ÇAĞDAŞ TÜRK DÜNYASI TARİHÇİLERİNİN “KIZIL ELMA”SI: ORYANTASYON ve PROJEKSİYON

ÇAĞDAŞ TÜRK DÜNYASI TARİHÇİLERİNİN

KIZIL ELMA”SI: ORYANTASYON ve PROJEKSİYON

Bismillâhirrahmânirrahîm. El-hamdülillâh ki bugün tarihte ilk defa, 21. asrın başında, Ahmed Yesevi Ata’mızın memleketinde ve onun ruhaniyeti huzurunda, bütün Türk dünyasının kardeş tarihçileri biraraya geldik ve bir tek ruh gibi aynı gaye etrafında birleştik. Resûlullah efendimize salât ü selâm. Ve bütün âlem-i irfana, tarihçi meslektaşlarıma ve muhterem misafirlere selâm olsun. İnşaallah buradaki ulemâ heyetimizin mesâisi müsmîr, sa’yimiz meşkûr olur.

Aklımda kaldığına göre, bizim meşhur edibimiz Ömer Seyfettin bir hikâyesinde, Fatih Sultan Mehmed Han’ın son seferinde, ki daha önce Gedik Ahmet Paşa’nın İtalya’daki Otranto’ya yaptığı sefer dikkate alınırsa Fatih’in bu seferinin Roma’ya müteveccih olması da muhtemeldir derler, o zamanlar Asakir-i Mansure-i Muhammed’i denen Osmanlı askerlerinin, ordugâhta: “Kızıl Elma’ya, Kızıl Elma’ya, Kızıl Elma’ya dek gideriz!” diye haykırdıklarını destânî bir üslup ile anlatıyordu. O Fatih ki, nereye sefer ettiğini kimse bilmezdi. Derler ki, Fatih, “seferin hedefinin neresi olduğunu sakalımın bir kılı bilse sakalımı keserim” dermiş; halbuki asker, belki de Roma’daki Sen Peter Kilisesi’ni kastederek, bu kızıl/altın kubbeler şehrini fethetmek için sefere çıkıldığını hisseder ve “Kızıl Elma’ya dek gideriz” der. Vakıa, Peçevi Tarihi’nde Fatih’in ölümü ile ilgili manzum ibarelerde, Yahudi Hekimbaşının Fatih’i yanlış tedavi ile Fatih’in ölümüne sebep olduğu anlatılırken, hatta belki de kasten zehirlediği ima edilmiştir. Fatih’in bu seferinden çekinen Venedikliler’in böyle bir suikast düzenlemiş olması da muhtemeldir. Talebeliğim sırasında bu konuyu münakaşa ettiğim Rahmetli Prof. Dr. Şebabettin Tekindağ, bu hususta “Fatih’in Ölümü Meselesi” diye bir makale yazmıştır ki, bana da o makalenin ayrı basımından vermişti. Rahmetli Hocamız, bu iddianın “Fatih’in merkadini otopsi bahanesi ile açmak ve orada kazılar yapmak isteyenler tarafından kasıtlı olarak ortaya atıldığını” yazıyordu. Ve Peçevi Tarihi’ndeki manzum ibarelerde geçen, hekimlerin padişaha şerab-fariğ (istifra ettirici şerbet) vermesi hadisesinin, “zehirleme” olarak yorumlanamayacağını söylüyordu. Ancak ben o zaman pek tatmin olmamıştım; zira manzumenin devamında, padişahın kan kustuğu, ciğerlerinin parçalandığı ve hatta “hekimlerin padişaha kastettikleri” ifadelerinin de yer aldığını hâlâ hatırlıyorum. Fatih’in merkadine saygısızlık sayılmasa, belki çağdaş bir otopsi zehir izleri bularak bu meseleyi aydınlatabilir miydi, bilmiyorum. İlm-i fennin mütehassıslarına sormak lâzım. Bu hikâyeyi şunun için anlatıyorum: Varmak istediğiniz hedefler, oryantasyonunuz ve imkânlarınız ne olursa olsun, düşmanlarınız elbette size engel olmak isteyeceklerdir. Neticeyi tarih tayin edecektir.

Sultan-ı Rum Fatih Sultan Muhammed Han’ın Ordu-yı Hümayun’u Asakir-i Mansure-i Muhammedî’nin “Kızıl Elma”sı belki “Roma” idi, belki de o fetihler, destanlar çağının feth-i mübin’i bekleyen efsânevî ve dâsitânî muhayyel ülkeleri… Halbuki bugün, bütün Türk ülkelerinden kanat açıp bir mübarek sefere çıkan Türk tarihçileri olarak bizler Alma Ataya geldik, Yesi’ye geldik. Bugün tarihî bir rüya gerçek oldu ve işte Yesevi’nin payitahtında bu mânevî “Kızıl Elma” ülkesinin kapılarına eriştik. Sözlerime, eskilerin Kızıl Elma’ya yönelişini hatırlatarak başladım. Çünkü bu kutlu bir seferdî ve bu sefer devam edecektir. Çünkü bizler, “bugünün oryantasyonu, çağdaş Türk dünyası tarihçilerinin yönelişi, istikameti, hedefleri neler olmalı, gelecekte neler yapabiliriz, iş ve gönül birliği imkânlarımız nelerdir?” meselesini birlikte istişare etmek için, işte bugün, bu kutlu mekânda buluştuk. Ahmed Yesevi’nin buyurduğu gibi: “Niyaz yol açar…” şu halde, Hak Teâlâ yolumuzu açsın, müşkil işimizi âsân etsin diye, bir Yesevi hikmeti ile niyaz etmek istiyorum:

Yeldâ giceni şem’-i şebistân itkân

Bir lâhzada âlemni gülistan itkân

Bes müşkil ilim tüşübdür asan itkân

Ey barçanı müşkilni âsân itkân

Vâkı’ât-ı Timur isimli eserde yazdığına göre, Timur darda kaldığı zamanlarda Allah’tan yardım istemek için Yesevi’nin bu rubaisini okurmuş. Şimdi, niyaz etmek için bu hikmeti okuyorum; ama, “eden” ma’nasına etgen olduğunu tahmin ettiğim itkân kelimesini anlamıyorum. Bu kelimenin Arapça itkân’la bir ilgisi olmadığı anlaşılıyor. Özbek arkadaşlarımız kelimeyi anlamışlardır elbette. Demek ki iş ve gönül birliği yapabilmek için, evvela muhtelif Türk lehçelerinin mukayeseli grameri, etimolojik sözlüğü ve imlâsını tayin etmek için esaslı bir çalışma yapılması ile işe başlamak lâzım.

