Mâlihulyâ

İÇİNDEKİLER

YÂ HÛ

İlâhî Kelâm’a Gazel ………. 11

Münâcât-i Şeydâ ………. 12

Münâcât-ı Şeydâ ………. 13

Salavât-ı Sa’dî ………. 14

Na’t-ı Nebî ………. 15

Na’t-i İşraak-i Muhammed Mustafa ………. 16

Uykuyla uyanıklık arasında Sabâ Ezanı ………. 20

Yâ Hû ………. 22

Selâm ………. 24

ZERVÂN (SONSUZ ZAMAN)

Phoenix ………. 29

Zervân (Sonsuz Zaman) ………. 32

Hz. Mevlânâ’dan Bir Rübâi Tercümesi ………. 45

Alâeddin Makaamesi ………. 46

Bin Yıllık Ölüm ………. 52

Salâ ………. 55

Hüküm gecesi ………. 61

Misafir ………. 67

Akbaba ………. 69

Sonsuz Hayat / Sonsuz Ölüm ………. 70

KAR ÇİÇEĞİ AÇARKEN GECELERİ DAĞLARDA

Muvaşşah ………. 75

Bir Daha Aslâ ………. 77

Ouo Vadis Domino? ………. 78

Alacakaranlıkta Kızılırmak Zamânı ………. 80

Kaf’dan Kaf’a ………. 87

Dağ Nefesleri ………. 91

Okyânus ………. 97

Gökyüzü ………. 104

Esto Memor: Hatırla! Hatırla ey Gökyüzü ………. 106

Işıktan Sonra Karanlık ………. 110

Kar Sesi ………. 112

Ney ………. 114

Janus ………. 116

Sis ………. 118

Kar Çiçeği Açarken Geceleri Dağlarda ………. 122

MÂLİHULYA

Şâirin İlhâmı ………. 129

Metamorfoz ………. 133

Zen Paradoksu: Şiire çağrı ………. 137

Mâlihulyâ (Omega Melancolia II) ………. 144

ESÂTÎR-EL-EVVELİN

Kelâm ………. 151

Haabil’i Arayan Kaabil ………. 156

Sphinx ………. 157

Molok ………. 161

Persona ………. 165

Tyresias ………. 171

Kör Kadın ………. 172

Ölü Deniz ………. 174

De Rerum Natura (Lucretius’a Nazire) ………. 178

Mâyâ ………. 183

Janus ………. 184

Çin Fağfûrunun Şiiri ………. 186

Hasan Harakaani’den Bir Rübâi Tercümesi ………. 187

Mağrâ ………. 188

Bâyezîd Makaamesi ………. 193

İLÂHÎ KELÂMA GAZEL

Nihân ettim Kelâmım; gerçi ma’nâ âşikâr oldu

Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu

 

Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşâ

Nihân û âşikâr ammâ, söz oldu; söz medâr oldu

O söz, goncâ gül oldu “Küntü Kenzen” sırrını açdı

Bu söz cân içre cân oldu; gül açdı; gül-i zâr oldu

“Kün!” emrinden zamân oldu; zaman, kevn ü mekân oldu

Kelâmdan cân cân oldu, Kelâmdan vâr vâr oldu

Gönül ekmek yemez; cânım “Kelâmullah”la can buldu

Kelâmım câna can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu

Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam Hakk’a

Bu ma’nî-i kelâm Halk’a bu gönlümden nisâr oldu

Eğerçî âh ü zâr eyler, Kelâmla iftihâr eyler

Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr ü ne zarâr oldu

“Meta’-î nengden ârem” bu Şeydâ sözde “hem-vâr”em

Eğerçî fikr-i âvârem bu aşkâ lâlezâr oldu

Bidâyetde Kelâm vardı: “İlâhî Nefha”nın savtı

Zuhûru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu

Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu

Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.

MÜNÂCÂT-İ ŞEYDÂ

Şifâ hâhed dil-î bîmâr ilâhî

Kiyest cüz tû merâ hem yâr ilâhî

Be-pîş-î tû eger çîzî nedârem

Güneh dârem afüvv kâr-ı ilâhî

Günehkâr-i hacîlem ger men-î zâr

Dil ez lutf-î tü ümmidvâr ilâhî

Dilâzârî künem gerçî be-nâdân

Tüyî dostem cihân ağyâr ilâhî

Tü halk kerdî dil-i sâfem, tü dânî

Nedâned dil kiyest dildâr ilâhî

Tecellî kün ki kalbem bâd pür-nûr

Ki in şeydâ büved huşyâr ilâhî

MÜNÂCÂT-İ ŞEYDÂ

Şifâ ister dil-î bîmâr ilâhî

Ki senden gayri kimdir yar ilâhî

Sunâcak gerçi nesnem yok önünde

Günâhım var afüvv kâr-ı ilâhî

Günâhımdan utansam da ben ey yâr

Gönül lütfundan ümmidvâr ilâhî

Eğer nâdânların gönlün kırarsam

Sen ol dostum cihân ağyâr ilâhî

Bu saf gönlüm yaratdın, sen bilirsin

Gönül bilmez kim ol dildâr ilâhî

Tecellî et ki olsun kalbi pür nûr

Ki bu şeydâ ola huşyâr ilâhî

SALAVÂT-I SA’DÎ

Beleğa’ulâ bikemâlihi

Keşefe’d-dücâ bicemâlihi

Hasunet cemiü hısâlihi

Sallû aleyhi ve âlihi”

(Şeyh Sa’dî Şirazi: Gülistan’dan)

“Erişir göğe, o kemâl ile

Gece nûr olur, o cemâl ile

O kemâl, o hüsn-ü hısâl ile

Salavât ona, dahi, âline

Sallû aleyhi ve âlihi”

(Türkçesi: Ş. Uçar)

NA’T-I NEBÎ

 Beleğa’l-ulâ bikemâlihi

Keşefe’d-Dücâ bicemâlihi

Hasunet cemîu hisâlihi

Sallû aleyhi ve âlihi.

“Erişir göğe, o kemâl ile

Gce nûr olur, o cemâl ile

O kemâl, o hüsn-ü hısâl ile

Salavat ona, dahi, âline

Sallû aleyhi ve âlihi”

Ne zemindedir, ne zemandadır

Ne Medine’de, ne Kenan’dadır

O gönüldedir, gönül ondadır

Adı dildedir, dil o candadır

Sallû aleyhi ve âlihi

Ne Medinede, ne de Mekke’de

Ne bu câmide, ne o tekkede

Ne kilîsede, ne de Büt-gede

“O gönüldedir!” O gönülde, de

Sallû aleyhi ve âlihi

Hani ey gönül, eremez misin?

Nicedir bu yol, göremez misin?

Yoluna başın veremez misin?

Gecenin izini süremez misin?

Sallû aleyhi ve âlihi

Kokusun alıp, o gül – Ahmed’in

Nitekim bu na’t-ı Muhammed’in

‘Ere cennete, gülümüz’ dedin,

De ki aşk ile, salâvat edin

Sallû aleyhi ve âlihi.

NA’T-İ İŞRAAK-İ MUHAMMED MUSTAFA

 

Beleğa’l-ulâ bikemâlihi

Keşefe’d-Dücâ bicemâlihi

Hasunet cemîu hisâlihi

Sallû aleyhi ve âlihi.

I

“Erişti oldu ulyâ, kemâli ile

Açıldı karanlık cemâli ile

Güzeldi o cümle hisâli ile.

Duâmız onunla ve âli ile”

Besmeleyle başlarım ben na’tına

Ey karanlık giceler işraak eden

Gönlümü aydınlatan kutlu çerâğ

Ahmed-î Muhtar Muhammed Mustafâ

II

Çünki işraktan gelir nûr-i safâ

Mustafâdan, Mustafâdan, Mustafâ.

III

Şafağın ilk ışığıydı, ışğı…

Mağarânın kapısında sızıyor,

Şafağın ilk ığışı:

Kuru ekmek azığı,

Suyu Zemzem suyudur,

Geceler uyanıktır,

Gündüzleri gecedir,

Çöldür onun toprağı

Çöl gibi ıssızdı kalbi: Çöldü O!

Bu çölde kaybolmuştu -kendini arıyordu…

Kalbinde yanardı sanki güneşler

Gün âteş, gönlü âteşdi, yanardı

Aynası yoktu / aynası çöldü onun, saçları uzamıştı.

-Bir susuz çöldür yanar dil, derdi kaynar kum gibi-

Yalın ayak, baş açık, kızgın kumda yürüyordu

Aynası güneşti onun

Her yanda güneşler görünüyordu

Yoldaşı güneşti: Güneşle yürüyordu.

Hirâ Mağrâsına vardı:

“Vâdi-î vahdet” hakikatdê Hirâ Mağrâsıdır

Hirâ Mağrâsıdır işraak zamânı…

IV

İşraak! Nedir İşraak?

Çünki işraaktan gelir Nûr

İşraak / Onun ışığı / O ışıktı / İşraak O’dur!

çünki işraktan gelir nûr

Ey gönül işraak eden yâr

Şafağın ilk ışığı

Mağarânın kapısından sızıyor…

Gündüzleri geceydi o Mağrâda

Mağrâda ki sessizliği dinlerdi

Unutmuştu yüzünü annesinin

“Dürr-i Yetîm” annesini özlerdi

Gece oldu, geceler aah, karanlıktır, uzundur

Çöl sıcağından îtikâf zordur….

Nihâyet gün sona erdi/ sonra bir gün/ bir gün daha

Receb ayı da geçti/ sonra Şâbân/ Ramazân

Şafağın ilk ışığı

Mağarânın kapısından sızıyor

Şafağın ilk ışığından

Cebrâilin kanat sesi duyulur

Uzletde… o mağrâda ve kırk yaşta Muhammed

Sessizliğin sesinden korkuyordu…

“- Yaaa!…

Muhammed, yâ Muhammed

Yâ Muhammed Mustafâ!”

