İÇİNDEKİLER
YÂ HÛ
İlâhî Kelâm’a Gazel ………. 11
Münâcât-i Şeydâ ………. 12
Münâcât-ı Şeydâ ………. 13
Salavât-ı Sa’dî ………. 14
Na’t-ı Nebî ………. 15
Na’t-i İşraak-i Muhammed Mustafa ………. 16
Uykuyla uyanıklık arasında Sabâ Ezanı ………. 20
Yâ Hû ………. 22
Selâm ………. 24
ZERVÂN (SONSUZ ZAMAN)
Phoenix ………. 29
Zervân (Sonsuz Zaman) ………. 32
Hz. Mevlânâ’dan Bir Rübâi Tercümesi ………. 45
Alâeddin Makaamesi ………. 46
Bin Yıllık Ölüm ………. 52
Salâ ………. 55
Hüküm gecesi ………. 61
Misafir ………. 67
Akbaba ………. 69
Sonsuz Hayat / Sonsuz Ölüm ………. 70
KAR ÇİÇEĞİ AÇARKEN GECELERİ DAĞLARDA
Muvaşşah ………. 75
Bir Daha Aslâ ………. 77
Ouo Vadis Domino? ………. 78
Alacakaranlıkta Kızılırmak Zamânı ………. 80
Kaf’dan Kaf’a ………. 87
Dağ Nefesleri ………. 91
Okyânus ………. 97
Gökyüzü ………. 104
Esto Memor: Hatırla! Hatırla ey Gökyüzü ………. 106
Işıktan Sonra Karanlık ………. 110
Kar Sesi ………. 112
Ney ………. 114
Janus ………. 116
Sis ………. 118
Kar Çiçeği Açarken Geceleri Dağlarda ………. 122
MÂLİHULYA
Şâirin İlhâmı ………. 129
Metamorfoz ………. 133
Zen Paradoksu: Şiire çağrı ………. 137
Mâlihulyâ (Omega Melancolia II) ………. 144
ESÂTÎR-EL-EVVELİN
Kelâm ………. 151
Haabil’i Arayan Kaabil ………. 156
Sphinx ………. 157
Molok ………. 161
Persona ………. 165
Tyresias ………. 171
Kör Kadın ………. 172
Ölü Deniz ………. 174
De Rerum Natura (Lucretius’a Nazire) ………. 178
Mâyâ ………. 183
Janus ………. 184
Çin Fağfûrunun Şiiri ………. 186
Hasan Harakaani’den Bir Rübâi Tercümesi ………. 187
Mağrâ ………. 188
Bâyezîd Makaamesi ………. 193
İLÂHÎ KELÂMA GAZEL
Nihân ettim Kelâmım; gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu
Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşâ
Nihân û âşikâr ammâ, söz oldu; söz medâr oldu
O söz, goncâ gül oldu “Küntü Kenzen” sırrını açdı
Bu söz cân içre cân oldu; gül açdı; gül-i zâr oldu
“Kün!” emrinden zamân oldu; zaman, kevn ü mekân oldu
Kelâmdan cân cân oldu, Kelâmdan vâr vâr oldu
Gönül ekmek yemez; cânım “Kelâmullah”la can buldu
Kelâmım câna can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu
Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam Hakk’a
Bu ma’nî-i kelâm Halk’a bu gönlümden nisâr oldu
Eğerçî âh ü zâr eyler, Kelâmla iftihâr eyler
Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr ü ne zarâr oldu
“Meta’-î nengden ârem” bu Şeydâ sözde “hem-vâr”em
Eğerçî fikr-i âvârem bu aşkâ lâlezâr oldu
Bidâyetde Kelâm vardı: “İlâhî Nefha”nın savtı
Zuhûru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu
Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.
MÜNÂCÂT-İ ŞEYDÂ
Şifâ hâhed dil-î bîmâr ilâhî
Kiyest cüz tû merâ hem yâr ilâhî
Be-pîş-î tû eger çîzî nedârem
Güneh dârem afüvv kâr-ı ilâhî
Günehkâr-i hacîlem ger men-î zâr
Dil ez lutf-î tü ümmidvâr ilâhî
Dilâzârî künem gerçî be-nâdân
Tüyî dostem cihân ağyâr ilâhî
Tü halk kerdî dil-i sâfem, tü dânî
Nedâned dil kiyest dildâr ilâhî
Tecellî kün ki kalbem bâd pür-nûr
Ki in şeydâ büved huşyâr ilâhî
MÜNÂCÂT-İ ŞEYDÂ
Şifâ ister dil-î bîmâr ilâhî
Ki senden gayri kimdir yar ilâhî
Sunâcak gerçi nesnem yok önünde
Günâhım var afüvv kâr-ı ilâhî
Günâhımdan utansam da ben ey yâr
Gönül lütfundan ümmidvâr ilâhî
Eğer nâdânların gönlün kırarsam
Sen ol dostum cihân ağyâr ilâhî
Bu saf gönlüm yaratdın, sen bilirsin
Gönül bilmez kim ol dildâr ilâhî
Tecellî et ki olsun kalbi pür nûr
Ki bu şeydâ ola huşyâr ilâhî
SALAVÂT-I SA’DÎ
Beleğa’ulâ bikemâlihi
Keşefe’d-dücâ bicemâlihi
Hasunet cemiü hısâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi”
(Şeyh Sa’dî Şirazi: Gülistan’dan)
“Erişir göğe, o kemâl ile
Gece nûr olur, o cemâl ile
O kemâl, o hüsn-ü hısâl ile
Salavât ona, dahi, âline
Sallû aleyhi ve âlihi”
(Türkçesi: Ş. Uçar)
NA’T-I NEBÎ
Beleğa’l-ulâ bikemâlihi
Keşefe’d-Dücâ bicemâlihi
Hasunet cemîu hisâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi.
“Erişir göğe, o kemâl ile
Gce nûr olur, o cemâl ile
O kemâl, o hüsn-ü hısâl ile
Salavat ona, dahi, âline
Sallû aleyhi ve âlihi”
Ne zemindedir, ne zemandadır
Ne Medine’de, ne Kenan’dadır
O gönüldedir, gönül ondadır
Adı dildedir, dil o candadır
Sallû aleyhi ve âlihi
Ne Medinede, ne de Mekke’de
Ne bu câmide, ne o tekkede
Ne kilîsede, ne de Büt-gede
“O gönüldedir!” O gönülde, de
Sallû aleyhi ve âlihi
Hani ey gönül, eremez misin?
Nicedir bu yol, göremez misin?
Yoluna başın veremez misin?
Gecenin izini süremez misin?
Sallû aleyhi ve âlihi
Kokusun alıp, o gül – Ahmed’in
Nitekim bu na’t-ı Muhammed’in
‘Ere cennete, gülümüz’ dedin,
De ki aşk ile, salâvat edin
Sallû aleyhi ve âlihi.
NA’T-İ İŞRAAK-İ MUHAMMED MUSTAFA
Beleğa’l-ulâ bikemâlihi
Keşefe’d-Dücâ bicemâlihi
Hasunet cemîu hisâlihi
Sallû aleyhi ve âlihi.
I
“Erişti oldu ulyâ, kemâli ile
Açıldı karanlık cemâli ile
Güzeldi o cümle hisâli ile.
Duâmız onunla ve âli ile”
Besmeleyle başlarım ben na’tına
Ey karanlık giceler işraak eden
Gönlümü aydınlatan kutlu çerâğ
Ahmed-î Muhtar Muhammed Mustafâ
II
Çünki işraktan gelir nûr-i safâ
Mustafâdan, Mustafâdan, Mustafâ.
III
Şafağın ilk ışığıydı, ışğı…
Mağarânın kapısında sızıyor,
Şafağın ilk ığışı:
Kuru ekmek azığı,
Suyu Zemzem suyudur,
Geceler uyanıktır,
Gündüzleri gecedir,
Çöldür onun toprağı
Çöl gibi ıssızdı kalbi: Çöldü O!
Bu çölde kaybolmuştu -kendini arıyordu…
Kalbinde yanardı sanki güneşler
Gün âteş, gönlü âteşdi, yanardı
Aynası yoktu / aynası çöldü onun, saçları uzamıştı.
-Bir susuz çöldür yanar dil, derdi kaynar kum gibi-
Yalın ayak, baş açık, kızgın kumda yürüyordu
Aynası güneşti onun
Her yanda güneşler görünüyordu
Yoldaşı güneşti: Güneşle yürüyordu.
Hirâ Mağrâsına vardı:
“Vâdi-î vahdet” hakikatdê Hirâ Mağrâsıdır
Hirâ Mağrâsıdır işraak zamânı…
IV
İşraak! Nedir İşraak?
Çünki işraaktan gelir Nûr
İşraak / Onun ışığı / O ışıktı / İşraak O’dur!
çünki işraktan gelir nûr
Ey gönül işraak eden yâr
Şafağın ilk ışığı
Mağarânın kapısından sızıyor…
Gündüzleri geceydi o Mağrâda
Mağrâda ki sessizliği dinlerdi
Unutmuştu yüzünü annesinin
“Dürr-i Yetîm” annesini özlerdi
Gece oldu, geceler aah, karanlıktır, uzundur
Çöl sıcağından îtikâf zordur….
Nihâyet gün sona erdi/ sonra bir gün/ bir gün daha
Receb ayı da geçti/ sonra Şâbân/ Ramazân
Şafağın ilk ışığı
Mağarânın kapısından sızıyor
Şafağın ilk ışığından
Cebrâilin kanat sesi duyulur
Uzletde… o mağrâda ve kırk yaşta Muhammed
Sessizliğin sesinden korkuyordu…
“- Yaaa!…
Muhammed, yâ Muhammed
Yâ Muhammed Mustafâ!”
V
Mağrâ ki dile geldi, dedi çünki Muhammed
Dağ taş ona seslendi; selâm verdiler ona
Ses oldu…. Selâm oldu, Kelâm oldu o işraak
Vahyetti o Furkaanı Muhammed kuluna Hakk
Nûr oldu cihân, aşk ile garkoldu zemân, aşk!
Gül goncası gül açtı ki vahyetdi ona Hakk
VI
Gül yüzünden bir haberdir gül senin yâ Mustafâ
“İkra” emrinden gelir ifşâ-yı din yâ Mustafâ
Yâ Muhammed, yâ Muhammed, yâ Muhammed Mustafâ
Ahmed-î Muhtâr ü Mahmûd ü Muhammed Mustafâ
Orda işraak oldu zulmet / vahy-i vahdet sırrı oldu
Orda doğdu nûr-i vahdet / Vâdi-î vahdet: o mağrâ
Bir çorak vâdîde doğdu, âleme Asr-ı Saâdet
Kutlu bir ân, kutlu çağdı- âleme nûr-i hidâyet
Nûr-i Hafî, nûr-i celî / nûr-i islamdır Muhammed
Nûr-i Safiy, nûr-i velî / nûr-i irfandır Muhammed
Kâinatın iftihârı, sevgilinin sevgilisi, Ey en yüce sevgili
Ey hoş ol kim yâr ile yâr / yâr-i yâr / ey yâr-i ulyâ…..
VII
“Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ
Yâd-ı nâmından bulur gönlüm safâ
Es’salâtû ve’s-selâm ey Müctebâ
Dilde aşkın, dilde nâmın dâima
Es’salâtû ve’s-selâm ey Murtazâ
Çünki aşkınla bulur gönlüm şifâ
Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ
Ahmed-î Muhtâr Muhammed Mustafâ”
Ey karanlık gîceler işraak eden
Gönlümü aydınlatan kutlû çerâğ
Ahmed-î Muhtâr Muhammed Mustafâ
Çünki işraktan gelir nûr û Safâ
Mustafâdan, Mustafâdan, Mustafâ
Cân ü dihden söylerim ben na’tini
Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ
UYKUYLA UYANIKLIK ARASINDA SABÂ EZANI
I
Geceye şafağı müjdeler bir ses:
Allâhü ekber, Allâhü ekber
Kaalû Belâdan gelen bir nefes
Allahü ekber, Allâhü ekber
II
Ne aruzdur, ne hecedir
“Dost” ilinden gelen sözdür
görmedim dostu nicedir
ya bu esriklik nicedir?
bir düş ki gülden incedir
zaman şafaktan öncedir
sabâ makaamıyla gelen
gül kokulu bir gecedir.
III
Düş gerçeğe, gerçek düşe karışmış
geçen demler hayâl olmuş, düş olmuş
çünki bu hâtırâ / gördüğüm bu düş
bu düşe can fedâ, dost bize gelmiş.
IV
Gurbet elde çâresizdim, yalnızdım
garib şeyler görüyordum / her sabâh /
uyanırdım, uyandığım bilmezdim
karabasan gibi geçer her günüm
çan sesleri dinleyerek uyurdum
yâri düşümde görürsem, sevinir,
uyanır bu tecellîden korkardım
Îsâ Mesîh’le gezerdim düşümde
Ney üflerdim, türkü söyler, ağlardım
bana bir hâl gelmişti:
ben benliğim bilmezdim
“Düşman kavî, tâlih zebûn” idi / hem /
yâdımdaki gölgelerden korkardım
velhâsıl Belâ-yı Berzah’da idim:
Günüm karâ sevdâ gibi
Gecem şeb-î yeldâ gibi….
V
Bu nasıl bir düş ki böyle
geceyi böler / ezan sesiyle
unutduğum yıllar yâdıma geldi
duyar gibi oldum dostun sesini.
VI
Hey Dost düşte gördüm seni
kimbilir kim sen nicesin?
gerçi sözüm ermez sana
sorsam sabâ rüzgârına
gül kokulu bir gecesin.
VII
Kaalû Belâ’dan gelen bir nefes
Uykuyu bölüp der: Allâhü Ekber!
Geceye şafağı müjdeler bu ses:
Allâhü ekber, Allâhü ekber…..
YÂ HÛ
Ey hayâl kuran çocuk! unutup çocukluğu
geçmişi geleceği düşünüp, gülüyorsun-
yağmur damlalarında titriyor çocuk rûhu:
yağmur yağar, getirir, geçip giden günleri,
dağların beyaz tâcı, yağmurun gök kuşağı
altından geçen çocuk! çevir şimdi çenberi…
Bulutlar arasından süzülen gün ışığı
bir müjde getiriyor: Çan sesi duyuyorsun
-kuzuların boynuna takılan çanın sesi-
ve rüzgarda bir çoban kavalının nağmesi.
Saçlarını okşayan, otları eğen rüzgar
dilinde meyân tadı, iğde kokulu bahar
yıkandığın dereler, tırmandığın kayalar
aklına geliyor mu o kavalın nağmesi
meyân kökü sökerken söylenen kır türküsü?
Ellerinde karamuk / dilinde meyân tadı
nerde o Yeşil Mescid? cemâatin gür sesi?
mescidden taşardı nûr: Allâh’ın ulu adı
“Nûr üstüne Nûr” idi gönlümüzün bahçesi:
“Yâ Hû, yâ Hû, yâ men Hû
Yâ men leyse illâ Hû
Lâ ilâhe illâ Hû…”
Hâlâ kulaklarında çocukluk ilâhîsi
ve hâlâ dilindedir… gökyüzünün türküsü
ellerinde karamuk / dilinde meyân tadı
İğde kokulu bahar günlerinin türküsü:
Hey dağlar, yüce dağlar
ak saçlı koca dağlar
çocuk bir gök kuşağı
çocuk dev, cüce dağlar
Gökkuşağı paslanmaz
yağmur yağar ıslanmaz
deli gönül uslanmaz
aşsa da nice dağlar
Önce dağ gibi yaşlı
sonra çocuk olaydık
keşke çocuk kalaydık
nerde o yüce dağlar?
Nerde kahkaha dolu alıç ağaçlarınız?
ellerinde karamuk dilinde meyân tadı
nerde o Yeşil Mescid? cemâatin gür sesi?
mescidden taşardı nûr! Allâh’ın yüce adı
“nûr üstüne nûr” idi gönlümüzün bahçesi
“Yâ Hû, yâ Hû, yâ Men Hû,
Yâ men leyse illâ Hû
Lâ ilâhe illâ Hû…”
SELÂM
“kad enâr el-aşk lil-uşşâki minhâc’il-hüdâ”
(aşkıdır aydınlatan âşıkların yollârını)
Fuzûlî
I
Şafak vakti sönerken gecenin kandilleri
yanar derûnünde kalbin
zeytin yağından bir kandil
pür-nûr olur fânûs-u dil
ey gönül, “mişkât-ı envâr”
selâm fânûs-u diline…
Besmeleyle çıkar yola
şafak vaktinde açan gül
selam verir sağa sola
salkım söğüdün ardından
kalbe doğan altın güneş
selâm ârifler gönlüne…
Selâm olsun Evvel, Âhir
selâm ey Bâtın, ey Zâhir
selâm kutlu gök, kutlu yer
selâm bahçenin gülüne.
II
Bu bahar dallarnıdan süzülen gün ışığı
“nûr üstüne nûr” olan bir Tanrı’dan
gönlüme bir ışık yolu açıyor
“aşkıdır aydınlatan aşıkların yollarını”
ey gönül “misbâh-ı envâr”
bu selâm nûr yoluna.
Zeytin ağacı, zeytin ağacı
güzel kelâm, güzel zeytin ağacı
köklerin kalbinde arzın/
göklere uzanmış dalların
selâm zeytin dalına.
Dalında kuşlar öten pür-nûr zeytin ağacı
dua eder şafak sökerken hergün
yaprakların uzun uzun
dünyamıza huzûr, sükûn
bağışla zeytin ağacı
selâm zeytin dalına.
III
Şafak vakti sönerken gecelerin kandilleri
zeytin yağından bir kandil
yanar derûnünde kalbin
pür-nûr olur fânûs-u dil
ey gönül, “mişkât-ı envâr”
selâm fanûs-u diline…
PHOENIX
“Tao hayat yoludur ve her şey Tao’dur”
Lao Tse
I
Ve Ebâbil kuşları
Çırpınarak kanat kanat
Kanatlarını açarak
Bir çırpıda aştılar
Rûh uçurumlarını
Ve Mâyâ’yı
Ve kuşatıp gerçeği
Kapladılar semâyı.
Ve Ebâbil kuşları -cehle ve zulme inat-
Orduyu kuşattılar ve taşlar fırlattılar
-Yıkar bâtıl düşleri çökerken her Saltanat-
Ordular yok oldular
Ve o kuşlar gittiler.
II
Ve Ebâbil kuşları
Dünyâyı düşünmüşler:
Bu Mâyâ’dır! demişler; bu Mülk ve bu Saltanat.
Ey ruhların berzahı,
Ey aldatıcı dünyâ! Seni de aşacağız
Ey kışkırtıcı rü’yâ! Gerçeğe ulaşacağız…
“Âlemlerimizden sefer” ederek, berzahlardan geçerek
Bin yıl boyunca uçmuşlar-yorulmuş gümüş kanatları
Ama birbirine yaslanarak, birbirine seslenerek
Yola devam etmişler
Sîmürg’ü bulmaya and içmişler: Bin yıl daha uçmuşlar
Yoruldukça ilhî söylüyormuş o kuşlar:
Çünki her şey bu yoldur
Bu yol hayat yoludur
Ve bu yoldan geçerek
Cümle gülzâre gelir.
III
Kanatlanıp aştılar rûh uçurumlarını: Ve Mâyâ’yı
-Dünyâyı- ve Moksâ’yı aştılar.
Bir uçuşta geçtiler bu âlem-i berzahı
Nirvânâ ülkesinde İllâ’ya ulaştılar:
Varlık bir serâb idi: Yokluk dahi seraptır.
IV
Ve orda çintemânî: Buda’nın üç incisi
-Nirvânâ ülkesinde, Lâ ve İllâ Mülkünde-
O ziyâfet sunulur;
Ve bir inci yemişler
Esrârı anlamışlar.
İkinciyi yemişler,
Birer Phoenix olmuşlar.
Ölümsüz Phoenix gibi;
Yanıp kül olsa bile -Külleri dirilen kuş!