Bugün en fazla ihtiyaç duyduğumuz şey diyalogdur ve bunun için gereken her türlü gayret ve fedakârlıktan kaçınılmamalıdır. Bu sempozyumu tertipleyenlere şükran borçluyuz ve buna benzer sempozyumlar her sene başka bir Türkî Cumhuriyet’te tekrarlansa çok fayda hasıl olur diye düşünüyorum. Hatta, bir “Türk Dünyası İlimler Akademisi” kurulmalı ve bu akademi vasıtasıyla muhtelif Türk ülkelerindeki akademisyenlerin karşılıklı ziyaret ve faaliyetleri teşvik edilmelidir. Meselâ, Fatih Sultan Mehmet Han Semerkant’tan gelen meşhur âlim Ali Kuşçu’yu Ayasofya Medresesi’ne matematik müderrisi yapmıştı. Çağdaş imkânlar eski devirlerle kıyaslanamayacak kadar fazla olduğu halde, eski zamanlarda ilim irfan sahibi hükümdarların ulemâya gösterdiği hürmet ve riayet, sunulan imkânlar bugünkünden çok daha fevkalâde idi. Bugün, zağdaş Türk devletlerinde, maddî imkânlarının bu kadarına ancak yettiği iddia edilerek, ilim adamları basit memurlar gibi muamele görüyor ve mağdur ediliyorlar. Halbuki aşağılık bir kitle kültürüne hitab edebilen birtakım sözde-sanatkârların, sporcuların, politikacıların ve binbir türlü mafyanın ne kadar himaye edildiği gözler önündedir.

Tarihten bir misal vereceğim ki demek istediğim daha net anlaşılsın: “Genceli Nizami, meşhur Mahzenü’l-Esrar’ını kendi adına tanzim ve takdim ettiği cihetle Sultan Rüknüddin ona musahiplerinden biriyle ‘beşbin altın, beş at, fahir hil’atler ve daha sair hediyeler” göndermiş ve kendi nâmını cihanda yaşatacak olan bu esere karşı, eğer mümkün olsa hazineler bahşedeceğini ayrıca teşekkür makamında söylemişti”. Eğer ciddi bir şeyler ortaya koymak istiyorsak, bunun bedelini emek olarak da, değer olarak da ödemek zorundayız. Meselâ, Türkiye’den bir profesörün Kazakistan’da bir üniversiteye gelip çalışması sunulan imkânlar itibariyle Avrupa’ya Amerika’ya gidip çalışmak kadar cazip olmalıydı. Söz gelişi, ben bugünlerde emekli olup Amerika’ya gitmeyi ve orada çalışmayı düşünmeye başladım. Devlet adamlarımız devlet hazinesini kullandıkları başka alanlarda tasarruf edebilirler elbette; ama, ilme sarfettikleri paralar hususunda eski padişahlar kadar olamasalar bile, çağdaş bütçeleri tanzim ederken daha cömert olmalıdırlar.

Bu hususta çağdaş imkânları da göz önüne almak lâzım. Rahmetli hocamız Zeki Velidi Togan’ın Umumi Türk Tarihine Giriş isimli eserinin önsözünde, “İlmî mesai için gereken imkânların yokluğundan” nasıl hayıflanarak şikâyet ettiğini hatırlıyorum. Kaynak eserlerin ve kütüphanelerin eksikliği, eski eserlerin mikrofilme alınması tavsiyesi vesaire… İzninizle hocanın oradaki bir sözünü nakledeceğim: “Merkezi ilim müesseseleri her milletin kendi seviyesine göre teşekkül eder, bunun kendimizden daha mütekâmil olmasını beklemek doğru olmaz”. Bugün çağdaş dünyada internet diye bir hadise var. Hatta, internette “City University” gibi beynelmilel diploma veren, tabir caiz ise, virtual reality tarzında (sanal) üniversiteler var. Bence, bütün Türk devletleri arasında çağdaş bir iletişim ağının altyapısı kurulmalı. Tarihçiler için söylüyorum, arşiv vesikalarını tarihçiler kullanır, onları tercüme edip neşretmek fazla mânidar değildir; onları her tarihçi bizzat kendisi de okuyup değerlendirebilir. Tabii bu vesikalara erişebilirse. Bugün bir compact disk’e bin kitabın muhtevası sığıyor. Üstelik bu günlerde bilgi depolama kapasitesi bunun yüzlerce katı nisbetinde artmış bulunuyor. Benim bilgisayarımın hard diskinde bile 750 seçme kitabın tam metni var. Bütün tarih vesikalarını scanner denen aletler ile fotokopi yapar gibi kopyalayıp bir Türk dünyası Bilimler Akademisi Bilgi Bankası (Database) oluşturmak ve bunu iletişim ağları ile bütün Türk dünyası tarihçilerinin istifadesine sunmak bence zor bir iş değil. Mevcut eserleri fotoğrafi yoluyla bir araya toplamak için, onları okuyabilmek, yani tarihçi olmak zarureti dahi yoktur. Bu sebeple, bugüne kadarki arşiv faaliyetlerini eski çağlara mahsus usullerden ve değirmene kalburla su taşımak gibi hiçbir zaman tamamlanamayacak bir faaliyet olmaktan çıkarmalıyız. Bunun için yüksek seviyeli bir teknoloji yahut mütekâmil bir ilim anlayışından ziyade, organizasyon kabiliyeti ve biraz para sarfetmek kâfi gelecektir.

Temennim odur ki bundan sonra bütün Türk dünyasında işbirliği olsun; burada bu işbirliğinin temelleri atılsın. Ancak bunun bir temenni olarak kalmasını istemiyorsak bu iş ve gönül birliğinin esasları hakkında düşünmek zorundayız. Şimdi Türk dünyası iş ve gönül birliği yapabilirse, “bugünkü dünyanın şartları içinde neler yapabiliriz?” meselesine gelelim: Elbette, bu bir oryantasyon ve projeksiyon meselesi… Tarihi yalnızca geçmiş devirlerin hadiselerinin incelenmesi değil böyle bir oryantasyon problemine çözüm bulmak için bir araç olarak kullanacaksak; bu demektir ki, tarih bir tarih felsefesine dönüşecektir. Yani biz nerden geldik ve nereye gidiyoruz? Geleceği nasıl tasavvur ediyoruz? Bu geleceği biçimlendirmek bakımından politikalarımız ve yapmamız gerekenler nelerdir? Elbette bu bir tarih değil, tarih felsefesi meselesi. Bu husustaki görüşlerimi, kendi tarih perspektifim ile gördüğüm şekli ile ve mümkün olduğu kadar kısa bir biçimde ifade edeceğim. Burada münakaşasından sarf-ı nazar edeceğim pek çok kelâm var; sadece, şimdiye kadarki tarih felsefesi çalışmalarıma istinaden ulaştığım hükümleri en kaba hatları ile arz edeceğim.

Mülk ve Hilafet isimli eserimde insanlık tarihini bir oryantasyon imkânı vermesi açısından “Medeniyet Öncesi”, “Medeniyet” “Sanayi devrimi” ve “Medeniyet Ötesi” (Post-Civilization) devirleri şeklinde tasnif etmiştim. Bu medeniyet ötesi veya medeniyet sonrası tabirinin de ima ettiği gibi, artık insanlık tarihinin medenî devirleri sona ermek üzeredir ve biz bir “Medeniyet Ötesi” topluma geçiş devrini yaşıyoruz. Sanayi devrimi ile gelen ve Fransız İhtilâl’i ideolojisi ile yayılan bütün fikirler, çağımızda âdeta arkaik devirlere mahsus, anachronic yani çağdışı fikirler olarak görülüyor.