V

Mağrâ ki dile geldi, dedi çünki Muhammed

Dağ taş ona seslendi; selâm verdiler ona

Ses oldu…. Selâm oldu, Kelâm oldu o işraak

Vahyetti o Furkaanı Muhammed kuluna Hakk

Nûr oldu cihân, aşk ile garkoldu zemân, aşk!

Gül goncası gül açtı ki vahyetdi ona Hakk

VI

Gül yüzünden bir haberdir gül senin yâ Mustafâ

“İkra” emrinden gelir ifşâ-yı din yâ Mustafâ

Yâ Muhammed, yâ Muhammed, yâ Muhammed Mustafâ

Ahmed-î Muhtâr ü Mahmûd ü Muhammed Mustafâ

Orda işraak oldu zulmet / vahy-i vahdet sırrı oldu

Orda doğdu nûr-i vahdet / Vâdi-î vahdet: o mağrâ

Bir çorak vâdîde doğdu, âleme Asr-ı Saâdet

Kutlu bir ân, kutlu çağdı- âleme nûr-i hidâyet

Nûr-i Hafî, nûr-i celî / nûr-i islamdır Muhammed

Nûr-i Safiy, nûr-i velî / nûr-i irfandır Muhammed

Kâinatın iftihârı, sevgilinin sevgilisi, Ey en yüce sevgili

Ey hoş ol kim yâr ile yâr / yâr-i yâr / ey yâr-i ulyâ…..

VII

“Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ

Yâd-ı nâmından bulur gönlüm safâ

Es’salâtû ve’s-selâm ey Müctebâ

Dilde aşkın, dilde nâmın dâima

Es’salâtû ve’s-selâm ey Murtazâ

Çünki aşkınla bulur gönlüm şifâ

Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ

Ahmed-î Muhtâr Muhammed Mustafâ”

Ey karanlık gîceler işraak eden

Gönlümü aydınlatan kutlû çerâğ

Ahmed-î Muhtâr Muhammed Mustafâ

Çünki işraktan gelir nûr û Safâ

Mustafâdan, Mustafâdan, Mustafâ

Cân ü dihden söylerim ben na’tini

Es’salâtû ve’s-selâm ey Mustafâ

UYKUYLA UYANIKLIK ARASINDA SABÂ EZANI

I

Geceye şafağı müjdeler bir ses:

Allâhü ekber, Allâhü ekber

Kaalû Belâdan gelen bir nefes

Allahü ekber, Allâhü ekber

II

Ne aruzdur, ne hecedir

“Dost” ilinden gelen sözdür

görmedim dostu nicedir

ya bu esriklik nicedir?

bir düş ki gülden incedir

zaman şafaktan öncedir

sabâ makaamıyla gelen

gül kokulu bir gecedir.

III

Düş gerçeğe, gerçek düşe karışmış

geçen demler hayâl olmuş, düş olmuş

çünki bu hâtırâ / gördüğüm bu düş

bu düşe can fedâ, dost bize gelmiş.

IV

Gurbet elde çâresizdim, yalnızdım

garib şeyler görüyordum / her sabâh /

uyanırdım, uyandığım bilmezdim

karabasan gibi geçer her günüm

çan sesleri dinleyerek uyurdum

yâri düşümde görürsem, sevinir,

uyanır bu tecellîden korkardım

Îsâ Mesîh’le gezerdim düşümde

Ney üflerdim, türkü söyler, ağlardım

bana bir hâl gelmişti:

ben benliğim bilmezdim

“Düşman kavî, tâlih zebûn” idi / hem /

yâdımdaki gölgelerden korkardım

velhâsıl Belâ-yı Berzah’da idim:

Günüm karâ sevdâ gibi

Gecem şeb-î yeldâ gibi….

V

Bu nasıl bir düş ki böyle

geceyi böler / ezan sesiyle

unutduğum yıllar yâdıma geldi

duyar gibi oldum dostun sesini.

VI

Hey Dost düşte gördüm seni

kimbilir kim sen nicesin?

gerçi sözüm ermez sana

sorsam sabâ rüzgârına

gül kokulu bir gecesin.

VII

Kaalû Belâ’dan gelen bir nefes

Uykuyu bölüp der: Allâhü Ekber!

Geceye şafağı müjdeler bu ses:

Allâhü ekber, Allâhü ekber…..

YÂ HÛ

Ey hayâl kuran çocuk! unutup çocukluğu

geçmişi geleceği düşünüp, gülüyorsun-

yağmur damlalarında titriyor çocuk rûhu:

yağmur yağar, getirir, geçip giden günleri,

dağların beyaz tâcı, yağmurun gök kuşağı

altından geçen çocuk! çevir şimdi çenberi…

Bulutlar arasından süzülen gün ışığı

bir müjde getiriyor: Çan sesi duyuyorsun

-kuzuların boynuna takılan çanın sesi-

ve rüzgarda bir çoban kavalının nağmesi.

Saçlarını okşayan, otları eğen rüzgar

dilinde meyân tadı, iğde kokulu bahar

yıkandığın dereler, tırmandığın kayalar

aklına geliyor mu o kavalın nağmesi

meyân kökü sökerken söylenen kır türküsü?

Ellerinde karamuk / dilinde meyân tadı

nerde o Yeşil Mescid? cemâatin gür sesi?

mescidden taşardı nûr: Allâh’ın ulu adı

“Nûr üstüne Nûr” idi gönlümüzün bahçesi:

“Yâ Hû, yâ Hû, yâ men Hû

Yâ men leyse illâ Hû

Lâ ilâhe illâ Hû…”

Hâlâ kulaklarında çocukluk ilâhîsi

ve hâlâ dilindedir… gökyüzünün türküsü

ellerinde karamuk / dilinde meyân tadı

İğde kokulu bahar günlerinin türküsü:

Hey dağlar, yüce dağlar

ak saçlı koca dağlar

çocuk bir gök kuşağı

çocuk dev, cüce dağlar

Gökkuşağı paslanmaz

yağmur yağar ıslanmaz

deli gönül uslanmaz

aşsa da nice dağlar

Önce dağ gibi yaşlı

sonra çocuk olaydık

keşke çocuk kalaydık

nerde o yüce dağlar?

Nerde kahkaha dolu alıç ağaçlarınız?

ellerinde karamuk dilinde meyân tadı

nerde o Yeşil Mescid? cemâatin gür sesi?

mescidden taşardı nûr! Allâh’ın yüce adı

“nûr üstüne nûr” idi gönlümüzün bahçesi

“Yâ Hû, yâ Hû, yâ Men Hû,

Yâ men leyse illâ Hû

Lâ ilâhe illâ Hû…”

SELÂM

“kad enâr el-aşk lil-uşşâki minhâc’il-hüdâ”

(aşkıdır aydınlatan âşıkların yollârını)

Fuzûlî

I

Şafak vakti sönerken gecenin kandilleri

yanar derûnünde kalbin

zeytin yağından bir kandil

pür-nûr olur fânûs-u dil

ey gönül, “mişkât-ı envâr”

selâm fânûs-u diline…

Besmeleyle çıkar yola

şafak vaktinde açan gül

selam verir sağa sola

salkım söğüdün ardından

kalbe doğan altın güneş

selâm ârifler gönlüne…

Selâm olsun Evvel, Âhir

selâm ey Bâtın, ey Zâhir

selâm kutlu gök, kutlu yer

selâm bahçenin gülüne.

II

Bu bahar dallarnıdan süzülen gün ışığı

“nûr üstüne nûr” olan bir Tanrı’dan

gönlüme bir ışık yolu açıyor

“aşkıdır aydınlatan aşıkların yollarını”

ey gönül “misbâh-ı envâr”

bu selâm nûr yoluna.

Zeytin ağacı, zeytin ağacı

güzel kelâm, güzel zeytin ağacı

köklerin kalbinde arzın/

göklere uzanmış dalların

selâm zeytin dalına.

Dalında kuşlar öten pür-nûr zeytin ağacı

dua eder şafak sökerken hergün

yaprakların uzun uzun

dünyamıza huzûr, sükûn

bağışla zeytin ağacı

selâm zeytin dalına.

III

Şafak vakti sönerken gecelerin kandilleri

zeytin yağından bir kandil

yanar derûnünde kalbin

pür-nûr olur fânûs-u dil

ey gönül, “mişkât-ı envâr”

selâm fanûs-u diline…

PHOENIX

“Tao hayat yoludur ve her şey Tao’dur”

Lao Tse

I

Ve Ebâbil kuşları

Çırpınarak kanat kanat

Kanatlarını açarak

Bir çırpıda aştılar

Rûh uçurumlarını

Ve Mâyâ’yı

Ve kuşatıp gerçeği

Kapladılar semâyı.

Ve Ebâbil kuşları -cehle ve zulme inat-

Orduyu kuşattılar ve taşlar fırlattılar

-Yıkar bâtıl düşleri çökerken her Saltanat-

Ordular yok oldular

Ve o kuşlar gittiler.

II

Ve Ebâbil kuşları

Dünyâyı düşünmüşler:

Bu Mâyâ’dır! demişler; bu Mülk ve bu Saltanat.

Ey ruhların berzahı,

Ey aldatıcı dünyâ! Seni de aşacağız

Ey kışkırtıcı rü’yâ! Gerçeğe ulaşacağız…

“Âlemlerimizden sefer” ederek, berzahlardan geçerek

Bin yıl boyunca uçmuşlar-yorulmuş gümüş kanatları

Ama birbirine yaslanarak, birbirine seslenerek

Yola devam etmişler

Sîmürg’ü bulmaya and içmişler: Bin yıl daha uçmuşlar

Yoruldukça ilhî söylüyormuş o kuşlar:

Çünki her şey bu yoldur

Bu yol hayat yoludur

Ve bu yoldan geçerek

Cümle gülzâre gelir.

III

Kanatlanıp aştılar rûh uçurumlarını: Ve Mâyâ’yı

-Dünyâyı- ve Moksâ’yı aştılar.

