Dünyadaki İslam İmajı ve İnsanlığın Geleceği

Pdf metni siteye aktarılınca bazı harfleri yanlış ve metin düzensiz oluyor. Diyanet’in 1995 deki “kutlu doğum haftası”nda yaptığım -müslümanların ve bilhassa ilahiyatçıların ibret alması gereken- bu mühim konuşmamı, lutfen verilen bu pdf linkine tıklayarak diyanetin neşrettiği kitaptaki metinden okuyunuz:

.

http://isamveri.org/pdfdrg/D01372/1996/1996_UCARS.pdf

 

 

Bismillahirrahmanirrahim, Ve lillahi’l-maşriku ve’l-mağrip” Hak Teala: “Doğu da batı da Allah’ındır” buyurmuştur. (Kur’an-ı Kerim:h, 2/ 115) “Ve’l-hamdü lisahib’il mekârim” Salat ü selam ederiz Muhammed’e ki, kalbine gelen vahiy nuru ile maşrık ve mağrib münevver olmuştur.” “Ve selamün hiye hatta matla il-fecr!” O vahiy ki hatta, “ta şafak vakti başlayıncaya kadar bir selam” oldu; şöyle ki insaniyete onunla İslamın selamı (sulh ü sükunu) geldi. Ve lakin Mevlana Celaleddin, Hz. Muhammed’e na’tında buyurmuş ki: “Reh-nüma-yı acizan-ı bi-ser ü bi-pa tüyi” (Elsiz ayaksız acizlere yol gösteren sensin.) Ve bugün dahi, beşeriyet onun gösterdiği tevhid yoluna süluk etmedikçe akıbeti hüsran olacaktır. “Ve’l-asri! İnne’l-insane lefi husr!” “Asra (zamana) and olsun ki insan bu zamanda hüsran içindedir. Ki bugün, beşeriyelin mavera-i tabiat’den (metafizik) bi-haber olduğu bir zamanda yaşıyoruz: onun içindir ki, bugünkü marifet nazariyesi (epistemoloji) alem-i mahsusat içinde, bu ‘gölgeler dünyası’nda, mahbus olmuştur ve vücud ilmi (ontoloji) dahi sebepleri anlamaktan aciz ve ma’nasızdır. Beşeriyet, ‘Gerçelc’ten mahrum kalmıştır: ilim var, irfan yok. Bu asrın her türlü sınaati var; amma Ademoğlunun hiç nesne kan yok. Sanayi zengin ve rengin ve lakin insanoğlu fakir ve hakir. Çünki bu dünyada irfansız bir ilim var; zulmet içre zulüm var … Sahib-i hikmet üstadımız Fuzuli de buyurmuş ki: “Ne Tci müşlcil olsa bu alemde değil müşlcil Müşldl bu Tci olmaya bir haldm-i adil” Elbette bugünkü dünyada bir “haldm-i adil” yoktur. Beşeriyelin bugünkü ‘statuko’su ve İslam ilieminin ortaya koyduğu görüntüye bakarak, adil bir hükme erişmek gerçekten de çok müşkil: Her şeyden önce, konuştuğumuz dilin kavramlarının kastedilen manayı ancak yaklaşık olarak ifade edebileceğini unutınamak gerekir. Bu sebeple her birimiz, herhangi bir iletişimi bir diyaloğa dönüştürebilmek istiyorsak, –KUTLU DOGUM 49 — fikirleri ifade ederken seçilen kelimelerin anlamına azami dikkat ve itina gösterinekle beraber; ifadeleri lafzen ve harfiyyen anlamak yerine, bir bütün içinde, ait oldukları kontext ve muhtevayı da değerlendirmek suretiyle, muhatabımızın kastettiği manaları bütün incelikleriyle anlama ve değerlendirme gayretini göstermemiz gerekir. Üstad Lao Tse’nin dediği gibi : “Başkasını bilen akıllı, kendini bilen aydınlanmıştır.” Mesela, dünyadaki isıılın imajı ifadesine, manası, medlulü ve şümulü ile dikkat edecek olursak, İslam dİnirıi.n, önce mensuplarının, müslümanların kendi gözüne nasıl göründüğüne -ki, her müslümanın mensup olduğu zihniyet yahut cemaatin bakış açısına göre de bu görüntü değişii- ve sonra müslüman olmayan bir dünyada nasıl bir imaj