Buna göre, sadece ulus-devlet biçimi değil bizzat “devlet” mefhumunun kendisi dahi medeniyetin bütün diğer kurumları ile birlikte can çekişmektedir. Tabiatın, hilkatin insana telkin ettiği tabii tesanüd, dayanışma veya toplum yapısı kabile toplumundan ibarettir ve akrabalıktan doğan, İbni Haldun’un tabiri ile “asabiyet” hukukuna istinat eder. Kişinin, akrabalarını, kavmini sevmesi ve kavmiyle dayanışma içinde olması tabii bir duygudur. Ancak, modern devirlerin Fransız İhtilâl’i ideolojisi ile neşvü nema bulan ve çok daha geniş bir ulus-devlet çatısı altında ifade edilen milliyet ve toplum kavramları bu tabii kavmiyetçilikten çok uzak düşen soyutlamalardan ibarettir.

Tarihçiler kendi inşa ettikleri bir tarih felsefesi yerine sosyoloji ve benzeri disiplinlerden ödünç alınmış kavramlarla bir tarih yorumu yapmaya kalkışırlarsa, bu yorumun tarihî realitelere uymayan bazı yanıltıcı neticeler vermesi tabiidir. Şu halde biz; sosyologların, antroplogların dediklerini tekrar ederek değil, kendi tarih usulümüz, bilgimiz ve yorumumuzdan hareketle toplum, kavmiyet ve milliyet meselelerini de kendimiz tarif etmeliyiz. Bugünkü Türk devletlerine bu açıdan bakınca, gözlerimizin önündeki gerçeği daha farklı değerlendirmemiz ve bu dünyanın meselelerini ve çözüm yollarını da daha başka şekilde değerlendirmemiz mümkündür.

Global çapta bir uluslarası ticaret çağında yaşıyoruz. Uluslararası mülkiyet hakkı tehlikelidir ve devletleri şirketlere aracılık yapan kurumlara dönüştürmektedir. Aslında uluslarası mutlak mülkiyet, 21. asrın en mühim problemlerinden biri olacak gibi görünüyor; fakat şimdi bu bahsi münakaşa etmeyeceğim. Ekonomik işbirliği zarureti Almanya, Fransa, İngiltere gibi tarihî rakipleri bile Avrupa Birliği çatısı altında birleştirdi. Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği için çalışıyor. Niçin Türk dünyası da böyle bir ekonomik birlik oluşturmasın? Bugün aşırı merkeziyetçi bürokratik devlet yapılarının aşındığı bir çağda yaşıyoruz. Tarih Felsefesi Açısından İslâm’da Mülk ve Hilafet -Medine’yi Yeniden Kurmak- isimli eserimde yaptığım yorumlarda, çağdaş “ulus-devlet” çatısının bir çok problemi halletmekte yetersiz kaldığını ve Avrupa Birliği misalinde olduğu gibi, bir çok ulus-devleti içine alan çok daha geniş bir siyasî ve ekonomik işbirliği çatısına ihtiyaç duyulduğunu; buna karşılık, mahallî yönetimlere çok daha fazla insiyatif tanımak suretiyle, âdeta şehir devletlerinden mürekkep, bir Medinetü’l-Fazıla medeniyeti kurmak gerektiğini söylemiştim. Ben Alma-Ata’ya pasaportsuz gelmek ve Kazakistan vatandaşlarının sahip olduğu haklara sahip olmak isterim. Bugün dünya haritasında yalnızca Türkiye Cumhuriyeti yok, Türk Cumhuriyetleri var. Bütün Türk Cumhuriyetleri’nin vatandaşları Türk dünyasındaki bütün şehirlere Ankara’dan İstanbul’a gider gibi hiç bir engelle karşılaşmaksızın gidebilmelidir. Pasaport ve benzeri bürokratik uygulamalar, elbette aşılamaz engeller değil. Bugünkü şartlar içinde dahi Türkiye’den gelip Kazakistan’da ticaret yapan, yaşayan Türkler var. “Ulus-devlet” çatısının gümrük duvarları, millî ekonomi ve menfaatleri gözetme endişesi, velhasıl Fransız İhtilâl’i ideolojisi ile gelen ve modern dünyada devlet kurumunu oluşturan sistem ve onun zihniyeti bütünüyle değişmeli demek istiyorum.

Halkın refahını ve sair menfaatlerini gözetip kollamak mahallî yönetimlerin sevk ve idaresindeki halkın kendi insiyatifine bırakılmalıdır. Siyaset teorisindeki wellfare devleti (halkın ihtiyaçlarını gözeten devlet) anlayışı çağdaş dünyaya uymuyor. Esasen, demokratik yönetim biçimlerinin ve ulus-devlet sisteminin aşırı ölçüde artırdığı, merkezileştirdiği birtakım merkezî bürokrasiler çağdaş içtimaî hadiseleri ve ihtiyaçları anlamakta da yönetmekte de çok yetersiz kalmaktadır. Ve önümüzdeki yıllarda bu yetersizliğin daha da artacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu projeksiyon ile ortaya koyduğum tabir caizse uluslararası sistemde, bir merkezî bürokrasi ve siyaset yönetimi ile halkın eğitiminden sağlık problemlerine, hatta neye inanıp nasıl bir ideoloji benimsemesi gerektiğine kadar insan hayatının her yönüne müdahale eden ulus-devlet sistemi elbette uygulanamaz. Halk kendi okulunu hastanesini kendisi de yapabilir ve devletten daha iyi yapacağı da rahatlıkla söylenebilir. 21. yüzyılda böyle uluslarası sistemler oluşturan devletlerin güvenlik ve belki kısmen adalet tevzii dışında, bütün sivil içtimaî faaliyetlerden elini çekmesi gerekecektir.