Bir uçuşta geçtiler bu âlem-i berzahı

Nirvânâ ülkesinde İllâ’ya ulaştılar:

Varlık bir serâb idi: Yokluk dahi seraptır.

IV

Ve orda çintemânî: Buda’nın üç incisi

-Nirvânâ ülkesinde, Lâ ve İllâ Mülkünde-

O ziyâfet sunulur;

Ve bir inci yemişler

Esrârı anlamışlar.

İkinciyi yemişler,

Birer Phoenix olmuşlar.

Ölümsüz Phoenix gibi;

Yanıp kül olsa bile -Külleri dirilen kuş!

Yeniden dirilişin, O Sîmürg’ün tılsımı

Saymışlar üçüncüyü

Kalplerinde gizlemişler.

V

Çintemânî’yi bulunca, Lâ ve İllâ sırrını

Ying ü Yang’a kavuşunca, âhengin esrarını

Keşfedip anlamışlar Tao’nun sırlarını

Dokuzuncu felekte “Kelime”yi öğrenmiş

Îsâ ve Rûhü’l-Kudüs bâbını okumuşlar…

VI

Bütün felekleri geçmiş, sonsuzluğa kanat açmış

Lâ-mekân ülkesinde, sonsuzluk okyanusunda

Allah’ın huzurunda

Yeniden açmışlar o şehâdet sancağını:

“Lâ İlâhe illallâh!”

O şehâdet sancağıyla

Ve Lâ ve İllâ kanadıyla

Dönmüşler bu Kevn ü Fesâd’a…

VII

Ve işte ben-

Gözlerim gökyüzünde,

Onları arıyorum:

-Yıldızlar arasında: Onları görüyorum-

Çünkü her şey bu Yol’dur

Bu yol Hayat Yolu’dur.

Ve bu yoldan geçerek

Cümle gülzâre gelir.

ZERVÂN (SONSUZ ZAMAN)

 Ne zindeem ez hicr-i tü ne mürdeem ey şuh

Feryad ez in nevi vücud-i adem-alud

Yavuz Sultan Selim

Ne canlıyam ne ölmüşem çün ayrıyam senden

Feryad yokluk bulaşmış bu varlığın  elinden

I

Ey iki yüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!

Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman

Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün

İki yüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman

Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader

Geceden gizli açan bir gül olur bir zamân

Bir ân kanlı lâledir! bir kâse dolusu kan

Bir ân çan sesi gelir, yola düzülür kervân

Bir ân Sûr-i Sirâfil: ebedî şimdiki ân!

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.

II

Şafak vakti çalan çan! Yola çıkıyor Kervân

Önümüzde sonsuz çöl, ardımızda Rûzigâr

Kum tepelerde yiter, silinir izlerimiz…

“-Ey deveci, develer

Yorgundur / yük ağırdır

Öyle şarkı söyle ki,

Aşka gelsin develer”

Gözyaşıyla yıkansın kum dolan gözlerimiz

Zaman denen Ankaa Kuşu

Hiç benzemez başka kuşa

Çabuktur kanat çırpışı

Çabuk geçer yazdan kışa.

“-Ey deveci, devemiz

Yorgundur / yük ağırdır”

O şarkıyı söyle ki,

Söylemiştir pîrimiz!

“Cân ararsan, cansın

Nân ararsan, nansın

Bu nükteyi anla ki

Ne ararsan, ondansın!”

Rüzgâr esip geçiyor, geçip gidiyor Kervân

Rüzgâr kanatlı zaman / yürüyor çölde kumlar

Ve kum tepelerinden silinir izlerimiz…

III

Hem geçmiş, hem gelecek: iki yüzlüdür Zervân:

“Geçen geçmiştir, istikbâl gâibdir / geçer zamân

Sana yalnız şu ân kaldı, içinde olduğun şu ân!

Şu geçen “ân”dır Zervân: yok olup, yiten zamân

Şafakta çan sesi var; geçip gidiyor kervân

IV

Ey iki yüzlü Zervân! Sen ey ebedî nisyân!

Hem Âhurâmazda’sın, hem karanlık Ehrimân

Zerdüşt yaktığı zaman bu idrâk kandilini

Bir devler savaşında arada kaldı insân…

Ve gecenin bağrından çıktı gül yüzlü şafak

Çölde doğan o şafak yıldız dolu geceden

Şâhitdir İbrâhim’in her putu kırdığına.

Gördü “Darb-ı Kelîm”in kayaların kalbine

Vurarak âb-ı hayât bulduğunu bu çölden.

O Kazıklar Sahibi Firavn’i yenen âsâ

Âsâ da bir Mûsâ’nın elinde olur âsâ!

Çok kervân geçti çölden: Dâvûd, Süleymân, Îsâ…

Ve Muhammed Mustafâ katıldı bu kervâna!

Canlanıp, hayat bulan bir avuç toprak gibi

“Lâ ilâhe illallah!” dedi cân ü gönülden

Bu tevhîddir erişir karanlıktan şafağa…

V

Ne zemîn kaldı ne zamân; ne iki yüzlü Zervân

Çünki vahdet münezzeh zamandan ve mekandan

Zamân aşk ile doldu; mekân nûra gark oldu

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

“Lî maallâhi vaktün!” dedi çünki Mustafâ

“Allâh ile bir vaktim var!”: ebedî şimdiki ân…

VI

Şafakta ezan sesi; yola çıkıyor Kervân

Bu sonsuz yolculuğun rehberi Mustafâdır.

Zamân bu Kervândadır, bu kervân içre mekân

Çöl yok artık, kervân var: Kervân, bütün dünyâdır!

“El-Mülkü Lillâh!” dedik: “Mülk Allâh’ın!”, öyleyse

Bütün Dünyâ bizimdir ve bu zamân da bizde

Bir Kervân türküsüyle gelir gönlümüz vecde

İki yüzlü de olsa zamânımız, her zamân

Beyin kâfir olsa da, kalb dâimâ Müslümân…

VII

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

Kervânımız yürüyor: uyan ey yolcu, uyan!

Katıl bu kervancının sonsuzluk nağmesine

Zamân bu nağmededir / Ebediyyet: şimdi! bu ân…

VIII

“Câme-siyeh ger küfür

Nûr-u Muhammed resîd”

“Vakt şüd ey mürdegân

Haşr-i mücedded resîd.”

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

Kervânımız yürüyor / Uyan ey yolcu, uyan!

Geldi Diriliş Çağı: Ey ölü gönül, uyan!

Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından

Karanlığı yok eden kutlu bir ışık doğdu

“Nûr-u Tevhîd çevirdi karanlığı şafağa.

“Kar cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişti

Vakt erişti Ölüler, yeni bir Haşr erişti!”

Dağların, denizlerin ufuklarından, şafak

Göklere erişerek aydınlatır geceyi

Ey Ölü-gönül, uyan

Diriliş vakti bu ân

Uyan ey gönül, uyan!

IX

“Haber kün ey sitâre yâr-i mârâ”

“dil çü süturlâb şüd,

âyet-i heft âsümân”

Ey gönül usturlâbı! İşte Şafak Yıldızı…

“Haber ver ey sitâre

Haber ver yârimize”

“Ki gönül usturlâbı

Yedi göğün âyeti…”

Dünyâ nedir ki bize? Nedir bu devrân, nedir?

Bu Kubbe-i devvâre,

Dönen gökler, güneşler,

Saman Yolu, bir zerre,

Bir zerredir âsümân.

Bu sonsuz kâinât ne? Yalnızca bir damla kan…

Bütün bu kâinatdan daha geniştir bu cân

Çünki sığar kalbine rahmeti sonsuz Rahmân

Kâinat vâr olmadan/zamân, olmadan zamân

“E lestü bi-Rabbiküm?” hitâbının cevâbı

“-Belâ!” demişti ruhlar; “Belî!” dediğin zaman

Bir ışıktır, çevirir karanlığı şafağa…

X

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

Îran-zemîn’de zamân Zümrüdü Ankaa gibi

Yanıp kül olsa bile / küllerinden dirilen

Ölümsüz bir kuştur ki- tüyleri Gökkuşağı

Şafak yüzlüdür Hürmüz

Karanlıktır Ehrimân!

Zervân, o sonsuz zaman, o iki yüzlü Zervân

Bir “ân”a sığdırsa da insanın kaderini

Böyle buyurdu Zerdüşt:

“-Zervân içinde yürür; geri dönmez bu kervân

Gidişi var, dönüş yok; yalnızca bir tek sefer”

Ebediyyet bu ândır… bu ân’a bağlı zafer

Kuzgunlara sunulsa bile insanın leşi,

Bir ân olsa da ömür, Tanrı dilerse, bir ân,

Bir ândır Ebediyyet, bir ân inanmak yeter!

-Karârın nedir şimdi?

– Kötülükle savaşmak / iyiliğe inanmak!

– Nedir bir ân inanmak?

– Pervâne gibi yanmak!

Gönül âteş-gededir: Gönül bir aşk çerâğı.

– Yürek nedir? Yanmaktır, pişmek, kavrulmak, yanmak!…

– Kaderin efendisi kim? / Sensin! İnanan insan!

Uyan ey gönül, uyan

Geldi diriliş çağı

Ey Ölü-gönül, Uyan!..

XI

Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu…

“- Bu yol, hayat yoludur!” derdi Üstâd Lao-Çe;

Yürek bir kuru yaprak, rüzgârın savurduğu.

Gönül bir özge cândır: Hem şâhin, hem güvercin

Karanlıkta parlayan

Bir çift gözdür o kaplan

Hem erkek, hem dişidir

Hem avcı, hem avlanan

Hem Yolcu, hem Yol’dur O

Her iklîmi dolaşır

Gönlü geniş, ufku hür…

Gobi çölünü aşar

Varır Sarı Irmağa

Her kalıba girer O

Ying ü Yang’ın ahengi / Tao’nun sırrı budur:

“Değişmeden-değişen” bir bulut; ve bir sağanak

Şimşek çakar ve söner: bir ân!

