HENRY D. THOREAU’NUN SİVİL İTAATSİZLİK GÖRÜŞÜ ve OTORİTEYE KARŞI ÇIKIŞ BİÇİMİ
(İlim ve Sanat Dergisi, s: 35, 1993)
Kısa Biyografi
Henry David Thoreau 1817’de, Massachusetts, Concord’da doğdu. 16 yaşında Harvard’a gitti. Grekçe, Latince ve İngilizce klasiklerine meraklı bir talebe idi. Mezun olduktan sonra, bir müddet öğretmenlik yaptı; fakat kısa bir süre sonra vazgeçip, yazarlığa başladı. 1841 Nisanından 1843 Mayısına kadar Ralph Waldo Emerson’un evinde yaşadı. Emerson’a her türlü işte yardımcı olan bir hizmetkâr olarak hizmet ediyordu; ancak, münasebetleri, aynı zamanda, bir usta çırak münasebeti idi. Eserlerinden anlaşıldığına göre, Thoreau, hocası Emerson’a göre, Şark klasiklerini daha iyi tanımaktadır. 1845’te, bir insan ne kadar az çalışırsa, kendisi ve içinde yaşadığı cemiyet bakımından o kadar hayırlı olacağına inandığı için, meşhur “temel hayat” tecrübesine başladı: Yani, kendi inşa ettiği bir kulübede, Walden gölünün kıyısında, iki yol boyunca yalnız yaşadı. Orada, okuyup yazarak, hayvanlarla kuşlarla balıklarla arkadaşlık ederek, tabiatın yenilenişi ve mevsimlerin geçişi hakkındaki müşahedelerini yazarak ormandaki büyüleyici hayatı tasvir ettiği, 1854’te basılan Walden isimli eseri için notlar tuttu. İnzivaya çekildiği ilk yıl içinde, erişkinlere mahsus vergi olan Kilise ve seçim vergisini (poll tax) ödemeyi reddettiği için, tevkif edilip hapsedildi. Her ne kadar Emerson ve diğer arkadaşları tarafından vergisi ödenerek hapisten ertesi gün çıkarıldı ise de, bu tecrübe onun, “Sivil İtaatsizlik Görevine Dair” (On the Duty of Civil Disobedience) isimli eserini yazmasına sebep oldu. 1847’de Walden gölünden ayrıldı. 1849’dan 1852’ye kadar çeşitli keşif gezileri yaptı ki bunlar daha sonra neşredilen Excursions, Maine Woods, A Yankee in Canada gibi kitaplarının materyali olmuştur. Bu arada Concord’da günlüklerini yazdı. 1862’de 45 yaşında öldü.(1)
Bir defasında kendini, “bir mystic, bir transcendalist ve bir tabiat filozofu (natural philosopher)” olarak tarif etmişti. Thoreau; her ne kadar bu tarif bir dereceye kadar onun eklektik düşüncesini aksettiriyor ise de, onu yaşadığı zamanda ve bugün önemli yapan bir özelliğini de perdeliyor. Zira Thoreau bir anarşist ve devrimci idi ve yüksek seviyeli bir isyan (revolt) edebiyatı ortaya koymuştu. Harvard’dan 1837’de mezun olduğunda, Dr. G. Ripley, Ralph W. Emerson ve üniversite rektörü tarafından imzalanan dürüstlük ve yüksek ahlâkî vasıflarına şahadet etmişlerdi.(2)
H. David Thoreau yaşadığı sırada sadece iki eserini bastırdı. A Week on the Concord and Merrimack Riverst (1849); baskı masrafını kendi sınırlı kazancı ile bizzat ödemişti. 1853’te, 1000 adetlik baskıdan 700’ü hâlâ satılmamış olarak kitapçı raflarında duruyordu. Kitabevi raflarını bu yükten kurtarmak isteyince, Thoreau kitaplarını evine taşımış ve günlüğüne şu ironik notu düşmüştü: “Şu anda kütüphanemde 900 kadar kitap var ve 700 tanesini ben yazdım.” 1854’te yayıncılar istemeye istemeye de olsa Walden’dan iki bin adet bastılar. Bu kitap da bir yankı uyandırmadı ve bir kazanç getirmedi. 1840-44 arasında, çoğunluğu Emerson’un editörlüğünü yaptığı The Dial dergisinde olmak üzere, şiirlerinden bir kısmını bastırabilmiştir. 1862’de ailesi ve dostları, kitaplarını -kendisi öldükten sonra- ve notlarını bastırdılar. Böylece Thoreau’nun edebî kariyeri bir yankı uyandıramadan sona ermiş gibiydi. Kamuoyu, edebiyattaki asıl büyük tabiat yazarlarına nisbetle onu önemsiz ve ikinci sınıf bir tabiat yazarı saymıştı. Fikirlerinin ise, bir kısmının R. Waldo Emerson’dan aktarma ve biraz da beceriksizce ifade edilmiş olduğu kanaati hakimdi.