Meselâ, bir Türk Cumhuriyetleri Birliği tasavvurunun gerçekleştiğini gözümüzde canlandıracak olursak, bu geniş coğrafyada tek tip bir eğitim ideolojisi uygulamak düşünülebilir mi? Bu imkânsızdır. Hatta ulus-devlet çatısı altında bile, çağdaş devletlerin vehmettiği gibi bir tek toplum ve kültür değil, sayısız toplumlar ve kültürler vardır. Kavramları rastgele ve şuursuzca kullanmaktan vazgeçmeliyiz. Meselâ, bir Türk milleti var; ama sayısız Türk toplumları var. Toplum müşterek inancı, kültürü ve birlikte yaşama iradesine ilâveten daha bir çok karmaşık münasebetlerle birbirine bağlı bir insan topluluğuna denir. Sırf bir arada bulunmak bir insan topluluğunu toplum yapmaz. Buna mukabil, milyonlarca insandan mürekkep bir toplum da tasavvur edilemez. Bir toplum en fazla bir şehir devleti çapında olabilir. Şu halde ulus-devlet sistemlerinin temelinde devlet çapında tek tip bir toplum varmış gibi davranma yanlış vardır. Aynı toplumun fertleri olmak aynı inançları gerektirir; aynı milletin fertleri olmak gerektirmez. Esasen, millet kavramı “ulus-devlet” çatısından çok daha geniştir. İşte burada bir çok Türk kavminin, tabir caizse ulus-devletlerin mensupları olan tarihçiler olarak toplandık; ama hepimiz Türk milletindeniz. Belki içimizde Hıristiyan Türkler’in (Gökoğuzlar’ın) dahi temsilcileri vardır. Demek istiyorum ki, modern dünyanın şartları, Fransız ideolojisi kavramlarıyla biçimlenen ulus-devletlere mahsus millet kavramının dahi yetersiz olduğunu göstermektedir. Hulâsa, çeşitli Türk Cumhuriyetleri’nde devlet ideolojisi olarak uygulama sahası bulan yanlış müdahale ve siyasetler aşılmadıkça, bir Türk Cumhuriyetleri Birliği de tahakkuk edemez. Türk dünyasında bir zihniyet inkılâbına gerek var. Sanayi Devrimi ile gelen ve İkinci Dünya Harbi’nden itibaren demode olan bütün fikriyat ve sistemler, 21. yüzyılda tamamen aşılmış olacaktır. Değişen dünyanın şartlarına adapte olamayan ve milletin gelişmesinin önünde yalnızca ayakbağı olan siyasî sistemleri dahi değiştirmek zorundayız. Millet devlet için değil, devlet millet içindir. Türk milleti Türkiye’deki toplumlardan veya Kazak, Kırgız, Özbek gibi Türk kavimlerinden ibaret de değildir. Hepimiz Oğuz değiliz, ama hepimiz Türk’üz. Ben Karapapak Türklerindenim meselâ. Ulus devlet dediğimiz sistem bugün, sanayi devriminin aşıldığı bir sanayi-ötesi (post-endüstri) çağında, hatta insanlığın “medeniyeti yeniden kurmak” istediği bir çağda hiçbir çağdaş faaliyet ve düşünceye ayak uyduramaz; bir metamorfoz geçirerek değişmek zorundadır.

Bu değişmeyi mümkün olan en az içtimaî zararla gerçekleştirmenin belki en iyi yollarından biri de Avrupa Birliği misali gibi bir Türk Cumhuriyetleri Birliği kurmaktır. İşte bunun alt yapısını oluşturmak için bir Türk Dünyası Bilimler Akademisi kurmaktan başlayarak ve bu akademi çatısı altında Türk dünyasının öndegelen siyasîleri ile müştereken çalışarak, gelecek yüzyılın Türk Cumhuriyetleri Birliği programını hazırlamak bütün Türk ilim adamları için en mühim ve en başta gelen bir vazifedir. Ben diyorum ki eski tarih tefsirleri yetersizdi. Tarihi yeniden tefsir etmek, doğru okumak ve doğru anlamlandırmak gerekmektedir. Çağdaş gelişmeleri de ihata edebilen bir tarih felsefesi inşa etmeye mecburuz. Ben bu hususta epeyce mesai sarfettim, ama biraz da ilmi imkânlar ve dayanışma vasatının zayıflığı sebebi ile epeyce de yoruldum. Bu hususta, sarfedilecek mesai, gayret ve himmet bakımından burada hazır bulunan tarihçi meslekdaşlarıma ve müstakbel Türk tarihçilerinin omuzlarına epeyce ağır bir yük ve mesuliyet yüklenmiş oluyor. Hulâsa, mümkün olursa, eskilerin dediği gibi: “Kızıl Elma’ya dek gideriz”.

Ey azizler, sa’yiniz meşkûr, gazanız mübarek olsun.

TÜRK DÜNYASI BİLİMLER AKADEMİSİ

HAKKINDA PROJEKSİYON RAPORU

“Türk Tarihinin Meseleleri” sempozyumunda, 23-25 Mayıs 1997’de Türkistan’da, Ahmet Yesevi Üniversitesi bünyesinde, Türk Dünyası Bilimler Akademisi kurulmasına ve bunun için öncelikle bir vakıf teşekkülüne karar verilmişti. Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde yapılan sempozyum sonunda alınan bu karar ve diğer bütün kararların hayırlı uğurlu olmasını ve temenni olarak kalmamasını dilerim. TÜRK DÜNYASI BİLİMLER AKADEMİSİ projeksiyonu ile ilgili görüşlerimi arz ediyorum:

  1. Bölüm

TÜRK DÜNYASI BİLİMLER AKADEMİSİ HAKKINDA UMUMİ

MÜLÂHAZA ve PRENSİPLER

  1. Türk Dünyası Bilimler Akademisi’nin teşekkülü için kurulacak vakfın mütevelli heyeti yönetim bünyesine dair:

Kurulacak yeni vakıfta mütevelli heyeti olarak, Türkiye Cumhurbaşkanı, Kazakistan Cumhurbaşkanı, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı, Türk Dünyası Bilimler Akademisi Başkanı olacak bir akademisyen ve Türk Dünyası Bilimler Akademisi’nin teşekkülü için büyük miktarda bağış yapan yahut uluslararası ticaretle meşgul iş adamları da yer alabilmelidir.

Elbette, Türk Dünyası Bilimler Akademisi için bir başkan, yardımcılar ve bir genel sekreter tayin edilecektir. Ancak, mütevelli heyet Türk Dünyası Bilimler Akademisi başkanı ve istişari heyet kararlarını denetlemek ve gerekli imkânları temin etmekle beraber, Türk Dünyası Bilimler Akademisi’nin ilmî meselelerdeki vizyonuna, oryantasyonuna, kararlarına ve uygulamalarına müdahale etmemeli, akademi özerk olmalıdır.

Başkan ve yardımcıları bilimler akademisine üye olabilecek evsaftaki Türk Dünyasının güzide akademisyenleri, siyaset adamları ve iş adamlarından mürekkep bir istişare heyeti seçer ve lüzumu halinde bu istişarî heyete danışarak ve ilgili heyet üyeleri ile işbirliği yaparak çalışırlar. Bence, tabii olarak, her Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dış İşleri Bakanı ve Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı da bu istişarî heyette yer almalıdır.

Bilimler akademisi kendi bünyesi için hususî evsafı haiz eleman yetiştirmek üzere kendi master ve doktora programlarını açabilir.

  1. Bilimler akademisinin kuruluş gayesi:

Türk Dünyası Bilimler Akademisi bütün Türk dünyasında büyük çaplı her türlü teşebbüs ve münasebetlerin geliştirilmesi için ilmî, içtimaî, siyasî, ekonomik olarak 21. yüzyılda yapılması gereken faaliyetleri, oryantasyon ve projeksiyon hedeflerini tesbit ve gerçekleştirmek için kurulacaktır. Bu sebeple, müsbet ve sosyal ilimlerin 21. yüzyılda stratejik önem taşıyacak olan teknolojilere yönelik bölümlerine ehemmiyet verilmelidir.

  1. Türk Dünyası Bilimler Akademisi’nin yapılanma tarzı ve ihtiyaç duyulan donanıma dair genel fikirler1

Şu halde, Türk Dünyası Bilimler Akademisi nasıl bir yapılanma ile kurulmalı? Bu yapı ne gibi donanımlara ihtiyaç duyar? Teşkilâtlanma bölümleri ve ihtiyaçları nelerdir?