Yeniden dirilişin, O Sîmürg’ün tılsımı
Saymışlar üçüncüyü
Kalplerinde gizlemişler.
V
Çintemânî’yi bulunca, Lâ ve İllâ sırrını
Ying ü Yang’a kavuşunca, âhengin esrarını
Keşfedip anlamışlar Tao’nun sırlarını
Dokuzuncu felekte “Kelime”yi öğrenmiş
Îsâ ve Rûhü’l-Kudüs bâbını okumuşlar…
VI
Bütün felekleri geçmiş, sonsuzluğa kanat açmış
Lâ-mekân ülkesinde, sonsuzluk okyanusunda
Allah’ın huzurunda
Yeniden açmışlar o şehâdet sancağını:
“Lâ İlâhe illallâh!”
O şehâdet sancağıyla
Ve Lâ ve İllâ kanadıyla
Dönmüşler bu Kevn ü Fesâd’a…
VII
Ve işte ben-
Gözlerim gökyüzünde,
Onları arıyorum:
-Yıldızlar arasında: Onları görüyorum-
Çünkü her şey bu Yol’dur
Bu yol Hayat Yolu’dur.
Ve bu yoldan geçerek
Cümle gülzâre gelir.
ZERVÂN (SONSUZ ZAMAN)
Ne zindeem ez hicr-i tü ne mürdeem ey şuh
Feryad ez in nevi vücud-i adem-alud
Yavuz Sultan Selim
Ne canlıyam ne ölmüşem çün ayrıyam senden
Feryad yokluk bulaşmış bu varlığın elinden
I
Ey iki yüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İki yüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader
Geceden gizli açan bir gül olur bir zamân
Bir ân kanlı lâledir! bir kâse dolusu kan
Bir ân çan sesi gelir, yola düzülür kervân
Bir ân Sûr-i Sirâfil: ebedî şimdiki ân!
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.
II
Şafak vakti çalan çan! Yola çıkıyor Kervân
Önümüzde sonsuz çöl, ardımızda Rûzigâr
Kum tepelerde yiter, silinir izlerimiz…
“-Ey deveci, develer
Yorgundur / yük ağırdır
Öyle şarkı söyle ki,
Aşka gelsin develer”
Gözyaşıyla yıkansın kum dolan gözlerimiz
Zaman denen Ankaa Kuşu
Hiç benzemez başka kuşa
Çabuktur kanat çırpışı
Çabuk geçer yazdan kışa.
“-Ey deveci, devemiz
Yorgundur / yük ağırdır”
O şarkıyı söyle ki,
Söylemiştir pîrimiz!
“Cân ararsan, cansın
Nân ararsan, nansın
Bu nükteyi anla ki
Ne ararsan, ondansın!”
Rüzgâr esip geçiyor, geçip gidiyor Kervân
Rüzgâr kanatlı zaman / yürüyor çölde kumlar
Ve kum tepelerinden silinir izlerimiz…
III
Hem geçmiş, hem gelecek: iki yüzlüdür Zervân:
“Geçen geçmiştir, istikbâl gâibdir / geçer zamân
Sana yalnız şu ân kaldı, içinde olduğun şu ân!
Şu geçen “ân”dır Zervân: yok olup, yiten zamân
Şafakta çan sesi var; geçip gidiyor kervân
IV
Ey iki yüzlü Zervân! Sen ey ebedî nisyân!
Hem Âhurâmazda’sın, hem karanlık Ehrimân
Zerdüşt yaktığı zaman bu idrâk kandilini
Bir devler savaşında arada kaldı insân…
Ve gecenin bağrından çıktı gül yüzlü şafak
Çölde doğan o şafak yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in her putu kırdığına.
Gördü “Darb-ı Kelîm”in kayaların kalbine
Vurarak âb-ı hayât bulduğunu bu çölden.
O Kazıklar Sahibi Firavn’i yenen âsâ
Âsâ da bir Mûsâ’nın elinde olur âsâ!
Çok kervân geçti çölden: Dâvûd, Süleymân, Îsâ…
Ve Muhammed Mustafâ katıldı bu kervâna!
Canlanıp, hayat bulan bir avuç toprak gibi
“Lâ ilâhe illallah!” dedi cân ü gönülden
Bu tevhîddir erişir karanlıktan şafağa…
V
Ne zemîn kaldı ne zamân; ne iki yüzlü Zervân
Çünki vahdet münezzeh zamandan ve mekandan
Zamân aşk ile doldu; mekân nûra gark oldu
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
“Lî maallâhi vaktün!” dedi çünki Mustafâ
“Allâh ile bir vaktim var!”: ebedî şimdiki ân…
VI
Şafakta ezan sesi; yola çıkıyor Kervân
Bu sonsuz yolculuğun rehberi Mustafâdır.
Zamân bu Kervândadır, bu kervân içre mekân
Çöl yok artık, kervân var: Kervân, bütün dünyâdır!
“El-Mülkü Lillâh!” dedik: “Mülk Allâh’ın!”, öyleyse
Bütün Dünyâ bizimdir ve bu zamân da bizde
Bir Kervân türküsüyle gelir gönlümüz vecde
İki yüzlü de olsa zamânımız, her zamân
Beyin kâfir olsa da, kalb dâimâ Müslümân…
VII
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor: uyan ey yolcu, uyan!
Katıl bu kervancının sonsuzluk nağmesine
Zamân bu nağmededir / Ebediyyet: şimdi! bu ân…
VIII
“Câme-siyeh ger küfür
Nûr-u Muhammed resîd”
“Vakt şüd ey mürdegân
Haşr-i mücedded resîd.”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Kervânımız yürüyor / Uyan ey yolcu, uyan!
Geldi Diriliş Çağı: Ey ölü gönül, uyan!
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kutlu bir ışık doğdu
“Nûr-u Tevhîd çevirdi karanlığı şafağa.
“Kar cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişti
Vakt erişti Ölüler, yeni bir Haşr erişti!”
Dağların, denizlerin ufuklarından, şafak
Göklere erişerek aydınlatır geceyi
Ey Ölü-gönül, uyan
Diriliş vakti bu ân
Uyan ey gönül, uyan!
IX
“Haber kün ey sitâre yâr-i mârâ”
“dil çü süturlâb şüd,
âyet-i heft âsümân”
Ey gönül usturlâbı! İşte Şafak Yıldızı…
“Haber ver ey sitâre
Haber ver yârimize”
“Ki gönül usturlâbı
Yedi göğün âyeti…”
Dünyâ nedir ki bize? Nedir bu devrân, nedir?
Bu Kubbe-i devvâre,
Dönen gökler, güneşler,
Saman Yolu, bir zerre,
Bir zerredir âsümân.
Bu sonsuz kâinât ne? Yalnızca bir damla kan…
Bütün bu kâinatdan daha geniştir bu cân
Çünki sığar kalbine rahmeti sonsuz Rahmân
Kâinat vâr olmadan/zamân, olmadan zamân
“E lestü bi-Rabbiküm?” hitâbının cevâbı
“-Belâ!” demişti ruhlar; “Belî!” dediğin zaman
Bir ışıktır, çevirir karanlığı şafağa…
X
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Îran-zemîn’de zamân Zümrüdü Ankaa gibi
Yanıp kül olsa bile / küllerinden dirilen
Ölümsüz bir kuştur ki- tüyleri Gökkuşağı
Şafak yüzlüdür Hürmüz
Karanlıktır Ehrimân!
Zervân, o sonsuz zaman, o iki yüzlü Zervân
Bir “ân”a sığdırsa da insanın kaderini
Böyle buyurdu Zerdüşt:
“-Zervân içinde yürür; geri dönmez bu kervân
Gidişi var, dönüş yok; yalnızca bir tek sefer”
Ebediyyet bu ândır… bu ân’a bağlı zafer
Kuzgunlara sunulsa bile insanın leşi,
Bir ân olsa da ömür, Tanrı dilerse, bir ân,
Bir ândır Ebediyyet, bir ân inanmak yeter!
-Karârın nedir şimdi?
– Kötülükle savaşmak / iyiliğe inanmak!
– Nedir bir ân inanmak?
– Pervâne gibi yanmak!
Gönül âteş-gededir: Gönül bir aşk çerâğı.
– Yürek nedir? Yanmaktır, pişmek, kavrulmak, yanmak!…
– Kaderin efendisi kim? / Sensin! İnanan insan!
Uyan ey gönül, uyan
Geldi diriliş çağı
Ey Ölü-gönül, Uyan!..
XI
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu…
“- Bu yol, hayat yoludur!” derdi Üstâd Lao-Çe;
Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu.
Gönül bir özge cândır: Hem şâhin, hem güvercin
Karanlıkta parlayan
Bir çift gözdür o kaplan
Hem erkek, hem dişidir
Hem avcı, hem avlanan
Hem Yolcu, hem Yol’dur O
Her iklîmi dolaşır
Gönlü geniş, ufku hür…
Gobi çölünü aşar
Varır Sarı Irmağa
Her kalıba girer O
Ying ü Yang’ın ahengi / Tao’nun sırrı budur:
“Değişmeden-değişen” bir bulut; ve bir sağanak
Şimşek çakar ve söner: bir ân!
Gök gürültüsü; Yağmûr
Mührünü vurur Çağ’a…
XII
Yürekte hırs var, kîn var: Kirli kan var yürekte…
Dinler Sidarta Buda Ormanda bir ırmağı
Ormanın gölgeleri, “Mâyâ”dır; Gerçek değil!
Ormanda sonsuz-sükûn, “Ebedî ân”dır; geçer
Kaderin cilveleri, “Karmâ”dır… Gerçek değil!
Orman susar ve söyler: Sessizliğin dili var…
– Söz nedir? Söyleyenin kadri kadardır “söz”ü
Ne eksik, ne fazladır: tam sözü gibi özü!
Söz söyle, boş söz değil; çöz ey Sükût dilini!
Buda’ya sırlarını anlatır Irmak şimdi…
Anlar Buda, Irmağın, arzûların dilini
Mâyâ’dır Dünyâ,
Moksâ’dır Arzû,
Serap’tır Karmâ.
Bu Varlık bir serap’tır: Yokluk dahi Seraptır.
Nirvânâ: hîç ender hîç! Serâb içinde serâb…
“- Ey Suya düşen gölge!” diyor Irmak, Buda’ya,
Su temizdir kaynakta: kirli kan var yürekte…
Yürek yıkanmak ister/
Yürek ister, yıkanmak!
Ganj’da yıkanmak değil/Deri yıkamak değil,
Rûh’u yıkamak gerek,
Yıkamak gerek Çağ’ı
Ve kuşanıp Gerçeği; aşmak gerek Mâyâ’yı…
Sonra Aziz Buda’yı
Budayıp put yaptılar
Tebessüm eden bir put
İnsanların taptığı,
Tebessüm eden bir put, insan ahmaklığına…
XIII
Çölde doğan o şafak, yıldız dolu geceden
Şâhitdir İbrâhim’in putları kırdığına
Bâbil Tanrılarını: Gökteki Yıldızları
Beğenmedi İbrâhim… Ay’dan da gönlü geçti.
Ve Mısır’ın Tanrısı “Güneş’ten de vazgeçti
Batışına bakarak ayın da, güneşin de
“Lâ uhibbul-âfilîn!” (Batan şeyleri sevmem!)
Dedi, kendi gönlünce.
Baktı kendi gönlüne:
Orda Tek Tanrı vardı,
Bütün putları kırdı.
İbrâhim Milletiyiz: Putumuz yoktur bizim
İbrâhim Milletiyiz: Tanrımız Tek’tir bizim!
Sen ey Destan şâiri! taa Zerdüşt’ten bu yana
Bak Ölüler dirildi: Sen hâlâ uykudasın
Halîlullah İbrâhim kırdı putları ama
Putlar bile dirildi-
Ey “ölü-can”lı insan, sen niçin dirilmezsin?
Kelîmullah’dı Mûsâ: gönlü Sînâ Dağ’ında
Tûr-i Sînâ’dır gönül çün “belî” makaamıdır!
Bak Mûsâ indi dağdan / Îsâ çıkıyor dağa
Zeytin Dağı’nda vaaz eder: Kelâm onun Kelâmıdır
Kelimetullah İsâ
Çık Golgatha Dağı’na
Sen kendin yapıyorsun ve kendin taşıyorsun
Çarmıhını sırtında…
Habîbullah Mustafâ katıldı bu Kervân’a
Su içerek canlanan kurak bir toprak gibi
“Lâ ilâhe illallâh!” dedi, cân ü gönülden
Bu Tevhiddir çeviren Karanlığı Şafağa…
XIV
“Tabl-ı kıyâmet zedend, sûr-i Haşir şîdemed”
Ey kara cübbeli Küfr! Sen ey insana tapan,
Kendi putuna tapan, put yaparak uyuyan-
“Uyuyan insan düş görür: Ölülerle konuşur-
Uyanan insan ibret alır, uyuyanlardan!”
“Kara cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişir
Vaktidir ey ölü-can, diriliş vakti bu ân!”
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından
Karanlığı yok eden kulu bir ışık doğdu
Anlamasa da Küfr’ün Karanlığı, Işığı
Nûr-u Muhammed ile yeni Haşr oldu Zervân
Diriliş vakti şimdi, mahşer vaktidir bu ân
“Sûr-i Sirâfil ile Tabl-ı Kıyâmet vuran”…
Ebediyet “şimdi”dir! Ebedî çünki bu ân
Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.
Geçip gidiyor Kervan: Uyan ey yolcu, uyan!
“Uyan derin uykudan
Derin uykudan uyan”
Ey Ölü-gönül, uyan!…
- MEVLÂNÂ’DAN BİR RÜBÂİ
“Âteş nezened der dil-i mâ, illâ Hû
Kûteh neküned menzil-i mâ, illâ Hû
Ger âlemiyan cümle tabîban bâşend
Hallî neküned müşkil-i mâ, illâ Hû.”
Âteş yakamaz gönlümüzü, illâ Hû
Noksân olamaz menzilimiz, illâ Hû
Hem cümle cihân olsa tabîb, bu derde
Halleyleyemez müşkilimiz, illâ Hû
(Türkçesi: Ş. Uçar)
ALÂEDDİN MAKAAMESİ
I
Şafakta gül açarken bir uykusuz geceden
Düştü çiğ tânesi gül yaprağına
İçtim yanâ yanâ ben o şaraptan
Güle geldim geceden…
Serhoş mudur, şeydâ mıdır bilemem
Yâr kokusu gelir gülün terinden
Şerh edemem, söylesem ahvâlimi
Sabredemem, söylemesem hâlimi.
Şikâyetim var öz nağmelerimden…
II
Yaar!
Yâr-i yârdir pîrimiz
“Kâr kâr-i mâst, çün o yâr-i mâst”
“Kâr bizim kârımız, çünki O’dur yârimiz”
Sâz bizim sâzımız, söz kimin sözüdür ya?
Bu nefes gülden gelir, hem bezm-i elestden geilr
“Her gül-î gülzâr bûyi:
Nâfe-î Kaalû Belâ!”
Düştü çiğ tanesi gül yaprağına
Üzüm suyu neme gerek, serhoşam şeb-neminden
Serhoş oldum kendi nağmelerimden
Serhoşam dilim durmaz
Söylerem sözüm ermez
Şikâyetim var öz nağmelerimden
III
Çok sözüm var söylemeyi bilmezem
Ne söyleyim- ne söylesem söz olur
Serhoş oldum, ağlar ağlar, gülmezem
“Yâr” bu gönlüm, söz de “serhoş-söz” olur
Düştü çiğ tânesi gül yaprağına
Ne kuyuya düşen ay/ ne leğende hilâl gördüm/
Çıban çıkmadı boynumda/ ayn’el-yakîn ay gördüm
O küçük çiğ tanesinde çıplak rûhumu gördüm/
Cihânı hep âl gördüm.
Hâli gördüm ân-be-ân/
Cânı hem ber-zevâl gördüm
Korkarım incitmeden yâri meğer/
Korkmasam her bir sözüm bin âh eder
Her ne dersen ey gönül/
Söz, zülf-i yâre dokunur
Hâlimi tarife söz yetse eğer
Dil neler söylerdi dildâre neler
Gül nâfesi üstüne…..
IV
Alâeddin serhoş bugün; sırlarını söylüyor
Câmi avlusuna mendil sermişim,
Mendilimin ortasına yüreğimi koymuşum,
Yüreğimi çırıl çıplak, sere serpe, soymuşum
Taa yüreğim ortasından bir türkü çıkarmışım
“Yâr yüreğim yar: Gör ki neler var!”
Neler var deme
Kahır var, keder var
Neler var neler/
Gül dibinde gül biter
Gül değil, sensin
Yitirdiğim gül-i ter
“Hem cümle cihân olsa tabib bu derde
Halleyleyemez müşkilimiz, İllâ Hû….”
V
Bugün Şems’den haber aldım
Şems’in hânesine varsam varamam
Kutlu ayağına yüzüm süremem
Serhoşam dilim durmaz / söylerem sözüm ermez
Ben sebeb-i isyânımı söylerem /
Söylemeden duramam
“- Vah zavallı Alâeddin, yazık sana, ey vây sana!
Kimse anlamıyor senin dilini
Kimseler bilmedi senin hâlini
Ben bu derdi şerh edersem söz olur
Korkarım kızdırmaya dostu meğer
Dilimden anlayan olsaydı eğer
Neler söylerdim, ben daha neler
Gül nağmesi üstüne…
VI
“Mecnûna sordular: Leylâ nicoldu?”
Leylâ gitti, Kimyâ’yı da Şems aldı/
Kimyâ gitti….
Alâeddini kim yâ dertlere saldı?
-ya kim bu kimyâ?-
Yüreğimdeki kim?
Yüreğimdeki sır / say ki bu bozkır
Issız ve tenhâ…
Ârifin yüreği
Çöl toprağıdır
“Bir susuz çöldür gönül aah/
Derdi kaynar kum gibi”…
Erenler sözü
Oddandır özü
Yandırma közü
Bırak -küllensin
Yüreğin közü…
“Âteş yakamaz gönlümüzü
İllâ Hû
Şems kayboldu/
Kayboldu da nicoldu?
“Noksân olamaz menzilimiz, İllâ Hû…”
VII
Bir söz desem, ağuyu bal eylesem
Bal da yesem, yüreğime od olur
Ne söyleyim? söz olur ne söylesem
Cân o cânândan geçer yâr, “yad” olur
Ne söyleyim? ne söylesem söz olur…
BİN YILLIK ÖLÜM
I
Yürek yeni kanatlanmış bir kuştu,
sevinçle kanat açtı
her iklîmi dolaştı
geçti Altaylar’dan, Tanrı Dağı’ndan
yedi iklîmi, dört ummânı aştı
gönül yeni kanat açmış bir kuştu…
Uçtu Tûr-u Sînâ’ya Mûsâ ile
uçtu Zeytin Dağı’na Îsâ ile
ve Hîrâ’da Muhammed’le buluştu
Nûr Dağı’ndan Kaf Dağı’na ulaştı.
Kaf Dağı’ndan geçti gönül
âb-ı hayât içti gönül
gönüldür “kutlu ebâbil”
her zamandan göçtü gönül.
II
Güneşi takib etti, garb’a döndü yüzünü
Karadeniz, Akdeniz, Atlantik, Sâkin Deniz
bin yıl boyunca uçtu…
kanatları yoruldu
Hazar Gölü’nden geçerken
düştü… düştü… ve boğuldu.
yutdu “bin yıl”ı denizler, bu ikinci bin yıl oldu
“-o halde neylemeli, ey şark kavimleri?”
Gönüldür ankâ kuşudur
ölmek, dirilmek, işidir
âb-ı hayât içmiş ise
iki maşrik, iki mağrib
bir tek kanat çırpışıdır.
Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!
tut elinden, tut elinden şafağın!
uyan artık! uyan ey şark güneşi!
sıyrılıp çık, garbın karanlığından!
III
“Rabbü’l-maşrıkeyn ve Rabbü’l-mağribeyn”
garbda hergün mağrib, şarkda şafak var
“Rabbü’l-maşrıkeyn ve Rabbü’l-mağribeyn”
insan kalbinde de mağrib, maşrık var.