Ancak, Thoreau’nun kitabı Walden’ın modern bir neşrine bir sonsöz (afterwords) yazan Perry Miller’a göre; “And this man has now become a God in Modern Literature (Ve bu adam şimdi, modern edebiyatta bir Tanrı olmuştur)!” İngilizce’nin konuşulduğu her yerde, Thoreau 19. asrın büyük ve önemli seslerinden biri sayılır. 20. yüzyılda Hindistan’da, Japonya’da, Güney Afrika’da ve Amerika’da onun sesi gittikçe daha fazla titreşimle çınlamaktadır. Şimdi onun bahsedilen iki kitabına ilâveten, saygıyla toplanan diğer notları ve Journal’inin 14 kalın cildi, nihayet, bol bol basılıp yayınlanmaktadır. Artık, Thoreau hakkında pek çok yazılıp çizilmiştir; neredeyse ustası Emerson’u gölgede bıraktığı dahi söylenebilir.(3)
Perry Miller’in kanaatine göre, 1854’ün pastoral Amerika’sında pek fazla etkili olmayan Walden, günümüzün insan hayatını ve çevresini gittikçe daha fazla zehirleyen 20. yüzyıl hayatına, makinaların gürültüsü, lüks eşyalar, aletler, mass media çılgınlığı ortamında, bir fare yarışı (rat race) gibi koşturup durduğumuz bugünkü medeniyete, çok daha keskin bir kontrast teşkil ettiği için, bugünün okuyucularına cazip gelmektedir… Belki bugün memnun ettiği okuyucu sayısı kadar bir okuyucu kısmını da kızdırmaktadır. Ancak, mesele şu ki, eski ilgisizliğin aksine, bugün her iki kısım okuyucu da onun sesini dinlemek zorunda. Emerson bir keresinde, “Kim ki gerçek bir insandır, bir nonconformist (cemiyetin uygun bulduğu kurallar ile uzlaşmayan kimse) olmalıdır” demişti (4)
Thoreau’nun hiç uzlaşma kabul etmeyen sert “noncorformism”i, bugünkü medeniyetin dar kalıpları içinde, şehirlerin boğucu atmosferlerinde, bir türlü yürüyüp, açılmayan trafik sıkışıklığı içinde acayip bir kaplumbağa gibi kendisini arabasına sıkışıp kalmış hisseden insanlara, bir cennet düşü gibi cazip geliyor. Thoreau aslında 19. yüzyılın oldukça sevimli ve pastoral Amerika’sında, Concord isimli küçük bir kasabada yaşadığı halde, ikiyüzlülük ve materyalizminden ibaret olan “Amerikan Başarı Rüyası”na karşı çıkmıştı. Daha mesut bir çağda yaşadığı halde, medeniyetini şimdiki kadar zorlayıcı ve isyan ettirici olmayan ve o çağda çok net bir biçimde görünmeyen zircirlerine karşı nasıl mücadele ettiğini, hürriyetini nasıl kazandığını anlattı Walden’da, “Sadelik, sadelik ve basitlik! (Simplicity, simplicity annd simplicity!)” diyordu. Bugünkü endüstriyel cemiyetin, insanı huzursuz eden, stres yapan şartlan içinde yaşayan insanlara, Walden gölünün kenarındaki kulübesinde oturan ve sadelik çağrısı yapan Thoreau’nun ortaya koyduğu imaj; binlerce insan için, “Denizde bir yeşil ada, bir kayıp cennet” ve stresten kurtuluş sembolü olmuştur. Ve uykusuz geceler geçiren bir çok insan bugün kendi kendilerine sessizce itiraf ediyorlar ki, “Çaresiz, sessiz ve ümitsiz bir hayatı yaşamaktan başka bir şey yapmıyorlar.”)