Ben, insanların oryantasyon ihtiyacını karşılayamayan, maddi, mânevî ve pratik faydaları görülmeyen, tamamen Batılı akademik tarzdaki bir ilmi faaliyeti çok ciddiye almıyorum ve sırf bu tarzda ilmî araştırmalara inhisar eden bir bilimler akademisi kurulması fikri bana cazip gelmiyor. Hatta bilim anlayışım da epeyce farklı, ama bu bahsi burada münakaşa etmeyeceğim; kısaca, ilim, ilim dünyası dışında da tesirli bir şekilde faydalı olmalıdır ve bunun için de aksiyon ve siyaset adamları ilim adamları ile müştereken çalışabilmelidir. Aslında, ben Türkistan’daki sempozyumda bir “Türk Dünyası Bilimler Akademisi kurulmalı” teklifini yaparken, sıradan bir akademi kurmaktan çok daha kapsamlı ve alışılmış standartların çok dışında şeyler tahayyül ettiğimi söylemeliyim. Son derece tabii ve makul bulunduğu için, hemencecik kabul ediliveren bu tekliflerimin standart dışı hususiyetlerine gelince; bir kere bu alışılmış tarzda katı bir kurumlaşma, üniversite benzeri bir şey olmayacak, bilâkis, çağın her gün değişen ihtiyaçlarına göre bilgilenebilecek, fevkalâde esnek bir yapıda olacaktır. Hatta katı ve sabit bir yapısı hiç olmayacaktır; zira çağdaş teknolojik imkânlarla kurulmuş virtual reality tarzında bir sanal akademi olacaktır.

Bu akademi, bir merkezi bilgisayar donanımı ile yönlendirilen iletişim ağları üzerinde, tamamen network üzerinde, internet’te veya zamanla belki kendi özel iletişim ağı üzerinde faaliyet gösteren, hatta ders ve görüşmelerin dahi video-konferans şeklinde bilgisayarlar üzerinde cereyan ettiği, “sanal bir akademi” olmalıdır. Çağın şartları bizi buna mecbur etmektedir. Dünyanın her tarafındaki insanlarla aynı anda kendi networkü veya meselâ internet üzerinden ve gerekiyorsa telsiz telefon ve uydu bağlantısıyla temas kurabilen, hızlı araştırma yapabilen, bilgiye hızlı erişen, hızlı bilgi üreten, yaptığı araştırmaları ve çizilen teorik çerçeveleri bütün Türk Dünyasındaki akademisyenlerin istifadesine sunabilen ve onlardan derhal feed-back tarzında (geri aktarılan bilgi, fikir ve düşünce) derleyebilen, velhasıl faaliyetlerinin en büyük kısmını bir binada veya laboratuarda değil ağ üzerinde gerçekleştiren, onun için de virtual reality tarzında dediğimiz bir sanal akademi…

Şüphesiz bir idare merkezi, zaman zaman yapılacak büyük çaplı toplantılar için, konaklama imkânları, merkezi bilgisayar donanımlarının yerleşeceği bir kütüphane ve dokümantasyon merkezi, bir database, teorik çalışmaların testi ve münakaşası için bir sanal laboratuar birimi gibi modern iletişim alt yapısı tamamlanmış bir merkez zarurî ihtiyaçlar cümlesindendir. Bu akademinin vizyon sahibi bir başkanı olmalı ve geniş bir yetki ile bu faaliyetleri yönlendirebilmeli. Ancak, bu akademinin faaliyetleri arasında Türk Dünyasının gelecekteki hayatının her yönünü ilgilendiren, sâdece araştırma değil, oryantasyon ve projeksiyon hatta stratejik plânlama gibi, umuma açık bir ağ üzerinde değil de toplantılarla gerçekleştirilmesi gereken faaliyetler de olacaktır. Bu sebeple, Türkiye’de İstanbul’da, Ankara’da veya Kazakistan’da misafirlik şartları için de uygun, ayrıca ulaşım, iklim, iletişim ağları, altyapısı gibi şartları da taşıyan bir merkezin gerekli alt yapısıyla birlikte kurulması zaruridir.

Meselâ, bu merkezin donanımı açısından ilk akla gelenler olarak, birkaç mainframe süper bilgisayar, birkaç server ve internet donanımı (modem, hubble, router vs.), tele konferans sistem ve yazılımları ile birlikte bir elektronik dokümantasyon ve iletişim merkezini kurmak birkaç milyon dolarla kolayca halledilebilir bir iştir. Çağdaş bilgisayarların hız ve kapasitelerinin durmadan arttığını dikkate alacak olursak, birtakım sınırlı hızdaki iletişim hatlarını kullanmak yerine hatta fiber optik de değil, belki kendi iletişim uyduları ve kanalları ile ve telsiz telefonla iletişim sağlamak da buna dahildir.

Türk Dünyası Bilimler Akademesi, ilmin her alanıyla değil stratejik ehemmiyeti olan alanlarla ilgilenecek şekilde yönlendirilmelidir. Meselâ, çağdaş teknolojinin bazı alanları, ki Türk Dünyası Bilimler Akademisi networkü üzerinde, ancak teorik araştırma ve tartışmalar yapılabileceği düşünülürse de, sanal laboratuarlar da kullanmak mümkündür; yani, en azından meseleyi tartışan ilgili akademi üyesi arkadaşlar kendi bulundukları ülkelerin ve üniversitelerin laboratuar imkânlarını kullanabilirler. Yukarıda arzedilen sebeplerle, çağdaş bir akademinin sayısız bina ve personelle eski ve büyük üniversiteler gibi teşkilâtlanmasına ve hantal bir kabuklu yapı geliştirmesine hiç gerek yoktur. Zaten bu tarzdaki katı üniversite modeli, hem çok pahalı, hem çok uzun zaman isteyen ve hem de çok semereli olmayan ortaçağlara mahsus bir kurumlaşma biçimidir. Virtual Reality tarzında, yani telekonferans usulü ile network üzerinde kurulduğu takdirde, bütün dünyadaki akademisyenlerle istendiği anda istişare etmek mümkündür ve sabit bir üniversite mekânında sınırlı sayıda ve elde mevcut olan akademisyenlerle çalışmaya nazaran avantajları meydandadır.

  1. Oryantasyon itibariyle akademinin stratejik önceliği olan bilgi ve teknolojilere yönelişine dair:

Bir bilimler akademisinin üniversal/ küllî bir bütün olarak ilmin bütün şubeleri ile uğraşması da gereksiz bir enerji ve zaman israfı gibi görünüyor. Halbuki münhasıran modern dünyanın gidişatını en çok etkileyecek stratejik teknolojilerle ve bunların gelişmesi için zarurî olan ilimlerle ilgilenmek yeterli olacaktır. Bu cümleden olmak üzere çağdaş dünyada en ziyade dikkate şayan olan teknolojiler, bunlarla ilgili teorik çalışmalara ilâveten sanal laboratuar tecrübeleri ve sonuçları ile bu alanlarda katedilen mesafe çok dikkat ve ilgiyle takib edilmelidir. Çağdaş stratejik teknolojiler, genetik, robotik, laser, süper conductivitiy ve bilgisayar daha doğrusu bilgiişleme/iletişim teknolojileridir. Bunlardan bazılarında Türkiye çok geri olmakla beraber, diğer Türk Cumhuriyetlerindeki akademisyenlerde oldukça ileri bir teorik ve tecrübî seviyenin mevcut olduğunu düşündürecek sebepler vardır.