Gök gürültüsü; Yağmûr

Mührünü vurur Çağ’a…

XII

Yürekte hırs var, kîn var: Kirli kan var yürekte…

Dinler Sidarta Buda Ormanda bir ırmağı

Ormanın gölgeleri, “Mâyâ”dır; Gerçek değil!

Ormanda sonsuz-sükûn, “Ebedî ân”dır; geçer

Kaderin cilveleri, “Karmâ”dır… Gerçek değil!

Orman susar ve söyler: Sessizliğin dili var…

– Söz nedir? Söyleyenin kadri kadardır “söz”ü

Ne eksik, ne fazladır: tam sözü gibi özü!

Söz söyle, boş söz değil; çöz ey Sükût dilini!

Buda’ya sırlarını anlatır Irmak şimdi…

Anlar Buda, Irmağın, arzûların dilini

Mâyâ’dır Dünyâ,

Moksâ’dır Arzû,

Serap’tır Karmâ.

Bu Varlık bir serap’tır: Yokluk dahi Seraptır.

Nirvânâ: hîç ender hîç! Serâb içinde serâb…

“- Ey Suya düşen gölge!” diyor Irmak, Buda’ya,

Su temizdir kaynakta: kirli kan var yürekte…

Yürek yıkanmak ister/

Yürek ister, yıkanmak!

Ganj’da yıkanmak değil/Deri yıkamak değil,

Rûh’u yıkamak gerek,

Yıkamak gerek Çağ’ı

Ve kuşanıp Gerçeği; aşmak gerek Mâyâ’yı…

Sonra Aziz Buda’yı

Budayıp put yaptılar

Tebessüm eden bir put

İnsanların taptığı,

Tebessüm eden bir put, insan ahmaklığına…

XIII

Çölde doğan o şafak, yıldız dolu geceden

Şâhitdir İbrâhim’in putları kırdığına

Bâbil Tanrılarını: Gökteki Yıldızları

Beğenmedi İbrâhim… Ay’dan da gönlü geçti.

Ve Mısır’ın Tanrısı “Güneş’ten de vazgeçti

Batışına bakarak ayın da, güneşin de

“Lâ uhibbul-âfilîn!” (Batan şeyleri sevmem!)

Dedi, kendi gönlünce.

Baktı kendi gönlüne:

Orda Tek Tanrı vardı,

Bütün putları kırdı.

İbrâhim Milletiyiz: Putumuz yoktur bizim

İbrâhim Milletiyiz: Tanrımız Tek’tir bizim!

Sen ey Destan şâiri! taa Zerdüşt’ten bu yana

Bak Ölüler dirildi: Sen hâlâ uykudasın

Halîlullah İbrâhim kırdı putları ama

Putlar bile dirildi-

Ey “ölü-can”lı insan, sen niçin dirilmezsin?

Kelîmullah’dı Mûsâ: gönlü Sînâ Dağ’ında

Tûr-i Sînâ’dır gönül çün “belî” makaamıdır!

Bak Mûsâ indi dağdan / Îsâ çıkıyor dağa

Zeytin Dağı’nda vaaz eder: Kelâm onun Kelâmıdır

Kelimetullah İsâ

Çık Golgatha Dağı’na

Sen kendin yapıyorsun ve kendin taşıyorsun

Çarmıhını sırtında…

Habîbullah Mustafâ katıldı bu Kervân’a

Su içerek canlanan kurak bir toprak gibi

“Lâ ilâhe illallâh!” dedi, cân ü gönülden

Bu Tevhiddir çeviren Karanlığı Şafağa…

XIV

“Tabl-ı kıyâmet zedend, sûr-i Haşir şîdemed”

Ey kara cübbeli Küfr! Sen ey insana tapan,

Kendi putuna tapan, put yaparak uyuyan-

“Uyuyan insan düş görür: Ölülerle konuşur-

Uyanan insan ibret alır, uyuyanlardan!”

“Kara cübbeliyse Küfr / Nûr-u Tevhîd erişir

Vaktidir ey ölü-can, diriliş vakti bu ân!”

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

Yıldız dolu geceden, karanlığın bağrından

Karanlığı yok eden kulu bir ışık doğdu

Anlamasa da Küfr’ün Karanlığı, Işığı

Nûr-u Muhammed ile yeni Haşr oldu Zervân

Diriliş vakti şimdi, mahşer vaktidir bu ân

“Sûr-i Sirâfil ile Tabl-ı Kıyâmet vuran”…

Ebediyet “şimdi”dir! Ebedî çünki bu ân

Şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân.

Geçip gidiyor Kervan: Uyan ey yolcu, uyan!

“Uyan derin uykudan

Derin uykudan uyan”

Ey Ölü-gönül, uyan!…

  1. MEVLÂNÂ’DAN BİR RÜBÂİ

“Âteş nezened der dil-i mâ, illâ Hû

Kûteh neküned menzil-i mâ, illâ Hû

Ger âlemiyan cümle tabîban bâşend

Hallî neküned müşkil-i mâ, illâ Hû.”

Âteş yakamaz gönlümüzü, illâ Hû

Noksân olamaz menzilimiz, illâ Hû

Hem cümle cihân olsa tabîb, bu derde

Halleyleyemez müşkilimiz, illâ Hû

(Türkçesi: Ş. Uçar)

ALÂEDDİN MAKAAMESİ

 

I

Şafakta gül açarken bir uykusuz geceden

Düştü çiğ tânesi gül yaprağına

İçtim yanâ yanâ ben o şaraptan

Güle geldim geceden…

Serhoş mudur, şeydâ mıdır bilemem

Yâr kokusu gelir gülün terinden

Şerh edemem, söylesem ahvâlimi

Sabredemem, söylemesem hâlimi.

Şikâyetim var öz nağmelerimden…

II

Yaar!

Yâr-i yârdir pîrimiz

“Kâr kâr-i mâst, çün o yâr-i mâst”

“Kâr bizim kârımız, çünki O’dur yârimiz”

Sâz bizim sâzımız, söz kimin sözüdür ya?

Bu nefes gülden gelir, hem bezm-i elestden geilr

“Her gül-î gülzâr bûyi:

Nâfe-î Kaalû Belâ!”

Düştü çiğ tanesi gül yaprağına

Üzüm suyu neme gerek, serhoşam şeb-neminden

Serhoş oldum kendi nağmelerimden

Serhoşam dilim durmaz

Söylerem sözüm ermez

Şikâyetim var öz nağmelerimden

III

Çok sözüm var söylemeyi bilmezem

Ne söyleyim- ne söylesem söz olur

Serhoş oldum, ağlar ağlar, gülmezem

“Yâr” bu gönlüm, söz de “serhoş-söz” olur

Düştü çiğ tânesi gül yaprağına

Ne kuyuya düşen ay/ ne leğende hilâl gördüm/

Çıban çıkmadı boynumda/ ayn’el-yakîn ay gördüm

O küçük çiğ tanesinde çıplak rûhumu gördüm/

Cihânı hep âl gördüm.

Hâli gördüm ân-be-ân/

Cânı hem ber-zevâl gördüm

Korkarım incitmeden yâri meğer/

Korkmasam her bir sözüm bin âh eder

Her ne dersen ey gönül/

Söz, zülf-i yâre dokunur

Hâlimi tarife söz yetse eğer

Dil neler söylerdi dildâre neler

Gül nâfesi üstüne…..

IV

Alâeddin serhoş bugün; sırlarını söylüyor

Câmi avlusuna mendil sermişim,

Mendilimin ortasına yüreğimi koymuşum,

Yüreğimi çırıl çıplak, sere serpe, soymuşum

Taa yüreğim ortasından bir türkü çıkarmışım

“Yâr yüreğim yar: Gör ki neler var!”

            Neler var deme

            Kahır var, keder var

            Neler var neler/

            Gül dibinde gül biter

            Gül değil, sensin

            Yitirdiğim gül-i ter

“Hem cümle cihân olsa tabib bu derde

Halleyleyemez müşkilimiz, İllâ Hû….”

V

Bugün Şems’den haber aldım

Şems’in hânesine varsam varamam

Kutlu ayağına yüzüm süremem

Serhoşam dilim durmaz / söylerem sözüm ermez

Ben sebeb-i isyânımı söylerem /

Söylemeden duramam

“- Vah zavallı Alâeddin, yazık sana, ey vây sana!

Kimse anlamıyor senin dilini

Kimseler bilmedi senin hâlini

Ben bu derdi şerh edersem söz olur

Korkarım kızdırmaya dostu meğer

Dilimden anlayan olsaydı eğer

Neler söylerdim, ben daha neler

Gül nağmesi üstüne…

VI

“Mecnûna sordular: Leylâ nicoldu?”

Leylâ gitti, Kimyâ’yı da Şems aldı/

Kimyâ gitti….

Alâeddini kim yâ dertlere saldı?

-ya kim bu kimyâ?-

Yüreğimdeki kim?

Yüreğimdeki sır / say ki bu bozkır

Issız ve tenhâ…

Ârifin yüreği

Çöl toprağıdır

“Bir susuz çöldür gönül aah/

Derdi kaynar kum gibi”…

Erenler sözü

Oddandır özü

Yandırma közü

Bırak -küllensin

Yüreğin közü…

“Âteş yakamaz gönlümüzü

İllâ Hû

Şems kayboldu/

Kayboldu da nicoldu?

“Noksân olamaz menzilimiz, İllâ Hû…”

VII

Bir söz desem, ağuyu bal eylesem

Bal da yesem, yüreğime od olur

Ne söyleyim? söz olur ne söylesem

Cân o cânândan geçer yâr, “yad” olur

Ne söyleyim? ne söylesem söz olur…

BİN YILLIK ÖLÜM

 

I

Yürek yeni kanatlanmış bir kuştu,

sevinçle kanat açtı

her iklîmi dolaştı

geçti Altaylar’dan, Tanrı Dağı’ndan

yedi iklîmi, dört ummânı aştı

gönül yeni kanat açmış bir kuştu…

Uçtu Tûr-u Sînâ’ya Mûsâ ile

uçtu Zeytin Dağı’na Îsâ ile

ve Hîrâ’da Muhammed’le buluştu

Nûr Dağı’ndan Kaf Dağı’na ulaştı.