Sivil İtaatsizlik
Sivil İtaatsizlik olarak bilinen eseri Walden’ın sonuna ekleyerek basmak artık âdet olmuştur. Gerçekten de, Thoreau’nun iki yıl boyunca, sadece basit ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayarak ve okuyup yazarak, tabiat olayları karşısında derin düşüncelere dalarak, ormanda Walden gölünün kıyısındaki tek gözlü kulübesinde nasıl yaşadığını anlattığı Walden isimli eserinin sonuna Sivil İtaatsizlik eklenmeyince bir şeyler eksik kalmış gibi görünmektedir. Hatırlamak gerekir ki, Sivil İtaatsizlik, cemiyetten uzakta, Walden gölünde, tek başına yaşadığı bir zamanda, Thoreau’yu vergi ödemediği için tevkif etmeleri sebebi ile yazılmıştı (1846’da). Bunun içindir ki, bu eserdeki organize cemiyete karşı öfke, Thoreau’nun Walden gölünde inzivaya çekilmesinin sebeplerini ve bu eseriyle vermek istediği mesajı aydınlatmaktadır. Thoreau, Walden’ı tekrar tekrar yazarken öfkesini gizleyip, yumuşatmış, sadece böyle bir hayat tecrübesinin neye benzer bir şey olduğunu anlatmıştır. Bugün pek çok Thoreau hayranı bile hâlâ, Walden isimli eseri bir sosyal tenkit olmaktan çok, bir tabiat şiiri (idyl) olarak okumaktadır. Bu yüzden Walden’den sonra Sivil İtaatsizlik’i okumak, bize Thoreau’nun gerçek motiflerini ve samimi fikirlerini daha iyi göstermektedir.
Thoreau, Sivil İtaatsizlik’in ilk müsveddelerini 26 Ocak 1848’de Concord Lisesi’nde, bir manifesto olarak okudu. O zamanki adı, “Sivil Yönetime Karşı Koyma” (Resistance to Civil Government) idi. Yani eser, bir makale değil, aslında bir nutuk idi. Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik isimli bu eseri, siyasî tarih bakımından önemli bir rol oynamıştır.
Meşhur Rus yazarı ve reformcusu Leo Tolstoy’un bu eseri, başucu kitabı saydığı ve okunmasını hararetle tavsiye ettiği rivayet edilir. Her ne kadar Tolstoy öldüğü zaman terekesinde kitapları arasında Walden’a rastlanmamış ise de, pasif direniş fikrini popularize eden Tolstoy’un fikirleri ile Thoreau’nun bu eserindeki fikirleri ve prensipler birbirine çok benzemektedir. Aynı fikir ve prensipleri, Güney Afrika’da avukatlık yaptığı yıllarda (ki o sıralarda Tolstoy ile de mektuplaşıyordu) Gandi’nin çok başarılı bir biçimde uyguladığı bilinmektedir. Mahatma Gandhi, Güney Afrika’da avukatlık yaptığı gençlik yıllarında tıpkı bugünkü gibi o zaman da, Hintli göçmen işçiler ve zencilere hayatı zindan eden Güney Afrika hükümetine karşı enteresan bir pasif direniş hareketini uygulamaya koymuştu. Güney Afrika hükümeti, Asyalı göçmenlerin sınırlarından izinsiz girmelerini yasaklayan ve bunu hapisle cezalandıran bir kanunu uygulamaya koymuştu (Sınırlardan izinsiz girenlerin tevkifi bugün bize hükümetlerin tabii bir hakkı gibi görünür. Halbuki Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar pasaport denilen şey mevcut değildi. Pasaport kullanma âdeti, Cemiyet-i Akvam kararı ile Birinci Dünya Harbin’den sonra ortaya çıkmıştır.)
Gandi, binlerce taraftarını sınırı kasten ve büyük kitleler halinde geçmek için teşvik etti. Taraftarları kasten Güney Afrika topraklarını terkediyor ve sonra tabii izin almadan içeri giriyorlar ve bu yüzden hapse atılıyorlardı. Hapse atılan bu insanların çoluk çocuğunun perişan olmaması için, “Tolstoy Çiftliği” adı verilen, yardımlaşma kamp ve barınakları kurulmuştu. Sayısız insanın bu suretle yaptığı sınır ihlali yüzünden, öyle bir an geldi ki, Güney Afrika hükümeti mahkumları üstüste doldurmasına rağmen, insanları hapsedecek hapishane bulamaz hale geldi. Çaresiz kalan hükümet sonunda pes ederek, sınır ihlâlini hapisle cezalandırma kanununu iptal etmek zorunda kaldı.