ortaya koyduğuna bakmak lazım. Elbette, müslüman olmayan kişiler arasında dahi islamı ya hasbi merak yahut kendi manevi ihtiyaçlarını tatmin etme arayışı içindeyken, ciddi ve objektif olarak incelemek veya (bazı oryantalistlerin çalışmalannda olduğu gibi) bir düşmanın incelediği tarzda incelemek gibi tavır farklılıkları olabilir. Bu arada hatırlamak gerekir ki, İslamın ortaya koyduğu imaj (veya görüntü) ile gerçek İslam arasında da bir tefrik yapmak mümkün~ür; yani, islamı kimler ya da ne temsil edecektir ve ne ölçüde temsil edebilir? Bu, bizi dirlin ruhu (cevheri) ile tarihi tatbikat içinde ortaya koyduğu tablo ve imajı (a’razları) arasındaki fark üzerinde düşünmeye yöneltecektir. Bir iktisat tarihçisi meslektaşla müslüman imajını tartışırken, “İslam’ı bugüne kadar süregelen tarihi tatbikata bakarak yargılamarım doğru olmadığını, müslümanların İslam’ı iyi anlamadığım ve dinin ruhuna nüfuz edemediğini, din şuurundan mahrum olan müslümanlara bakarak, bizatihi İslam Dini hakkında menfi hükümler vermenin doğru olmayacağı” mealinde konuştuğumu hatırlıyorum. Bunun üzerine arkadaş dedi ki: “Hocam haklı olabilirsiniz; bu benim uzmanlık alanım değil, öyle diyorsanız öyledir; ancak, ben ilahiyatçı değil, iktisat tarihçisiyim, ilahiyalın müşkil ve esaslı tefsir gerektiren özelliklerini zaten bilemem; ama, ben, tarihçi olarak islamı yaşayan toplurnlara bakmak ve ona göre bir hükme varmak zorundayım. Asıl İslam bu mudur değil midir diye düşünemem.” Bu arkadaşın tarzı gerçi bir ‘argumentum ad ignoratium’dur; bilgi eksikliği üzerine bina edilmiş bir argüman ile bir şeyin hususiyetlerirıi, meziyet veya kusurları yok sayamayız; ancak, bu argüman tamamenyanlış da sayılmaz diye düşünüyorum. Şöyle ki, araz cevhere tabi oldl)ğu gibi, şekil de ruhun bir görüntüsü değil mi? Netice olarak tarihçi zihniyetine göre, “iyi ve kötü, meyvelerinden tanınır.” Ne var ki, Kant’ın gösterdiği gibi, görüntüyle gerçek arasında, bizim gördüğümüz görüntü (phenomenon) ile,,bizatihi asıl gerçek (neumenon) arasında büyük fark olabileceğini de unutmamak lazım. Elbette insan idraltinin de, lisani ifade imkanlarının da sınırları vardır. Bu sınırlar içinde kalarak da olsa bir consensüse ulaşmak, İslamiyet ve beşeriyet hakkında bir müşterek kabul ve anlayışa varmak için çalışmamız gerekir. Dinler tarihinde hep görüldüğü üzere, bir dinin peygamberi öldükten sonra, dini meselelere dair farklı yorumların, zamanla schisma’lara (ayrılıkçılığa), mezhep ve meşrep farklılaşması sebebiyle anlaşmazlık ve mücadelelere yol açması adeta mukadderdir. Bundan kaçınılamaz: Müşterek bir dünya görüşü ve değerler sistemi sunmak suretiyle, insanlar arasında kuvvetli bir birlik ve kardeşlik duygusu uyandıran ve bu tabiatı itibariyle, asıl fonksiyonu insanlan bir misyon etrajı.nda birleştirme/c olan din, zaman içinde ortaya çıkan bu tefsir farkları ve bununla ilgili mücadeleler yüzünden tesirli bir schisma (mezhepçi ayrılıkçılık) sebebi haline gelir. Giderek, siyasi mücadelelerin ideoloji silalıma dönüşen bir dini formasyon ortaya çıkar. İslam· tarihinde dört halife devrinden itibaren bu