer bitirir. İlahiyat meselelerinde kullanılan böyle bir akıl yürütme tarzı ise, inancın sadece şu veya bu yönünü değil, bütün inançları çürütüp yok eder. Bizim anladığımız ve  zaten akledebildiğimiz şeyler için inanca ne lüzum var? Bütün insanlar bunları kabul etmek zorunda zaten. İnanmak başka, isbat başka. Zaten isbat edemeyeceğimiz ve test edemeyeceğimiz için, “inanıyoruz” diyoruz. İnanç veya iman kelimelerinin manası da budur zaten.Yani siz geleneksel din anlayışını tenkit ediyorsunuz ama, o profesör ünvanlarınız da sahte aslında. Hakikate şahitlik etmiyor ki bu adamlar. Ben hakikate şahitlik etmekle mükellefim kardeşim, bu sebeple  kimse kusura bakmasın. Bazı arkadaşlar bundan rahatsız olsalar da bu böyle, bu tenkitleri yapmak, bu hakikati ifade etmek zorundayım…Ezcümle, Din, inanç  yaşanması gereken bir şeydir; hakkında malumatfuruşluk yapılması  veya sabah akşam,   “dodes’ka-din” der gibi dedikodusu yapılması gereken bir şey değil. Semantikçi Hayakawa’nın dediği gibi “bazı insanlar konuştuklarını zannederler ama aslında yalnızca gürültü  çıkarırlar.

Bugün beşeriyetin ihtiyacı sizce nedir ne arıyor beşeriyet?

İnanç arıyor beşeriyet. İnanç yönlendirici olarak önemli bir rol oynar  hayatımızda ve tarihte. Bazen de, bunun tam tersi sonuçlar verir, elbette fanatik ve lunatik insanlar da var. İnanç öğrenilmiş bir şeydir ama güçlü bir irade de gerektirir. Ben inandım demekle bitmiyor yani. İlmini yapacaksanız bunun tahkik-i iman yapacaksınız. Öyle bir ciddiyetle meselenin üzerine gidecekseniz, irade de gerekir, çalışma ve öğrenme de gerekir. Öğrenmek için ise evvela tevazu lazımdır. Zaten bunu biliyorum derseniz, hiç bir meseleyi ariz- amik öğrenemezsiniz. Bence bu günkü beşeriyet inanç arıyor , çünkü bu kapitalist ve materyalist dünyadan, bu maddi uygarlıktan bıktı, usandı.

Peki beşeriyetin iradesi bunun ne kadarını gerçekleştirmeye izin verecek?

Bugünkü beşeriyet öyle zannediyorum ki eski çağların insanlarına göre, biraz daha iradesiz ve vasıfsız bir “seyirciler ırkı”na dönüştü.

Neden?

Çünkü insanlık her şeyi kanıksayan bir seyirciler ırkına dönüştü. Siz mesela, gittiniz, mavi Marmara gemisindeydiniz. Orada bir takım psikolojik işkencelere tabi tutuldunuz. Döndünüz, anlattınız. Ben eskiden, “bu beşeriyet bir ‘seyirciler ırkı’na dönüştü, insani vasıf ve kabiliyetleri azalmış, insan-altı (sub-human) bir yaratık oldu neredeyse, hadiseleri sadece seyrediyor, aksiyon kabiliyetini kaybetti” diye tenkit ediyordum. Sonra da, “yanılmışım”  dedim, sizin bu Mavi Marmara gemisi gazasını duyunca. Yani kendi başına insiyatif almak falan, bunlar çok önemli şeylerdir. Bir yerde zulüm varsa,  kardeşim kimseye sormana izin almana gerek yok, oradaki zulmü durdurmak için mücadele edeceksin. Ama bak şu da var: bu yapılan eylemin neticesi ne olacak bilmiyoruz. Ben aktüalite ile fazla ilgilenmem. Bu hadisede benim ilgilendiğim husus, insanlığın doğru veya yanlış kendi başına bireysel bir tepki koyma cüretini kendinde bulması. Şimdi beşeriyet bir seyirciler ırkına dönüştü diyordum ya, insanlığın iradesi zayıfladığı ve anlayışı da sığlaştığı için söylüyordum bunu. Evet, bilim çok ciddi bir şekilde ilerliyor, ama cehalet çok daha hızlı adımlarla ilerliyor. Yani malumatın artması basiret ve  nüfuz-u nazarın da artması manasına gelmez.