Birinci Dünya Harbi’nden sonra bütün ülkeler bu pasaport kullanma ve sınırları ancak izinli geçme uygulamasını tatbik etmektedirler.
Tolstoy’la mektuplaştığı bu yıllarda Gandi, pasif direnişleri örgütleme pratiği yapmaktaydı. Hindistan Opinion dergisinde okuduğu bir yazı üzerine, Tolstoy bu mektubunda şöyle yazıyordu: “Doğu Hint Şirketi marifetiyle İngilizler’in Hindistan’ı köleleştirmesinden şikâyet eden Hintliler’e şaşıyoruz. Nasıl olur birkaç bin İngiliz, 300 milyonluk bir kıtayı köle haline getirebilir? Eğer Hintliler köleliğe gönüllü olarak boyun eğmemiş olsalardı, böyle birşey asla mümkün olamazdı!…” (7)
Sadece Hintliler için değil bütün insanlık için geçerli bir tenkit… Tolstoy’un, “hiçbir şekilde şiddete başvurmamak ve sadece vergi ödememe ve askere gitmeyi reddetme şeklindeki Thoreau’dan alınmış prensipler ile bir pasif direnişin organize edilebileceği ve bu halde sivil yönetimin çökeceği” şeklindeki fikirleri, Gandi tarafından başarıyla uygulanmıştır (Askerlik mecburiyeti dahi Fransız İhtilâli’nden sonra ve demokrasiler sayesinde ortaya çıkmış ve vatan hizmeti olarak telakki edilmiştir. Daha eski devirlerde böyle bir mecburiyet yoktu).
Memleketi olan Hindistan’a döndükten sonra Gandi’nin uyguladığı şiddet kullanmama (Non-violence, isimli bir eseri de vardır) ve ahimsa (bütün canlılara karşı şefkat ve incitmeme) doktrini ve hatta taraftarlarının da bunu sadakatle uygulaması, elbette karşı tarafın dahi şiddete başvurmaması anlamına gelmez. Nitekim, 1919’daki meşhur Amritsar katliamında İngilizler, bir pasif direniş gösterisi sırasında “dağılın” ikazı dahi yapmaksızın, kalabalığın üzerine ateş açarak 319 kişiyi katletmiş ve sayısız insanın da yaralanmasına sebep olmuşlardı. Yine de, netice olarak, Hindistan’ın bağımsızlığa kavuşmasında Gandi büyük rol oynamıştır; ve bu pasif direniş usullerinin pek de tesirsiz olmadığının bir ispatı sayılır. Thoreau, Tolstoy ve Gandi gibi isimlerin, politik mücadelede başarılı olduğu gözlenen, bu “Pasif Direniş” usulleri, bugün dünyanın birçok bölgesinde etkili bir biçimde kullanılan bir politik mücadele biçimi olmuştur.
Kendileri bizzat şiddete başvurmasalar bile, şiddete maruz riskini göze alabilen toplulukların, sonuçta politik mücadeleyi kazanma şansları olduğu anlaşılmaktadır. Bir misal daha zikredecek olursak, Çarlık Rusya’sında Tolstoy’un ve Thoreau’nun fikirlerini uygulayarak askere gitmeyi ve vergi vermeyi reddeden Dukhoborlar (bir Kafkas kavmi), Çarlık rejiminin şiddetli cezaları ve Sibirya sürgünlerine tahammül etmek zorunda kalmışlardı.(8) Sonunda bunların haline acıyan Tolstoy, Anna Karanina isimli kitabının getirdiği gelirleri bağışlayarak, kiraladığı gemilerle 10.000 Dukhobor’un Kanada’ya göçmesini sağlamıştı (hatırlatalım ki o tarihte henüz pasaport olmadığı için, böyle bir şey mümkün idi.) Bilindiği gibi, Zenci hakları uğrunda sonunda canını veren Martin Luther King dahi, bu düşünürlerin fikirlerini uyguluyordu. Zencilerin kanun önünde beyazlara eşit haklar elde etmeleri bu sayede mümkün olmuştur. Bugün bile, kalabalık caddelerde oturma eylemleri gibi, pasif usulleri, yaygın bir politik mücadele usulü olarak dünyanın her yerinde sivil yönetimi protesto maksatları için kullanılmaktadır.