ayrılık tohumları atılmış ve İslam tarihi boyunca acı meyveler vermiştir. Tarihçi gözüyle bakınca, dinlerin bünyesinde tabii olarak meydana gelen ve zaman içinde kabuk bağlayan bu tip yaraların tamamen iyileşmesi ve yok olması mümkün görülmemektedir. Bugün İslam dünyasında yalnızca siyasi değil, içtimai ve dini farklılaşmalar dahi bol miktarda mevcuttur ve geçen zaman bunlara yenilerini ekleyecektir. Elbette düşmanları, İslam dünyasının bu zaaflarından istifade edecektir. Zaten, son birkaç yüzyılın tarihi, Batının hakim olduğu ve İslam dünyası da dahil bütün dünyaya hükmettiği bir tarih olmuştur. Din şuuru fevkalade yüksek olan bir Müslümanın, Muhammed İkbal’in, veciz ifadesi ile söylersek: “Din-i lcafir filcr ü tedbir ü cihad Din-i mollafi sebilillahfesad” “Kafirin dini, tefekkür etmek, tedbir bulmak, cihad etmek, yani çalışmak; mollanın dini ise fi sebilillah, Allah yolunda fesad çıkarmak!” İşte görünen manzara budur … Sömürgeci Batı, elbette bir ~’haldm-i adil” olmamıştır. Ancak, bu mücadelenin şimdiye kadar mağlup olan tarafımn İslam ümmet-i merhumesinin bunda hiç kusuru yok mu? İslam dünyası, mağlubiyetin verdiği kompleks ile reaksiyoner tavır ve düşünceler geliştirmiş; ve bu düşünce ve davranış farkları da yeni kamplaşma ve zıtlaşmalara sebep olmuştur. “Medine’yi Yeniden Kurmak” isimli eserimde, “İslam alemindelci oryantasyon yanlışlan”na işaret etmiş, bugün artık mevcut olmayan ve iyice yabancısı olduğumuz bir geçmişi taklit etmek anlamında ‘İslami geleneğe dönüş’ veya Batı kültür ve normlarım benimseme, ‘Batıcılık’, şeklindeki başlıca oryantasyon ··biçimlerinin her ikisinin de birer ‘çıkmaz sokak’tan ibaret olduğunu söylemiştim. Bu reaksiyoner tavırlar, bugünkü dünyanın şartları içinde müslümanları gittikçe daha aşırı bir “ideolojik İslam” anlayışı geliştirmeye zorlamaktadır. Batıcı reaksiyoner reformistlerin getirdiği milliyetçilik anlayışı, İslam’ın kültürel mirasının, tabiri caizse yüzde 90’ımn dışlanmasına sebep olmuştu; bu Arap kültürü, bu İran kültürü, bu divan kültürü, milli kültür değil diye diye tarihten devraldığımız kültür mirasını hallaç p_amt:ığu gib_! attık: Şugün İslamcılık dediğ~miz ve reaksiyoner mahiyetteki ideolojik İslam anlayışı dahi, benzeri bir hataya düşerek; İslami kültür mirasının en değerli yönlerini dışlamakta (sözgelişi, bazı İslamcı çevrelerde bir tasavvuf ve kültür düşmanlığı var) ve ideolojik bir şartlanma ile yalmzca siyasi bir mücadeleyi, İslam’ı iktidara getirme davasını, dile getirmektedir. Pekala, İslam’ın, ortaçağda zirveye ulaşan ve bugün artık iyice yabancılaştığımız, o muhteşem medeniyet mirasına kim sahip çıkacak? Halbuki Will Durant’ın dediği gibi, “Medeniyet bir miras değildir; her nesil onu yeniden öğrenmek zorundadır. ” Bize öyle geliyor ki, bugünlerin reaksiyoner ve ideolojik İslamcılığı (ki batılılar yakıştırma bir kavramla buna fundamentalist İslam diyorlar) dahi bir kültür erozyonuna yol açabilir ve İslam medeniyetinin birçok değerli unsurunu gayri İslami diye dışlayabilir. Sözgelişi, bugünkü dünyada çok ihtiyaç duyulan bir hususiyeti (ki geniş ölçüde sufi