Yani bu kadar sığlaşan, bu istikamette giden bir insanlığın ne kadar başarılı olması muhtemel, işbu İnanç ve Anlam arayışında orası şüpheli. Evet beşeriyet yirminci yüzyılda büyük facialar yaşadı. Ve bilhassa batı kültürününün yeryüzündeki menfi faaliyetleri yüzünden, kapitalizmin ve finans kapitalin dünyayı yağmaladığı bu savaşlar yüzünden ve aşırı maddecilik yüzünden. Televizyonundan, radyosundan ve internetinden, her yönden bir enfarmasyon bombardımanı, bir teknoloji muhasarası altındayız. Kafka’nın bir fare hikayesi vardır. Bir  fare  geniş bir alanda koşup duruyor. Sonra bir  bakıyor ki alanın etrafı yüksek duvarlarla çevrili ve o duvarlar da gittikçe daralıyor. Fare kaçacak yer arıyor ve mecburen bir köşeye doğru kaçıyor; bakıyor orada bir kedi bekliyor kendisini yemek için ve kedi fareye diyor ki ‘sadece gittiğin istikameti değiştirmen gerekirdi.’ Yani tıpkı Kafka’nın hikayesindeki daralan duvarlar gibi insanoğlu da adeta çamaşır makinesinin içinde tıkıştırılan ve yıkanan çamaşır gibi sıkılıyor bu günkü hayatın teknolojinin demir ve çelikten oluşturduğu atmosferde. İnsanlık bıktı elbette bu aşırı materyalist dünyadan ve buna bir reaksiyon olarak ta manevi arayış ihtiyacına girdi. Nitekim batıda görüyorsunuz Zen Budizme merak salanlar: “Zen Budizm ve Motorsiklet Bakım Sanatı”, gibi modern bunalımı anlatan kitapların farkındasınız. Bu bir kaçıştır. Modernizmden kaçmak istiyor insanoğlu. Yani doğuya Nepal’e giderek bir arayış içinde olanları görüyorsunuz. Dünyanın ünlü müzisyenleri para ve şöhretin en tepesindeyken, vazgeçip Nepal’de falan bir guruya hizmet ediyorlar. Adamlar anlamışlar artık; yani sadece tüketen bir tüketim robotu olduk ta, nereye kadar tüketeceksin; nihayetinde insan her şeyi bu kadar hızla tüketmeye başlayınca, bir anda kendisini de tükettiğini anlıyor. Çünkü kendini tüketmeden anlayamıyor bu materyalizmin ondan neler çaldığını. İnsan Ruhu elbette bir gün isyan ediyor buna.  Ruhtaki tahribatı anlıyor işte, bazı batılı adamlar. İşte mesele şu ki, bunu gerçekleştirecek irade de var mı? Ondan emin değilim. Çünkü dediğim gibi insanlık giderek bir seyirciler ırkına dönüşüyor.

Yabancı terimleri çevirmenin anlaşılmayı kolaylaştırmaktan öte zorlaştırdığını söylüyorsunuz?