Sosyal bilimler ise, 21. yüzyılda meydana gelmesi beklenen büyük çaplı sosyal değişme ve problemler sebebiyle eskisinden daha önemli hale gelmiştir. Fakat tarih felsefesi/teorisi yapan bir sosyal bilimci olarak benim gördüğüm biçimi ile mesele şu ki, sosyal bilimlerin şimdiye kadar ortaya konan teorik çerçeveleri fevkalâde yetersizdir ve bu değişmeyi kavrayabilmek ve yönlendirebilmek gibi bir kapasiteye sahip değildir. Bütün sosyal bilimlerin yeni bir oryantasyon ve metodolojiye ihtiyacı var. 20. yüzyılda bu, şiddetle hissedilen bir ihtiyaçtı; 21. yüzyılda ise sosyal bilimlerin fukaralığı ve aczi çok daha net görülmeye başlanmıştır.

Bu kabilden oryantasyon ve projeksiyon meselelerini herhangi bir ilmî branşın mütehassısı olan âlimler, kendi alanlarında ne kadar mütebahhir olsalar da, pek anlamazlar. Zira bir tarih felsefesi olmaksızın oryantasyon ve projeksiyon mümkün değildir. Hatta bu kavramlar bile benim kendi tarih felsefeme aittir; yani, tarih felsefesinde bu kavramların yeri ve önemini bu konuda yazılmış eserlerimde ilk defa ben dile getirmiş bulunuyorum. Bugüne kadar ortaya konan tarih felsefeleri, teorik spekülasyonlar olarak telakki edilip dışlanabiliyor ve tarihçilerin oldukça haklı tenkitlerine muhatap olabiliyordu. Öyle zannediyorum ki, tarih felsefesi çalışmalarımız sırasında benim geliştirmiş olduğum oryantasyon ve projeksiyon kavramları sayesinde, “tarih felsefesi yapmadan kaliteli bir tarihçilik pratiğinin mümkün olmadığı, esasen bir ma’nâda tarih felsefesi yapmanın sırf tarihçi pratiği için dahi kaçınılamaz olduğu ve tarih felsefesi spekülasyonu yapma mecburiyeti” gibi hususlar neredeyse ispat derecesinde kuvvetli mantıkî delil ve argümanlara bağlanmış bulunmaktadır. Hulâsa, bir vizyon kelimelerle ancak, belli bir dereceye kadar ifade edilebilir: Ne kadar uzun uzadıya izah edilse bile, gene de bir şeyler eksik kalacaktır. Onun içindir ki, Tevrat’ta (Vaiz Bölümü’nde) “Her söz eksiktir, insan söz söylemeye kaadir değildir” denilmiştir2. Kısaca, sosyal bilimlerin bir bütün olarak ve bir tarih felsefesi perspektifinin kılavuzluğu/ yönlendirmesi ile ele alınması gerekmektedir.

  1. Bölüm

TÜRK DÜNYASI BİLİMLER AKADEMİSİ’NİN

TEŞKİLÂT BİÇİMİ ve DONANIMI İLE İLGİLİ

BAZI TEKNİK DETAYLARA DAİR

  1. Sanal akademi fikri ve donanımına dair:

Bir network (iletişim ağı) vasıtası ile daha çok video-konferanslar vasıtası ile çalışabilmesi için bu akademinin en azından birkaç mainframe süper bilgisayara ihtiyacı vardır (Server ve pc terminaller gibi çok sayıda bulunması gereken fakat mainframe bilgisayarlar gibi önemli bir malî külfet getirmeyen diğer donanımdan bahse lüzum görmüyorum). Eskiden 1 milyon dolar civarında olan bu aletler fiat olarak halen (meselâ silicon graphics marka “mainframe”ler) 104.000 dolara kadar düşmüş bulunmaktadır. Bunlar bilgisayar teknolojisi tabiri ile paralel işlemler yapabilen bilgisayarlardır. Meselâ, Selçuk Üniversitesi’nde tanıdığım Azerbaycanlı bilgisayar uzmanı Namaz Allahverdi’nin paralel işlem çeşitleri ve bu işlemleri yapabilen mainframe merkezi ana bilgisayarlar üzerine yayınlanmış birkaç makalesini okumuş bulunuyoruz. Bildiğim kadarı ile eski Sovyet teknolojisi bilgisayar sistemleri açısından teorik alanda pek geri değildi; ancak, bu ilmin praxis’inde, imalat teknolojisi açısından, şüphesiz çok geri kalmışlardı. Yine de, matematik modelleme gibi teorik bilgi birikimine bağlı meseleler açısından Türk Cumhuriyetlerindeki bir çok akademisyenin oldukça ehemmiyetli bir bilgi seviyesi bulunduğunu sanıyorum. Tabii bu potansiyel ancak kesif ve hızlı bir bilgi alışverişi, koordinasyon ve yönlendirme ile ortaya çıkabilecektir. Türkiye’de dahi, meselâ “Aselsan”da çalışanlar gibi, yetişmiş uzman ve akademisyenlerimizin oldukça yüksek bir bilgi birikimi olduğuna inanıyorum. Bence Türkiye’de eksik olan şudur: Kabiliyetli insanlarımıza fikirlerini geliştirebilecekleri bir akademik ortam sağlanamıyor, bunlara fikirlerini tatbik edebilmeleri için yeterli imkân tahsis edilemiyor. Yönlendirmenin eksik oluşu da en mühim bir atâlet faktörü olmaktadır.