Sivil İtaatsizlik ve Thoreau’nun Otoriteye Karşı Çıkış Biçimi
Thoreau Sivil İtaatsizlik manifestosuna meşhur bir deyişle başlıyor: “I heartly accept the motto- that government is best which governs least’ and I should like to see it acted up more rapidly and systematically. Carried out, it finally amounts to this, which also I believe, ‘that government is best which governs not at all, and when men prepared for it, that will be the kind of government which they will have”: Yani; “En az yöneten bir yönetim biçiminin en iyi yönetim biçimi olduğu deyişini can ü gönülden kabul etmekle beraber; bunun daha hızlı ve daha sistematik biçimde gerçekleştiğini görmek isterdim. ‘Yönetimin en iyi biçimi hiç yönetmeyen bir yönetimdir’ ve insanlar bunun için hazır oldukları zaman, sahip olacakları yönetim biçimi de bu olacaktır.”(9)
Devamlı bir ordu bulundurmaya karşı yapılabilecek pek çok ve güçlü argümanların, devamlı bir yönetim biçimine karşı da yapılabileceğini, çünkü ordunun yönetimin bir aleti olduğunu da ilâve ediyor.
Görüldüğü gibi Thoreau, daha ilk cümlelerinden itibaren anarşist (yönetim yokluğu taraftarı) fikirler ortaya koyarak başlıyor sözlerine. Burada Thoreau devlete karşı aktif bir isyan taraftarıdır. Her ne kadar şiddet kullanmayı ihtiva etmiyor ise de, vergi ödememek ve Fransız İhtilâli’nden sonra gelen askerlik görevini reddetmek suretiyle ortaya konacak bir prensip aksiyonunun, devleti çökertmeye yeteceğini savunuyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu hususunda sezgici bir idrake dayanan bu prensip aksiyonunun, insanın kendi vicdanının dikte ettiği emirlere göre davranmasından ibaret olduğu söylenebilir. Nitekim, yine aynı eserinde ifade ettiği, “The only obligation which I have a right to assume is to do at any time what I have a right to assume is to do at any time what I think right” demektedir (Thoreau’nun Türkiye’deki tesirleri cümlesinden olmak üzere, bir gazetede yayınlanan makalesinde Ş. Uçar da bu prensibi iktibas etmiştir: “Bu kelâmı daha da netleştirmek için, bir 19. asır Amerikan filozofu olan Henry D. Thoreau’dan (ki fikirleri Tolstoy’a Gandi’ye, Martin Luther’e ve zamanımızdaki bir çok Batılı politik harekete tesir etmiş ve modern dünyanın tarihinde mühim rol oynamıştır) benim de benimsediğim bir prensibi iktibas edeceğim: “The only obligation which I have a right to assume is to do at any time what I think right”: Tasavvur ve deruhte etmek hakkına sahip olduğum yegâne vazife, her zaman, sadece doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yapmaktır.(10) Bu prensibi Thoreau’nun kendi karakterine nisbet etmek de mümkündür.
David Reissmann, The Lonely Crowd isimli eserinde, Amerikan sosyal karakterini tahlil ederken, başlıca sosyal karakter tipleri olarak, tradition-directed, inner-directed ve other-directed (geleneğe yönelik, kendi vicdanı tarafından yönlendirilen ve başkaları tarafından yönlendirilen) şeklinde bir sosyal karakter tiplemesi yapar. Riesman’a göre, sanayi toplumu ortaya çıkıncaya kadar, yani modern dünya tarihinden önce, geleneksel cemiyetlerde, sosyal karakteri biçimlendiren ve yönlendiren şey “gelenekler” idi. Ancak, modern devirlerde Batı’da çoğunluk, Thoreau’nun bu prensibinde de gösterdiğimiz gibi, kendi iç âleminin, kendi vicdanının sesi tarafından yönlendirilen “inner-directed” yahut başka bir tabirle autonom (bağımsız) sosyal karakter tiplerinden oluşmaktadır.