anlayışından beslenmiştir) bazı İslamcılar tarafından şiddetle tenkid edilmektedir. Tolstoy’un tabiri mahsusu ile, “din şuuru” ise gittikçe zayıflıyor. Öyle ki, bir zamanlar İkbal bu vaziyeti, “Bugünkü müslümanıann müslümanlığını görse, Cebrail de şaşardı, Peygamber de şaşardı” diye hicvetmişti. Bize öyle geliyor ki, müslüman dünyasında din şuuru (yahut başka bir tabirle kozmik şuur) eksiktir. Daha ikinci hicri asırdan itibaren, eski medeniyetlerle karşılaşıp, onlarla mücadele eden ve ‘felsefi ilahiyat tartışmaları’na giren İslam dünyasında, Aristü mantığını kabullenerek ifade edilen ilahiyat meseleleri sebebiyle bir pseudomorphosis (sahte bir biçime bürünme) hadisesi yaşanmış ve bunun kötü tesirleri bugüne — 52 KUTLU DOGUM — kadar süregelmiştir. Aristo mantığını kullanmak zorunda kalan kelamcılar tarafından ifade edildiği biçimi ile, Kur’an-ı Kerim, Aristo mantığı sınırlan içine hapsedilmiş bir yorum ile anlaşılmıştır. İslam uleması, hala Aristo mantığını kullanmaya devam ediyor; halbuki, çağımızda Aristo’nun suri (forrnel) mantığının yetersizliği iyi bilinen bir husustur. Bu hususta, Montgomery Watt “Modem Dünyada İslam Vahyi” (sh: 58) isimli eserinde şöyle diyor: “Şu bir gerçeletir Td, mücerret Tcavramlanmız gerçeTe dünyanın karmaşıklığına ve zenginliğine sahip bulunmamaktadır; çünkü, insan aklı, bütün gücüne rağmen birçok balamdan sınırlıdır. İslô.mda, son devir Hambell. Tcelamcılan bu durumu büyük ölçüde fark etmiş, Eş’arilerin ve diğer bazı Tcelamcılann kullandıklan mücerred Tcavramlara iltifat etmeyerek, Kur’an ve hadislerin müşahhas ifadelerine sanlmışlardır. Bundan şöyle bir sonuç çıkar: eğer Kur’an’da ‘tutarsızlılc’ gibi bir hususun olduğu öne sürüleeele olursa, bu, onun zenginliğinden ve lasır Tcavramlara dayalı bir düşüncenin sınırlannı haklı olarale aşmasından ileri geliyor demektir. ” Halbuki, Aristo mantığı hiç de cihanşümul değildir: Taoizm, ZenBudizm, Sufızm ve emsali doğu geleneklerinde paradoks mantığı vardır. Haddizatında statik olmayan ve durmadan değişen bir dünya anlayışında, paradoks mantığının geçerli olması gerekir. Çünkü “değişme” kavramının kendisi, tarifi gereği, hayatın Aristo mantığının dar kalıplarına sığmayan realitelerinin paradokslar ile izah edilmesine yol açacaktır. B.Fromm’un deyişiyle (Psikanaliz ve Zen-Budizm; sh: 50): “Hangi kültürü ele alırsak alalım, insanların düşüncelerine yön veren ve ancak belirli şeylerin bilince ulaşmasına izin veren süzgecin başka bir yanı da mantıktır. Tıpkı insanların çoğunun dillerini doğal bir şeymiş gibi kabul edip, yalnızca başka dillerin aynı şeyleri söylemek için değişik sözcükler kullandıklannı sanmaları gibi, insanların çoğu, doğru düşünmenin kurallarını belirleyen mantığın da doğal ve evrensel olduğunu sanıyorlar, yani, onlara göre bir kültürde mantıksız olan şey başka kültürlerde de mantıksızdır. Çünkü doğal mantıkla çelişmektedir. Gerçekte bunun böyle olmadığına en iyi örnek, Aristo mantığıyla paradoks mantığı arasındaki farklılıktır … Aris to mantığı (A’nın A’ya eşit olduğu) ilkesine dayanan eşitlik yasası, (A’nın A olmayana hem de A’ya eşit