Kaf Dağı’ndan geçti gönül

âb-ı hayât içti gönül

gönüldür “kutlu ebâbil”

her zamandan göçtü gönül.

II

Güneşi takib etti, garb’a döndü yüzünü

Karadeniz, Akdeniz, Atlantik, Sâkin Deniz

bin yıl boyunca uçtu…

kanatları yoruldu

Hazar Gölü’nden geçerken

düştü… düştü… ve boğuldu.

yutdu “bin yıl”ı denizler, bu ikinci bin yıl oldu

“-o halde neylemeli, ey şark kavimleri?”

Gönüldür ankâ kuşudur

ölmek, dirilmek, işidir

âb-ı hayât içmiş ise

iki maşrik, iki mağrib

bir tek kanat çırpışıdır.

Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!

tut elinden, tut elinden şafağın!

uyan artık! uyan ey şark güneşi!

sıyrılıp çık, garbın karanlığından!

III

“Rabbü’l-maşrıkeyn ve Rabbü’l-mağribeyn”

garbda hergün mağrib, şarkda şafak var

“Rabbü’l-maşrıkeyn ve Rabbü’l-mağribeyn”

insan kalbinde de mağrib, maşrık var.

Doğdu… şark ufkunda yükseldi güneş

kalb garbın karanlık gecesinde uyur

nerde kalbin şafağı? hani ateş?

hani ışık? hani maşrık, karındaş?

ne zaman bitecek bu bitmeyen kış?

hani şarkı söyleyen kuş, Mûsikaar?

Uyan ey Anka Kuşu!

Kûh-i Nûr’a, Kûh-i Tûr’a

Kaf Dağı’na kadar çık!

iki mağrib, iki maşrık

bir tek kanat çırpışı

âb-ı hayât içmiş isen

güneş yeniden doğar

her dem yeni yaratılır…

Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!

tut elinden, tut elinden şafağın!

uyan artık! uyan ey şark güneşi!

sıyrılıp çık, garbın karanlığından!

Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi

tut elinden, tut elinden şafağın!

uyan artık! uyan ey şark güneşi!

sıyrılıp çık, garbın karanlığından!

Ey gönül! güneşin ikiz kardeşi!

işte ikinci maşrık,

işte ikinci doğuş,

ey kalbimin Ankaası!

her dem yeni yaratılır

güneş yeniden doğar…

SALÂ

I

“-Hey âşıkân, âşıkaan!

Canlar cânı, cân-ı cân…”

Seheri uyandırın: Ey çeng! ey rebâb, uyan!

Âşık olanda ey dost

Artar mârifetimiz

Her gün artar, eksilmez

Artar muhabbetimiz.

Vardım Maraş’a dedim: Zervân, ey sonsuz zamân

Uyan ey Zervân uyan! Diriliş vakti bu ân…

Maraş bahçelerinde, havuz başında durduk

Söğüt dalına astık “Çeng”imizi, oturduk

Andık geçen günleri

Andıkça “hayfâ!” dedik

Hatırladıkça bizi-

Bizden sürgün edenleri.

“- Bilir misiz bu derdi ki bizden terâneler,

Bizden şenlik isterler, bize azâb edenler”

Garib geldik bu ile sürgündür nefesimiz

Gece geceye haber! gündüz güne söz söyler

Kulağı yaratan Rabb, işitmez mi sözümüz?

Yokladım bu gece ben, yüreğimi denedim

Zehir yutmuş geceden, can çekişir yüreğim

Akrep sokmuş yüreğim… Gözü yaratan görmez mi?

-Sus! Yüreğinle konuş! Söyleyiş yok, söz de yok!

II

Seheri uyandırdık: Döndük işte Konya’ya

Şavkı vurmuş güneşin taa Kubbe-i Hadrâ’ya

Bu yerde yârimiz yok: Ölü çok, dirimiz yok…

Üçler mezarlığında buluruz bir âşinâ

Yürü varalım gönül hâmûşân’ın yanına

Salâ okur, Müezzin: Bir Dâvûd Âvâze’si

Geliyor Mâverâ’dan sessiz-ölüm’ün sesi…

III

Bunda bir ses ünlemez: Kabir taşı konuşur

Ölülerin sohbeti / dirilere benzemez

Bir mezar taşı hâmûş- bir mezar taşı şâir

Bunun yazısı solmuş-bununkinde bir şiir:

“Diriden ölüye olmazsa hürmet

Çözülür bağlar, dağılır millet!”

Ölse de hürmet ister/bir vakt Bey imiş zâhir…

Âdetimiz böyledir; çünkü işimiz budur

Can sağ iken bilmeyiz ölünce bulur kıymet

Başı taşla ezeriz-taşa hürmet ederiz…

“Vilayet kaleminden / bir / yevmiye kâtibi

Emîn Efendi merhûm” koltuğunda defteri

Gece gündüz koşan bir kara tavşan gibiydi

Yetişip, tutamazsın; yevmiyesi bir kuruş…

Bir kuş öttü dalında: va’de geldiği gibi…

Gitmek zamânı geldi… Yâ Hû Emin Efendi!

IV

Kıvrılmış sarı yılan

Kabristanın yoluna

Tüyü kızıl-kara kuş

Konmuş ağaç dalına

Bu demde Guguk kuşu

Bakıp ahret falına

“-Gu, guuu guk!” dedi bana…

“Tempus Fugit!”: kaçıyor zaman, guguklu saat!

Zervân, o sonsuz zamân, der ki fânî insana

“- Yaşayan-cân’ın yoksa, nice yaşarsan yaşa!”

Bütün işlere gülüyor zaman ve diyor ki:

Bu varlığın sonu yok! her dem salâdır/ salâ

Okursun, anlamazsın zamânın târîhini

Niye geldin dünyâya? Nereye gidiyorsun?

Bu nice okumaktır? anlamadan, eylersin

Ölümsüz bir söz söyle, söylenecek söz budur:

Ârifin sözü ölmez; ârif anlar ârifi

Söylenecek söz yoksa, söylemeden söylersin!

Hâmuş düşüyor insan bir mezar çukuruna…

V

Yol var, doğru görünür-sonu bir kabre çıkar:

Neye yarar o yol ki, yolun sonu uçurum,

Tutunsan da bir dala-zaman dalı kemirir

Daldaki tomurcuğun tadamadan balını,

Tuttuğun dal kırılır, bastığın yer sarsılır,

Düşersin uçuruma… bir uçurum ki kabir

Üstünden kuş aşamaz, tîz nefesi kesilir.

Sessizce akar zaman: çürütür her canlıyı

Tomurcuk çiçek olur: acı bir meyve verir

O meyve ki şiirdir: düşer zaman nehrine

Her yeşil sebze solar… say ki insan ot gibi:

“Sabah boy atar, büyür; akşam biçilir, kurur”.

Bahçen hüzne gark olur: ey ebedî inildi!

VI

Seheri uyandırdık: döndük yine Konya’ya

Sabâh erken Konya’da… Muhâcir Pazarı’nda

Kan alır cân satarlar üç-beş kuruş bahâya

Neye yarar bu pazar? herkes bir gölge gibi!

Gerçek… herkes bir soluk, herkes hîleli bir dil

Yüreklerde cerâhât-dudaklarda kılıç var!

Ekmek yer gibi yerler insanlar birbirini

Ter değil kandır, akar insanların sırtında

Kan değil, kötülük var, irin var damarında

İnsanın kazancı ne? Zamân sessizce akar

Bir nesil geçer/gider/gelir yeni bir nesil

Dudağından dökülen bu sürgün türküsüdür

Mal biriktir sen hemen: kimler yer bilinmez ya

Birgün kabre inersen; bu kârın neye yarar?

Bu emek, bu kazanç ne?/Bir gurur gerdanlığı

Hakîm kişi de ölür… ahmak da, budala da,

Gelenler gider geri, bu dünya sürgün yeri,

Sen de, ben de ölürüz… ha akıllı, ha deli!

VII

Alçak gönülle dedim:

– Eyidir gönül, eyidir

Eğerçi mezar taşıdır,

Bir taşla konuşmak bile

“Kibirli adamlar ile

Çapul paylaşmaktan yeğdir!”

HÜKÜM GECESİ

(OMEGA MELANCOLIA )

I

Sus ey gönül, konuşma! Sus ey huysuz karanlık!

Ey huzursuz karanlık: Sabâh olmayan gece

Ve sabâhı bekleyen huzursuz, uykusuz rûh

Gece… bir karanlık rûh… karanlıktır rûhumuz

Karanlık rûh… çöl kadar ıssız, yalnız, susuz rûh!

Rûhum susuz bir çöldür ki dâimâ yanacak,

Gece, bu kara gece, sona ermeyen gece.

Gece hüküm gecesi: rûhum yargılanacak…

Sus ey huysuz karanlık! Ey gönül konuşma, sus!

II

“Susmak yeğdir!” desek bile/ağzımızdan kaçıyor söz

Düşer bu söz dilden dile… konuşmadan/konuşuruz

Bir gecenin götürdüğü, bir şafağın getirdiği

Ömrümüzün yitirdiği, geçen zamandır uykusuz

Bu gönül susuzluğu / bilmiyor sonsuzluğu

İçiyor da Bengi-Su, kanmıyor gönlüm susuz.

III

Bir altın şafağı beklerken gönül

Kararsız zamânın karanlığında

Kaderi terennüm ediyor bu dil

Kararsız zamânın karanlığında

Karanlığın kalbinde ne dost var ne akrabâ

Bir ben varım, bir Tanrı, bir de bu Mâlihulyâ

“Omega Malenkolia” karanlığın kalbinde…

Gördüm çıplak rûhumu bir çöl ıssızlığında,

Bir çöl ıssızlığında… rûhumun yüzü kara

Çırıl çıplaktı rûhum: ıssız yalnızlığında

Issız yalnızlığında… Omega Melankolia!