Bugünkü Amerikan tipi ise, büyük çoğunluk itibariyle, mass-media ortamında yaşanan hayat tarzı sebebiyle, başkaları tarafından yönlendirilen davranış kalıplarına sahiptir. Ziraat toplumlarının geleneğe bağlı şartlarında, Thoreau, bir egzantrik olarak görünebilir. Ancak David Riessman’ın bu tasnifine göre, modern çağların düşünce iklimine tercüman olmaktadır. Diğer taraftan, ikide bir fikirlerini değiştiren, sabit ve yerleşmiş, yahut kuvvetli inançları olmayan (bugünkü şartlarda) başkalarının yönlendirdiği davranış kalıpları ile modern Amerikalı’nın sosyal şahsiyetine, bir başka bakımdan, “şahsiyetsizlik” demek de mümkündür. Reisman’ın uzun uzadıya külfetli ve yetersiz tariflerden kaçınmak için, modern Amerikan sosyal karakteri olarak gösterdiği “other-directed” tipinin en iyi numunesi olarak, Tolstoy’un Anna Karanina eserinin giriş kısmında yer alan, Stefan (Anna Karanina’nın, ihanet ettiği karısı ile arasını bulmak için geldiği, erkek kardeşi) tipini veriyor.(11) Hakikaten, modern Amerikalı’nın, gazetelerde popüler olan görüşlere göre, çevrede yaygın olan fikirleri hemencecik benimseyen, “konformizm”, hayatının yaşama, iyi yiyip içme ve seks düşkünlüğü gibi özellikleri, bu tipin şahsında, üç beş sayfalık çarpıcı bir tasvirde, gayet güzel anlatılmıştır. Bu hesapça, Amerika’nın sanayileşmeye geçiş (süreci) içinde, gelenekçi ziraî cemiyet ile modern Amerikan cemiyeti arasındaki bir zamanda, 19. asır transcendalist felsefe ekolüne mensup olan Thoreau’nun bağımsız yankee karakteri, yahut autonom (inner-directed) karakter özelliği, bu prensipte en mükemmel ifadesini bulmuştur, denilebilir.
Böylece, sadece kendi vicdanından emir alarak motive edilen bir aksiyon, “nesneleri ve münasebetleri değiştirir” ve şu halde, “esasen devrimcidir.” Radikal sosyal reformlar, meselâ köleliğin kaldırılması (ki Thoreau hayatı boyunca bu mesele üzerinde durmuş ve bunu teşvik etmişti) seçilmiş yönetim temsilcilerinin istekleriyle yahut diğer dolaylı demokratik usullerle varılabilecek bir sonuç değildir ve ancak, her dürüst insanın kendi doğrudan doğruya (direct) aksiyonu ile mümkündür. Bu, ferdin haklarını böylesine kötüye kullanan bir yönetimin şahsen ve madden, taraftarı olmaktan sarfınazar etmekle mümkündür. Thoreau’nun vergileri ödemeyi reddetmek suretiyle pratiğe döktüğü, “Barışçı Devrim”, böyle bir şeydir. Felsefe Ansiklopedisi’ndeki Thoreau maddesinin yazarına göre, Kierkegaard’ın, The Presnt Age (1846) kitabı ve Communist Manifesto gibi eserler ile yerleşmiş düzene karşı (established order) daha geniş muhtevalı bir protesto ortaya koyan Avrupa idealizmi içindeki de saymak mümkündür: her ne kadar mahallî bir New England context’i içinde yazılmış ve teorik olarak fazla sofistike değil ise de, Thoreau’nun eseri ile bunlar arasında tarihi bir bağ görülebilir. Marx gibi Thoreau dahi, tam bir insanî tatmin hissi verebilecek yeni bir ekonomik model (Walden örneğinde olduğu gibi) vererek mevcut statükolara karşı çıkmıştır. Ve yine Kierkegaard gibi, ferdiyetin “unique”liğini (biricik, benzersiz ve vazgeçilmez olduğunu) vurgulayarak, nihaî değer kaynağı olarak “şahsiyeti” göstermiştir. Ancak, Tanrı ile diyalog yerine, tabiat ile diyalog suretiyle, bu radikal görüşlerin icbar etmesi sebebiyle meydana gelen, izolasyonu (yalnızlık ve tecrid duygusunu) aşmak istemiştir.(12)