olamayacağı) ilkesine dayanan ortadakini dışta bırakma yasasına dayanır. Aristo’nun söylediği gibi (bir şeyin aynı zamanda, aynı bakımdan, aynı şeye hem ilişkin olması, hem de olmaması olanaksızdır … Öyleyse ilkelerin en kesin olanı budur). Aristo’nun mantığıyla karşılaştırılınca paradoks mantığı diyebileceğimiz mantıkta A ve A olmayan –KUTLU DOGUM 53 — X’in- yüklemleri olarak birbirlerini. dışanda bırakmazlar. Paradoks mantıgınırı Çin ve Hint düşüncesinde, Heraklit felsefesinde ve Hegel’le Marx’ırı düşünce sistemlerinde agırlıklı bir yeri vardır. Paradoks mantıgınırı genel ilkesi Lao Tse şu sözleriyle çok açık bir biçimde belirlenmiştir: “Kesinlikle doğru olan sözler paradoks gibi görünür.” Gene, Chouang Tzu’nun sözleriyle “Bir birdir, bir yandan da bir bir degildir ve gene de bir birdir.” … Aristo mantıgınırı dogrulugundan hiç kuşku duymayan bir kültürde yaşayan kimsenin, Aristo mantıgıyla çelişen, bu nedenle de kendi kültürü açısından mantıksız olan yaşantıların ayırdında (farkında) olabilmesi, olanaksız degilse bile son derece güçtür.” İslam tarihinde yalnızca sufi gelenegiTide paradoksal ifadelere ragbet edilmiştir. Demek oluyor ki fikir gelenegimizin temellerinde yer alan Aristo mantığı, müslümanların kendi fikir dünyalarını biçimlendirmeleri bakıı:pmdan bir pseudomorphosis (sahte biçimlenme) oluşmasına sebep olmuştur. Bu yanlış ve suri mantıgın dar kalıplarına sıkışmış düşünce geleneginden -bir an—önce- -kurtulmalıyız; zira,- -bu-vaziyet-· İshlmı- dahi daraltılmış idrak çerçevesi içinde düşünmemize ve yanlış anlamamıza sebep olmaktadır. 21. Yüzyıla girerken, ilmin ve teknolojinin bu kadar süratli degiştigi ve dünyayı degiştirdigi bir çagda, İslam teolojisi sanki jeolojik devirlerde dağların değişmesi için gereken zaman kadar uzun bir zamanda değişecek gibi görünüyor. Bu, bizi, gelecegin dünyasında dinin, din şuurunun ve genel olarak dünya dinlerinin rolünün ne olacagı meselesine getiriyor. İbni Haldun’un degişiyle, “Maddesi olmayan bir şey haleleında burhan olamaz” ve elbette gelecegin ne getirecegi kesin bir şekilde bilinemez. Mevlana Celaleddin de: “Sufl ibnü’l-valct başed ey refllc/ Nist ferda güften ez şart-ı tarilc” yani, “Sufi içinde bulundugu vaktin oglu olmalı; bu yolun şartı ‘yarın yolc’ demektir” diyor. Ne var ki, biz artık ortaçag metafıziki ile iktifa edemeyiz ve bugünkü dünyanın da yeni bir metafizike, yeni bir mantık ve epistomolojiye, hatta yeni bir ilim paradigmasına ihtiyacı var. Bu babda görüşlerimi arz ederken insanlıgın gelecegi gibi her şeyi ihtiva edebilecek kadar geniş bir balısin yalmzca ana başlıklarına temas etmek zorundayım. Elbette verecegim hükümlerin uzun uzadıya tartışılması gereken mucip sebepleri vardır ve burada . orılann tamamım zikretmek mümkün degil; ancak bu hususta Hacı Bektaş-ı Veli’nin bir sözünü nakletmekle iktifa edecegim: “Gönül, her ne 1dfetva verirse, dil onu söyler.” 