Karanlığın kalbinde

Kararsız zamanın karanlığında…

IV

Ben, cüretkâr ölümlü, korkak ruhlu, serseri

Bir ben varım, bir Allâh, bir de bu mâlihulyâ:

Gelir bir gaz lambası kara boşlukta gezer

Yüzüme lamba tutan bu vücutsuz el kimin?

Vücutsuz, kıllı bir el! Lambadan korkuyorum:

Cürüm, dehşet, nedâmet, çılgınlık sahneleri,

Bakmaya korkuyorum, görmek istemem, yeter!

Tâkatim yok Gerçeğe çıplak gözle bakmaya

Bakarsam aynalara/görürüm yüzüm kara

Bakamam yüzüne ne Tanrının, ne kendimin

Işıktan korkuyorum, lambadan korkuyorum

Ey Tanrım, korkuyorum! Aynadan korkuyorum,

Ellerimle rûhumun yüzünü örtüyorum…

V

Ey cüretkâr ölümlü! korkak ruhlu, serseri

Kimseden korkmasan da, korkuyorsun kendinden

Harcadın hiç uğruna bir ömr-ü derbederi

Ufuklara bakma sen, aynalara bakma sen!

Bakarsan aynalara görürsün yüzün kara

Ey korkup kaçan Kaabil! Kaçacaksın kendinden

“Kendinden mahrum kalan terkedemez kendini”…

Ne Tanrının yüzüne bakmaya tâkatin var

Ne de cesaretin var yüzleşmeye kendinle

Kara yüzlü rûhunla ve bu kirli kalbinle

Kapatıp perdeleri gizlen karanlığa sen!

Söndür titrek kandili! Uyu! Hattâ uyurken

Ört rûhunun yüzünü zavallı ellerinle!

Bir sonsuz merhamet var, uyku var her solukta…

VI

Unutmak var, gaflet var, uyku var her solukta…

Altın ve çelik rengi bir aydınlık ufukta

Ve kararsız zamânın karanlığından çıkan

Kara dağlar, mor dağlar, Altın ve Çelik ufuk

Göklerin Saltanatı altından ve çelikten

Sanki güneş doğmayacak sadece nûr olacak…

Kalk, ey sefîl muzdarib! Yıka kirli yüzünü!

Avcundaki havuzdan rûhuna akacak su

Yıkayacak rûhunu Tanyeri ağarırken

Ve yağmurlar yağacak, yıkayacak rûhunu,

Yıkar gönlünü yağmur: bu Gökyüzü şiiri

Şiir değil rahmet bu! Yıkayacak kalbimi

Yağmaz mısın gönlüme, ey Tanrının Rahmeti?

Ve ey Sonsuz Merhamet: ben affettim kendimi!

Şiir değil ağartan rûhumuzun yüzünü

Yıkıyorum rûhumun yüzünü öz elimle…

VII

Rûhumun susuzluğu

Bilmiyor sonsuzluğu

İçse bile Bengi-Su

Kanmıyor gönlüm susuz…

MİSAFİR

 

I

Bakar bu dağlara bir çocuk şâir

Erir bu dağların karları erir

Akar boz-bulanık sel olur gider

Gelir çayır biçme zamanı gelir

Çayırda bin çiçek boy atar, büyür

Ey misâfir gör ki boy atan çayır

Zaman geçer, büyür, biçilir, kurur

İnsan bir misâfir-yolcudur, gider

Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir

Bir gök kuşağıdır, belirir, yiter…

Şimşek çakar ve söner: sonra gök gürlemesi

Parçalar bir tarraka karanlığın kalbini

Göklere bakan şâir, gür olsa da nefesi

Korkar ki karanlıkta kaybolur gider sesi

II

Şimşek çakar, bir yağmurdur boşanır

Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir

Kara dağlar kara bulut kuşanır

Uçup gider bütün kuşlar; kim bilir…

Belki de dağlarda kalan

Yalnız bir İshak kuşudur

Dağlara yankılar salan

Çığlık-çığlık ötüşüdür

Dağlar belki sesimizi yankılar

Kanatlı atların aştığı dağlar

Unutulsa bile bütün şarkılar

Kalır mı yankınız ey hâtırâlar?

III

Bakar bu dağlara bir çocuk şâir

Erir bu dağların karları, erir

Akar gözyaşları, sel olur, gider

Gelir çayır biçme zamanı, gelir

Çayırda bin çiçek boy atar, büyür

Ey misâfir gör ki boy atan çayır

Zaman gelir bir gün biçilir, kurur…

İnsan ki yolcudur- yol olur, gider

Bakar gökyüzüne bir çocuk şâir

Bir görünür, kaybolur gök-kuşağı…

AKBABA

Ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba

karanlıkta uluyan ses, ulu dağın yankısı

ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba

sonsuz karanlık gece dağlarda aç kurt sesi

Uluyor, yine ulur karanlıkta kurt sesi

korku, açlık, yalnızlık, kalbin acı şarkısı

karanlığa karşı sesin bir sessizlik kulesi

dağdan esen rüzgârın uğultusu, yankısı

Ve bütün gecelerin uğultulu yankısı

kalbdeki acıları didikliyen akbaba

ve bütün geçip giden günlerin son şarkısı:

ey çâresiz yalnızlık ey kalb yiyen akbaba.

SONSUZ HAYAT / SONSUZ ÖLÜM

Ey gönül dinle beni

kimseler bilmez bunu

gerçi sırrın aşikâr

söyle göreyim seni!

Ay ışırken geceler ağla gönül

ağla gönül

unutup türkülerin sözlerini

ağla gönül

bu karanlık gecenin şarkısıdır

şarkısıdır

gecenin şarkısını söyle gönül

söyle gönül:

Ey karanlık gecenin şarkısı sessiz ölüm

karanlıkta titreyen ay ışığı, sen söyle

neyleyim ki türkülerin sözlerini unuttum

hatırlasın üşüyen ve unutan geceler

Ey dağlar yüce dağlar

yaşı bilmece dağlar

kimbilir kaç bin yıldır

hâliniz nice dağlar

Ey sen ki hâtıralar mahzeninde yatarsın

söyle Zerdüşt nerdedir son sessizlik kulesi

sessizlik kulesi ki sesi benim sesimdi

bin yıl süren ölüm bu ve şimdi, sonsuz şimdi

Bu dağlarda bir duman var

bu rü’yâda bir güman var

bir uykuluk bir zaman var

ki bu zaman geçe dağlar

Ey kalp yiyen akbaba sessiz ölümün sesi

bir ân, sonra bir ân daha ve her ân

fısıldasın yüreğine durmadan

yüreğini deşen gaganın sesi

unuttum şarkımı ben ey sessizlik kulesi

ödedim bedelini zamanı öldürmenin

ve şimdi, bin yıl süren ölüm bu, sonsuz şimdi

Bu dağdan bir duman geçer

ömür budur, bir ân, geçer

bu kalbimden zaman geçer

bir uçtan bir uca dağlar

Göklerde bu ses şimdi bu dağlarda bu ses var

yârin dudağından nefesinden dile gelmiş

rüzgâr mı bu dağlarda bu yankı bu nefes var

elbette hatırlar bizi Allah: o unutmaz

gök kubbe ve dağlar ve bu ses bâki

unutulsa bile bütün şarkılar

Ebediyet budur gülüm

şimdi ölüm/ şimdi hayât

sonsuz hayât/ sonsuz ölüm

sonsuz ölüm/ sonsuz hayât

On bin yılda bir tek ölüm

olsa bile yine zulüm

sonsuz hayât budur, gülüm

gül açtı bu gece dağlar.

Gök-kuşağı gibi zaman

bir ân sürer bu hüsn ü ân

ebediyet bu bir tek ân

geçse bile nice çağlar

Gök-kuşağı bu, ıslanmaz

yağmur yağar, yağar, kanmaz

zaman bu… durmaz, usanmaz

aşsa bile nice dağlar

Elbette bu yalan dünya

sevdiğimi alan dünya

bir ân sonsuz bir ân rü’yâ

şu sonsuz şu koca dağlar…

MUVAŞŞAH

Ganni li ve huz aynayi (şarkı söyle bana ve al gözlerimi)

Ümmü Külsüm’ün söylediği bir şarkıdan

 

 

I

Çaresiz ve yalnızca yenmek için zamânı

Bu gece bir kahvede şiirler yazıyorum:

            Şu yağmurlu gecede sigara dumanından

            Zamanı süzüyorum: zamanın her ânından

            Çıkıyor bir kafiye-bir hayal ormanından

Sisli bir orman gibi sigaramın dumanı

Bu ormana mısralar yazıyor… bozuyorum

            Çaresiz ve yalnızca aşmak için zamanı

            Zamanın kemirdiği beynimi kazıyorum

            Yazdığım her mısra bir ızdırab armağanı

Dalıp bir an ru’yâya; alıp inci, mercanı

Ben dumanlar üstüne desenler çiziyorum

Ve birden duyuyorum bir Endülüs nağmesi

Bir “muvaşşah” söylüyor çöller aşan nefesi

Gannî yâ Ümmü Külsüm! Kayıp zamanın sesi

Rüyalar görüyorum: Cihanı asumanı,

Dolduran çığlıkları tesbîhe diziyorum…

Endülüs’te bir zaman, Elhamrâ konağında

O Arslanlı Havuz’da, Fıskiyeler Çağında

Billur şavkı câriye kızların yanağında

 

Muvaşşah söylenirdi, sevmek için her ânı

Onları hatırlıyor-zamâna kızıyorum.

III

Yaşadığı zamanı beğenen şâir olmaz

Geçen gün âh, geçmiştir-gelecek belli olmaz

Yalnız bu ân senindir; o da sana yâr olmaz

         Şiirle aşamazsam ben bu yeri, bu ânı

         O kayıp cennetleri ya niçin yazıyorum?