Şüphesiz terimler tercüme edilemez. Bir terimi tercüme etmek aptalca bir şeydir benim kanaatimce. Ben bir terim kullanırsam mesela Arapça, İngilizce, Almanca, böyle bir parantez içinde, az çok doğru bir tercümesini vermeye çalışırım. Fakat bizim öğrendiğimiz her şey izafidir. Yani anlam kelimesi üzerine bile bir saat konuştuk, on saat dahi konuşabilirim. Fakat tam olarak nereye geldik; anlamın anlamını bile verebildik mi sizce?.. Bir terimi öğrenmek için o terimin ait olduğu alana, disipline vakıf olacaksınız ve onu tecrübi olarak yaşayacaksınız, çeşitli yönleri ile. Çünkü aslında geniş bir anlam sahasını ilgilendiriyor o terim. Ancak bütün o birikimlerin ışığında, bir terime anlam verebilirsiniz. Tamam o bir kelimeye anlam verdin, peki  bütün o diğer kelimelere nasıl anlam vereceksin?… Bu mümkün değildir. Bir de “anlam dizgesi” denen bir şey var ki tercümesi gayri kabil. Bu yüzden bir dilden başka dile tam tercüme yapılamaz; bu yüzden her kültürü en iyi o kültürün kendi dili ifade eder. Çünkü o dilin ifade ettiği kültürdür o. Şimdi en basit bir İngilizce  kelimeyi bile tercüme edemiyoruz. Bacon demiş ki; “writing makes an exact man” peki ama, buradaki “exact” kelimesi ne demek? Siz şimdi bir felsefe terimini alacaksınız Türkçe’ye tercüme edeceksiniz. Edin. Üstelik bunu bir de uydurma bir Türkçe ile yapacaksınız. Bir tarihte İbni Haldun’un bir tercümesine müracaat ettim. Bir şeye benzetemedim. Ben İbni Haldunu çocukken okudum. Sırf bu yüzden, onun fikirlerinden etkilendiğim için, “ben yeniden Tarih felsefesi yapıcam” dedim. Çünkü İbni Haldun da yedi yüz yıl geride kaldı. Bütün fakülteleri kazandığım halde, sırf bu sebeple tarih bölümünü tercih ettim. Tabii babam da kızdı bana, niye tarihe gidiyorsun diye. Her neyse, mesela ben bir tarihte historicism (tarihselcilik) diye bir makaleyi tercüme ettim. Her terimin  o kadar çok anlamı vardır ki aslında tam tercüme edemezsiniz. Sonra neyse, bunu bir kitabımda da yazdım ya, o metni okuduğu zaman bir profesör arkadaşımız, “bu makale galiba sosyoloji ile ilgili” demişti. Bu terimi izah eden makaleyi bir tarih profesörü bile anlamamıştı; üstelik tercüme bir metinden. Sadece kelime anlamını tercüme etseydik ne anlayacaktı acaba? Birde  böyle köksüz bir dille, üstelik dil şuuru falan da olmayan bir dille tercüme edilen ve bir takım vasıfsız entelektüellerin ağzında gevezelik mevzuu yapılan bir terimin, anlamı varsa da kaybolur.

Şu halde, Hikmete nasıl talib olunmalı?

Bence hikmete bir bütün olarak talib olunmalı.  Her hangi bir disiplin sizi ancak kısmi gerçeklere götürür. Allahın kitabı ,mukaddes kitaplarla sınırlı değil. Allah’ın iki kitabı daha var. Biri kainat kitabı, bir de insan kalbi. Beşeriyet Allah’ın  bu üç kutsal kitabını okumaya çalışırken,  din bilginleri yalnızca mukaddes kitaplarla ve tarihi gelenekle meşgul olurlar. Fakat sanatkarlar ve sufiler insan  kalbi ile de meşgul olurlar. İlim adamı ise, doğrudan cansız varlıkla, veya fiziki tabiatla meşgul olur. Siz tabiat yahut kainat kitabını hakikaten anlamlandırabilirseniz, o usul  dahi sizi pekala hakka götürebilir. Nitekim ben baktım “Fizik ve Filozofi” diye bir kitapta -ki böyle saçma sapan terim tercümeleriyle doluydu; üstelik İstanbul teknik Üniversitesi neşriyatı olmasına rağmen mütercimin adı bile yazılı değildi; ne kadar ciddi iş yaptığımızı insanlar bilsin diye söylüyorum- çok meşhur, büyük fizikçilerden birinin kitabıydı ve Nevton’dan başlayarak bugüne kadar gelirken, bütün o madde araştırmalarının arka planında, zaman ve mekan araştırmalarının arka planında, bir “Tanrı tartışması”  vardı. Yani bir nihai hakikat arayışı vardı. İşini gerçekten hakkıyla yapan bir adam, hangi metottan giderse gitsin, sanat olsun, tarih olsun, felsefe olsun, tasavvuf olsun, ilim olsun hangi yoldan giderse gitsin hakikate, marifete –menzil-i maksuda- ulaşmak isteyecektir. Ama bunların her biri tek başına ele alınırsa, önceleri yalnızca kısmi gerçekleri verir. Çok derinleşirseniz, “hakikatin yüzü” ile karşılaşmaya başlarsınız. Küllü şeyin fânin illa vechullah…İsterse alanınız, cansız madde alanı olsun, fizik olsun. Ama gençliğimden beri, tek başına herhangi bir disiplinin metodu, bana yeterli bir anlayış seviyesi gibi görünmediği için ve bunların  hepsine de tab’an bir muhabbetim, talebim ve temayülüm olduğu için; bilhassa tarih felsefesine yöneldim ve ben tarih felsefesi derken, içinde hakikate götüren bütün yolların mündemiç olduğu  ve hikmetin bir bütün olarak telakki edildiği, “gerçek ilme ve marifete talib olmak” manasını kasd ediyorum.