Doğdu… şark ufkunda yükseldi güneş
kalb garbın karanlık gecesinde uyur
nerde kalbin şafağı? hani ateş?
hani ışık? hani maşrık, karındaş?
ne zaman bitecek bu bitmeyen kış?
hani şarkı söyleyen kuş, Mûsikaar?
Uyan ey Anka Kuşu!
Kûh-i Nûr’a, Kûh-i Tûr’a
Kaf Dağı’na kadar çık!
iki mağrib, iki maşrık
bir tek kanat çırpışı
âb-ı hayât içmiş isen
güneş yeniden doğar
her dem yeni yaratılır…
Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!
tut elinden, tut elinden şafağın!
uyan artık! uyan ey şark güneşi!
sıyrılıp çık, garbın karanlığından!
Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi
tut elinden, tut elinden şafağın!
uyan artık! uyan ey şark güneşi!
sıyrılıp çık, garbın karanlığından!
Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!
işte ikinci maşrık,
işte ikinci doğuş,
ey kalbimin Ankaası!
her dem yeni yaratılır
güneş yeniden doğar…
SALÂ
I
“-Hey âşıkân, âşıkaan!
Canlar cânı, cân-ı cân…”
Seheri uyandırın: Ey çeng! ey rebâb, uyan!
Âşık olanda ey dost
Artar mârifetimiz
Her gün artar, eksilmez
Artar muhabbetimiz.
Vardım Maraş’a dedim: Zervân, ey sonsuz zamân
Uyan ey Zervân uyan! Diriliş vakti bu ân…
Maraş bahçelerinde, havuz başında durduk
Söğüt dalına astık “Çeng”imizi, oturduk
Andık geçen günleri
Andıkça “hayfâ!” dedik
Hatırladıkça bizi-
Bizden sürgün edenleri.
“- Bilir misiz bu derdi ki bizden terâneler,
Bizden şenlik isterler, bize azâb edenler”
Garib geldik bu ile sürgündür nefesimiz
Gece geceye haber! gündüz güne söz söyler
Kulağı yaratan Rabb, işitmez mi sözümüz?
Yokladım bu gece ben, yüreğimi denedim
Zehir yutmuş geceden, can çekişir yüreğim
Akrep sokmuş yüreğim… Gözü yaratan görmez mi?
-Sus! Yüreğinle konuş! Söyleyiş yok, söz de yok!
II
Seheri uyandırdık: Döndük işte Konya’ya
Şavkı vurmuş güneşin taa Kubbe-i Hadrâ’ya
Bu yerde yârimiz yok: Ölü çok, dirimiz yok…
Üçler mezarlığında buluruz bir âşinâ
Yürü varalım gönül hâmûşân’ın yanına
Salâ okur, Müezzin: Bir Dâvûd Âvâze’si
Geliyor Mâverâ’dan sessiz-ölüm’ün sesi…
III
Bunda bir ses ünlemez: Kabir taşı konuşur
Ölülerin sohbeti / dirilere benzemez
Bir mezar taşı hâmûş- bir mezar taşı şâir
Bunun yazısı solmuş-bununkinde bir şiir:
“Diriden ölüye olmazsa hürmet
Çözülür bağlar, dağılır millet!”
Ölse de hürmet ister/bir vakt Bey imiş zâhir…
Âdetimiz böyledir; çünkü işimiz budur
Can sağ iken bilmeyiz ölünce bulur kıymet
Başı taşla ezeriz-taşa hürmet ederiz…
“Vilayet kaleminden / bir / yevmiye kâtibi
Emîn Efendi merhûm” koltuğunda defteri
Gece gündüz koşan bir kara tavşan gibiydi
Yetişip, tutamazsın; yevmiyesi bir kuruş…
Bir kuş öttü dalında: va’de geldiği gibi…
Gitmek zamânı geldi… Yâ Hû Emin Efendi!
IV
Kıvrılmış sarı yılan
Kabristanın yoluna
Tüyü kızıl-kara kuş
Konmuş ağaç dalına
Bu demde Guguk kuşu
Bakıp ahret falına
“-Gu, guuu guk!” dedi bana…
“Tempus Fugit!”: kaçıyor zaman, guguklu saat!
Zervân, o sonsuz zamân, der ki fânî insana
“- Yaşayan-cân’ın yoksa, nice yaşarsan yaşa!”
Bütün işlere gülüyor zaman ve diyor ki:
Bu varlığın sonu yok! her dem salâdır/ salâ
Okursun, anlamazsın zamânın târîhini
Niye geldin dünyâya? Nereye gidiyorsun?
Bu nice okumaktır? anlamadan, eylersin
Ölümsüz bir söz söyle, söylenecek söz budur:
Ârifin sözü ölmez; ârif anlar ârifi
Söylenecek söz yoksa, söylemeden söylersin!
Hâmuş düşüyor insan bir mezar çukuruna…
V
Yol var, doğru görünür-sonu bir kabre çıkar:
Neye yarar o yol ki, yolun sonu uçurum,
Tutunsan da bir dala-zaman dalı kemirir
Daldaki tomurcuğun tadamadan balını,
Tuttuğun dal kırılır, bastığın yer sarsılır,
Düşersin uçuruma… bir uçurum ki kabir
Üstünden kuş aşamaz, tîz nefesi kesilir.
Sessizce akar zaman: çürütür her canlıyı
Tomurcuk çiçek olur: acı bir meyve verir
O meyve ki şiirdir: düşer zaman nehrine
Her yeşil sebze solar… say ki insan ot gibi:
“Sabah boy atar, büyür; akşam biçilir, kurur”.
Bahçen hüzne gark olur: ey ebedî inildi!
VI
Seheri uyandırdık: döndük yine Konya’ya
Sabâh erken Konya’da… Muhâcir Pazarı’nda
Kan alır cân satarlar üç-beş kuruş bahâya
Neye yarar bu pazar? herkes bir gölge gibi!
Gerçek… herkes bir soluk, herkes hîleli bir dil
Yüreklerde cerâhât-dudaklarda kılıç var!
Ekmek yer gibi yerler insanlar birbirini
Ter değil kandır, akar insanların sırtında
Kan değil, kötülük var, irin var damarında
İnsanın kazancı ne? Zamân sessizce akar
Bir nesil geçer/gider/gelir yeni bir nesil
Dudağından dökülen bu sürgün türküsüdür
Mal biriktir sen hemen: kimler yer bilinmez ya
Birgün kabre inersen; bu kârın neye yarar?
Bu emek, bu kazanç ne?/Bir gurur gerdanlığı
Hakîm kişi de ölür… ahmak da, budala da,
Gelenler gider geri, bu dünya sürgün yeri,
Sen de, ben de ölürüz… ha akıllı, ha deli!
VII
Alçak gönülle dedim:
– Eyidir gönül, eyidir
Eğerçi mezar taşıdır,
Bir taşla konuşmak bile
“Kibirli adamlar ile
Çapul paylaşmaktan yeğdir!”
HÜKÜM GECESİ
(OMEGA MELANCOLIA )
I
Sus ey gönül, konuşma! Sus ey huysuz karanlık!
Ey huzursuz karanlık: Sabâh olmayan gece
Ve sabâhı bekleyen huzursuz, uykusuz rûh
Gece… bir karanlık rûh… karanlıktır rûhumuz
Karanlık rûh… çöl kadar ıssız, yalnız, susuz rûh!
Rûhum susuz bir çöldür ki dâimâ yanacak,
Gece, bu kara gece, sona ermeyen gece.
Gece hüküm gecesi: rûhum yargılanacak…
Sus ey huysuz karanlık! Ey gönül konuşma, sus!
II
“Susmak yeğdir!” desek bile/ağzımızdan kaçıyor söz
Düşer bu söz dilden dile… konuşmadan/konuşuruz
Bir gecenin götürdüğü, bir şafağın getirdiği
Ömrümüzün yitirdiği, geçen zamandır uykusuz
Bu gönül susuzluğu / bilmiyor sonsuzluğu
İçiyor da Bengi-Su, kanmıyor gönlüm susuz.
III
Bir altın şafağı beklerken gönül
Kararsız zamânın karanlığında
Kaderi terennüm ediyor bu dil
Kararsız zamânın karanlığında
Karanlığın kalbinde ne dost var ne akrabâ
Bir ben varım, bir Tanrı, bir de bu Mâlihulyâ
“Omega Malenkolia” karanlığın kalbinde…
Gördüm çıplak rûhumu bir çöl ıssızlığında,
Bir çöl ıssızlığında… rûhumun yüzü kara
Çırıl çıplaktı rûhum: ıssız yalnızlığında
Issız yalnızlığında… Omega Melankolia!
Karanlığın kalbinde
Kararsız zamanın karanlığında…
IV
Ben, cüretkâr ölümlü, korkak ruhlu, serseri
Bir ben varım, bir Allâh, bir de bu mâlihulyâ:
Gelir bir gaz lambası kara boşlukta gezer
Yüzüme lamba tutan bu vücutsuz el kimin?
Vücutsuz, kıllı bir el! Lambadan korkuyorum:
Cürüm, dehşet, nedâmet, çılgınlık sahneleri,
Bakmaya korkuyorum, görmek istemem, yeter!
Tâkatim yok Gerçeğe çıplak gözle bakmaya
Bakarsam aynalara/görürüm yüzüm kara
Bakamam yüzüne ne Tanrının, ne kendimin
Işıktan korkuyorum, lambadan korkuyorum
Ey Tanrım, korkuyorum! Aynadan korkuyorum,
Ellerimle rûhumun yüzünü örtüyorum…
V
Ey cüretkâr ölümlü! korkak ruhlu, serseri
Kimseden korkmasan da, korkuyorsun kendinden
Harcadın hiç uğruna bir ömr-ü derbederi
Ufuklara bakma sen, aynalara bakma sen!
Bakarsan aynalara görürsün yüzün kara
Ey korkup kaçan Kaabil! Kaçacaksın kendinden
“Kendinden mahrum kalan terkedemez kendini”…
Ne Tanrının yüzüne bakmaya tâkatin var
Ne de cesaretin var yüzleşmeye kendinle
Kara yüzlü rûhunla ve bu kirli kalbinle
Kapatıp perdeleri gizlen karanlığa sen!
Söndür titrek kandili! Uyu! Hattâ uyurken
Ört rûhunun yüzünü zavallı ellerinle!
Bir sonsuz merhamet var, uyku var her solukta…
VI
Unutmak var, gaflet var, uyku var her solukta…
Altın ve çelik rengi bir aydınlık ufukta
Ve kararsız zamânın karanlığından çıkan
Kara dağlar, mor dağlar, Altın ve Çelik ufuk
Göklerin Saltanatı altından ve çelikten
Sanki güneş doğmayacak sadece nûr olacak…
Kalk, ey sefîl muzdarib! Yıka kirli yüzünü!
Avcundaki havuzdan rûhuna akacak su
Yıkayacak rûhunu Tanyeri ağarırken
Ve yağmurlar yağacak, yıkayacak rûhunu,
Yıkar gönlünü yağmur: bu Gökyüzü şiiri
Şiir değil rahmet bu! Yıkayacak kalbimi
Yağmaz mısın gönlüme, ey Tanrının Rahmeti?
Ve ey Sonsuz Merhamet: ben affettim kendimi!
Şiir değil ağartan rûhumuzun yüzünü
Yıkıyorum rûhumun yüzünü öz elimle…
VII
Rûhumun susuzluğu
Bilmiyor sonsuzluğu
İçse bile Bengi-Su
Kanmıyor gönlüm susuz…
MİSAFİR
I
Bakar bu dağlara bir çocuk şâir
Erir bu dağların karları erir
Akar boz-bulanık sel olur gider
Gelir çayır biçme zamanı gelir
Çayırda bin çiçek boy atar, büyür
Ey misâfir gör ki boy atan çayır
Zaman geçer, büyür, biçilir, kurur
İnsan bir misâfir-yolcudur, gider
Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir
Bir gök kuşağıdır, belirir, yiter…
Şimşek çakar ve söner: sonra gök gürlemesi
Parçalar bir tarraka karanlığın kalbini
Göklere bakan şâir, gür olsa da nefesi
Korkar ki karanlıkta kaybolur gider sesi
II
Şimşek çakar, bir yağmurdur boşanır
Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir
Kara dağlar kara bulut kuşanır
Uçup gider bütün kuşlar; kim bilir…
Belki de dağlarda kalan
Yalnız bir İshak kuşudur
Dağlara yankılar salan
Çığlık-çığlık ötüşüdür
Dağlar belki sesimizi yankılar
Kanatlı atların aştığı dağlar
Unutulsa bile bütün şarkılar
Kalır mı yankınız ey hâtırâlar?
III
Bakar bu dağlara bir çocuk şâir
Erir bu dağların karları, erir
Akar gözyaşları, sel olur, gider
Gelir çayır biçme zamanı, gelir
Çayırda bin çiçek boy atar, büyür
Ey misâfir gör ki boy atan çayır
Zaman gelir bir gün biçilir, kurur…
İnsan ki yolcudur- yol olur, gider
Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir
Bir görünür, kaybolur gök-kuşağı…
AKBABA
Ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba
karanlıkta uluyan ses, ulu dağın yankısı
ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba
sonsuz karanlık gece dağlarda aç kurt sesi
Uluyor, yine ulur karanlıkta kurt sesi
korku, açlık, yalnızlık, kalbin acı şarkısı
karanlığa karşı sesin bir sessizlik kulesi
dağdan esen rüzgârın uğultusu, yankısı
Ve bütün gecelerin uğultulu yankısı
kalbdeki acıları didikliyen akbaba
ve bütün geçip giden günlerin son şarkısı:
ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba.
SONSUZ HAYAT / SONSUZ ÖLÜM
Ey gönül dinle beni
kimseler bilmez bunu
gerçi sırrın aşikâr
söyle göreyim seni!
Ay ışırken geceler ağla gönül
ağla gönül
unutup türkülerin sözlerini
ağla gönül
bu karanlık gecenin şarkısıdır
şarkısıdır
gecenin şarkısını söyle gönül
söyle gönül:
Ey karanlık gecenin şarkısı sessiz ölüm
karanlıkta titreyen ay ışığı, sen söyle
neyleyim ki türkülerin sözlerini unuttum
hatırlasın üşüyen ve unutan geceler
Ey dağlar yüce dağlar
yaşı bilmece dağlar
kimbilir kaç bin yıldır
hâliniz nice dağlar
Ey sen ki hâtıralar mahzeninde yatarsın
söyle Zerdüşt nerdedir son sessizlik kulesi
sessizlik kulesi ki sesi benim sesimdi
bin yıl süren ölüm bu ve şimdi, sonsuz şimdi
Bu dağlarda bir duman var
bu rü’yâda bir güman var
bir uykuluk bir zaman var
ki bu zaman geçe dağlar
Ey kalp yiyen akbaba sessiz ölümün sesi
bir ân, sonra bir ân daha ve her ân
fısıldasın yüreğine durmadan
yüreğini deşen gaganın sesi
unuttum şarkımı ben ey sessizlik kulesi
ödedim bedelini zamanı öldürmenin
ve şimdi, bin yıl süren ölüm bu, sonsuz şimdi
Bu dağdan bir duman geçer
ömür budur, bir ân, geçer
bu kalbimden zaman geçer
bir uçtan bir uca dağlar
Göklerde bu ses şimdi bu dağlarda bu ses var
yârin dudağından nefesinden dile gelmiş
rüzgâr mı bu dağlarda bu yankı bu nefes var
elbette hatırlar bizi Allah: o unutmaz
gök kubbe ve dağlar ve bu ses bâki
unutulsa bile bütün şarkılar
Ebediyet budur gülüm
şimdi ölüm/ şimdi hayât
sonsuz hayât/ sonsuz ölüm
sonsuz ölüm/ sonsuz hayât
On bin yılda bir tek ölüm
olsa bile yine zulüm
sonsuz hayât budur, gülüm
gül açtı bu gece dağlar.
Gök-kuşağı gibi zaman
bir ân sürer bu hüsn ü ân
ebediyet bu bir tek ân
geçse bile nice çağlar
Gök-kuşağı bu, ıslanmaz
yağmur yağar, yağar, kanmaz
zaman bu… durmaz, usanmaz
aşsa bile nice dağlar
Elbette bu yalan dünya
sevdiğimi alan dünya
bir ân sonsuz bir ân rü’yâ
şu sonsuz şu koca dağlar…
MUVAŞŞAH
Ganni li ve huz aynayi (şarkı söyle bana ve al gözlerimi)
Ümmü Külsüm’ün söylediği bir şarkıdan
I
Çaresiz ve yalnızca yenmek için zamânı
Bu gece bir kahvede şiirler yazıyorum:
Şu yağmurlu gecede sigara dumanından
Zamanı süzüyorum: zamanın her ânından
Çıkıyor bir kafiye-bir hayal ormanından
Sisli bir orman gibi sigaramın dumanı
Bu ormana mısralar yazıyor… bozuyorum
Çaresiz ve yalnızca aşmak için zamanı
Zamanın kemirdiği beynimi kazıyorum
Yazdığım her mısra bir ızdırab armağanı
Dalıp bir an ru’yâya; alıp inci, mercanı
Ben dumanlar üstüne desenler çiziyorum
Ve birden duyuyorum bir Endülüs nağmesi
Bir “muvaşşah” söylüyor çöller aşan nefesi
Gannî yâ Ümmü Külsüm! Kayıp zamanın sesi
Rüyalar görüyorum: Cihanı asumanı,
Dolduran çığlıkları tesbîhe diziyorum…
Endülüs’te bir zaman, Elhamrâ konağında
O Arslanlı Havuz’da, Fıskiyeler Çağında
Billur şavkı câriye kızların yanağında
Muvaşşah söylenirdi, sevmek için her ânı
Onları hatırlıyor-zamâna kızıyorum.
III
Yaşadığı zamanı beğenen şâir olmaz
Geçen gün âh, geçmiştir-gelecek belli olmaz
Yalnız bu ân senindir; o da sana yâr olmaz
Şiirle aşamazsam ben bu yeri, bu ânı
O kayıp cennetleri ya niçin yazıyorum?
BİR DAHA ASLÂ
“Clasp a rare and radiant maiden whom the angels name Lenore
Quoth the raven: nevermore”
Edgar Allan Poe
“Bir daha aslâ! diyordu kuzgun
“Nevırmôr!” diyordu o Kuzgun, Poe’ya
Geri gelmeyecek, o tatlı, uzun
Sarhoşluk yılları, “Bir daha aslâ!”
Ve kuzgun beynime tünediği gün
Dağların ardında kaldı uruklar
O şen kahkahalar nerede bugün?
Nerdeler o saf saf gülen çocuklar?
Nerdedir aydede, çocuklar şimdi?
Ak sakallı dede, beyaz bulutlar,
Nerdedir dereler? nerdedir şimdi-
Kuyudan gelen ses? Dörtnala atlar?
Nerde o çocuklar -Nerde o dünyâ-
Çekildi gittiler… o kuşlar göçtü
Ve kuzgun diyor ki “bir daha aslâ!”
Bir daha aslâ! O günler geçti…
Geri gelmeyecek, o tatlı -kısa-
Sarhoşluk günleri-
Bir daha aslâ
Hâşâ ve kel-lâ…
QUO VADIS DOMINO?
“Geçen geçmiştir, istikbal gaibdir/ Geçer zaman
sana yalnız şu an kaldı; içinde olduğun şu an”
Artık düşünmüyorum çalınan zamanımı
Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı
Sadece yaşıyorum sevinçle her ânımı
Ve umurumda değil artık ne olacağı
Olanlar oldu, zaten olacaklar da oldu…
Sessiz bir ırmak gibi akıp giden bu zaman
Kum saatindeki kum, “Kün” dediğinde oldu.
Dem bu demdir, dem bu dem, bu dem dediğin şu ân
Neden bir ân durmuyor? Nereye gider zaman?
Quo Vadis Domino? (Nereye ey efendim?)