BİR DAHA ASLÂ

 “Clasp a rare and radiant maiden whom the angels name Lenore

 Quoth the raven: nevermore”

Edgar Allan Poe

“Bir daha aslâ! diyordu kuzgun

“Nevırmôr!” diyordu o Kuzgun, Poe’ya

Geri gelmeyecek, o tatlı, uzun

Sarhoşluk yılları, “Bir daha aslâ!”

Ve kuzgun beynime tünediği gün

Dağların ardında kaldı uruklar

O şen kahkahalar nerede bugün?

Nerdeler o saf saf gülen çocuklar?

Nerdedir aydede, çocuklar şimdi?

Ak sakallı dede, beyaz bulutlar,

Nerdedir dereler? nerdedir şimdi-

Kuyudan gelen ses? Dörtnala atlar?

Nerde o çocuklar -Nerde o dünyâ-

Çekildi gittiler… o kuşlar göçtü

Ve kuzgun diyor ki “bir daha aslâ!”

Bir daha aslâ! O günler geçti…

Geri gelmeyecek, o tatlı -kısa-

Sarhoşluk günleri-

Bir daha aslâ

                    Hâşâ ve kel-lâ…

QUO VADIS DOMINO?

 “Geçen geçmiştir, istikbal gaibdir/ Geçer zaman

sana yalnız şu an kaldı; içinde olduğun şu an”

Artık düşünmüyorum çalınan zamanımı

Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı

Sadece yaşıyorum sevinçle her ânımı

Ve umurumda değil artık ne olacağı

Olanlar oldu, zaten olacaklar da oldu…

Sessiz bir ırmak gibi akıp giden bu zaman

Kum saatindeki kum, “Kün” dediğinde oldu.

Dem bu demdir, dem bu dem, bu dem dediğin şu ân

Neden bir ân durmuyor? Nereye gider zaman?

Quo Vadis Domino? (Nereye ey efendim?)

Niçin kısalıyor da istemediğim zaman

Zaman geçmek bilmiyor ben istediğim zaman?

Ve bu çağlayan sesi: eski çağın türküsü

Niçin yıkanamazsın akıp giden bu suda?

Ve çünki hep değişir gerçeğin görünüşü

Değişmeden-değişen uykulu bulutu da

Öyle sakin zannetme, şimşek çakar birazdan…

Ve yağmurlar yağacak, sonra güneş doğacak

Ve bir çiçek açacak: bir mevsimlik ömrü var.

Bu güzel, kutlu-şiir, bu mevsimler, bu başak

Bu değişen çehreler: yüzünü unuttuğum yar.

Quo vadis Domino? Eli-çabuk mutluluk,

Ve ben aah seviyorum akıp giden ırmağı,

Ama ben biliyorum, Îsâ’ya sorulan, o,

“Quo vadis Domino?” benden de sorulacak

Ve ben yıkanamadan akıp giden bu ırmak

Durmadan değişen yüz, tanımadığım soluk

Tanımak mümkün değil, ama biliyorum: O!

Artık düşünmüyorum çalınan zamanımı

Ve artık anlıyorum akıp giden ırmağı…

ALACAKARANLIKTA KIZILIRMAK ZAMÂNI

 “temporâ mutantur et nos mutamur in illis

sic transit gloria mundi”

(değişir zaman ve değiştirir

bizi ve içindeki her şeyi

ve geçip gider, bu ışıklı, şanlı

günleri dünyamızın)

I

Şarktan gelen bir ışık karanlıkta parlıyor

heyhat ki bu karanlık ışığı anlamıyor

ve karanlığa alışan gönül

ki şafaktan önce uyanmıyor

hayfâ ki bu karanlık ışığı anlamıyor

II

Bu sessiz kara nehir akar meçhul bir yere…

dağlar dağa benziyor, nehirler de nehire

dağ yerinde duruyor: ama zaman yürüyor

bu sessiz kara nehir gidiyor bir yerlere

geleceğe mi akar? geçmişe mi gidiyor?

nereye çıkar sonu bu yolun?

ne yöne gider, acaba zaman?

gülüyor zaman bütün işlere

ve “bu varlığın sonu yok!” diyor

“tempus fugit!”: kaçıyor zamân!

nereye gider acaba zamân?

nereden gelir kokusu gülün?

niye yaprağı

                    dökülür dalın?

III

Alacakaranlıkta/mağramdan çıkıyorum

ışığa bakıyorum: güneşsiz, donuk ışık

dağ dağa benzemiyor, ne de nehir, o nehre

karanlık karanlığa benzemiyordu artık

akıyor Kızılırmak alacakaranlıkta…

benzemiyor bu ırmak o sessiz kara nehre

o sessiz kara nehir giderken meçhul yere

hava’yı,

           su’yu,

                   od’u,

                          toprağ’ı

ve nebat olup, gülü, yaprağı

hayevân ü ins ile yol alıp

denizi,

         göğü,

                 ovayı,

                          dağı

sayısız hayât ile doldurur

ve gelir sonunda Kelâm Çağı.

 

IV

O sessiz kara nehir akar meçhul denize…

ben çocukken o dağlar, dağa benzerdi dağa;

karlı zirvelerinde güneşlerin doğduğu

dağdaki âbı hayât: “At Oluğu” kaynağı

o kanatlı atların su içtiği kaynağa

çıkıp, içerdim ondan/zaman ayırdı bizi!

ve zaman değişirken, değişmek düştü bize

özlese de gönlümüz doğduğu o toprağı

kaypak zeminli zaman bu yere vurdu bizi…

V

Dağ dağa benzemiyor! bu dağ o dağ değildir

o dağların yâdımda adları kaldı yalnız

akıyor Kızılırmak: bakıyorum ırmağa

içinde yıkandığım ırmak değil bu ırmak

geleceğe mi akar? geçmişe mi, gidiyor?

VI

“Bir birdir ve hem de bir, bir değildir

“Amma yine de bir birdir!” diyordum

“birdir bir” oynuyordum.

koşuyor zaman, kaçıyor zaman…

“tempus fugit!”: geçiyor zaman!

ki geçer çocukluğumuz hemen

günler geçer… geçer ihtişam

ve ışıklı günleri böylece

geçiyor hemen Dünyâmızın

geçiyor günüm, geçer ansızın

hem geçmese / nereye gider? ne olur zaman?

VII

Şafaktan sonra gönül, mağrâdan çıkıp gelir

ve mağramdan çıkınca ışığı görüyorum

gerçeği görüyorum: dağlar yine dağ gibi,

nehirler nehir gibi

ve geçen zaman bile nûr olur

artık karanlık bile anlar gibi ışığı

nereden gelir bu güzel zaman?

çocuk ruhum kucaklar göğün saltanatını/

değişir onun görüşü bir ân

ne muzâridir, ne de mâzî o…

görünen bu gül / güle benziyor:

yaprakları, yaprak gibi!

nereden gelir kokusu gülün?

a rose is a rose is a rose!”

bir gül bir güldür bir güldür!” / ve bu gül o gül

ve bu dâğ, o dağ!

dağ benziyor o dağa: zaman yürür, dağ durur!

dağ dağ olursa ona – bulut konar, kar yağar

gözü yâşı sel olur… akar Kızılırmağa

dağ yerinde duruyor, ama zaman hep yürür

bir avuç kili gül eden O’dur

güldür gönül: görünen o ki, güle benziyor..

VIII

Niye yaprağı dökülür dalın?

Nereden gelir kokusu gülün

bu sadâ,

            bu ney,

                       bu kamış,

                                     bu göl

göle kuş gelir,

                        kuşlar göçer / ve göçer zaman

dağa kış gelir,

                       kışlar geçer / ve geçer zamân

yelpazesi kamıştan, endazesi gümüşten

ki bu zamandan göçen o kuştan

bu haber gelir:” “tempus fugit,

                                               tempus fugit,

                                                               tempus fugit!”

IX

ne zaman döner göçmen kuşum? nereye göçer?

geçmişe mi göçüyor? geleceğe mi uçar?

nereye göçer ki zaman kuşu, dönmez geri…

Kaf’tan Kaf’a mı göçer, kim bilir Ankaa kuşu!

ruhum coşar da çocuklaşır: ve çocuk koşar,

nereye dilerse gider zaman…

Ruhum! ey eski çocuk, sen ey ebedî çocuk!

ve güneş karanlığı kovdu gökten her zaman

sonsuz şafakta yaşar güneş ki zamânını

çocuk ruhum selamlar, göğün saltanatım…

 

KAF’DAN KAF’A

 “Maşallah, fenzur ila asari rahmetullah”(Konya Şerafeddin Camii kitabesi)

Allah ne dilerse o olur asarına nazar et de rahmet-i Hakkı gör

Akıyor nehir Kaf’dan

                                   Kaf’a

                                             Akıyor zamân

o ki ufkuma çıkıyor benim

o ne yeryüzü, ne de gökyüzü

o bu gönlüme akıyor benim

ona dar gelir koca okyanus:

                o bu gönlüme akıyor benim

bu gönül susuzluğu

bilmiyor sonsuzluğu

içiyor da Bengisu

kanmıyor gönlüm susuz…

gönlüm geniştir benim:

                                    içinde dört çağ akar:

II

Gönlüm geniştir benim, içinde dört çağ akar:

biri Zaman Irmağı: Kaf’dan Kaf’a akıyor

akıyor gönülde zaman

                                     geçip gidiyor zaman…

 

Kevn ü Fesâd Irmağı: tanımaz ölen, kalan

şimşek çakar ve söner: bir ân!

                                                 ve olan, ölür hemen

niçin ufkuma çıkıyor güneş?