54 ————-KUTLU DOGUM– Bizim vazifemiz, dünyaya bakmak ve onu bütün olarak görmektir: Hz. İsa dahi, “Gözlerinin önündekini iyi tanı, görmediğin de sana ilham olunacaktır” buyurmuştur. Bugünkü vaziyete baktığımızda, dünyada globalleşme terimiyle ifade edilen, Batılı karakterde bir dünya imparatorluğunun, bir ‘dünya kozmopolitalizmi’nin ortaya çıktığını görüyoruz. Dünya gerçekten de ulaşım ve haberleşme imkanları açısından (teknolojinin getirdiği kolaylıklar sebebiyle) bir dünya köyüne dönüşmüş bulunuyor. Teşbih yerindeyse, bir Dünya Köyü var bugün; ama, bir Dünya Şehri, dünya medeniyeti henüz kurulmadı. Bugün, devletler neredeyse uluslararası şirketlerin kontrolüne girdi ve hatta devlet, şirket oldu. Uluslararası ticaretin cemiyet üzerindeki dönüştürme gücünün büyük olması gerekir. Henri Pirenne’in “Ortaçağ Kentleri” kitabında söylediğine göre; vaktiyle ticaret ile gelişen ortaçağ kentleri ortaçağ dünyasında bir zihniyet inkılabına yol açmıştı. Sanayi inkılabının ve kapitalizmin dahi, Fransız İlıtilali ile dünya çapında bir kültür ihtilaline yol açarak dünyayı ve insanoğlunun yeryüzündeki hayat şartlarını çok büyük ölçüde değiştirdiği malumdur. Sanayi inkilabının ve kapitalizmin dahi, Fransız ihtilaliyle dünya çapında bir kültür ihtilaline yol açarak, dünyayı ve insanoğlunun yeryüzündeki hayat şartıarım çok büyük ölçüde değiştirdiği malumdur. Bugün, Fransız ihtilaliyle gelen değişim öyle bir noktaya varmış bulunuyor ki, artık Fransız ihtilalinin getirdiği fikir, değer ve uygulamalar nihai neticelerine ulaşarak zıddına munkalib olmuş ve bu yüzden demade olmuştur. Şöyle ki, gerçek arılarnda global bir çapa. ulaşan ticaret hacmi yüzünden sırurları aşılmış, ulus-devlet dediğimiz belli bir coğrafya alarıma yayılan milli, ekonomik menfaat birliği dar ve anlamsız bir kalıp sayılıyor, gümrükler ve pasaportlar sarıki Ortaçağ’dan kalma demade siyasi uygulamalar. olarak görülür olmuş; siyasi yapılar bir köstek, yalmzca insanların değil, hatta hükümetlerin de elini kolunu bağlayan geçmişten kalma zararlı bir artık. “Batımn Yükselişi” (The Rise of the West; sh: 873) kitabında W.H. Mc Neill’in söylediği gibi, son üç asırdır dünyaya hakim olan Batımn kendi gücünden doğan öyle problemleri var ki, hem bütün dünya ile hem de kendi kendisiyle başı dertte. “Modern demokrasiler kamuoyunun hünerli bir biçimde (medyayı kullanarak) manipüle edilmesi yoluyla hükümet ediyorlar… Ancak, politikacılar seçimlerde alacakları oyları hesaplamakta ve en az direniş görecekleri şeyleri yapmaya temayül etmekte, ya yapılması gereken işleri ertelemekte yahut uzlaşması imkansız alternatifleri bile, mantıksızca –KUTLU DOGUM 55 -.- uzlaştırmaya çalışmaktadırlar. Liberal demokratik teori, insan aklına inanır ve ihtiraslan dikkate almaz. Halbuki, psikologlar ve sosyal ilimlerle ugraşanlar artık buna inanmıyorlar. Reklamcılar ve askerler ise insanoglunu aklın yönetınedigini biliyorlar.” Geçmişten miras kalan kurumlar, gelenekler ve münasebetler artık tabii kaçınılmaz veya degiştirilemez görünmüyorlar. İnsanlık, hızla bir “dünya kozmopolitanizmi”ne dogru yol alıyor ve medeniyet, kültürleri öldürilyor. Belki de· Batılı prensipiere güre yönetilecek bir dünya devleti doguyor. Böyle bir dünya devleti içinde yaşamak zorunda kalınacak ise, İslamın altematif teklifi, fazilet