Niçin kısalıyor da istemediğim zaman
Zaman geçmek bilmiyor ben istediğim zaman?
Ve bu çağlayan sesi: eski çağın türküsü
Niçin yıkanamazsın akıp giden bu suda?
Ve çünki hep değişir gerçeğin görünüşü
Değişmeden-değişen uykulu bulutu da
Öyle sakin zannetme, şimşek çakar birazdan…
Ve yağmurlar yağacak, sonra güneş doğacak
Ve bir çiçek açacak: bir mevsimlik ömrü var.
Bu güzel, kutlu-şiir, bu mevsimler, bu başak
Bu değişen çehreler: yüzünü unuttuğum yar.
Quo vadis Domino? Eli-çabuk mutluluk,
Ve ben aah seviyorum akıp giden ırmağı,
Ama ben biliyorum, Îsâ’ya sorulan, o,
“Quo vadis Domino?” benden de sorulacak
Ve ben yıkanamadan akıp giden bu ırmak
Durmadan değişen yüz, tanımadığım soluk
Tanımak mümkün değil, ama biliyorum: O!
Artık düşünmüyorum çalınan zamanımı
Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı…
ALACAKARANLIKTA KIZILIRMAK ZAMÂNI
“temporâ mutantur et nos mutamur in illis
sic transit gloria mundi”
(değişir zaman ve değiştirir
bizi ve içindeki her şeyi
ve geçip gider, bu ışıklı, şanlı
günleri dünyamızın)
I
Şarktan gelen bir ışık karanlıkta parlıyor
heyhat ki bu karanlık ışığı anlamıyor
ve karanlığa alışan gönül
ki şafaktan önce uyanmıyor
hayfâ ki bu karanlık ışığı anlamıyor
II
Bu sessiz kara nehir akar meçhul bir yere…
dağlar dağa benziyor, nehirler de nehire
dağ yerinde duruyor: ama zaman yürüyor
bu sessiz kara nehir gidiyor bir yerlere
geleceğe mi akar? geçmişe mi gidiyor?
nereye çıkar sonu bu yolun?
ne yöne gider, acaba zaman?
gülüyor zaman bütün işlere
ve “bu varlığın sonu yok!” diyor
“tempus fugit!”: kaçıyor zamân!
nereye gider acaba zamân?
nereden gelir kokusu gülün?
niye yaprağı
dökülür dalın?
III
Alacakaranlıkta/mağramdan çıkıyorum
ışığa bakıyorum: güneşsiz, donuk ışık
dağ dağa benzemiyor, ne de nehir, o nehre
karanlık karanlığa benzemiyordu artık
akıyor Kızılırmak alacakaranlıkta…
benzemiyor bu ırmak o sessiz kara nehre
o sessiz kara nehir giderken meçhul yere
hava’yı,
su’yu,
od’u,
toprağ’ı
ve nebat olup, gülü, yaprağı
hayevân ü ins ile yol alıp
denizi,
göğü,
ovayı,
dağı
sayısız hayât ile doldurur
ve gelir sonunda Kelâm Çağı.
IV
O sessiz kara nehir akar meçhul denize…
ben çocukken o dağlar, dağa benzerdi dağa;
karlı zirvelerinde güneşlerin doğduğu
dağdaki âbı hayât: “At Oluğu” kaynağı
o kanatlı atların su içtiği kaynağa
çıkıp, içerdim ondan/zaman ayırdı bizi!
ve zaman değişirken, değişmek düştü bize
özlese de gönlümüz doğduğu o toprağı
kaypak zeminli zaman bu yere vurdu bizi…
V
Dağ dağa benzemiyor! bu dağ o dağ değildir
o dağların yâdımda adları kaldı yalnız
akıyor Kızılırmak: bakıyorum ırmağa
içinde yıkandığım ırmak değil bu ırmak
geleceğe mi akar? geçmişe mi, gidiyor?
VI
“Bir birdir ve hem de bir, bir değildir
“Amma yine de bir birdir!” diyordum
“birdir bir” oynuyordum.
koşuyor zaman, kaçıyor zaman…
“tempus fugit!”: geçiyor zaman!
ki geçer çocukluğumuz hemen
günler geçer… geçer ihtişam
ve ışıklı günleri böylece
geçiyor hemen Dünyâmızın
geçiyor günüm, geçer ansızın
hem geçmese / nereye gider? ne olur zaman?
VII
Şafaktan sonra gönül, mağrâdan çıkıp gelir
ve mağramdan çıkınca ışığı görüyorum
gerçeği görüyorum: dağlar yine dağ gibi,
nehirler nehir gibi
ve geçen zaman bile nûr olur
artık karanlık bile anlar gibi ışığı
nereden gelir bu güzel zaman?
çocuk ruhum kucaklar göğün saltanatını/
değişir onun görüşü bir ân
ne muzâridir, ne de mâzî o…
görünen bu gül / güle benziyor:
yaprakları, yaprak gibi!
nereden gelir kokusu gülün?
“a rose is a rose is a rose!”
bir gül bir güldür bir güldür!” / ve bu gül o gül
ve bu dâğ, o dağ!
dağ benziyor o dağa: zaman yürür, dağ durur!
dağ dağ olursa ona – bulut konar, kar yağar
gözü yâşı sel olur… akar Kızılırmağa
dağ yerinde duruyor, ama zaman hep yürür
bir avuç kili gül eden O’dur
güldür gönül: görünen o ki, güle benziyor..
VIII
Niye yaprağı dökülür dalın?
Nereden gelir kokusu gülün
bu sadâ,
bu ney,
bu kamış,
bu göl
göle kuş gelir,
kuşlar göçer / ve göçer zaman
dağa kış gelir,
kışlar geçer / ve geçer zamân
yelpazesi kamıştan, endazesi gümüşten
ki bu zamandan göçen o kuştan
bu haber gelir:” “tempus fugit,
tempus fugit,
tempus fugit!”
IX
ne zaman döner göçmen kuşum? nereye göçer?
geçmişe mi göçüyor? geleceğe mi uçar?
nereye göçer ki zaman kuşu, dönmez geri…
Kaf’tan Kaf’a mı göçer, kim bilir Ankaa kuşu!
ruhum coşar da çocuklaşır: ve çocuk koşar,
nereye dilerse gider zaman…
Ruhum! ey eski çocuk, sen ey ebedî çocuk!
ve güneş karanlığı kovdu gökten her zaman
sonsuz şafakta yaşar güneş ki zamânını
çocuk ruhum selamlar, göğün saltanatım…
KAF’DAN KAF’A
“Maşallah, fenzur ila asari rahmetullah”(Konya Şerafeddin Camii kitabesi)
Allah ne dilerse o olur asarına nazar et de rahmet-i Hakkı gör
Akıyor nehir Kaf’dan
Kaf’a
Akıyor zamân
o ki ufkuma çıkıyor benim
o ne yeryüzü, ne de gökyüzü
o bu gönlüme akıyor benim
ona dar gelir koca okyanus:
o bu gönlüme akıyor benim
bu gönül susuzluğu
bilmiyor sonsuzluğu
içiyor da Bengisu
kanmıyor gönlüm susuz…
gönlüm geniştir benim:
içinde dört çağ akar:
II
Gönlüm geniştir benim, içinde dört çağ akar:
biri Zaman Irmağı: Kaf’dan Kaf’a akıyor
akıyor gönülde zaman
geçip gidiyor zaman…
Kevn ü Fesâd Irmağı: tanımaz ölen, kalan
şimşek çakar ve söner: bir ân!
ve olan, ölür hemen
niçin ufkuma çıkıyor güneş?
güneş doğup, batıyor…
Ve Hayat Irmağı ki ondadır Ölü Canlar:
ona dar gelir koca okyanus
yüzüyor balık / yüzüyor deniz
o denizdedir / deniz ondadır
o balık benim / gönlüm / balık gibidir benim
İçiyor deniz suyunu balık: dalıyor derinlere /
balığın içinde derin deniz
ve derin düşüncelere, dalıp, susayan balık
içiyor denizleri, okyanuslar yutuyor
akar Kelâm Irmağı bir yerinde gönlümün
akıyor gönüllere Cennetin Dört Irmağı:
bal, süt, su ve kevser’den ırmaklardır, akıyor..
III
O Kelâm Nehrindeki adalarda
Ağaçlar,
rüzgârla fısıldaşır, kuşlarla cıvıldaşır:
İnsan, konuşan ağaç!
bir kuş konsa dalına
çiçeğe durur ağaç
her çiçeği bir sözdür.
bir söz ki olgunlaşır: acı bir meyve verir
o meyve ki şiirdir; düşer Zaman Nehrine
ve yapraklar dökülür; Hayât Irmağı kurur
ağaçlar da devrilir, düşer Kevn ü Fesâd’a
o meyve ki şiirdir: Zaman Nehrinde yüzer…
IV
Kaf’dan Kaf’a akıyor
zamân
akıyor nehir
bu şiir gönlüme akıyor benim
ve ne yeryüzü, ne de gökyüzü /
gönül ufkuna doğuyor güneş
sonsuz şafakta yaşar:
Şiir! şafağın sözü…
ve gelir / şafakla gelir, sürûr
zulümât açıldı, ve yayıldı nûr
ve gelen / şiirle gelen O’dur
“Asarına nazar et de rahmet-i Hakkı gör!”
ki gelen şafakla gelir sürûr
zulümât açıldı ve yayıldı nûr
gece feth olundu ve çalındı sûr
Kaf’dan Kaf’a mı göçer kimbilir Ankaa Kuşu.
DAĞ NEFESLERİ
I
Ey gönül dağlan, Tecer Dağlan!
Irmağın çağırır eski çağlan
Bakar yıldızlara; yâd eder gönül
O rûyâyı gördüğümüz dağlan.
Dağlar ki yâd eder o rûyâları
Gönül dağlarda yâd eder dağlan
Ey dağlarda baş döndüren sonsuzluk!
Göğe doğru yolculuk: ufkumuz sonsuz ufuk…
Ey dağlara çıktıkça hafifleşen rûhumuz
Ruhumuz yükseldikçe genişliyor ufkumuz;
Ruhumuz dağlar aşar… yedi iklîm dolaşır,
Gönlümüz aşkla yaşar! tâ göklere ulaşır!
Dağlarda sonsuz ufuk… hür-ufuklar yaşanır,
Bir dağ olur sarhoşluk: Dağlar bulut kuşanır,
Dağlar ki yâd eder o rûyâları…
II
“- Hırsız Gediği’nden aştık: başladı kar fırtınası…”
Tecer’de durup baktık: “Dağda kar yok gibi”ydi
Köyden kızak gelmemiş; başladık yürümeye
Hırsız Gediği’nden aştık: bir kış, bir kar,
bir fırtına, bir tipi
Giderim giderim de Tecer Dağı görünmez
Üç arkadaş gideriz; gideriz, bata, çıka
– gideriz, gideriz bir iz belirmez-
Nereye gidiyoruz?
“- Hırsız Gediği’ni aştık…”
“ -Bu tipi dinmez!”
“- Ayaklarım donacak!”
Durduk; şaşırdık; döndük; dolaştık…
“ -Ha gayret arkadaşlar, az kaldı köye,”
“ -Ha gayret, geldik artık,”
“-Peki ama, köy nerde?”
Fırtına durmuyordu… ses sese karşı, artık
Göz gözü görmüyordu! nereye gidiyorduk?
“ -Artık yürüyemiyorum!” / ayaklarım donuyor;
“Siz gidin arkadaşlar, köyden yardım getirin!”
Bir beyaz karanlıktan köpek sesi geliyor…
Beyaz karanlıkta köpek sesleri
Gözlerimin önünde bin bir hayâl…
Beyaz karanlıkta / Gözlerim kapanıyor
Ru’yâlar görüyorum:
Rahvan atım aşıyordu dağlan!
III
… Rahvan atım aşıyordu dağları..
Rahvan atı sürdüm çaya
Bir ay düşmüş durgun suya
Yıldızları saya saya
Giderim yâri görmeye
Yol benim artık! yolcuyum.
Acıyurt’tan gece geçtim
Soğuk sularından içtim
Eğer kaydı; attan düştüm
Kır at Rahvan, ben yolcuyum.
Babam eğer vurmuş ata
Babam hancı, ben yolcuyum
Elde kamçı, dalda yamçı,
Ay karanlık / ben yolcuyum.
IV
Tecer Dağı, dağlar sana yaslanır
Şimşek çakar! vâdîlerin seslenir
Yağmur yağar, yamaçların ıslanır
Tecer senin kışın, boran çok mudur?
Başın karlı, yüreğin soğuk mudur?
V
Heyhat! donarken bile rûyâlar görüyorsun
Duyuyorsun dağların soğuk nefeslerini…
Ve çobanlar açarken uykulu gözlerini
Gözlerinin önünden köy gençleri geçiyor
Örter beyaz karanlık o köpek seslerini.
Ve gençler ellerinde bir tabutu taşıyor
Yaşayan ruhumuzun sessiz nefeslerini.
Yaşayan-ölüleri köye taşıyacaklar
Donmuş uzuvlarını karlarla ovacaklar.
Aşıyorsun dağların korkunç zirvelerini…
VI
Gençler Dağ Nefes’leri dinleyip duyacaklar
Yaşayan ruhumuzun “Sürgün” nefeslerini
Anlayıp inanacak / inanıp anlayacaklar
Ve katacak sesime gençler de seslerini.
Çünki dağların sesi: dağın “hür-oğlu”yum ben
“Başkası değil, benim ben! ne isem, o’yum ben
Anlarsan, inanırsın/
Anlarsın, inanırsan!”
Ben ki dağların sesi, dağların oğlu’yum ben
Yaz, kış dağlarda gönlüm, bir dağ şahiniyim ben.
VII
Dağdan dağa seslenirdik aşk ile,
Aşka gelir, dağ da ses verir dağa
Dağ gönüle ses verir: Gönül, dile-
Karışır rüzgâra, suya, toprağa
O çoban türküsü, o sâf aşk çağı!
Ateş nasıl yakarsa yanardağı
Öyle yakar rûhu da aşk çerâğı
Aşka gelir dağ ses verirdi dağa.
Bir ateş yak! Dağlara kur otağı….
VIII
Ey Gönül dağlan, Tecer Dağları!
Irmağın çağırır eski çağları
Görür yıldızları; yâd eder gönül
O rûyâyı gördüğümüz dağlan
Dağlar ki yâd eder o rûyâları
Gönül dağlar da yâd eder dağları.
IX
Ey dağlarda baş döndüren sonsuzluk;
Göğe doğru yolculuk: ufkumuz sonsuz ufuk
Ey dağlara çıktıkça hafifleşen ruhumuz,
Ruhumuz yükseldikçe genişliyor ufkumuz;
Ruhumuz dağlar aşar… yedi iklîm dolaşır
Gönül ki aşkla yaşar! tâ göklere ulaşır
Dağlarda sonsuz ufuk… Hür-ufuklar yaşanır,
Bir dağ olur sarhoşluk; Dağlar bulut kuşanır!
Dağlar ki yâd eder o rûyâları
Gönül bir dağ ki yâd eder dağları
Hey Dağlar… yüce dağlar;
Ak saçlı, koca dağlar…
OKYÂNUS
Sen sende iken menzil alınmaz
bahri olmadan gevher bulunmaz
Yunus
I
İşte güneş doğuyor…
Duyuyor musun? İşte! yeni bir şarkı doğdu
Bu nağme nerden gelir? ben de hiç bilmiyorum
Tek bildiğim bu işte:
Ben şarkımı söylerim- sesi göklerden gelir.
Ve birden çıkagelir o en eski rûyâlar
Sessizlik denizinden, Atlantis ülkesinden
Canlanan hâtıralar, unutulan dünyâlar…
II
Gökdelenler şehrinde gördüğüm o rûyâlar
Kaldı Mağrib şarkısı
O Mağrib ülkesinde.
Bir gemide yolcuyum:
Uçsuz bucaksız, su… su-
Tâ Maşrıktan Mağribe her tarafta yalnız su,
Güneş doğup, batıyor: Zamanı uyutan, su…
III
Yürü “Dicle Şilebi!” Güneşin doğduğu yer
Eski bestekârından yeni şarkılar ister
Hürriyet Heykeline adanan bunca şarkı
Sirenlerin şarkısı… Sirenler âh sirenler
Ah sirenler, sirenler
Sirenler insan yerler
Düdüğü para çalar-
“Blues”ü zencî söyler…
Mağribin insanları
Ölümden korkar, derler
-Cesaret yaşamaktır-
Korkutuyor onları
Yaşamaktan Sirenler.
IV
Kaçarken Sirenlerin büyülü seslerinden
Yıldızsız gecelerden, peşpeşe gelen günden
-İçinde yürümekten ruhsuz iskeletimin-
Kaçtım kendi sözümden-
Yaşamaktan kaçtım ben.
Bütün hâtıraları kitledim bir mahzene…
– Sessizlik denizinde yüzüyordu gemimiz-
Denize batan güne
Denizden doğan güne
Dönüp bakmadım bile / kuşlara, gökyüzüne.,
Hatırlamadım- Uyudum…
V
Ve birden uyandım ki-
O sessiz, sakin deniz köpürmeye başlamış
Bunlar “Ölü Dalga” mı? derken asıl fırtına
Dağ gibi dalgalarla bizim koca şilebi
Sallıyor beşik gibi: İşte başladı kâbus…
Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus.
Paketlenmiş fikirler kamaramda yatıyor
Güm diyor, vuruyor -Güm!- bir o duvar, bir buna,
Ve mahzenden kaçıyor en eski hâtırâlar
Kudurmuş canavarlar, korkunç uğultularla
Boğuşuyor ümitler korkulu rûyâlarla
Bir çöpten farksız gibi koca “Dicle Şilebi”
Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus
Ve mahzenden kaçıyor en eski hâtıralar…
VI
Dinle şimdi “hay gönül” denizin şarkısını
Bu şarkının sonu ne? Niçin bir çığlık gibi?
Niçin hatırlıyorum Hüseyn’in o şiirini?
“Yâ dehru uffin leke-
Uffin leke min halîl…”
O Kerbelâ şarkısı…
“Ve kem leke’l-işraak min asîl?”
“Ne yaptı sevgiliye?”
“Yazıklar olsun Dehr’e!”
Kaç kere doğar güneş böyle battıktan sonra?”
Niçin gökler kapkara?
Ve niçin bilmiyorum bu şarkının sonu ne?
Hüseyin kadar yalnız bir savaşçıyım çünki!
Ve azgın dalgalara batıp çıkıyor gemi
Bu şarkının nağmesi sanki ölümün sesi
Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus…
VII
– Artık dinleme gönül bu bitmeyen şarkıyı
Niçin hatırlıyorsun Dicle sahillerini?
Kaldı Mağrib şarkısı-
O mağrib ülkesinde…
Yürü Dicle Şilebi!
Güneşin doğduğu yer
Eski bestekârından
Yeni şarkılar ister…
“Sen sende iken menzil
Alınmaz” diyor şâir
Hiç denize dalmadan
Bulunur mu inciler?
Arkaya bakma gönül
İleriye bak yeter –
Hatırlamak Ölümdür-
Hayat cesaret ister…
VIII
İşte güneş doğuyor:
Duyuyor musun? İşte!
Yeni bir şarkı doğdu:
Bu nağme nerden gelir?
Ben de hiç bilmiyorum-
Tek bildiğim bu işte!
Ben şarkımı söylerim:
Sesi göklerden gelir…
GÖKYÜZÜ
Ey hududsuz âsümân, sen ey sonsuz gökyüzü
Gökyüzü, ey sonsuz gök! gökler niçin sessizdir?
Duymaz mısın, ağlarım, benimle ağlar mısın?
Benimle ağlar mısın, ey dağlar aşan bulut?
Yıldızlar niçin uzak? Gökyüzü niçin sessiz?
İnsan ne kadar küçük -gökler ne kadar büyük!
Haber ver yârimize, haber ver ey sonsuz gök
Yeryüzü kör, Gök sağır, sanki gökler dilsizdir
Göklerin Saltanatı insana niçin uzak?