Huzursuz bir aydınlar zümresi modern toplumu öldürmüştür diyorsunuz bir kitabınızda…

Bakın Napolyon akıllı bir adamdı. Ona bir lakap takılmıştır: “Terrible Simplificatore”…. yani “korkunç  basitleştirici.” Yani yine gerçeği söyleyim: bizim profesörlerin hemen hemen hepsi böyle: bilhassa tarihçi ve ilahiyatçılar. Gerçeği söylediğim için bana kırılıyorlar elbette ama bu benim vazifem…  korkunç derecede basitleştiriyorlar bazı hakikatleri. Elbette Napolyon bir pratik ve aksiyon adamı. Çok zeki bir adam olduğu için, bazen büyük felsefi meseleleri basite irca ederek veciz bir şekilde ifade ediyordu. Bu kabiliyeti yüksekmiş; bu yüzden : “Terrible simplificatore” (korkunç basitleştirici) sıfatını yakıştırmışlar ona. Fakat onun bu korkunç basitleştirme nümunelerinden biri benim çok hoşuma gider; demiş ki: ‘feodoliteyi top öldürdü modern toplumu da mürekkep öldürecek’. Şimdi bana göre, eğitim usulleri dünyanın her yanında yanlıştır zaten de; Türkiye’de hepten yanlış. Böyle, saatli maarif bombaları üretiyor bu eğitim sistemi. Adamı bir üniversitede okutuyorsun, ne halt etmeye okutuyorsun peki? Okuyor, üniversite mezunu delikanlı… ondan sonra, ben garsonluğa da razıyım, bulaşık yıkamaya da razıyım diyor ve buna rağmen iş bulamıyor.  Şimdi bu adam asi olmasın da ne olsun istiyorsun. Milyonlarca üniversite mezunu gencimiz var; ne halt etmeye okuttunuz kardeşim bunları siz. Entelektüel işsiz yetiştirme fantezisi falan mı yapıyorsunuz, nedir bu, madem ki iş veremeyeceksiniz bu huzursuz aydınlara… üstelik nedir bu, her şeyi bilir geçinen, durmadan malumat-furuşluk yapan, aptalca bir üslupla tartışıp duran işbu ferasetsiz entelektüel tartışmaları, bunların yazmaları çizmeleri; yani Napolyon’un tabiriyle mürekkep tüketmeleri… Peki ne oldu insanlığın hali? Hadi buyurun. Bu entelektüellerin aklı ile beşeriyetin geldiği nokta ortada. Bu insanların yazdıklarından etkilenen beşeriyetin durumu meydanda. Bugün içinde yaşadığımız şartlara, bu tüketilen mürekkepler ve bu aydınların muhakeme tarzı sayesinde geldik: İnançsız, kör, sağır ve dilsiz bir medeniyet. Dilsiz diyorum; çünki durmadan yazıp konuşmalarına rağmen aslında sadece gürültü çıkarıyorlar. Beşeriyet bugün  İnsani kabiliyet ve anlayışın gerektirdiği vasıfların altında… Hani