Bu teknoloji ile ilgili dergilerde, tele-konferans tarzındaki bilgi alışverişi için uydu ve telsiz telefon data nakletme kapasitelerinin 2MB/per second hacmine ulaşması gereğine işaret edilmektedir. Bu hususta Microsoft firmasının bazı yeni uygulamalarını sergilemekte olduğunu duyuyoruz. Araştırılması ve tatbikat mahallinde incelenmesi gereken buna benzer başka teknik detaylar da vardır. Şu günlerde “internet”teki gelişmeler ile bilgisayar teknolojisinde bizim bu düşüncelerimizi gerçekleştirmeye imkân verecek bazı gelişmeler meydana gelmektedir. Sesle komut verilen (insan bilgisayar diyalogu biçiminde) bilgisayarlarla bir internet sistemi oluşturmaya çalışan microsoft gibi büyük firmalarla istişare edilerek gerekli donanım hakkında daha net bir yapılanma projesi oluşturulabilir. Söz bu noktaya gelmişken, bu bahisle ilgili bir araştırma yapmamız talep edildiği takdirde, iyi bir bilgisayar uzmanı ile birlikte gidip gerekli incelemeleri yapabileceğimizi de ayrıca arz etmek isterim. Zira ben uzun zamandan beri böyle bir altyapı tasavvur ediyorum ve bu iş beni çok cezbediyor; daha internet dünyada bilinmezken, tâ 1984’te, databaseler devrinde, bu gelişmeleri tahmin etmiş; 1986’da yapılan uluslararası tarih kongresinde sunduğum “Historical Thought and Education in Modern Turkey” isimli İngilizce tebliğimde dahi bu gelişmelerden bahsetmiştim. Hatta, o zaman İngilizce tebliğ vermem çok garipsenmiş ve epeyce dedikodusu yapılmıştı; ama bunları Türkçe de söylesem kimse anlamazdı; ancak Amerikalı bir profesör – hafızam yanıltmıyorsa bu zat Howard Reeds idi- “biz de bu konular üzerinde çalışıyoruz” diyerek tebliğlerin basılmasını bile beklemeden, derhal benim tebliğimin bir fotokopisini almayı ihmal etmemişti: yani muhatabınız da kaabil-i hitab olmalı, na kaabil-i istidad olursa zaten anlamaz. Nitekim 1987’de, Yeni Düşünce’de yazdığım “Mekteplere Elveda” isimli makalenin de ana fikri bu idi ki yakında Nehir Yayınları’nda çıkacak olan Tarih Felsefesi Meseleleri isimli kitabımda bu makaleler de mevcuttur. “İnternetteki Bomba” isimli yazımda dahi anlattığım gibi, bu projemi daha 1984’te rahmetli Özal’a sunmak istemiş ve fakat onunla bir türlü görüşememiştim. Aradan geçen bunca zamanda bilgisayar “hardware”i (makina aksamı) bakımından tahminlerim fazlasıyla gerçekleşti, ancak suni zeka konusunda fazla mesafe alınamadı.

Şu anda bilgisayar dünyasında gerek hardware (makina aksamı, microchip teknolojisi vs. gerek software alanında bahsettiğimiz sistemleri kurmayı kolaylaştıracak önemli gelişmeler olmaktadır. Şu anda laboratuar testleri yapılmakta olan fikirler plânında, canlı bilgisayarlardan başlayıp (sıcağa çok dayanıklı bir çöl kaktüsünde bulunan bakteriyel yapıların hafıza olarak kullanılması şeklinde) yapay sinir ağları ve kuantum mekâniği bazında çalışan bir bilgisayar teknolojisine kadar, Amerikan laboratuarlarında deneme safhasında olan pek çok önemli gelişme var. Ancak ben, bu bilgi teknolojisi açısından bütün bu büyük gelişmelerden çok daha stratejik ve önemli olan meselenin, bu imalat teknolojisi ve pratiğinden ziyade artificial intelligence (yapay zeka) araştırmaları olduğu kanaatindeyim. Bu alanda çok az ilerleme var; sebebi de bu meselenin teorik güçlüğü. Halbuki bu teorik bir mesele olduğu için, düşünen beyinlerimizin bu alanda Batı ile yarışması pekâlâ mümkündür. Söz gelişi bilgisayar uzmanı olmadığım halde mantık, felsefe ve muhayyilef bahislerindeki birikimim sebebi ile benim de söyleyebileceğim birkaç fikir ve bazı katkılarım olabileceğine inanıyorum. Çağdaş dünyada içinde bulunduğumuz şartları, iyi bilmeliyiz; bir toplumun şartları insanlar fazla sınırlayamaz; zira, böyle durumlarda, Türkiye’de bir şey yapamayacağına inanan insanlar kalkıp Amerika’ya gidebiliyorlar ve ondam sonra da beyin göçünden bahsediyoruz. Çünkü, bizim insanlarımızın zihinleri böyle şeylere biraz kapalı, her şeyi illa o bahsin uzmanı konuşsun, onun dışındakilerin hiçbir sözü vasfî değil gibi bir tavrımız var. Bu, esas itibariyle doğru ama, bazen dar ufuklu ve miyobik bakışlı uzmanların da kendi konularına gereksiz sınırlar koyduğu gerçeğini unutmamak lâzım. Bence bu bahse ilgi duyan akademisyenlerimizin meseleyi çok yönlü bir oryantasyonla birkaç yıl enine boyuna tartışması halinde, belki de Batı dünyasından önce bizim, bilgi işlem dünyasının bu en stratejik bahsinde önemli bir birikime ulaşmamız ve Batı ile rekabet etmemiz dahi mümkün olabilir.

Yapay zeka bahsinde hâlâ ciddi bir ilerleme kaydedilemedi. Halbuki bu her şeyi değiştirebilecek kadar büyük bir stratejik ehemmiyete sahip bir mesele. Batının teknolojisi ve imkânları karşısında, insanlarımıza arız olan aşağılık kompleksine hiç gerek yok. Çünkü bahsettiğim tarzda bir virtual reality (sanal) akademi simulation(benzetişim, modelleme) yolu ile bütün dünya üniversitelerinin laboratuar imkânlarını da kullanabilecektir. Tele konferans vasıtası ile hem fikir mübadelesi ve feed-back ile hem de simulation yoluyla sanal laboratuarlar kurmak ve gerekli testleri yapmak mümkündür. Bence bu işler muazzam bir teknoloji ve geniş yatırım imkânlarından ziyade, oryantasyon (vaziyet belirleme ve hedef tayini) ve projeksiyon ile mümkün olur. Elbette işte bunun içindir ki, bu noktada bilimler akademisini yönetecek ve meslekdaşlarını yönlendirecek olan akademisyenin vizyonu ve ufuk genişliği önemli olmaktadır.

Frontiers in Science and Technology isimli, Amerikan cumhurbaşkanları için stratejik alanlarda yatırım plânlamalarını ve gerekçelerini, başkan anlayabilsin diye geniş izahlar ile kaleme alınan bir rapordan okuduklarıma dayanarak söylüyorum. Başkan stratejik yatırımlar bahsini izah etmek için kaleme alınan bu raporu yazan Amerikalı ilim adamlarına göre, hayatî ehemmiyeti haiz teknolojiler, birinci bölümde de kısaca zikredildiği üzere, genetics, robotics, laser, super conductivity ve computer sciences alanlarından ibarettir. Laser ve super conductivity teknolojileri için pek ümitvar değilim, ama genetikte, robotikte ve bilgisayar bilimleri içinde ise bilhassa en stratejik bahis olan yapay zeka bahsinde, Türk Dünyasına mensup ilim adamlarının da, tabii Batılı meslekdaşları ile de mümkün mertebe yoğun bir bilgi alışverişinde bulunarak, bir şeyler yapabileceği ve iyi yönlendirildiği takdirde önümüzdeki 10-15 yıl zarfında belki birçok meselede Batı ile rekabet eder hale gelebileceği kanaatindeyim. Çünkü, vaktiyle Rusya’da bununla ilgili matematikî simülasyon bahsinde bir hayli birikim vardı. İşte Japonları görüyoruz. Çok değil 30, 40 yıl önce, Batılılar Japonları önemsemez, “bunlar ilimde teknolojide maymun gibi taklitçi ve başarılı; ama yaratıcı zekaları yok” diye alay ederlerdi. Bugün yukarıda saydığım stratejik teknolojilerin bir kısmında Amerika bile Japonya ile rekabet etmekte zorlanıyor. Türk akademisyenleri geri zekalı değil; çağdaş teknolojiler de ağır mekânize donanım gerektiren sanayi teknolojisine fazla benzemez. Bunlarda, yaratıcı fikirler ve teorik düşünce, kısaca bilgi birikimi yatırımdan daha önemlidir.