Gökyüzü, niçin sessiz ey beyaz kanatlı kuş?
Sen ey mavi saltanat, beyaz duvaklı gelin
Gökyüzü, ey sonsuz gök! gökler niçin dilsizdir?
Hem ihtişamlı düğün, hem sonsuz sükûndur Gök
Her gece Şeb-i Arûs: Gökler dolusu kandil
Gökyüzü yıldız dolu… Sen, ey şaşkın mutluluk!
Yıldızlara bakarken gökler bizi görmez mi?
Geceler gebedir -hem- zamânın eli çabuk
Bir nesil geçer/gider/gelir yeni bir nesil
Susmak istese bile sessiz kalamaz gönül…
Gökyüzü, ey gökyüzü! ey beyaz kanatlı düş!
Göklerin Melekûtu… Arzı yıkayan yağmur
Ve Arzın Melekûtu: çiçek yüzlü çocuklar.
Yağmurları özleyen gönlümdür çorak toprak
Ey Tanrının rahmeti gönlüme yağar mısın?
Dağlardan aşan bulut, benimle ağlar mısın?
Ümit çiçeği açar bahçem yeşerdiği gün
Altın güneş çevirir karanlığı şafağa.
Ey bu kader dersini öğrenemeyen çocuk
Bir âna sığdırır gök insanın kaderini
Karlar altında kalır sesleri çocukluğun
Bir kar yağar sessizlik örter bütün sesleri…
Şimşek çakar ve söner: bir ân! gök gürültüsü
Ve yağmurlar yağacak, sonra güneş doğacak
Ve bir çiçek açacak: bir mevsimlik ömrü var
Dağların beyaz tâcı, yağmurun gökkuşağı
Altından geçen çocuk: Çevir şimdi çemberi!
Eli çabuk mutluluk, zamânın eli-çabuk
Yeryüzü Melekûtu, ey bir anlık mutluluk
Ey “gökkuşağı çocuk” zamân seni kıskanır
Gündüz geceye döner, gece güne devreder
Evvel-bahar, Son-bahar… Yazdır geçer, Kış gelir
Söz uyur, Zamân uyur, Su uyur, Düşman uyur
Gökyüzü hiç uyumaz gece yıldız doludur…
Gün insana hükmeder lâkin gökler dilsizdir
Çocuk büyür dağ olur: Gör başa ne iş gelir
Karlı dağın başına bulut konar, kararır
Dağ, dağ olursa ona bulut konar, kar yağar
Bir kar yağar sessizlik örten bütün sesleri.
Gökyüzü, ey sonsuz gök, niçin hâlâ susarsın?
“Göklerin Melekûtu” sonsuzluktan ne haber?
Ruhum! ey eski -çocuk, sen ey ebedî çocuk!
Gök bir kara gecedir: Yıldız savatlı gümüş
Sessiz sessiz yağan kar örter bütün düşleri…
ESTO MEMOR : HATIRLA!
HATIRLA EY GÖKYÜZÜ
Gökyüzü, ey gökyüzü, sen ey sonsuz gökyüzü
“Esto Memor! : hatırla! Hatırla ey gökyüzü!
Çocuktum, elimdeydi Göklerin Melekûtu:
Uçurtmamın türküsü / Gökyüzünde yankısı
Pırpır eder, seslenir uçurtmamın “pırpır”ı
Dilden üstün bir dilde söyleşirdik o zamân-
Hatırla ey gökyüzü, çocukların çığlığı
Dilsizliğin diliydi, sonsuzluğun şarkısı!
Bulutlar arasından süzülen gün ışığı
Bir müjde getirirdi: yedi renk gökkuşağı
Çayırımız yemyeşil, tanyeri kıpkırmızı
Dağlar çiçek doluydu, yıldız dolu gökyüzü.
II
“- Aç kapıyı Bezirgan Başı, Bezirgan Başı!”
“- Kapı hakkı ne verirsin sen?”
“- Ne alırsın sen?”
Göklerin Melekûtu elimdeydi çocukken
Şimdi yalnız sözüm var; söz: hayâlin aynası…
Kim alır, kim satar, kim söyler sözümüzü?
Bir hasret türküsüyle gözlerim buğulanır
Söyledik türkümüzü -sesimizi kim tanır?
Çocuktum, bakıyordum çıplak gözle güneşe
Gözlerimi yaksa da kızgın günün güneşi
Gerçeği görüyordum, gözlerim çırılçıplak
Umrumda mıydı sanki gözlerimin yanması?
III
Tak tiki tak tiki tak: “tiren gelir, boş gelir”
Bu sözden bıktık artık, bu söz kime hoş gelir-
Doğru yoldan dolaştık, “Eğri Köprü”den geçtik
Tiren devrildi; düştük boz-bulanık ırmağa
O sesin yankısını arıyorum ırmakta
“Esto memor!”: hatırla! Hatırla Kızılırmak
Hatırla sende yüzen, boğulan çocukları…
Hatırla ey Gökyüzü, “yiten gün”ü hatırla!
Hatırlayan gönüldür kırılan gönlümüzü
Hatırlamaz aynalar “kaybolan yüz”ümüzü…
Tiren nereye gider? Yolcu nerede iner?
Artık duyamıyorum akıp giden ırmağı
Gece sadece gece, kapkaradır gökyüzü
Bulut, yalnızca bulut ve yağmurlar yağacak
Gelecek bir gün gelecek ve yakındır gelecek.
IV
Ne oyundur, ne Gerçek! Ne tadı kaldı günün?
Kızılırmak gibidir akıp giden bu zamân
Çocukları yutacak, gençliği de boğacak
Ruhum, ey eski çocuk, sen ey ebedî çocuk
“Gönlüm geniş,” demiştin, “içinde dört çağ akar.
Biri çocukluğumdur, birisi gençlik çağım
İhtiyar olacağım ve çocuk olacağım
Israr etmese bile zamânı durdurmakta
Israr ediyor gönül çocukluğa dönmekte
“-Bir daha aslâ!” diyordu Kuzgun, “Nevermore!”
Çocukları severken, çocuklarla oynarken
Gerçeği yine çocuk gözüyle göreceğim:
Hatırla ki ey gönül ben çocuk kalacağım
Hatırla! Este Memor! ben Çocuk öleceğim…
IŞIKTAN SONRA KARANLIK …
şimşek, dolu, yağmur ve kar…
ışık! sonra karanlık ve sonra gök gürlemesi
şimşek çakar ve söner/
karanlıkta/
tarraka
ufukta yankılanan karanlık korkunç sesi
peşpeşe şimşek çakıp/ parlak/ ışıkla böler
kara ufuk hattını dağın karlı zirvesi.
ürpererek kapkara göklere bakan çocuk
yüreğinde akşamın acı, soğuk nefesi
korkuyorsun/
unutursan/
korkuyu unut artık
hatırlamak neye yarar olup biten herşeyi?
ışıktan sonra gece: ışık, sonra karanlık
ve sonra şakır şakır taş yağdırır gökyüzü
bir ân örter toprağı beyaz dolu örtüsü
ve sonra sırıl sıklam/ sonra usul usul yağmur
gök yüzünü parlatır
yıkanırken yeryüzü
gökkuşağı altında
geçen her günümüzü
mutluluğu ve kederi
ve kaderi hatırlatır
yağmur yağar, sel alır, götürür bu günleri…
ışıktan sonra gece: hatırlamak neye yarar?
ki gece kar yağacak, her yeri kaplayacak
sessizliği örten kar/ soğuk, sonsuz, beyaz kar
unutturup her sözü
unutup yüzümüzü
sessizliği örtecek
örtecek rüyaları
rüyalar unutulur: geçmiş unutulacak
hatırlamak mümkün mü unutulan günleri?
geceleri örten kar, soğuk, sonsuz, beyaz kar
unutulur göğün sesi
gökkuşağı unutulur
ve herşey unutulur
Kar yağar unutturur
unutur, dinmek bilmez hiç durmadan yağan kar
sessiz sessiz yağan kar sonsuza kadar yağar…
KAR SESİ
Kar yağıyor… kurdun kuşun üstüne
hâtırâlar üstüne kar yağıyor
kar yağıyor binbir düşün üstüne
kar yağıyor… düşlerim kararıyor
bir beyaz karanlığa gömdük her geçen günü
sessiz sessiz yağan kar örter dünü, bugünü
karlar altında kaldı altın günün türküsü
örtdü beyaz karanlık aşkı, korkuyu, düşü…
Rüzgâr cama vuruyor/cam ıslık çalıyordu
dağda kurtlar uluyor, köpekler havlıyordu
kadın balta sallıyor geceye, kara, kışa
bir sarhoş bağırıyor, bir çocuk ağlıyordu
çocuk üşüyor, ağlıyor, ağlıyor
kar yağıyor… kar yağıyor… yağıyor…
beyaz karanlık örtüyor düşleri
kar yağıyor… düşlerim kararıyor
lapa lapa karlar yağar
artık yalnız kar sesi var
kar altında kaldı sesler
örtdü bütün sesleri kar
Sessiz sessiz yağan kar örter bütün düşleri
iyi günü, kötü günü, bütün korkunç işleri
örtüyor kar, örtüyor… karabasan son bulur
kar emniyet, kar huzur, kar yağar sükûn gelir
lapa lapa kar yağar geçen günler üstüne
sessiz sessiz yağan kar örter bütün sesleri.
kar yağıyor kardan adam üstüne
karanlık geceye karlar yağıyor
kar yağıyor kararan cam üstüne
kar yağıyor… düşlerim kararıyor….
sessiz sessiz yağan kar örten bütün yüzleri…
dağların ardındaki bu sessiz çığlık benim
yalnızca kar sesi ve sonsuz sükûn gecesi
ben bir kardan-adam’ım sesim-sözüm yok benim
susarak çözülür mü sessizlik bilmecesi?
kar sesi de kaybolur, yalnız sessizlik kalır!
ben bir düş görüyordum: karların ortasında:
ben bir kardan-adamdım, düşmüş, yere yatmıştım
“bu şiiri ben yazdım” dedi kar sesi bana,
gerçek şiir onundu…ben sözü uzatmıştım!
Bir kar yağar sessizlik örter bütün sözleri
kar sesi de kaybolur, yalnız sessizlik kalır…
NEY
I
E lâ yâ eyyühe’l-fânî
“Âtıni’n-nâye ve gannî!”
Gel ey fânî, getir nâyî
Oku aheste besteler!
Neyistandan gelen bu saz
Bugün feryâd eden neydir
Sâz ölmüşse; kalan bu ses
Hayâtı yâd eden neydir.
Bu varlığın sırrı odur
Onun cânı sesindedir
O sâz ölmüş de Ney olmuş
Ten ölmüş/ cânı zindedir
Kamışlıktan gelir bu sâz
Hayâtın sırrı var bunda
Bu varlıktan odur garaz
Gelir ondan bu hoş-sadâ
Bu dem hasretle sızlar ney
Kalır ondan bu hoş-sadâ…
II
Kamışlıktan gelen bu sâz,
O devri yâd edip der ki:
“-Gel ey şâir bu şi’ri yaz!
Ki ben gördüm bu rûyâyı:”
Bu dem hasretle sızlar ney
Gelir ondan bu hoş sadâ:
III
O zamân ki yaşayan bir sâz idim,
O sâkin göl kıyısında büyürdüm
Geçerken turnalar ikindi vakti
-Gölün berrak sularında yıkanır-
Geceler ay ışığında uyurdum,
Bakar yıldızlara ru’yâ görürdüm.
Yarım ayın ışığı parıldarken
Ağaçların dalında kuş öterdi
Ve ihtiyar meşeler fısıldarken
-Düşer göle kuruyan yapraklan-
Ve ceylanlar su içmeye gelirdi.
O sazlıktan turnalar göçtü, gitti
Rüyalar gördüğüm durgun sularda
Hilâl bedr oldu- aylar geçti, gitti
Geçti günler de, geceler de, göl de…
Rüzgâr eser, sazlar şiir söylerdi
Ve geceler bu nağmeyi dinlerdi:
Düşündün mü bir gölde sâz olmayı
Geceler ay ışığında yattın mı?
Unuttun mu düşünceye dalmayı?
Geçmişte kalanları unuttun mu?
Ney o sazlıktan kopan bu sâz ise
İnsan: suya gölgesi düşen bulut
Bir nefes say ömrü, Ney dem-sâz ise
Unut bu hayâtı, ölümü unut…
JANUS
“Whatever exists is both just and unjust, and equally justified in both” Nietzsche
Ey boş duvarlar, susun! sessizliği dinleyin!
Bir kar yağar, sessizlik örter bütün sesleri
Ey bu kader dersini öğrenmeyen öğrenci
Bir yüzün çocuk senin / öbür yüzün ihtiyar
Bir çığ düşer ey gönül, örter sesini senin
Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?
Kar yağar lapa lapa çocukluğum üstüne
Sessiz sessiz yağan kar örten bütün sesleri.
Çocuk bahçende koşan iki köpek yavrusu
Dallarından elmalar sarkan ağaçlar hani?
Hani nerde, cennetin o kaygısız türküsü?
Cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akan su
Kurumuş; solmuş çayır; ötmüyor çayır kuşu
Ne dağların rüzgârı, ne tarlanın başağı
Ne kaldı elde bugün… ne yaptın mahsûlünü?
Atlas gibi omzunda bu dünyayı taşırken
Titan’lara benzerdin: Promete gibi / sen
Tanrı’dan ateş çaldın, Tanrı Dağı’ndan ışık
Dağlarda ateş yaksın diye gür sesli çoban
Öğrenir, öğretirdin insanlara sırları
Sen / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk
Ödedin bedelini Tanrı’ya ihanetin
Oyar her gün kalbini kartal gagalı zamân
Bir yüzün çocuk yüzü / öbür yüzün ihtiyar.
Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader
Bir yüzünde mutluluk / öbür yüzünde keder
Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Var olan her şey doğru / her şeyde bir yanlış var
Zaman âdildir / gerçi / haksızlığı da sever
Hem iyi, hem kötüdür / hem mutluluk, hem keder
Janus gibidir hayât: iki yüzlüdür kader
Zehirlenmiş bir köpek gibi kıvran ki bugün
Mutluluk çağı geçti: ışığı söndü günün
Bir yüzün çocuk yüzü-öbür yüzün ihtiyar
Karlar altında kaldı sesleri gençliğinin
Hangi ses saltanatı, sürer sonsuza kadar?
Artık yalnız kar sesi: ne mutluluk, ne keder
Ben / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk
Ödedim bedelini zamânı öldürmenin
Oyar her gün kalbimi kartal gagalı zamân
Bir yüzüm çocuk yüzü / öbür yüzüm ihtiyar
Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Janus gibidir zamân: iki yüzlüdür kader
Bir yüzünde mutluluk / öbür yüz sonsuz keder…
SİS
I
Sis bastı birdenbire: kapladı ufkumu sis
örtüyor ruhumu sis/ey gâibden gelen ses!
gözlere perde çeken/ bu sis mazmunu nedir?
ömrümün mazmunu sis: kaybolan günlerimiz..
yayılan sisten çıkan rûh bana hatırlatır:
ey tarladan sökülen/ altın başaklı zamân!
ey başakla yakılan/ parlak ateş, kör duman
yeşil, firik-buğdaylar tutardık elimizde
o tâze buğday tadı ki hâlâ gönlümüzde
bir kaval nağmesidir; sis bana hatırlatır
“kavaktaki kargalar” türküsü dilimizde
“Gavahdaki gargalar
garga dalı yırgalar”
yarpah yere düşmeden
gün geçer ahşam olar.
II
Akşam olur… yıldızlara bakardık
geceleri aya türkü yakardık
horlatmalı kaval çalar geceleri
“-âye,” derdik, “ay nerede geceler?”
geceler, ay geceler
ay ışıyan geceler
ay gara göl’de gezer
yar göğsümde geceler…
Dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır
kurt uludu ben çaldım, kaval çaldım her gece?
dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır
geçip giden günleri, geceleri, sessizce…
sis yayılır; gözümde çocukluğum canlanır:
III
Sivas Çifteminâre/ Dar’üş-şifa’ya bakar
biri binasız kapı… biri şifâsız yapı!
tuğlaları “Muhammed” yazar minaresinde-
“el-mülki lillah” yazar kapının hücresinde
kapıda bir bilmece, yazıda bir “sırr” vardı:
iki binâ arası yoldur; gelenler, geçer
yol boşluğa açılır-kapı boşluğa çıkar
çocukluğum bir yola/ bir bu kapıya şaşar:
kapıdan geçiyordum, bir yola, bir boşluğa
bir köşe kapmacaydı, bir oyun, bir muamma!
bir yanı yoldur… kapı! arkası boşluk kapı…
boşluğa açar kapı çifte kanatlarını
ey ölümsüz çocukluk! oyun değildi boşluk
çocuk! yolun sonu yok! ömrün kapısı yıkık…
şimdi çok uzaklarda/
çok uzaklarda şimdi
küçük çocuk sesleri
hüzün, gençlik yaslan
yalnızca sis var burda…
IV
Sisler ardında kaldı çocukluğun sesleri
kederli, iç çeken bir neydir gönlüm bu gece
dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır
geçip giden günleri, geceleri, sessizce…
-ey çocuk sis dağılır ve yalnız bu söz kalır-
sis kapladı her yeri, örtdü bütün yüzleri
gavahdaki gargalar
gavah dalı yırgalar
yarpah yere düşmeden
gün keçer ahşam olar…
Bir ROBERT FROST şiiri ve tercümesi
“Nature’s first green is gold
her hardest hue to hold
her early leaf is a flower
but only so an hour
then leaf subsides to leaf
so Eden sank to grief
so dawn goes down to day
nothing gold can stay”
Robert Frost
Tabiatın ilk filizi altındır
en az süren renk tonu da o ‘ton’dur
ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak
belki bir tek saat çiçek kalacak
sonra yaprak sürgün verir yaprağa
böyle gark oldu hüzne Aden Bağı
şafak biter de başlar gün ışığı
sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.’
(Türkçesi: Ş. Uçar)
KAR ÇİÇEĞİ AÇARKEN GECELERİ DAĞLARDA
Tabiatın ilk filizi altındır
en az süren renk tonu da o ‘ton’dur
ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak
belki bir tek saat çiçek kalacak
sonra yaprak sürgün verir yaprağa
böyle gark oldu hüzne Aden Bağı
şafak biter de başlar gün ışığı
sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.’
I
Tabiat bir buluttur, serap gibidir zamân
“her ân değişebilen bir buluttur tabiat
değişir hiç durmadan/değişmez hiçbir zamân”
“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”
bir buluttur tabiat, bulut gibidir zamân…
II
Göklerin saltanatı… unuttuk türkümüzü
hatırlamaz aynalar çocukluk yüzümüzü
gökyüzü, “alma mater”, ey şefkatli annemiz
unuttuk masalları, unuttuk sesini biz…
ben kendim söylüyorum ve kendim dinliyorum:
unuttuk türküleri unutulan çağlarda
bir ağıt söylüyorum kabaran yüreğimden
kar çiçeği açarken geceleri dağlarda…
“sen benim göz yaşımsın, bu göz yaşlansın sen
uzağa akar mısın dudağımdan ve benden?”
gökyüzü, ey gökyüzü, sen ey sonsuz gökyüzü!
biz dağların ardında bıraktık türkümüzü
kim dinler, kim anlar, kim söyler sözümüzü?
hangi Aden Bağı’nda unuttuk yüzümüzü?
III
“Ben!” dedikte cennetten kovulan gönlüm benim
kim anlar dilimizi, “-ben” dediğim zamân ben,
kapımı çalıp bana, “-kimsin sen?” demiştin sen…
men kimem bir mübtela-yi aşgınam kim ey sanem
men kimem? ya sen kimsen? o kimdir? ya men kimem?
hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen
ebedî şimdiki ân! kapımı çalar mısın?
kapımı çalar mısın şafak vakti yeniden?
kapımı çalan kimdir? sen misin yine gelen
bulutlar arasından süzülen gün ışığı?
hatırlar mısın gönül zamânın ötesinden
dökülen yaprakları, hüzne garkolan bağı?