Niçe “üst insan” falan diyordu ya, kapitalist finansörlerin  yönlendirmesi ile  bıkıp usanmaksızın mürekkep tüketmenin ve medyatik- entelektüel gevezeliklerin bizi getirdiği insani şartlara  dikkatli bakarsanız bugün “alt-insan” var kardeşim: insan değil, bir tüketim robotu. İnsanla hayvan arasında bir şey. Hatta robot. Aksiyon kabiliyeti yok, hiçbir hadiseye reaksiyon gösteremez. Mantık yürütmeye kalkıştığında saçmalar. En basit mantığı bile beceremez. Dünyadan haberi yoktur ve haberi olmadığından bile haberi yoktur. Ukalalıktan da geri kalmaz. Bana adeta delilik gibi görünüyor, insanların bu kadar saçmalaması. Yani Napolyon’un kehaneti haksız mı çıkmış. İnsanların hali harap zaten  ve siz onların azıcık kalmış geçmişten kalan safiyane inancını da tahrip ediyorsunuz. Entelektüellerin tartışmalarını dinledikçe  içimden adeta şöyle söylemek geçiyor: “Yahu kardeşim siz deli misiniz, ne diye zaten mevcut olmayan şeyleri, böyle hararetle tartışıyorsunuz? Biliyorsunuz bu uzmanlara profesörlere ve yazan çizen takımına aydın (entelektüel) deniyor. “Alim” değil, “filozof” değil “sanatkar” hiç değil, o halde ne demek aydın peki; yani bilecen, çok bilmiş malumat-furuş Mürekkep Tüketicileri. Şimdi tüketecek mürekkep te kalmadı ya neyse…   Aynen bu mülakatın başında bahsettiğim filmdeki “hayalindeki tramvayı süren çocuğun dodes’ka din, dodes’ka din” diye tramvay sesini taklit etmesi gibi, bizim bu aydınlar da çıkardıkları gürültüyü anlamlı söz zannediyorlar. Bugün insanlık dediğimiz alem kafayı yemiştir. Oturuyor bazı adamlar, tarihte şöyle oldu. Yok öyle olmadı, böyle oldu. Haydi bakalım giriyorlar birbirlerine. Kardeşim sen nereden biliyorsun tarihi. Sen bir kere, bütünü ile müşahede edilmesi hadiseleri bizzat yaşayanlar için bile imkansız olan,  tarihi hadiselerden bahsetmekten vazgeç de;  önce şu anda önünde gördüğün şu su bardağını, çay bardağını tam manasıyla bir anlamlandır görelim de; ondan sonra çoktan yok olmuş ve şimdi mevcut olmayan, yahut asla  müşahede edilemeyen şeyleri anlamlandırmaya sıra gelsin. Ama Demokrasi de böyle bir şeydir işte: insanların kanaatlerinin ifade edilmesi, ve bu görüşler hakkında rey verilmesi, oylanması vs… yani herkesin bir şekilde konuşması yahut konuşanları oylaması gerekiyor.