sahiplerinin yönetecegi bir medinet’ülfazıla (faziletli şehir devleti) olmalıdır, Medine’yi (medeniyeti) Yeniden Kurmak” isimli eserimde teklif ettigim çözüm yolu bu idi. Bugünkü dünyada bürokratik yapılar, ilmin ve teknolojinin getirdigi ve cemiyeti büyük ölçüde degiştirecek yeniliklere karşı çıkıyorlar. Bugün, Batıda genetik araştırması yapan laboratuvarların bütçeleri kısılıyor; çünkü, bu. laboratuvarlarda yapılan deneyierin insanlık için çok tehlikeli neticeler dogurmasından korkuluyor. Bugün, insanların genleriyle oynayarak bir üstün ırk (yöneticiler ırkı) ve kuzu gibi itaatkar bir aşagı insan ırkı meydana getirmeye çalışan bir genetik teknolojisi var. Hülasa, maddi ilerleme ve teknoloji insanlıgın manevi açlıgını doyurmaz, bilakis maneviyatta boşluk yaratır. Aslında, maddi refah da getirmeyecektir; çünkü yeni yeni ihtiyaçlar ve hiçbir zaman tatmin edilemeyen bir tüketme hırsı yaratacaktır. İletişim imkanlarını aşırı bir ölçüde artıran teknolojimiz daha şimdiden insanlar arasında iletişimi tamamen yok etme merhalesine geldi. Çagdaş dünyanın bunalımına teolojik, politik, ekonomik ve ahlaki çareler arayan bir dünyada yaşıyoruz. Savaş, artık Clausewitz’in dedigi gibi politikanın degil, fakat ticaretin bir uzantısı oldu: Ter degil, kan ticareti yapılıyor. Büyük şehirlerde yaşanan köksüz hayat tarzı “medeniyet köklerinden lcopmaktır” deyişinin haklılıgını gösteriyor. Diger taraftan, yeni bir dünyanın eşigindeyiz, kapıyı çaldık çalmasına; ama bakalım içeri girmek cesaretini gösterebilecek miyiz? Öyle bir dünya ki, asıl ihtiyacı fızigi izah eden bir yeni rnetafıziktir; ama o, bu ihtiyacın farkında degildir. En azından, tabir-i rnarufu ile söylersek, .fideism (yani bir peygambere inanmaktan ve sadakatten ötürü tasdik) biçiminde bir imana ihtiyacı var; ama bunu gerçekleştirecek iradesi yoktur. Estetigini ve ahlakını yenilernek zorunda; ama, yaratıcılıktan mahrum … velhasıl bugün insarılıgın sayılamayacak kadar çok problemi var. — 56 ————-KUTLU DOGUM– İslam’ın kültür mirasında bu yeni kurulan dünyanın hastalıklarına şifayab olacak birçok unsur var; lakin, İslam dünyasında bunları tefsir edebilecek alimler yok. İslam dünyası ortaçağ üslubuyla konuşmaya devam ediyor. Esasen Batı dünyasına mahsus olan çağdaş iletişim dilini de bilmiyor. Allegori ile gerçeği tefrik edemeyen ortaçağ üslubu ile bu çağın insanına hitap edemeyen İslam uleması, modem dünyanın teşbih ve allegorilerini de anlamıyor; müslümanlar bu dili bilmiyorlar. Muazzam bir enformasyon bombardımanı altında kalan dünyada, cehalet gittikçe daha fazla koyulaşan bir sise dönüşerek ufkumuzu karartıyor. ilim ve teknoloji ilerliyor; cehalet çok daha hızlı adımlarla ilerliyor. Napolyon ‘Jeodaliteyi top öldürdü; modem toplumu da mürekkep öldürecek” diyerek çağının entellektüelleri ile dalga geçmişti: kehaneti haklı çıktı. Çağdaş dünyayı ise, aşın enformasyon ile insanlığa asıl gerekli olan bilgi ve gerçekleri perdeleyen bir medyanın aptallaştıncı etkisi öldürüyor. Netice olarak, “Vera-i perdede esrar var zuhur edecek” diyoruz vesselam. —-KUTLUDOGUM–~—-

Scroll to Top