IV
kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…
bir mevsim açıp, solan bir çiçek vardı hani
dalındaki ilk sürgün nihâl-i ömrümüzün
“ömrüm, ey ömrüm!” derdin; nasıl da soldu ömrün
ilk altın filizleri, dökülen yaprakları?
hatırlar mısın gönül, geçip giden günleri?
kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…
kılıçtan keskin sözün ey iki yüzlü zamân!
dil üstünde dil olur! dilin altında yalan…
kim tefsîr edebilir hîleli dilimizi?
ey çığlık atan dudak ve sen ey sağır kulak
“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”
değişir hiç durmadan! değişmez hiçbir zamân
bir buluttur tabiat, serap gibidir zamân…
her an değişebilen bir buluttur ömrümüz
hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen
tabiat, alma mater: ey şefkatli anamız
“hatırlayan-unutan” bir çocuktur gönlümüz!
hatırlayan gönüldür o eski türküleri
“değişmeden-değişen” zamânın ötesinden
V
biz şiir söylemedik! şiir dediğin nedir?
hem şiirdir sesimiz, hem şiir değil sözüm
şiirle haber alır maveradan sesimiz
sözümüz hikmet olur, sazımız şiir bizim
hatırlayan gönüldür o eski türküleri
maveradan gelen ses! zamânın ötesinden
sesinde hiç fânilik tonu olmayan şiir!
sen benim gözyaşımsın, bir ağıttır bu zamân
akıyor yanağımdan dudağıma bu şiir
hatırla ey gönül ey ebedî şimdiki an!
hatırlar türküleri unutulan çağlarda
kar çiçeği açarken geceleri dağlarda…
ŞÂİRİN İLHÂMI
I
Turnalar, ey turnalar/ turnam kafese geldi
ben türkü söylemeden/ şu dağlar sese geldi
ey terennüm edilmez nağmeyi söyleyen dil
haberci koşa koşa nefes nefese geldi:
“-ey gönül, kutlu gönül, uyan artık uykudan!”
yoldan rüzgâr esmeden
gülün kokusu geldi
ördek suya dalmadan
gölün uykusu geldi
ey gönül serhoş gönül uykudan uyanırsın
daha güneş doğmadan maviye boyanırsın…
“-ey gönül, kutlu gönül, uyan gözlerim uyan!”
II
Bu söz kimin? “gerçek” kimin sözüdür?
derûnümde neler var? söz bulamam!
bu söz nedir? yüreğimde sızıdır
ne söyleyim? söylemeden bilemem
söylemesem, yaralarım sağalmaz
açılmasa gonca gonca-gül olmaz…
gonca güle gelmeden
bülbül ötdü dalında
kelâm dile gelmeden
ma’nî oldu dilinde
sen söyler, sen dinlersin
garip gönlün eylersin
ey gönül, serhoş gönül!
nice türkü söylersin?
III
Dil terennüm eder, gönül ses vermez!
bir yel eser, yine “Leylî” derim ben
serhoşam, dilim durmaz, sözüm ermez
serhoş oldum kendi nağmelerimden
gönül serhoş, sözüm, serhoş-söz olur
ne söyleyim? ne söylesem söz olur…
sözüm dile gelmeden sırrım yine fâş oldu
daha bir dem çekmeden gönlümüz ayyaş oldu
ey gönül, bî-hûş gönül! sen nereye gidersin?
sen daha yürümeden bu yolun sonu geldi…
mest ü bî-dil söz ederken yârimden
bilir misin? ne dediğin kim bile?
kimbilir ey kimin halin kim bile?
yardan özge kim anlar sözlerimden?
dilim türkü söyler yüce dağ olur
vîrân gönül, dağlar içre, bağ olur…
IV
gece sona ermeden son sözü söyle gönül
gece sona ermeden… gökte kızıl gül açtı
bir kuş kanat çırpmadan uykudan uyandı göl
daha güneş doğmadan müjde vakti yaklaştı
ben uykuya dalmadan gülün kokusu geldi…
kapımı çalan kimdir bâd-ı sabâdan gayri?
biz bize söyleşiriz: dilimizi kim anlar?
dilimizi kim anlar, sözümde ne ma’nâ var?
sözümde ne ma’nâ var bir hoş sadâdan gayri?
ey bâd-ı sabâ söyle derûnünde neler var
dilden dile şerh eyle bu gönlümde haber var
o yârin sesi geldi… sabâ müjdesi geldi.
METAMORFOZ
I
Bu uzun yaz gecesinde Ankaa Kuşu gibi zamân
bir dem yanar kül olursa bir dem gelir, dirilir cân
küller arasından doğar.
Uyur, uyanır, bir ân gönlüm yeniden duyar
Kaf Dağı’nın ardından beni çağıran sesi
bu uzun yaz gecesi her dem yeniden ölür/
yeniden doğar zamân
Bu “varlık” bir seraptır -yokluk bulaşmış varlık-
sen ey düş anlarından arta kalan karanlık
“yokluk” dahi seraptır.
II
Bir düş mü hâtıralar?
bu tükeniş duygumuz?
şafak kanatlı zamân
ey kanatlı rüyalar
biz ebabil kuşuyuz
kuş olur kanatlanır
kanat açar ruhumuz
Bütün hâtıraları kilitle bir mahzene
yeni gözlerle başla yeni başlayan güne
ayın ondördü geldi
hilâlimiz bedr oldu
“bu da geçer yâ hû” de!
bugün de geçer yine
bu sırrı bu nağmeden uzak sanma ey gönül
sırr aşikâr olsa da bu sırra akıl ermez
III
Her dil terennüm etmez
her göz onu göremez
can gözünü aç da gör
kalb sesine kulak ver.
Gün ışığıyla yıkan
suyun sesini dinle
bu varlık bir mucize
her yerde mucize var.
İnsan âciz bir tırtıl
sürünerek yaşıyor
yaprak yese de ağzı
gönlü ipek yazıyor
tırtıl yaprak yer, sürünür
kozasını örer, uyur
-bütün geçen zamânları kozasında unutur o-
IV
Kozasında bir düş görür
düşünde kelebek olur
…………………………….
Ve kararsız zamânın karanlığından çıkan
şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân
cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akar su
rengârenk çiçeklerin bin türlü kokusundan
sarhoş olup yalpa yalpa uçan kelebektir o…
…………………………….
Kozasından çıkabilir
ölmeden önce ölür o.
tırtıl nasıl uçabilir?
çünki düş görmeyi bilir…
insan niçin bilmez bunu? ruhumuz kanatsız mı?
ZEN PARADOKSU : ŞİİRE ÇAĞRI
“inne min’el-beyâni le-sihren, inne min
eş-şi’ri le-hikmeten”
I
-Ey gönül dinle beni
kimseler bilmez bunu
gerçi, sırrın aşikâr
söyle, göreyim seni!
-Dolaşsam mecazın sınırlarında
şiire başlasam yeniden yeni
anlatsam anlayan olmaz mı beni
bu râz-ı mecazın sınırlarında?
II
Çocuktum, koşuyordum altın çayırlarda ben
kangal köpeğimle ben, koşuyor, oynuyordum
altın güneş ışığı süzüyordum billurdan
o çağlar ki her şeyin mümkün olduğu çağlar…
bulutların üstünde şahin olduğum çağlar
dağlar aşan kır atım, rüzgâr kanatlı atım
dağlar, o karlı dağlar, hasret kaldığım dağlar
o dağlarda çağlayan şiir pınarlarından
“At Oluğu” kaynağı benim âb-ı hayâtım
içtim ondan, herşeyin mümkün olduğu bir ân
suya baktım ve gördüm: çekti beni o tılsım
çağırdı beni hayâl ve suya düştü zamân
herşey mümkündü bir ân; içtim ondan, yıkandım
sudaki gölgede esrâr vardı zuhûr edecek
o çağlar âh herşeyin mümkün olduğu çağlar
hakîkat üzre hayâl, rûyâ içinde gerçek…
III
Ey pınarın büyülü sözünü duyan çocuk
ey gönül ufkundaki dağlar, ey gümüş kamer
ey dağların ardında kalan rûyâ, çocukluk
rüyalar görüyordun: rûyâ ki vahyin cüzü
şiirler söylüyordun dağlarda gönlüm çocuk
şiir: kalbin hikmeti, sırrı, en içten sözü
mâverâ-i tabiat: ey gâibden gelen ses
mûsikî dinler gibi melekler korosundan
rüzgâr Kerem şiiri söylerdi, annem nefes
şâir olduğum zamân, altın çağda yaşarken
dolaştım destanların, dîvânların çağında
türküler söylüyordum dağlarda at sürerken
ey altın çocukluğun, rüyaların, türküsü
Arşın hazînesini açan anahtar şiir
ey kalbime esrâr-ı rumûzu şerh eden su
nerdesin at oluğu, nerde o karlı dağlar
o dağların bağrında çağlayan pınar-şiir
nerde o âb-ı hayat, nerde, o kayıp çağlar?
IV
Tecer dağ ey Tecer dağı
kalbime vurdun bukağı
nicoldu baba ocağı?
nerde kaldı gençlik çağı?
Bir atım vardı çalmışlar
yârim elimden almışlar
beni rüzgâra salmışlar
dalından kopmuş yaprağı
Gönlüm gurbete salayım
dostu nerede bulayım
yar seni nerden alayım
sînemin saracağı?
V
Demiri yumuşatan bir çağdı motor çağı
işte yıldırım, işte yağmur ve savaş yası
bitti maskeli balo, naylon gömlekler çağı
hattâ
petrol tankerlerinden
sızan
simsiyah kanlı zamân
ve kapkara tarraka
bıktı silah sesinden.
Şiiri ararım kırkından sonra
devran döndü gönül şiire döndü
bu hayal hakîkat, gerçek bu rûyâ
gençliği ararım kırkından sonra
kalbimin harâreti çağa tesir etmez ki?
hayâl içinde gerçek, şiir yazdığım rûyâ
ey yalnız kalb anlatsam, anlamaz kimse beni?
VI
O çocukluk düşleri unutulmaz
biliyorum, ebediyet kesindir
çünki Tanrı hiçbirşeyi unutmaz:
o çocukluk düşleri, kusursuz dünya, gerçek!
gerçek nedir ey çocuk?
ağaç büyür, yapraklar türkü söyler dallarda
büyür gider çocuklar
kekik kokan dağlarda unutulan günlerin
sesi kalır rüzgârda
güneş düşer ırmağa, çocuk gerçeği görür:
kalbi tertemiz ayna
gerçi gerçek aşikâr, büyükler görmez onu,
çocuğun gözleri nûr
dilsiz ve merhametsiz ve kulakları sağır
büyüklerin gözü kör
çocuk görür hayâlin hakîkat olduğunu
-şâir olduğu için-
çocuk büyür kör olur…
çünki çocuktur gönül: sonsuz hayâlleri var…
anlat bana ey çocuk: anlat gönül diliyle,
ışığı süzen billur! dilimiz bir…
VII
ey gönül dinle beni
kimseler bilmez bunu
gerçi sırrın aşikâr
söyle! göreyim seni:
bir atım vardı çalmışlar
dünyâm elimden almışlar
beni rüzgâra salmışlar
dalından kopmuş yaprağı.
MÂLİHULYÂ
(OMEGA MELANCOLIA II)
Şeyda Dîvânı’nda der ki:
“Mecnûnu benim, bu sihr-i şi’rin
efsûs! efsûn-i tûl-i arzû…”
“eyvah ne aklım ne karârım kaldı
hayfâ ki benim dilde bu zarım kaldı
mecnûn-i hayâlin ki gezer çöllerde
cânâ o hıyâbanda ne kârım kaldı?”
I
Ey mâlîhulyâ..
ey hüzn ü melal, ince hayâl, ince hilâl, ey
mecnûn-i hayâl…
şâir bakarak zâyiçe-î devr-i hilâle
kumlardaki izlerde remil açtı hayâle.
çöl kalbini açmış
hülya ve melâle
devrân-ı zevâle…
geçmiş: o hayât! çölde bu kervân izi kalmış
Mecnûn-i hayâli
ıssız çöle dalmış…
yalnız ölümün gölgesi, sessiz yüzü kalmış
yalnız… tek ü tenhâ…
yâdında ne Leylâ
kalmış, ne de dünyâ.
andıkça geçen günleri… heyhat! unutulmuş
günler için ağlar
ağlar gönül ammâ
bir hâb ü hayâle.
hülyâ ve melâl! işte bütün sırrı hayâlin!
gerçek gibi hülyâ
rûyâ gibi dünyâ
kan rengi hilâli.
endîşe, hüzün, vesvese… çarhın falına bak!
şâir biliyordun ya ne olmuş, ne olacak?
meftûn ola rûhun
devrân-ı hayâle.
mecnûn ise mecnûn
bilmez niçin ağlar
bir hüzn-i muhâle
yok çâre bu hâle.
mel’ûn kehânet! bunu nerden biliyorsun?
ey mâlîhulyâ…
ey ince hilâl! ufkuma nerden geliyorsun?
ey hüzn ü melâl, ince hayâl, ince hilâl ey…
mecnûn-i hayâl…
II
Yâdında mı Leylâ
ey mâlîhulyâ?
çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli
dil derd-i derûnünde bulur şi’rini gûyâ
eylerdi bu hülyâ ile mecnûnu tesellî
kalbinde bu çöl vardı ve şi’rinde bu hülyâ
söyler dil-i mecnûn bu şi’r-i melâli
“bilmezem dünyâ vü mâ-fîhâ nedir
lâ mıdır? illâ mıdır? Leylâ mıdır?”
yâdında mı Leylâ
ey mâlîhulyâ?
çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli
efsûs! geçen günleri kalbim unutursun
yâdında ne dünyâ
kalmış ne de Mecnûn…
III
Omega melankolia!
kaderi terennüm ediyor hilâl…
karanlığın kalbinde ne dost var ne akraba
Mecnûn ile Allâhı… kader ve malihulya…
kaderi terennüm ediyor bu dil
karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde
karanlık hülyaya dalan bu gönül
karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde,
göçebe kalbin çölünde ne dost var ne de Leylâ
bir Tanrı
ve bir Mecnûn
ve bir de malihulya
Omega Melankolia…
karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde
gördü çıplak ruhunu bir çöl ıssızlığında
bir çöl ıssızlığında… Omega Melankolia!
karanlığın kalbinde…
kaderi terennüm ediyor hilâl…
bir sihr-i hilâl sanki bu Mecnûne diyor ki:
bir nağme ki her dem değişir kalbi zamânın
bilmem ki ne bu güft ü güler?
madem ki gönül bu şi’ri söyler,
bu hüzn ü melâli
bir sihr-i helâl eyle, bu ıssız çöle söyle,
çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli,
bir tarz-ı kadîm üzre ve ilhâm ile söyle!
söyler dil-i mecnûn bugün şi’r-i melâli
efsûs! bütün günleri kalbim unutursun
yâdında kalır belki şiir kalb-i zamânın…
IV
Şiir söyle banâ kalbim tesellîn olsun olmaz mı?
devâ yok mû sanâ kalbim? gönül derdi onulmaz mı?
düşe kalka koşan kalbim, nice dağlar aşan kalbim
yine tenhâ düşen kalbim daralır mı? daralmaz mı?
şiir söyle banâ kalbim, ne çâre derdine kalbim
şiir söyler yine kalbim şiir bahrîne dalmaz mı?
bu şuursuz şuurdur söz; karanlık söz, sihirdir söz
kusursuz söz şiirdir söz, gönüldür, gönlüm almaz mı?
susuzdur gerçi çöldür bu, gönüldür bu, gönüldür bu
gönüldür, tâze güldür bu; sararmaz kalbi solmaz mı?
sussuz kaldıkça çöllerde yanar âteş gönüllerde
bu Leylâ âdı dillerde sorulur mu? sorulmaz mı?
şiirdir, özge rüyadır; hüzündür, mâlihulyâdır
bu vâveylâ-yi Leylâdır sadâsı yankı salmaz mı?
gönüller aldatan şarkı sadâsı doldurup ufku
varıp bir sâhile yankı leb-î deryâyı bulmaz mı?
gönül mazmûn-ü Leylâdır,
bu mazmun sanki Leylâdır, bu Mecnûn çünki şeydâdır/
gecem bir kâre sevdâdır/ şeb-i yeldâya kalmaz mı?
ne aklım ne karârım var, mezâr-ı kalb-i yârim var/
gönülde âh ü zarım var/ gözüm yaşlarla dolmaz mı?
gönüldür her ne vâr olsa gönülden taşra yâr olsa
şiir Leylâsını bulsa gönül Şeydâsı olmaz mı?
gönülden taşra yâr olsa
dil-i Şeydâsı olmaz mı?
gönülden taşra yâr olsa
beni Mecnûnu kılmaz mı?
KELÂM
I
İşte sabah yıldızı! işte bitiyor gece
-Uyandırdı dağları – şafağın parmakları-
Ey karanlık gönlümü kavrayan el gizlice-
Seninle doğar Kelâm ve seninle her hece-
Şiir olur akıtır şaraptan ırmakları-
Sularsın gönülleri, o susuz toprakları-
Yağmur olur çilersin toprağa ince ince…
Altın rengi filizler getirir ilk baharı,
Bir mevsimlik çiçekler solup döner yaprağa,
Ve sonunda boş kalır ağaçların dalları
Sessizce akar zaman çürütür her meyveyi…
Kalk, çalış! çünki bu ân, gül yaprağından ince
Şafak sona ermeden söyle bitir herşeyi,
Şâir! geçen zamanı yoğur alın terinle
Şiir bahçelerinden gül devşir ellerinle:
II
O destan çağlarından, vahşî orman sesinden,
O kayıp cennetlerin altın pınarlarından,
Dağdan dağa seslenen gür çoban nefesinden-
Doğma bir şiir: Âdem… Âdemin hikayesi,
‘Altın Çağ’ın destanı ile başlasa bile,
Âdem zavallı şimdi- çünki kısıldı sesi…
Tanrıya baş kaldıran o Âdem nerde şimdi?
Hani kayıp cennetin o mutlu hür -insanı?
Hani Tuba Ağacı, hani Kelâm Sahibi?
III
İlk “iğvâ” Kelâm idi:
Âdem ejderi görünce,
Allı pullu, süslü, ince;
“- Sen başkasın!” demişti, “Cennetdeki herşeyden”
Ejder dile gelip birden
“-Öyle mi dersin?” dedi.
Şaşırdı Âdem büsbütün
“- Hey sen konuşuyorsun?”
dedi hayretler içinde,
“Tıpkı Tanrımız gibi…”
“- Sen de öyle!” dedi ejder, “Senin de Kelâm’ın var!”
Ve Kelâmdır aldatan, iğvâ eden Âdemi
Âdem o zaman bildi
Ki tıpkı Tanrı gibi
O da Kelâm Sâhibi’ydi
Heyhat! tabiat dilsiz
Herşey ondan farklıydı: Herşey ona yabancı-
Yalnız yaratmış hilkat Yalnız yaratmış Âdemi….
İlk “iğvâ” Kelâm idi.
IV
Âdem ne için var? “Kelâm” ne için?
Her ne ki olduysa Kelâm’dan oldu
Vaktâ ki yüce Allah diledi yaratmayı
“İlâhi Kelâm”ından “Kün!” emri geldi
Bir altın şafağı doğurdu gece.
Ve zulmetden nûr’a geçerken zaman
Yokluktan bu Varlık doğmadan önce
Âlemi yaratan yüce Tanrı’dan
Tanrı’dan almıştı Kelâmı Âdem.
“Öğretdi Âdem’e bütün esmâ’yı.”
Bütün isimleri alıp Tanrı’dan
Varlığa, bilgiye, “söz”e, herşeye
Bir isim takarak koydu “Yasa”yı
Kelâm ile geldi “Kötü ve İyi”.
Heyhat, güneş batınca, ne kalır ki geriye?
İşte bütün mesele:
Âdem: Kelâm Sâhibi-
Kendini Tanrı gibi
Görüyordu kendince.