Dikkat edilirse böyle sanal bir akademi kurma ve simulatif sanal laboratuarlar kullanma fikri yaşadığımız dünya için çok yeni ve çok kapsamlı bir vizyon getirmektedir. İnternet kaosuna da böylece makul bir düzen getirilmiş olmaktadır. Buradan hareketle, dünyanın bütün akademisyenlerini ve bütün üniversitelerin laboratuar vesair araştırma imkânları ve bilgi birikimini kullanabilen (belki yabancı üniversiteler, tabii olarak, bazı stratejik bilgileri sizden esirgeyecekleri için, en azından simulatif laboratuvar testleri olarak kullanma imkânından dolayı sanal laboratuvar diyorum) yani insanlığın bütün bilgi birikimini kullanmak üzere bütün üniversiteler için bir üst çatı oluşturan bir dünya akademisi ve hatta yönetimi fikrine de ulaşılabilir. Böyle bir projenin bu tip yeni fikirlere açık Amerikan zihniyeti ve yönetimine sunulması ve büyük bir finansman kaynağının temini çok daha kolay olurdu. Zamanla böyle bir vizyonun Batı dünyasında dahi ortaya çıkması ve böyle bir gelişmenin önümüzdeki birkaç yıl içinde Batı dünyası tarafından oluşturulması da mümkündür. Böyle bir projeksiyon elbette yalnızca Türk dünyası için değil bütün İslâm dünyası ve hatta bütün dünya için de kabili tatbik bir projedir. Hatta bu sebeple, bence bu kadar kapsamlı bir projeksiyonun cumhurbaşkanlığı nezdinde ve millî güvenlik kurulunda dahi görüşülmesi isabetli olabilir. 15 yıldır bu fikre o kadar kafa yordum ki, hatta işi gücü iletişim şifrelerini çözüp gizli bilgilere ulaşmak olan “hacker”ların dahi hiçbir zaman çözemeyecekleri bir şifreleme tekniği dahi düşündüm. Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim ki bir matematikî formülasyon özelliği sayesinde, en usta bilgisayar hackerlarının dahi ne kadar uzun zaman uğraşsalar da çözemeyecekleri bazı matematiki sırlar vardır.

Ayrıca, başlangıç için pekâlâ yeterli olabilecek, birkaç milyon dolarlık bir yatırımla yapılabileceklerden söz ediyorum ki bu meblağın tedariki herhalde zor değildir. Daha geçen aylarda, sayın Sakıp Sabancı 2 milyon doları Antalya’daki bir konferans salonunun tamamlanması için bağışlayıverdi.

  1. Araştırma birimlerine dair:

Her bir meselenin ilgilisi olan Türk akademisyenler ile temasa geçilerek araştırma ve inceleme grupları teşkil edilmek suretiyle bir çeşit sanal araştırma enstitüsü grupları kurulacaktır. Elbette her birimde işe yaramaz kılı kırk yaran akademisyen tiplerinden mürekkep kalabalık gruplandırmalar iş görmeyen komisyonlar değil, her branştan en seçkin bir kişilik seçilmek kaydıyla. Her ne kadar Türkiye’de bu bakımdan kaht-ı rical meselesi de var ise de, bütün Türk Cumhuriyetleri’ndeki potansiyeli değerlendirmek ve gerektiğinde yabancı danışmanlara da müracaat kaydıyla. Tabii ki bütün bu araştırma birimleri kadrolu veya maaş ödenen kişiler değil daha ziyade istişarî gönüllüler veya belki sunacakları fikir, rapor veya araştırmalar için telif ödeme gibi bir esnek yapı düşünülmelidir.

Bu cümleden olmak üzere oluşturulması lüzumu görülen araştırma birimleri;

  1. Devletler Arası Münasebetler ve Stratejik Araştırmalar Birimi (foreign affairs fakülteleri) tarzında olacaktır.

Bu birimlerde Türk dünyasının öndegelen siyasîleri, ekonomisyenler ve büyük iş adamları akademisyenlere nisbeten daha ağırlıklı olarak yer alacaktır. Bu birimde mutlaka bulunması gereken akademisyen tipleri olarak ilk akla gelenler, tarih felsefecileri, tarihçiler, siyasal bilimciler, hukukçular, kültür antropologları ve ekonomisyenlerden ibarettir.

  1. Türk Cumhuriyetleri için interrelations birimi.
  2. Ortadoğu ve İslâm ülkeleriyle münasebetler birimi (for.aff tarzında).
  3. Batı dünyası ile münasebetler birimi (for. aff.).
  4. Rusya, Karadeniz Kafkasya birimi (for. aff.).
  5. e. Uzakdoğu münasebetleri birimi (for. aff.).
  6. Balkan ülkeleri birimi.
  7. Dünya Arşivi (Database)
  8. Türk Dünyası Veri Bankası (Database): Arşiv ve Dokümantasyon Birimi

Dil, Kültür, Edebiyat, Tarih, Antropoloji, İktisadiyat verileri.

Müsbet İlimler; (sciences) Fizik, Astronomi, Kozmogoni, eski ve yeni Tıp, Herbiyoloji, Türk Dünyasının Flora ve Faunası.

Stratejik Teknolojiler Birimi3; Genetics, Robotics, Laser, Superconductivity, Computer Sciences, Artificial Intelligence.

Tefekkür Dünyası Birimi;

Sosyal bilimlerin oryantasyon ve metodoloji meseleleri, Tarih Felsefesi, Felsefe, Tasavvuf, din.

Sanat Dünyası Birimi;

Güzel Sanatlar (tatbikatı, mübadelesi ve hususi arşivi ile).

Şüphesiz, bu ikinci bölümde söz konusu edilen detaylar değişebilir ve kuruluş safhasında -gerektikçe- bunlar hakkında ayrıca istişare toplantıları düzenlenmelidir. Elbette, Türk dünyasının 21. yüzyıldaki oryantasyon ve projeksiyon hedeflerini biçimlendirmek adına ortaya konan, bu çaptaki bir projede bize vazife terettüp ederse bunu bir şeref addederiz. Aksi takdirde bu vazife, tabiaten dar ufuklu olan vizyonsuz bir akademisyene veya bürokratlara kesinlikle emanet edilmemelidir. Mutlaka öyle gerekiyorsa, cumhurbaşkanlığı veya bakanlık seviyesinde vizyon ve ideal sahibi bir siyasînin işin riyaset ve liderlik yönünü deruhde etmesi şeklinde bir ara formül bulunabilir.

Saygılarımla bilgilerinize arz ederim.

1 Bu bahsin bazı detaylarına dair fikirler projeksiyon raporunun ikinci bölümünde yer almaktadır.

2 Ecclesiastes, 1:8

3 Theoria ve Praxis olarak

Scroll to Top