I
İşte sabah yıldızı! işte bitiyor gece
-Uyandırdı dağları – şafağın parmakları-
Ey karanlık gönlümü kavrayan el gizlice-
Seninle doğar Kelâm ve seninle her hece-
Şiir olur akıtır şaraptan ırmakları-
Sularsın gönülleri, o susuz toprakları-
Yağmur olur çilersin toprağa ince ince…
Altın rengi filizler getirir ilk baharı,
Bir mevsimlik çiçekler solup döner yaprağa,
Ve sonunda boş kalır ağaçların dalları
Sessizce akar zaman çürütür her meyveyi…
Kalk, çalış! çünki bu ân, gül yaprağından ince
Şafak sona ermeden söyle bitir herşeyi,
Şâir! geçen zamanı yoğur alın terinle
Şiir bahçelerinden gül devşir ellerinle:
II
O destan çağlarından, vahşî orman sesinden,
O kayıp cennetlerin altın pınarlarından,
Dağdan dağa seslenen gür çoban nefesinden-
Doğma bir şiir: Âdem… Âdemin hikayesi,
‘Altın Çağ’ın destanı ile başlasa bile,
Âdem zavallı şimdi- çünki kısıldı sesi…
Tanrıya baş kaldıran o Âdem nerde şimdi?
Hani kayıp cennetin o mutlu hür -insanı?
Hani Tuba Ağacı, hani Kelâm Sahibi?
III
İlk “iğvâ” Kelâm idi:
Âdem ejderi görünce,
Allı pullu, süslü, ince;
“- Sen başkasın!” demişti, “Cennetdeki herşeyden”
Ejder dile gelip birden
“-Öyle mi dersin?” dedi.
Şaşırdı Âdem büsbütün
“- Hey sen konuşuyorsun?”
dedi hayretler içinde,
“Tıpkı Tanrımız gibi…”
“- Sen de öyle!” dedi ejder, “Senin de Kelâm’ın var!”
Ve Kelâmdır aldatan, iğvâ eden Âdemi
Âdem o zaman bildi
Ki tıpkı Tanrı gibi
O da Kelâm Sâhibi’ydi
Heyhat! tabiat dilsiz
Herşey ondan farklıydı: Herşey ona yabancı-
Yalnız yaratmış hilkat Yalnız yaratmış Âdemi….
İlk “iğvâ” Kelâm idi.
IV
Âdem ne için var? “Kelâm” ne için?
Her ne ki olduysa Kelâm’dan oldu
Vaktâ ki yüce Allah diledi yaratmayı
“İlâhi Kelâm”ından “Kün!” emri geldi
Bir altın şafağı doğurdu gece.
Ve zulmetden nûr’a geçerken zaman
Yokluktan bu Varlık doğmadan önce
Âlemi yaratan yüce Tanrı’dan
Tanrı’dan almıştı Kelâmı Âdem.
“Öğretdi Âdem’e bütün esmâ’yı.”
Bütün isimleri alıp Tanrı’dan
Varlığa, bilgiye, “söz”e, herşeye
Bir isim takarak koydu “Yasa”yı
Kelâm ile geldi “Kötü ve İyi”.
Heyhat, güneş batınca, ne kalır ki geriye?
İşte bütün mesele:
Âdem: Kelâm Sâhibi-
Kendini Tanrı gibi
Görüyordu kendince.
Tanrı’ya benzese bile
Yalnızca “ism”i bildi
Bilmedi “müsemmâ”yı”
Öğretmemiş olsaydı keşke Bilgi Ağacı
Karanlığın yüreğine gizlice
Öğrenmezdi belki de Havva’da utanmayı..
V
Bilgi Ağacının yasak meyvesi-
“-O yasak meyveyi yersen – bilgili olacaksın,”
“Tanrı gibi olacaksın,” diyordu Ejder,
“-İyi ve Kötüyü meyvelerinden-
“Tanıyacaksın!”
Önce Havva tattı yasak meyveyi, sonra da Âdem
İnsan çıplak dolaşamazdı-
Öğrendiler utanmayı Havva ve Âdem
Herşey onlara yabancı ve onlar insân idi
Ve buyruk odur, ki:
“-Saklasın o meyveyi – Toprağa gömsün Âdem
Olsun Toprak Sahibi! toprağın verdiğini,
Artık ‘Alın Teri’yle toplasın, yesin Âdem,”
O toprağın kölesi
Cennetini kaybetti!
HAABİL’İ ARAYAN KAABİL
Cennetden kovuldu Âdem
düşman idi oğulları
arz ise ebedî matem…
Haabil’in kaatili Kaabil
yeryüzü cehenneminde
ümitsiz, muzdarip, sefîl
göçebe kalbin çölünde
yaşamak umrunda değil
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”
Gezdiriyor küçük oğlu
onu arzın her yerinde
dağda, ovada, ormanda
ışık yok gözlerinde
diz tutmuyor, göz görmüyor
eli oğlunun elinde
her taş her kaya ardında
Haabil’i arıyor Kaabil
göçebe kalbin çölünde
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”
Oğlu küçük, aklı ermiyor
acıyor babaya oğlu
ağlamaklı “-baba!” diyor
“baba bu dağ, baba bu göl,
baba bu çöl… ıssız bir çöl!
nerdedir kardeşin Haabil?”
Haabil Kaabil’in dilinde
Kaabil’in kalbinde Haabil
eli oğlunun elinde
göçebe kalbin çölünde
Haabil’i arıyor Kaabil
“-Haabil! Haabil! nerdesin Haabil?”