Tanrı’ya benzese bile
Yalnızca “ism”i bildi
Bilmedi “müsemmâ”yı”
Öğretmemiş olsaydı keşke Bilgi Ağacı
Karanlığın yüreğine gizlice
Öğrenmezdi belki de Havva’da utanmayı..
V
Bilgi Ağacının yasak meyvası-
“-O yasak meyvayı yersen – bilgili olacaksın,”
“Tanrı gibi olacaksın,” diyordu Ejder,
“-İyi ve Kötüyü meyvalarından-
“Tanıyacaksın!”
Önce Havva tattı yasak meyvayı, sonra da Âdem
İnsan çıplak dolaşamazdı-
Öğrendiler utanmayı Havva ve Âdem
Herşey onlara yabancı ve onlar insân idi
Ve buyruk odur, ki:
“-Saklasın o meyvayı – Toprağa gömsün Âdem
Olsun Toprak Sahibi! toprağın verdiğini,
Artık ‘Alın Teri’yle toplasın, yesin Âdem,”
O toprağın kölesi
Cennetini kaybetti!
HAABİL’İ ARAYAN KAABİL
Cennetden kovuldu Âdem
düşman idi oğulları
arz ise ebedî matem…
Haabil’in kaatili Kaabil
yeryüzü cehenneminde
ümitsiz, muzdarip, sefîl
göçebe kalbin çölünde
yaşamak umrunda değil
“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”
Gezdiriyor küçük oğlu
onu arzın her yerinde
dağda, ovada, ormanda
ışık yok gözlerinde
diz tutmuyor, göz görmüyor
eli oğlunun elinde
her taş her kaya ardında
Haabil’i arıyor Kaabil
göçebe kalbin çölünde
“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”
Oğlu küçük, aklı ermiyor
acıyor babaya oğlu
ağlamaklı “-baba!” diyor
“baba bu dağ, baba bu göl,
baba bu çöl… ıssız bir çöl!
nerdedir kardeşin Haabil?”
Haabil Kaabil’in dilinde
Kaabil’in kalbinde Haabil
eli oğlunun elinde
göçebe kalbin çölünde
Haabil’i arıyor Kaabil
“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”
SPHINX
The Sphinx must solve her own riddle:sifenks kendi çözmeli kendi bilmecesini
Emerson
I
Uyuyan insanlar görüyorum
Sönmüş bir ateşin hararetini özleyerek uyuyan
Rüzgârın yüzünden kopardığı kumların ortasında
Oturan bir Sfenks gibi…
Arzın kalbinde yanan kor ateşti bir zaman
Sfenksin mermer kalbinde katılaşan magma.
Ve zamanı durdurmak isterdi Faust:
“Oturmuş önünde piramitlerin
Seyreder beş bin yıldan beri
İnsanın kaderini
Sellerde, harpte ve sulhta
Hiç değişmeyen korkunç yüzüyle”: Ebü’l-Hevl…
Ey Korkunun Babası -ve sen ey dört unsurun anası
Günlük ve beyaz horoz sunsun Sâbiîler sana
Çünki arslan pençelerin
Apis vücudun
Horus kanadın
Ve herşeyi bilen hissiz yüzün var.
O Horus kanadında ve o mermer kalbinde
Herşeyi bilen sifenks
-O donmuş kalbinde uyurken hilkatin sırrı-
Ve çünki sorduğun bilmeceyi hiç kimse bilmeyecek
ve çünki bu sırrı bilemeyen herkes ölecek
Ve ben de duydum o taş dudaklarından sızan
Sessiz ve korkunç bilmeceyi:
“Quo vadis populi islamicus?”
(Nereye gidiyorsunuz ey müslüman kavimleri?)
II
Okudum İkbâl’in mısralarında
Bilinmeyen geleceğin horus kanadında çırpınan o telâşlı sesini:
“Pes çi bâyed kerd ey akvâm-ı Şark?”
(O halde ne yapmalı ey Şark kavimleri?)
Ve henüz kendi târihinin şafağında uyuyan
Ve târîh denilen rûyâya dalan küçük bir çocukken
o Tâç Kapıdan
Çifte Minâreli ve kitabesinde “El-Mülkü Lillâh”
yazan o kapının boşluğa açılan eşiğinden geçerek;
Ebü’l-Hevl’m sorduğu bilmecenin cevâbını öğrendim.
İşte bu yüzden çağdaşlarıma yabancı-
Sifenkse âşinâyım.
Heyhat! artık biliyorum
“Sifenks kendi çözmeli
Kendi bilmecesini!”
O târih rûyâsı içinde dolaşırken öğrendiğim
Cevâbı ben anladım, ama -Nasıl anlatacağım?
III
Ve işte yazıyorum:
Sifenksin -Korkunun Babası’nın- o mermer kalbinde
yatan ye her Molok’u korkutan “ve bütün sebepler
ve vâsıtaları ortadan kaldıran”-o korkunç ve
anlaşılmaz cevâbını: “O gün onlar ortaya çıkarlar,
onlardan hiçbir şey Allâha gizli kalmaz ve
sorulur onlara:
‘-Limen’il Mülkü’l-yevme?’: Bugün Mülk kimindir
‘-Lillâh’il-vâhid’il-kahhâr!’: Tek ve kahhâr olan Allah’ın”
IV
Heyhât…. uyurken ölülerden aldığım bu ışığı
Yaşayan Ölü’lere anlatamıyorum
Çünki bu cevâbı bilmek- Bilmemekten daha zor
Ve çünki târih rûyâsına daldığım o Taç Kapıdan
geçtiğim günden beri; harabeler arasında dolaşıyor,
Sifenksle konuşuyor, Horus kanadıyla uçuyor,
fakat kendi çağıma geri dönemiyorum:
Bugünün mîmârı değilim-istikbâlin şâiriyim…
Ve çünki Üstâd Maarrî der ki:
“Zaman denilen şiir, uzundur, ahenklidir
Ama kafiyeleri asla tekerrür etmez
hepsi başka başkadır…”
Evet zaman uzundur,
Birdir…
Ama kafiyeleri
hem eski, hem yenidir…
Ve işte ben o büyülü Taç Kapının
geçmiş zamana açılan kanatları içinden
bugüne geçemiyor
Ve dilimden anlamayan
Bu yaşayan-ölülere hiçbirşey anlatamıyorum
Ve artık Sifenks’in diliyle konuşuyorum:
“Ey Horus!”
“El-Mülkü Lillâh…”
MOLOK
“Uykuya dalan insan ölülerden, uykudan
uyanan insan da uyuyanlardan ışık alır.”
Heraklit
I
Rü’yamda sordular: Nedir Nirvânâ?
Nirvânâ… zirve-i hîçî…
Nirvânâ/ yokluk…
Nirvânâ/ Moksâ.
Üç ma’nâdır Nirvânâ:
Üç ma’nâda ölüm…
Üç ma’nâda hayât
Üç ma’nâlı herşey,
Her üçü de Mâyâ…
Ma’nâ dersin, “ma’nâ”nın,
Biri senin,
Biri benim,
Biri onun ma’nâsı!
Üç mânâ da sen söyle:
Konuşan iki değil / altı kişi aslında!
Şeş cihet:
Mâya…
II
Çehâr unsûr-şeş cihet,
Çehâr unsur var
Molok’un putunda,
Çehâr yar…
Âsûrî çağından kalma
Kaos Canavarı Putlar:
Boğa gövdeli,
Arslan pençeli,
Yılan kuyruklu,
Kartal kanatlı,
Putlar…
Toprak, ateş, su, rüzgâr
Hepsi Molok’tur
Moloksuz olmaz…
III
Her put bir Molok
Ve her şey puttur; putsuz olmaz!
Kırılan her putun yerine
Yeni bir put yontarlar:
Sarayların kapıları önünde,
Mâbedlerin içinde,
Hayâtın nefesinde,
Mezarın ötesinde,
Bâbil çağından beri,
Dâima bir Molok var!
IV
İnsân:
Bir Mâyâ piramidinde
Kalbi sivri taşlarla oyulan
Ve Molok’a sunulan
Bir kurbân…
V
Çünki İbrahim’in sunduğu Koç kurbânı
Molokları doyurmaz
Molok’lar insan yerler
Moloklara adanan canlar insân olmalı
Ve kırılan her putun yerine bir yenisi konmalı
Ve çünki insan putsuz yapamaz
İnsanın yaptığı herşey bir put olmalı…
İbrahim’in kırdığı putlar yeniden dirilerek
Yönetir insanları
Ve çünki sürü çobansız olmaz
Ve insân ‘Molok’suz
Ve Molok insansız olmaz…
VI
Moloklar ölmez- Moloklar ölse bile
Molokların ölüleri-
Yönetir dirileri
Mezarları Mâbed olur; başında nöbet tutar diriler
ölülerin ve nev-zuhur Moloklar korur bu kabirleri.
İnsân:
Bir mezar bekçisidir…
Ve diriler ölülerin kölesi…
VII
Ve çünki “her söz eksiktir ve insan söz söylemeye
kaadir değildir” Ve her kelime bir puttur.
Lisan dahi bir Molok’un mülküdür.
Fakat Nirvânâ
Sessizlik okyanusunda bütün sembol putlarını
boğmaktır….
PERSONA (MASKE)
“Bismillah. Lekad halekna’l-insâne fî ahseni
takvîm, sümme redednâhü esfele sâfilîn.”
Biz insanı ahseni takvîm üzere yaratdık, sonra onu esfel-i
sâfiline (aşağılıkların en aşağısına) reddetdik.”
Kur’an-ı Kerim
I
Târihin şafağında -bu dünyâ sahnesinde-
Yalnızca bir oyun vardı:
“-Hangi Yeni Tanrıya insan kurbân etmeli?”
-Maskeli oyuncular oynuyordu oyunu-
İşte sahnede Molok!
“-Yüzü niçin maskeli?”
“-Şahsiyet bir maskedir: ‘Persona’ maskesi bu!”
Yunan trajedisi maskeyle oynanırdı:
Her karakter rolüne uygun bir maske giyer
Putlaşmış “Kelime”lerden Replik ezberindedir
-Maske ile oynanır bütün trajediler
-Maskelidir Cemiyet- Herşey yerli yerindedir…
İlk perdede sahnede o garip mağrâ vardı:
Kabîle mağrâsında bir ses yankılanıyor-
Ak saçlı bir ihtiyar “hikâye” anlatıyordu:
Ve ateşin etrafında toplanan insanları
Büyüleyen sesinde bir muammâ- rûyâ ve şiir-vardı:
“Mağrânın duvarına akseden gölgeleri
Sayarak anlamıştı zamanın geçtiğini…
Halbuki akılsız oğlu, onu hiç dinlemiyor-
Hergün bir taş yontuyordu….”
III
Şu ölümlü hayatı putlaştırmakla suçlanan oğul
Elinde taş baltayı tutan kabile şefi…
Mağaradan dışarı / o çıkıyor
-Avlanmak için hergün-
Gerçeğe gün ışığında bakıyor
Kabilenin putlarını kırıyor ve yontuyordu.
İhtiyar çoğalan torunlarının
Ateşin ışığında mağaranın duvarına yansıyan
Gölgelerini sayarken
Oğlu taş baltasını sıkı sıkı kavrıyor-
Gururla gülümsüyor…..
Belki anlatamıyor -fakat artık o, bu aletle düşünüyor-
Elinde -kavradığı baltanın artırdığı-
Bir gücü tutuyordu….
Ve hergün daha keskin-
Daha keskin baltalar yontuyordu…
IV
Ve hergün biraz daha ilerleyen insanlık
Kabîle putu kıran oğulların eliyle yeni putlar yontarak
Hergün bir adım daha- durmadan ilerliyor….
Elima, hayat, dansı- Molimo, ölüm, dansı:
Pigmeler’in şarkısı-
Ormanların şarkısı ve Mağrâmn yankısı
Uzaklarda kalıyor….
Hattâ göklere uzandı -Bâbil Kulesi’nden beri-
O cüretkâr elleri.
Ve “Ur”daki Ziggurat, Mısır’daki Piramit
Ve insana kaderi soran Sifenks’ien beri
Kalpleri oyularak Tanrılara sunulan
Bir kurbân oldu insan. •
İnsan kurban etmeyi kaldırmıştı İbrâhim-
Ama kırdığı putların yerine yeni putlar yontuldu….
V
Putlaşmış kelimelerle soyutlama sunaklarında
Dualar okunuyor:
-İlim, Kültür, Medeniyet, Sanat, Tarih, Felsefe,
Sınıflar, İlerleme, deniyor-
Kabilemiz yok artık-
Büyük sporcular var / star şarkıcılar var,
Biz artık “Hür-İnsân”ız, şehirlerde yaşarız
Ve bütün aktörlerin yüzlerinde maske var….
Hattâ seyircinin de-
Seyirci de kendine düşen rolü oynuyor:
Bu yığınlar içinde bir “Ferd” olmak yasaktır
Hür olmanın birinci şartı, Maske takmaktır
Ve şehirlerde hayat, “Maske”yi oynamaktır…
VI
Şehirde yaşayan insan Persona denen maskeyi
Takarak bu sahneye çıktığı günden beri
-Yüzünü gizleyerek rolünü yapan insan-
Senaryonun kurbanı, rejisörün piyonu!
Ruhunu Moloklara kurbân olarak sunan-
Kurbânm bizzat kendi…
O insan ki maskesini takıyor-uygun adım yürüyor.,
Putlaşan her “kelime”– onun “Kafa Konforu”
İyiyi ve kötüyü ne arıyor, ne soruyor:
Çünki biliyor!
Biliyor onun yerine düşünen bir Molok’un
Yazdığı senaryonun -kendi rolüne uyan-
Yalnızca kendine ait, Repliğini biliyor….
Replik ezberindedir-
Herşey yerli yerindedir….
VII
Ve onun Repliği budur:
“Te Deum! Moritur Te salutant!”
(Sen Tanrımız! Öldürülmek üzre olan kurbanlar-
Seni selamlıyorlar!)
Diyor bitkin, talihsiz ve maskeli kurbanlar.
Ve Molok’un maskesi: putlaşmış kelimeler
“İlerleme” adına teselli ediyordu geride kalanları.
VIII
Repliğini ezberleyen papağandı bir zaman-
Fakat işte maskesi de düşüyor!
Yüzünü gizleyerek bir rol oynamak için
Ruhunu şeytâna satan bir insandı o Molok-
Maskesini takıyor… Yıldız olacak bir gün-
Maskesine tapacak.
Uygun adımla yürür Molok’larm oyunu….
IX
Ve bu soyut sözler ki çok da soyut değildir
Kan kokusu duyulur çünki o soyutlama tapınaklarının
İnsan kurbân edilen sunakları ardından,
Ahseni takvîm üzre yaratıldığı halde
-bir rol oynamak için o maskeye sığınan-
Esfeli sâfilîne döndürülen o insân,
Artık canhlı değildir- sadece bir maskedir!
Kan kokusuyla sarhoş olarak ölürken o-
Sadece rûhsuz madde- maskeden arta kalan:
Moloklara sunulan cesedi kokar onun
Çünki daha maskeyi giyerken o kurbanlar
-Kurbân edildikleri Persona maskesine-
“-Moritur Te Salutant!” diyorlardı Molok’a!
(Ölmek üzere olan bizler seni selamlarız!)
Ave Caesar: Yaşasın Sezar!
TYRESIAS
ey kör kâhin tiresias rü’yâları yoran kör, geleceği gören kör!
düş değil karabasan göğsümde bir ağırlık, ağzım sessiz bir çığlık
ey kör kâhin tiresias, geleceği gören kör, rü’yâları yoran kör!
düş değil karabasan: göğsümde bir ağırlık, dudak sessiz bir çığlık
sen ki uzun yaşadın ey erkek kalpli kadın! ey düş gören kör kâhin
düş değil karabasan: göğsümde bir ağırlık, dudak sessiz bir çığlık
kafeste dönüp duran bu vahşî kaplan kalbim: düş değil karabasan
kalbim bu çılgın kaplan! bu rü’yâ nedir kâhin? neye yordun? ve niçin
kafeste dönüp duran bu vahşî kaplan kalbim? düş değil karabasan!
kör kâhin tiresias der: düş ya da karabasan, kalbin bütün düşleri,
hayat bir düştür geçer; olan olmuştur, geçer… işte gerçek! ve niçin?
çünki bu düştür geçer: düş ya da karabasan, kalbin bütün düşleri…
ey huzursuz kalbimin gözündeki perde; düş! ey kalb inleme artık
sus ey yaralı kalbim! çık ey yaralı kaplan bu düş kafesinden çık!
ey huzursuz kalbimin gözündeki perde; düş! ey dil söyleme artık!
sus ve unut şarkını, artık söyleme ey dil! unut gönül, ey gönül
unut düşü hayatı, ölümü unut gönül! unut şarkını kalbim,
kalbim şarkını unut
kalbim unut şarkını
unut bu düşü unut…
KÖR KADIN
Ey düş gören kör kadın! görürken geçmişini düşü gerçek sanan kör!
Düş sayan zamanını… gerçek sanıp düşünü; kadın kıza soruyor:
“-Elizabeth nedir bu? Düş müydü gerçek mi bu? hayâl gerçek oluyor?
Elizabeth diyor ki: “-Tam bir Manifesto bu: bu kör ‘Gerçek’ arıyor!
Körlüğünü unutmuş, benden ayna istiyor, gençliğini arıyor…”
“-Anacığım ayna kalbin, kalbine bak” diyorum, “hatırla, esto memor!”
“-Anacığım ayna kalbin, kalbine bak” diyorum, “hatırla, esto memor!”
Bayan Metzger çok iyi hatırlıyor; “-Hatırla!… “-Elbette hatırlıyor”
Geçen yaz gördüğünü, ah geçen yaz güneşi ki kırlara gitmişti…”
“-Sağ el Şahin! sol el, Lu! tutun elimden tutun ki sevgilim tutmuştu
“Bir zamanlar… Mister Lu! Ah! geçen yaz güneşi ki o zaman çok gençti”
Çok gençti, çok güzeldi…” Hattâ daha çocuktu sevdiğinde Mac Donald’ı
Sevdiğinin hocası, Filozof Unomuna “Sis”i yeni yazmıştı
Sonra bir “Martyr” gibi, savaşmış, savaşmıştı Mac Donald’ı, yiğidi
İspanya iç savaşında, zulme, ibtibdâda karşı… o “inançsız din şehîdi!”
Delikanlım, ne güzeldi! Ah ne güzel günlerdi ki o zaman çok gençti!”
Bayan Metzger’e göre: “bir kitaptan savrulan kopuk sayfalar bunlar
Kitâb-ı ömrümüzdür şirâzesi dağılan dağınık hâtıralar…”
Kitâb-ı ömrümüzdür şirâzesi dağılan yitip giden o günler…
Hüzünle yâd edilse bile güzel günlerdi… onlar… o kayıp günler!
O çılgın dünyamızın çılgın gençliği… hepsi, hepsi yok oldu gitdi!
“-İç savaşta kaybolan yasak aşk’ın meyvesi bu alaycı Lizabeth
-Ki taşıdım karnımda ve büyüttüm koynumda- bu “inançsız” Lizabeth!
Delikanlım, yavuklum, ki o korkunç savaşın o “inançsız şehîd”i
Faşizmden nefret eder, komünizme inanmaz, hiçbir dîne inanmaz
Yine de öldü savaşta… “peki ama niçin öldü? ne için? Yakışıksız
Bir ölümdü, bu kesin! “Ah geçen yaz günleri, parlak, sıcak, güneşli…
“-Gözümü yumar yummaz, tanımadığım yüzler, gözümü yumar yummaz
Cinleri görüyorum… bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler”
Bir sifenks konuşuyor beşbin yıl ötesinden… yandı, kül oldu Ankaa
“- Görüyorum, savaşan erleri, cengâverleri… damlarda üst üste,
Alt alta boğuşan ve mart kedileri gibi savaşan bütün erler…
Hattâ daha beteri… bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler…”
“-Hattâ daha beteri bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler
Yavuklum anlatıyor, sessizliğin diliyle savaşı anlatıyor
Ah, bana anlatıyor! düşümde konuşuyor, benimle konuşuyor
“Rü’yan sadıktır!” diyor, “gördüğün rü’ya sanki gerçekten daha gerçek!”