Demokrasi mantıksız bir sistem midir?

Bir kere soru yanlış, ben insanoğlunun mantıklı bir sistem kurabileceğine inanmam. Bunu söylerken sanki mantıklı bir insani sistem varmış yahut olabilirmiş gibi soruyorsunuz. Bence insan aklının sınırları tecrübî ilimle mahduddur; oradan öteye geçmeye başladığında saçmalamaya başlar.  İbni Haldun demiştir ki “maddesi olmayan bir şey hakkında burhan olamaz”. Müşahhas  maddi dünyayı, fiziki nesneleri aşan her konu sağduyulu ve mantıklı şekilde ifade edilemeyecek kadar karmaşıktır, çok fazla muğlâktır bu meseleler, çok komplikedir. Ben bir tarih filozofu olarak demokrasinin bilinen rejimler arasında en kötüsü olduğunu düşünüyorum. Ama 2500 yıl evvel Eflatun’un tarif ettiği Meritokrasi (Will Durant’ın tabiriyle, liyakatsizlerin imtihanlarla elenmesi sonucu oluşan bir nevi okul demokrasisi) bilinen bir şey. daha dün okuyordum: birisi Eflatuna bir ton küfür ederek bu sistemi tenkit ediyordu. Adam siyasal bilimciymiş. Evet, insan vücudunun en hareketli organı dildir, şimdilerde herkes her şeyi söylüyor, yazıyor, mürekkep tüketiyor elbette. Ama bir de makul olmak var; yani şimdi siz, demokrasi derken acaba neyi konuştuğunuzun farkında mısınız? Demokrasi dışında bütün rejimler yanlıştır diyorlar. Kim söylüyor bunu? Demokrasinin kurucusu olan şu meşhur finans kapital. Hala da oligarşik demokrasileri onlar yönetiyor, onlar yönlendiriyor. Demokrasi denen şey de, serbest Pazar da serbest teşebbüs te işte bu tüccar- burjuva sınıfının ideolojisidir. Tüccar mentalitesine uygun bir rejimdir. Ve onlara çalışır. Ruslar asıl demokrasi bizimki; sizinki kapitalist oligarşi diyorlardı. Tabii onların söylediği de doğrudur. Halkı temsil ediyoruz falan da, iyi de, diktatörlükle temsil ediyorsun bunu. Demos fakir halk demek Yunancada. Demokrasi de tıpkı diğer kavramlar gibi tarif edenin ideolojisine göre değişiyor. Osmanlı mesela hükümet-i avam diyor. Yani ayak-takımının hükümeti. Meritokrasi taraftarıyım ben. Yani ahlaken, gerek fazilet olarak, gerek  donanım ve liyakat olarak yüksek vasıflı oldukları müseccel insanlardan mürekkep bir yönetici sınıfı yetiştirmek gerekir. Mesela, Osmanlı Enderun da yetiştiriyordu adamlarını, taa çocukluğundan beri, karakterini, ruhunu ve en başta sadakatini ölçüyor.. Doğru bir aksiyonun ortaya çıkabilmesi için, evvela doğru doktrin sonra doğru dürüst adamlar lazım diyor bir düşünür. Evet pekala öyledir.

Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar isimli kitabını yorumlar mısınız ?

Okumadım o kitabi, ben her kitabı okumam. Okuduğum adam ya büyük alim olacak, ya büyük filozof yahut meşhur sanatkar olacak. Kolay kolay entelektüellerin, akademisyenlerin kitaplarını okumam. Ayrıca çok okumayı da sevmem.

Tarihin televizyondaki illüzyona benzediğini söylüyorsunuz…

Bu Boudrillard’ın simulasyon nazariyesiyle aynı şeydir. Ben Tevrat’tan aldım; Nebukadnezarın unutulmuş rüyalar meselini.Tarih dahi öyledir: yani unutulmuş rüyalar.  Uyanık haldeki “rüyet” ile uyuduğumuzda gördüğümüz “rüya” arasında bir beyin faaliyeti olmak açısından hiçbir fark yoktur. İkisinde de hayal görüyorsun. Fakat aslında biz zaten kainata dahi kendi ruhumuzu yansıtıyoruz, bizim geçmiş, bugün ve gelecek hakkında da kurgularımız var. Yani hayvanda olduğu gibi  beş duyunun aktardığı hissi verileri olduğu gibi kabul etmekle iktifa etmiyoruz biz: onu kafamızda kritik edip, ruhi ihtiyaçlarımıza intibak ettirerek ve bir takım süzgeçlerden geçirerek görüyoruz. Mesela, Zen Budizm de çocuk her şeyi çıplak gözle görür. Büyüdükçe, eğitildikçe, çevrenin etkisiyle, o çocuğun kafasında şartlanmalar oluşur. Sonra her şeye şartlanmış olarak bakmaya ve değerlendirmeye başlar. Ancak tasavvufi anlamda kamil bir ruha ulaşmış bir kişi tekrar çocuk safiyetiyle bakabilir dünyaya. Ancak o çocuk safiyetini de yine bazı insanlar istismar ederler vesselam. Fakat İsa aleyhisselam da demiş ki İncile göre, “çocuklar gibi olmadıkça göklerin melekutuna erişemezsiniz.”  Ben bu sözlerimi Hz İsa nın çok sevdiğim bir sözü ile bağlamak istiyorum: “Hakikati bileceksiniz ve hakikat sizi hür kılacak…”

Scroll to Top