Patterns and Trends in History isimli eserinde Ş. Uçar’ın iktibas ettiği, “the progress from an absolute monarchy to a democracy, is a progress toward a true respect for the individual. Even the Chinese philosopher was wise enough to regard the individual as the basis of the empire. Is a democracy, such as we know it, the last improvement possible in government? Is it not possible to take a step further towards recognizing and organizing the rights of man?” sözleri Thoreau’nun ferdiyete verdiği değeri göstermektedir:
Mutlak monarşiden, meşrutiyet monarşisine ve meşrutiyetten (sınırlı monarşi) demokrasiye doğru meydana gelen ilerleme, aslında ferdiyete karşı gerçek bir saygıya doğru bir ilerlemedir. Hatta Çinli filozof bile imparatorluğun temelinin fertler olduğunu kabul edecek kadar akıllı idi. Bizim bildiğimiz şekli ile demokrasi, bir yönetim biçiminde mümkün olan en son gelişme olabilir mi? Bir adım daha ilerleyerek, insanların haklarını tanımak ve organize etmek mümkün değil midir?”(13) Tabii burada kastedilen anlam, çağdaş insan hukuku ve bununla ilgili uluslararası örgütler değildir. Thoreau, tıpkı Tolstoy’un da tavsiye ettiği gibi, tabiatla uğraşıp toprağı ekip biçerek, zarurî ihtiyaçlarını tamamen kendi karşılayarak, Walden örneğinde olduğu gibi, mevcut müesseselerin ve sosyal organizasyonun dışında bir hayat tavsiye ediyor. Manc ve Tolstoy’un da gösterdikleri gibi, gerçekten de ekonomik ve insanî bağımsızlığın başka türlü mümkün olmadığı, yahut başka bir ifade ile emeğin yabancılaşması ile ortaya çıkan sosyal kötülüklerin, mevcut sosyal organizasyon biçiminin sonucu olduğu, doğrudur. Ancak bunun bütün medenî cemiyetlerin temel vasfı olan, işbölümü ve bu işbölümüne uygun bir sosyal organizasyon zarureti olduğunu, unutmamak gerekir. Tolstoy ve Thoreau medeniyete pek fazla değer vermezler. İptidaî kültürlere mahsus bir hayat tarzını tavsiye etmekten kaçınmazlar. Diğer romantik yazarlar gibi, bunlarda da, tabiat ve cemiyet dialektik zıtlıklardır. Thoreau’ya göre, tabiat “mutlak hürriyet ve vahşeti” temsil ederken, cemiyet sadece, “Sivil (sınırlı ve sun’i) bir hürriyet ve kültür” imkânını sunmaktadır.
Emeğin yabancılaşması sonucu ortaya çıkan sosyal yabancılaşma ve diğer yabancılaşma biçimleri hakkında son söz olarak, biz ne diyebiliriz?
Bu başka ve geniş hacimli bir yazının konusu yapılmak gerekir. Ancak bir çeşit son söz olarak Thoreau ve Tolstoy’un bu fikirleri hakkında kısa bir değerlendirmeyi Ş. Uçar’ın “Gençlik ve Yabancılaşma” yazısından iktibas ediyoruz.
“Gençliğin problemlerine -esasen bütün medenî cemiyetlerde ve bütün sosyal sınıflarda müşahede edilen bir çok problemin aslî sebebi olan, bu yabancılaşma hadisesi perspektifinden bakılınca- beşeriyetin bu hastalığı doğru bir şekilde anlaşılıp ona göre bir çözüm yolu bulmadıkça, bu problemlerin devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu sadece, genç ve tecrübesiz olmaktan ötürü, cemiyetin bazı hususiyetlerine karşı çıkmak ve bunları kolayca değiştirebileceğini zannetmek şeklindeki, “birtakım yeni yetmelere” mahsus bir intibaksızlık probleminden ibaret olmadığı gibi, sırf bazı cemiyetlerin problemi de olmayıp bütün medenî cemiyetlerin en mühim problemleridir. Problem bir sosyal organizasyon problemi olduğuna göre, bu problemin tek çözüm yolu var demektir: Medenî sosyal organizasyonunun yapısındaki sosyal adaletsizliği yok edebilecek bir sosyal transformasyonu gerçekleştirebilmek. Bu ise, kolay olmadıktan başka değişikliğin aleyhinde olanların tepkisine yol açmak suretiyle şiddetli sosyal mücadelelere yol açmak tehlikesi de vardır. Vakıa, bugüne kadar, bu ma’nâda bir çok ütopik nazire ve inanç sistemleri ortaya konulmuştur.