“Ve hala görüyorum o ‘inançsız şehîd’i, yiğidimi, cengâveri
Faşizmden nefret eder, komünizme inanmazdı; yine de öldü, niçin?”
Yanıp kül oldu Ankaa, Ağır adımlı develer., ki “yâ leylî, ya leylî’
Mavalı okuyorlar… oley! lal la lala… Yandı, kül oldu Ankaa
Yakışıksız bir ölüm bu, bu kesin! İspanya! âh, El-hamra, El-hamrâ!
Yürüyor çöl kervanı -ve kumlar, sessiz izler- kızıl güneşli ufka…
El-hamrâ âh el-hamrâ! yürüyor çöl kervanı -ve kumlar, sessiz izler-
ÖLÜ DENİZ
“ İntikam benimdir ve onu ben alırım”
Tevrat
I
Sessiz, sakin sularda
Altın güneş altında kımıldanan gölgeler
Bulutlandı gök birden
Yer yer, güneşe rağmen
Gölgelendi sular da
Ve sakin sularda yüzer:
Aydınlık parıltılar, karanlık parıltılar….
Bu suların üstünde ağır ağır uçan bir gölge kımıldanır:
Durgun suyun aynasında
Ürperen yakamozlar arasında
Yüzen gölgeden biliyorum:
Gölgesi suya düşüyor-
Süzülerek uçan bir martının.
II
Sesleri duyulmuyor küçük yakamozların
Dalgası bile yoktur bu sessiz denizlerin
Sessizce kımıldıyor denizde yüzen gölge
Bir ân gelir martı göğe yükselir-
Sulardaki gölgesi de kaybolur….
Ölü Deniz’de yüzen bir kaç sessiz balık var
-ve balık denizin içindeyse, deniz de balıktadır-
Gâibden gelen bir ses fısıldar kulağıma: •
“Küllü âtin, âtin ve küllü âtin karib”:
Gelecek olan herşey gelecektir-
Ve gelecek yakındır!
Ve bu sessiz denizin üstünden eser rüzgâr
Sessizce kımıldıyor denize düşen gölge
Rüzgârlar esip geçer…
Bulutlar ve martılar gelip geçer…
Suya düşen gölgeler kımıldanır
Bir feryâd boğuluyor:
Haykıran bir martının çığlığında uzayan
ve denizde boğulan bu feryadı
bir gün duyacak zaman.
III
Bu sessiz esintiden bıktım
Fırtınalar istiyorum!
Bu Ölü Denizden, sessiz balıktan, bu sessiz
gölgelerden, boğulan sesten-
Ve soluk mavilerde gezen güneşten bıktım!
Ve çünki Ölü Deniz’in üstünde uçan ruhumun
Suya düşen gölgesi sessizce kayboluyor…
Niçin ya dalgaların sesleri duyulmuyor?
IV
Ama ben biliyorum:
Denize düşen küçük yağmur taneleri
Okyanusu büyütmez
Fakat düşmezse o yağmur taneleri/
Birer birer
Bu okyanuslar kurur
Ama ben görüyorum:
Bu dalgalar yayılacak-
Büyüyecek, kükreyecek, kuduracak
Martılar haykıracak
Ölü Deniz canlanacak….
Ve kararan göklerin altındaki insanlar
Süslü yatlar, gemiler ve şehirler batacak
Sağırların çığlıkları
Bu denizde boğulacak…
Ama ben yaşıyorum: duyuyorum: görüyorum:
Biliyorum -çünki görmek bilmektir-
Bir gün bu Ölü Deniz canlanacak
Ve intikam alacak…
DE RERUM NATURA
(LUCRETIUS’A NAZÎRE)
I
Ey sessiz denizlerin /
Koynunda yatan gerçek
Sedefte gizli inci-
Mercân’da donan çiçek
Ve bu sonsuz göklerin /
Ötesinden gelecek
O kuşlar ki gâibden
Bize müjdeler taşır.
Arı ki nektar arar
Ama dinle, bu sözde /
Ne zarif bir sihir var:
“Çiçeklerin renkleri
Muhteşem Süleyman’ın /
Muhteşem kaftanından
Daha güzel değil mi?”
Serçeler var, Serçeler
Ağaçta kıpır kıpır…
Yaprakta çiğ tanesi /
Ve kalbimde ümit var…
II
Ne yazık anlamadan
Göklerden gelen sesi
Asırlarca dinledik;
Heyhat! birşey duymadık.,
Boşuna geçip gitti
O Kuşların müjdesi,
Ama ben-
Gönlümdeki bu sesin
Nağmesine vurgunum
Ve bu gâib nağmenin
Âhengine tâbiyim:
Duyduğum halde yine
Terennüm edilmeyen
Müjdeler biliyorum.
III
Ve madde – Katı Madde
Avcumdaki havuzdan gönlüme akan bu su
Bazen de gökyüzünde sâkin sâkin gezinen
Kaygudan âzâd olmuş bulutlar görüyorum-
Bulut olsam diyorum!
Sûretsiz Heyulanın içindeki cevherin
Kalbinde eriyorum:
Gahi bulut / gahi su / gah doluya dönüşen
Kalbinde eriyorum
“Om mani padme hum, Om mani padme hum,
Om mani padme hum…”
(Sonsuzda eriyorum, ben ma’nâ içindeyim,
ben ma’nâya gark oldum)
Ve çünki Yunus der ki:
“Hiç kendi kendine kaynar mı kazan
Çevre yânın cümle od olmayınca?”
IV
Ve ey susayan insan
Altından ırmaklar akan
Tahtların üzerinden
Bal, Süt, Su ve Kevserden
Bir şerâb sunsam sana
Mestolup serabımdan
Şarkı söylesen bana….
V
Bilirim bu nağmenin
Mümkün değil terennümü
Lâkin bu gökler, dağlar, denizler
Cümle kuşlar, arılar
Ve bilcümle mahlukaat
Hep bu nağmeyi söyler…
VI
Ey sessiz kalabalık
Ve ey körleşmiş insan
Ve sen ey sağır zaman!
Sen duyamaz, söyleyemez
ve çünki göremezsin…
Ama ben biliyorum:
“El-Mukadder-Lâ yugayyer!”
(Ne ki takdir olundu, odur- asla değişmez!)
VII
Yine de duyuyorum
-aslını görmesem de-
Gölgesini gördüğüm
Yoldaki insanların
Sessiz adımlarını
Ve şimdi söylüyorum:
Âdemin Tarihini-
Ve işte duyuyorum:
Göklerin çağrısını
Geleceğin sesini…
MÂYÂ
Dünyâ-
ılık bir deniz:
yüzüyorum, uçsuz bucaksız
denizde balık – balıkta deniz
elsiz-ayaksız
ağızsız-dilsiz
kimsesiz
yönsüz….
Mâyâ-
bir rûyâ görüyorum:
denize giriyor kan rengi güneş
yüzüyor güneş;
yüzüyorum.
batıyor güneş;
uyuyorum.
uyuyor deniz;
sensiz….
Atmân-
sonsuz bir okyanus:
İçimdeki Sonsuz Ben
ben denizde yüzerim- deniz de bende yüzer
sonsuz….
Moksâ-
şarkı söylüyor deniz kızları:
çığlıkları ümitsiz
perdeleri tîz
duyulmuyor sözleri
görünmüyor yüzleri
sessiz-soluksuz deniz
bensiz…
Nirvânâ!
JANUS II
Bir yüzünde mutluluk/ öbür yüz sonsuz keder…
Janus gibidir zaman: iki yüzlüdür kader
Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Bir yüzüm çocuk yüzü/ öbür yüzüm ihtiyar
Oyar hergün kalbimi kartal gagalı zaman
Ödedim bedelini zamanı öldürmenin
Ben/ bu kader dersim öğrenemeyen çocuk.
Artık yalnız kar sesi: ne mutluluk, ne keder
Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?
Karlar altında kaldı sesleri gençliğinin
Bir yüzün çocuk yüzü-öbür yüzün ihtiyar
Mutluluk çağı geçti: ışığı söndü günün,
Zehirlenmiş bir köpek gibi kıvran ki bugün
Janus gibidir hayat: iki yüzlüdür kader
Hem iyi, hem kötüdür/ hem mutluluk, hem keder
Zaman adildir / gerçi / haksızlığı da sever
Var olan her şey doğru/ her şeyde bir yanlış var
Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var
Bir yüzünde mutluluk / öbür yüzünde keder
Janus gibidir hayat, iki yüzlüdür kader.
Bir yüzün çocuk yüzü / öbür yüzün ihtiyar
Oyar hergün kalbini kartal gagalı zaman
Ödedin bedelini Tanrı’ya ihanetin
Sen/ bu kader dersini öğrenemeyen çocuk.
Öğrenir, öğretirdin insanlara sırları
Dağlarda ateş yaksın diye gür sesli çoban
Tanrı’dan ateş çaldın, Tanrı Dağı’ndan ışık
Titan’lara benzerdin: Promete gibi/ sen
Atlas gibi omzunda bu dünyayı taşırken.
Ne kaldı elde bugün… ne yaptın mahsûlünü?
Ne dağların rüzgârı, ne tarlanın başağı
Kurumuş: solmuş çayır; ötmüyor çayır kuşu
Cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akan su
Heni nerde, cennetin o kaygısız türküsü,
Dallarından elmalar sarkan ağaçlar? hani
Çocuk bahçende koşan iki köpek yavrusu?
Sessiz sessiz yağan kar örter bütün sesleri…
Kar yağar lapa lapa çocukluğum üstüne
Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?
Bir çığ düşer ey gönül, örter sesini senin
Bir yüzün çocuk senin/ öbür yüzün ihtiyar
Ey bu kader dersini öğrenmeyen öğrenci
Bir kar yağar, sessizlik örter bütün sesleri
Ey boş duvarlar, susun! sessizliği dinleyin!
ÇİN FAĞFÛRUNUN ŞİİRİ
Mağrâdaki eski püskü çantada
İki Fağfûrî kâse vardı…
Bir kâsenin içinde:
İki çadır, bir mızrak,
İki cüppe, bir kavuk,
Bir sürü dalkavuk,
Birkaç saray, birçok asker,
İki cımbız, bir kıllı yüz,
Birkaç da “dost yüz”ü vardı.
Diğer kâseye yazmışlar
Ki, Çin Fağfur’u da içmiş bu kaptan
Ve bu Haşmetlû Fağfûr’un şiiridir:
Kırk yıl içtim kâsedeki şaraptan
Hiç bıkmadım gördüğüm bu seraptan!
HASAN HARAKANİ’DEN BİR RÜBÂİ
“Esrâr-ı ezel râ ne tü dânî vü ne men
İn harf-i muamma râ ne tu hânî vü ne men
Hest ez pes-i perde güft ü guyî men ü tü
Çün perde berüfted, ne tü manî vü ne men”
Esrâr-ı ezelden ne sen agâh ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin ne de ben
Bir perde var onda, ne konuşsak, sen, ben
Çün perde iner, ne sen kalırsın ne de ben.
(Türkçesi: Ş. Uçar)
MAĞRA
I
Ben bir garip yolcuyum: İçimdeki mağrâları gezerim
Zaman sessizce akar- olanlar unutulur
Kalbimde bir mağrâ var
Kalbimdeki mağrâya
Maveradan bir ses gelir
Mağrâdaki sularda renkli gölgeler oynar
Işık düşer mağrâya
Yankılanır mağrâda
Mağrâda ki
Mâyâ’daki
Bir göl var ki
Suyunda gölge oynar
Ve mağrâ şarkı söyler
Çeşmimde hemân nakş-i ber âb olmada dünyâ
“Gonca-î dil
Câme-i hâb ü hayâl…”
II
Kızıl renkli bir sesti
Duvarda yankı yapan
Nihayet ermişti ayağım suya
Mağrâdaki sularda yüzüyordum
Uyuyordum, denizler uyuyordu
Rüyalar görüyordum
Yürüdüm çamurlu topraklarda
Gah yürüdüm, gah yüzdüm
Kulağımda çınlarken kendi sesim
Uzaklardan gelen sesler duyardım
Yüzerdim sularda ve her kulaçta
Kulağımda çınlarken kendi sesim
Mağrâdaki yankısını dinlerdim
Uzaklardan gelen sesler duyardım
Uyuyordum, denizler uyuyordu
Rüyalar görüyordum.
III
Ki sonsuz denizlerin sonundaki adada
Tek başına yaşayan
Hayy ibni Yakazân
Benimle konuşurdu
Mağramdaki rûyâda
Mâverâ’dan gelen sesler duyardım.
IV
Seslenir Hayy İbni Yakzân! ses olur
Mâverâdan mağrâya bir söz gelir
Yankılarda çınlayan bir nur olur
Kalbimdeki mağrâdaki
Yalnızlığa bir ses,
Bir şiir söyler- bu rûyâ, şiir olur
Bir ışık peyda olur
Mağrâ dahi pür-nûr olur.
V
Sonra bir ay doğdu. Yıldızlar, binlerce göz
gibi, gökyüzünden göz kırparak her hâlimi
gözlüyordu; sonra fecr-i kâzib oldu, fecr-i
sâdık / ve şafak gül renkli parmaklarıyla
saçlarımı okşadı: Celalli, karlı dağları
gördüm. Firuze renkli gökte alevler saçarak
yükseldi güneş; başakla dolu ovayı gördüm.
Altın rengi başaklarla dolu bir ovada yürüyordum;
bir çoban kaval çaldı; kuzular, kuşlar gördüm.
Yemyeşil çayırlarda uzandım, bir zaman kaval dinledim.,
VI
Gördüm ki âdemoğlu kaval çalıyordu. Dertliydi;
uzun havalar söylüyordu. Sevinçliydi; oyunlar
oynuyordu. Çalışkandı; tarlasını sürüyor,
güneşin altında terliyordu.
Dağlar, denizler aştım, Gurbet ellerde dolaştım,
“Nâgehân bir şâre vardım, ol şârı yapılır gördüm,
varıcak ben bile yapıldım, taş ü toprâğ arasında!”
Çok gördüm, çok yaşadım.
Bir vaizden dinledim; diyordu ki,
“Gök kubbenin altındaki her şey boştur.
Dünyayı tutamazsın; Bu, rüzgârı elinle kavramaya
benzer, parmaklarının arasından kaçıp gider.”
İlim, hikmet meclisleri gördüm. Amma bu söz gibisin
duymadım ki bir başka mağrâda, uzletdeki bir arifin
söylediği şiir imiş. Eğerçi bu arifin gönlündeki mağrâ
dahi pür-nûr imiş. Bildim ki bu sözden sonra ziyâde
Kelâm etmek abestir; bunu dahi nakledip, mağramdaki
rûyâlara avdet eyleyim:
VII
“Esrâr-ı ezelden ne sen agâh, ne de ben
Bir bilmece ki ne sen bilirsin, ne de ben
Bir perde var onda; ne konuşsak sen, ben,
Çün perde iner; ne sen kalırsın ne de ben…..”
BÂYEZÎD MAKAAMESİ
Key büved ma zi ma cüda mande
Men ü tü refte ve huda mande
Fahrüddin-i Iraki
Biz nasıl ayrılıp cüda kalmış
Ben ve Sen gitmişiz Hüda kalmış
I
Mor Lata’nın üstüne kara cüppe giyindim
Belden zünnâr kesmeden / A’raf ı gezip, döndüm
Yoldan rüzgâr esmeden / gülün kokusu geldi
Ördek suya dalmadan / gölün uykusu geldi…
Cismi suya bıraktı / ismi müsemmâ bildi
Derviş cüppeyi attı: derisi cüppe oldu…
Ne gerçek, ne yanlış duyduğun sözler
Her söz bir kılıf: cüppe üstüne cüppe!
“Görüş” bir elbisedir, gerçeği bizden gizler
Dedikodu kılıfı var bu “görüş” üstünde
Bütün bu cüppeleri soyunup atsan bile-
Deri dahi bir perde- Bu ismin müsemmâsı ne?
II
Cüppenin altındaki ne? Perdenin ardındaki kim?
Perdedir her kelime…
Kelime “kelime”yi böyle tarif ediyor:
“İmâm, profesör, hâkim…”
Nedir bu kelimeler?
Ve her kelime yine / başka tarif istiyor….
Nedir asıl kelime?
O kelime’yi bulsam sırlar ayan olacak
Biri “Kelime Tanrıdır” diyor / bir başkası,
“Peygamber!”
Bâyezîdi Bistâmî, “Bu bilgiyi arayarak bulamazsın
demişti, “Ne var ki onu bulanlar, yalnızca aramış
olanlar!”
Arayanlar bulamaz /
Bulan dahi bilemez!
III
Brahman Rahipleri “Tat Twam Asi” derler:
“O, sen kendinsin!”
“Kalbinin taa içindeki o Atman / içindeki sonsuz Ben”.
“Ente tekûnü zâke” demiş lakin Bâyezîd /
“Sonunda sen, O olursun.1”
O kimdir? ya sen, kimsin?
“Biz nasıl birbirinden ayrılmış,
Ben ve Sen gitmişiz: Hûda kalmış…”
IV
Cüppenin içindeki kim?
Duydum ki kaybolmuş içinde cüppesinin
Bâyezîd-i Bistâmî…
Derisinden sıyrılmış / perdelerden kurtulmuş
Can kuşuyla ma’rifet göklerinde uçarken
Birlik ağacını görmüş
O anda dahi dermiş /
Ki Bâyezîd Bistâmî:
“Her şey aldatmacaymış!”
Ve kaybolmuş içinde cüppesinin.
“Biz nasıl ayrılıp, cüda kalmış,
Ben ve Sen gitmişiz: Huda kalmış.”
V
“halk içre bir âyine var, her kes bakar bir ân görür
her ne görür kendi yüzün, ger yahşi ger yaman görür”
Gizlediği bir gerçek var bütün perdelerin
Her gördüğün gerçek değil/ gerçek demek, “var” demek
Her perdenin ardında/ yine başka perde
Çıplak gerçek nerde?
“Halk içre bir ayna var: herkes bakar kendin görür!
Sanma görür kendi yüzün-gördüğü perdedir onun..
Gerçeği görmek için
bu sonsuz perdelerin hepsini aşmak gerek
VI
Her sözdeki “gerçek öz”ü görmekte muamma
Bir seste o “gizli yüzü” görmüş gibi a’mâ
“Mânî-i Kelâm şâhid-i mazmûn-i Hüdâdır
Gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peyda”
“Biz nasıl birbirinden ayrılmış
Ben ve sen gitmişiz: Hûda kalmış…”
Nedir ya bu sözün özü?
Çünki “Lübb’ül-lüb” denen o kalplerin kalbinde,
Taa kalbimin içinde, içimdeki “sonsuz ben”de:
VII
Nihân etdim Kelâmım; gerçi ma’nâ aşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu
Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşa
Nihân û aşikâr amma, söz oldu; söz medar oldu
O söz gonca gül oldu “Kuntu Kenzen” sırrım açdı
Bu söz can içre can oldu; gül açdı; gül-izâr oldu
“Kün!” emrinden zaman oldu; zaman, kevn û mekân oldu
Kelâmdan cân cân oldu, Kelâmdan var var oldu
Gönül ekmek yemez: canım, “Kelâmullah”la can buldu
Kelâmım cana can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu
Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam
Hakk’a Bu ma’nî-i kelâm Halk’a bu gönlümden nisâr oldu
Eğerçî âh ü zar eyler, Kelâmla iftihar eyler
Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr û ne zarar oldu
“Meta’-î nengden ârem” bu Şeyda sözde “hem- vâr”em
Eğerçî fîkr-i âvârem bu aşka lâlezâr oldu
Bıdâyetde Kelâm vardı: “İlâhi Nefha”nın savtı
Zuhuru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu
Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ aşikâr oldu
Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.