Bu nazariyeler uygulamada hiç arzu edilmeyen neticelere yol açabilmekte ve meselâ Markst iddiaları tatbik eden bazı ülkelerde parti mensubu olan idareci sınıflarla halk yığınları arasındaki sosyal alienation Çarlık zamanındakinden veya diğer medenî cemiyetlerde görülen ve bilinenlerden çok daha fazla olabilmektedir. Şimdiye kadar bu hususta imal-i fikir eden mütefekkirlerin dikkat etmedikleri cihet şu ki, bu problem, medenî cemiyetlere mahsus olan ve “medenî” bir cemiyet hayatında kaçınılması mümkün olmayan cinsten bir problemdir. Ve bizzat medeniyet bu sosyal adeletsizlik temeline istinad etmekte ve bu halin artışını terviç ve teşvik etmektedir. Vaktiyle kapitalist endüstri cemiyetlerinin sosyal organizasyonuna bir tepki olarak doğan ve gelişen, Marx’ın komünizmi, Proudhon ve Bakunin’in anarşizmleri ve meselâ Amerikalı Henry George’un “tek vergili iktisadî sistemi” gibi nazariyeler, muhtelif ülkelerde tatbik edilmiş ve edilmektedir. Netice pek parlak değildir.
Kanaatimce bunlar arasında sadece Leo Tolstoy’un görüşleri, o da ancak bazı çok yeni teknolojik gelişmelerin zorlaması sebebiyle, nisbeten gerçekleşmesi mümkün olan bir çözüm yolu olarak aktüalitesini muhafaza edilebilecek gibi görünmektedir. Bu zat, “Sosyal sınıflar arasında istismar ve sosyal adaletsizlik olmaması için ve emeğin yabancılaşması gibi kötülüklerden kurtulabilmek için tek bir çare olduğunu, bunun da herkesin bütün ihtiyaçlarını bizzat üretmesi ve başkalarından hiçbir hizmet talep etmemesi olduğunu” iddia etmişti. Zamanında çok revaç bulan ve Tolstoy’cu cemiyetlerce çeşitli ülkelerde tatbik dahi edilen bu görünüşün başlıca kusuru şudur: Böyle yaşamayı kabul ettiğimiz takdirde medeniyetin pek çok kolaylığından ve konforundan vazgeçmek ve ancak zarurî ihtiyaçlarımızı üretmekle iktifa etmek zorunda kalırız. Aksi takdirde, bütün ihtiyaçlarımızı tek başımıza karşılamamız mümkün olmadığından, işbirliği yapmak zarureti ve binnetice sosyal adaletsizlik kaçınılmaz olacaktır. Medeniyet hürriyeti ve huzuru yok etmiş, fakat bunların yerine vazgeçemeyeceğimiz birtakım nimetler ikame etmiştir. Ancak bugünkü Amerika ve Japonya’da proleteryanm vazifesini artık robotların yapmaya başladığını ve yakın bir gelecekte, belki de bütün ihtiyaçlarımızı robotların karşılamakta olduğu bir dünyada yaşamaya mecbur olacağımızı hesaba katacak olursak, bunun bir bakıma diğer insanların emeğine artık ihtiyaç kalmayacağı için gerçekleşmiş olacağını ve sosyal alienationun yerine makine alienationunun geçeceğini söyleyebiliriz.”
Dipnotlar:
1. Henry D. Thoreau, Walden and Civil Disobedience, New York 1960, s. l
2. “Thoreau” maddesi, The Encyclopedia of Philosophy, Edo by, P. Edwards, New York 1978, c. 8 s. 250.
3. P. Miller, After Wards (Halden), s. 250.
4. Ibid., s. 252.
5. Ibid., s. 252.
6. R. Rolland Tolstoy, Varlık Yayınları, 1969, s. 161.
7. Ibid., s. 160.
8. H. Troyat, Tolstoy, Penguin Books, 1980, s. 741.
9. H. Thoreau, “Civil Disobedience” s. 222.
10. Ş. Uçar, “Kelime-i Tevhid”, Yeni Düşünce Dergisi, Ankara 1987.
11. D. Reismann, The Lonely Crowd, Passim, s. 15-40.
12. Michael Moran, “Thoreau” maddesi, s. 122.
13. Ş. Uçar, “Patterns and Trends in History”, S. Ü. Edebiyat Dergisi, s. 3, 1986, s. l88.
14. Ş. Uçar, “Gençlik ve Yabancılaşma”, Sempozyum Bildirisi Sivas 1985, s. 261-262.