                                             güneş doğup, batıyor…

Ve Hayat Irmağı ki ondadır Ölü Canlar:

ona dar gelir koca okyanus

yüzüyor balık / yüzüyor deniz

o denizdedir / deniz ondadır

o balık benim / gönlüm / balık gibidir benim

İçiyor deniz suyunu balık: dalıyor derinlere /

            balığın içinde derin deniz

ve derin düşüncelere, dalıp, susayan balık

içiyor denizleri, okyanuslar yutuyor

akar Kelâm Irmağı bir yerinde gönlümün

akıyor gönüllere Cennetin Dört Irmağı:

bal, süt, su ve kevser’den ırmaklardır, akıyor..

III

Kelâm Nehrindeki adalarda

                                                Ağaçlar,

rüzgârla fısıldaşır, kuşlarla cıvıldaşır:

                                 İnsan, konuşan ağaç!

                                 bir kuş konsa dalına

                                 çiçeğe durur ağaç

                                 her çiçeği bir sözdür.

        bir söz ki olgunlaşır: acı bir meyve verir

        o meyve ki şiirdir; düşer Zaman Nehrine

ve yapraklar dökülür; Hayât Irmağı kurur

ağaçlar da devrilir, düşer Kevn ü Fesâd’a

meyve ki şiirdir: Zaman Nehrinde yüzer…

IV

Kaf’dan Kaf’a akıyor

                                  zamân

                                            akıyor nehir

bu şiir gönlüme akıyor benim

ve ne yeryüzü, ne de gökyüzü /

gönül ufkuna doğuyor güneş

sonsuz şafakta yaşar:

                                 Şiir! şafağın sözü…

ve gelir / şafakla gelir, sürûr

zulümât açıldı, ve yayıldı nûr

ve gelen / şiirle gelen O’dur

“Asarına nazar et de rahmet-i Hakkı gör!”

ki gelen şafakla gelir sürûr

            zulümât açıldı ve yayıldı nûr

            gece feth olundu ve çalındı sûr

            Kaf’dan Kaf’a mı göçer kimbilir Ankaa Kuşu.

DAĞ NEFESLERİ

I

Ey gönül dağlan, Tecer Dağlan!

Irmağın çağırır eski çağlan

Bakar yıldızlara; yâd eder gönül

O rûyâyı gördüğümüz dağlan.

Dağlar ki yâd eder o rûyâları

Gönül dağlarda yâd eder dağlan

Ey dağlarda baş döndüren sonsuzluk!

Göğe doğru yolculuk: ufkumuz sonsuz ufuk…

Ey dağlara çıktıkça hafifleşen rûhumuz

Ruhumuz yükseldikçe genişliyor ufkumuz;

Ruhumuz dağlar aşar… yedi iklîm dolaşır,

Gönlümüz aşkla yaşar! tâ göklere ulaşır!

Dağlarda sonsuz ufuk… hür-ufuklar yaşanır,

Bir dağ olur sarhoşluk: Dağlar bulut kuşanır,

Dağlar ki yâd eder o rûyâları…

II

“- Hırsız Gediği’nden aştık: başladı kar fırtınası…”

Tecer’de durup baktık: “Dağda kar yok gibi”ydi

Köyden kızak gelmemiş; başladık yürümeye

Hırsız Gediği’nden aştık: bir kış, bir kar,

bir fırtına, bir tipi

Giderim giderim de Tecer Dağı görünmez

Üç arkadaş gideriz; gideriz, bata, çıka

– gideriz, gideriz bir iz belirmez-

Nereye gidiyoruz?

“- Hırsız Gediği’ni aştık…”

“ -Bu tipi dinmez!”

“- Ayaklarım donacak!”

Durduk; şaşırdık; döndük; dolaştık…

“ -Ha gayret arkadaşlar, az kaldı köye,”

“ -Ha gayret, geldik artık,”

“-Peki ama, köy nerde?”

            Fırtına durmuyordu… ses sese karşı, artık

            Göz gözü görmüyordu! nereye gidiyorduk?

            “ -Artık yürüyemiyorum!” / ayaklarım donuyor;

            “Siz gidin arkadaşlar, köyden yardım getirin!”

Bir beyaz karanlıktan köpek sesi geliyor…

Beyaz karanlıkta köpek sesleri

Gözlerimin önünde bin bir hayâl…

Beyaz karanlıkta / Gözlerim kapanıyor

Ru’yâlar görüyorum:

Rahvan atım aşıyordu dağlan!

III

            … Rahvan atım aşıyordu dağları..

Rahvan atı sürdüm çaya

Bir ay düşmüş durgun suya

Yıldızları saya saya

Giderim yâri görmeye

Yol benim artık! yolcuyum.

Acıyurt’tan gece geçtim

Soğuk sularından içtim

Eğer kaydı; attan düştüm

Kır at Rahvan, ben yolcuyum.

Babam eğer vurmuş ata

Babam hancı, ben yolcuyum

Elde kamçı, dalda yamçı,

Ay karanlık / ben yolcuyum.

 

IV

Tecer Dağı, dağlar sana yaslanır

Şimşek çakar! vâdîlerin seslenir

Yağmur yağar, yamaçların ıslanır

Tecer senin kışın, boran çok mudur?

Başın karlı, yüreğin soğuk mudur?

V

Heyhat! donarken bile rûyâlar görüyorsun

Duyuyorsun dağların soğuk nefeslerini…

Ve çobanlar açarken uykulu gözlerini

Gözlerinin önünden köy gençleri geçiyor

Örter beyaz karanlık o köpek seslerini.

Ve gençler ellerinde bir tabutu taşıyor

Yaşayan ruhumuzun sessiz nefeslerini.

Yaşayan-ölüleri köye taşıyacaklar

Donmuş uzuvlarını karlarla ovacaklar.

Aşıyorsun dağların korkunç zirvelerini…

VI

Gençler Dağ Nefes’leri dinleyip duyacaklar

Yaşayan ruhumuzun “Sürgün” nefeslerini

Anlayıp inanacak / inanıp anlayacaklar

Ve katacak sesime gençler de seslerini.

Çünki dağların sesi: dağın “hür-oğlu”yum ben

“Başkası değil, benim ben! ne isem, o’yum ben

Anlarsan, inanırsın/

Anlarsın, inanırsan!”

Ben ki dağların sesi, dağların oğlu’yum ben

Yaz, kış dağlarda gönlüm, bir dağ şahiniyim ben.

VII

Dağdan dağa seslenirdik aşk ile,

Aşka gelir, dağ da ses verir dağa

Dağ gönüle ses verir: Gönül, dile-

Karışır rüzgâra, suya, toprağa

O çoban türküsü, o sâf aşk çağı!

Ateş nasıl yakarsa yanardağı

Öyle yakar rûhu da aşk çerâğı

Aşka gelir dağ ses verirdi dağa.

Bir ateş yak! Dağlara kur otağı….

VIII

Ey Gönül dağlan, Tecer Dağları!

Irmağın çağırır eski çağları

Görür yıldızları; yâd eder gönül

O rûyâyı gördüğümüz dağlan

Dağlar ki yâd eder o rûyâları

Gönül dağlar da yâd eder dağları.

IX

Ey dağlarda baş döndüren sonsuzluk;

Göğe doğru yolculuk: ufkumuz sonsuz ufuk

Ey dağlara çıktıkça hafifleşen ruhumuz,

Ruhumuz yükseldikçe genişliyor ufkumuz;

Ruhumuz dağlar aşar… yedi iklîm dolaşır

Gönül ki aşkla yaşar! tâ göklere ulaşır

Dağlarda sonsuz ufuk… Hür-ufuklar yaşanır,

Bir dağ olur sarhoşluk; Dağlar bulut kuşanır!

Dağlar ki yâd eder o rûyâları

Gönül bir dağ ki yâd eder dağları

Hey Dağlar… yüce dağlar;

Ak saçlı, koca dağlar…

OKYÂNUS

 Sen sende iken menzil alınmaz

 bahri olmadan gevher bulunmaz

Yunus

I

İşte güneş doğuyor…

Duyuyor musun? İşte! yeni bir şarkı doğdu

Bu nağme nerden gelir? ben de hiç bilmiyorum

Tek bildiğim bu işte:

Ben şarkımı söylerim- sesi göklerden gelir.

Ve birden çıkagelir o en eski rûyâlar

Sessizlik denizinden, Atlantis ülkesinden

Canlanan hâtıralar, unutulan dünyâlar…

II

Gökdelenler şehrinde gördüğüm o rûyâlar

Kaldı Mağrib şarkısı

O Mağrib ülkesinde.

Bir gemide yolcuyum:

Uçsuz bucaksız, su… su-

Tâ Maşrıktan Mağribe her tarafta yalnız su,

Güneş doğup, batıyor: Zamanı uyutan, su…

III

Yürü “Dicle Şilebi!” Güneşin doğduğu yer

Eski bestekârından yeni şarkılar ister

Hürriyet Heykeline adanan bunca şarkı

Sirenlerin şarkısı… Sirenler âh sirenler

            Ah sirenler, sirenler

            Sirenler insan yerler

            Düdüğü para çalar-

            “Blues”ü zencî söyler…

            Mağribin insanları

            Ölümden korkar, derler

            -Cesaret yaşamaktır-

            Korkutuyor onları

            Yaşamaktan Sirenler.

IV

Kaçarken Sirenlerin büyülü seslerinden

Yıldızsız gecelerden, peşpeşe gelen günden

-İçinde yürümekten ruhsuz iskeletimin-

Kaçtım kendi sözümden-

Yaşamaktan kaçtım ben.

Bütün hâtıraları kitledim bir mahzene…

– Sessizlik denizinde yüzüyordu gemimiz-

Denize batan güne

Denizden doğan güne

Dönüp bakmadım bile / kuşlara, gökyüzüne.,

Hatırlamadım- Uyudum…

V

Ve birden uyandım ki-

O sessiz, sakin deniz köpürmeye başlamış

Bunlar “Ölü Dalga” mı? derken asıl fırtına

Dağ gibi dalgalarla bizim koca şilebi

Sallıyor beşik gibi: İşte başladı kâbus…

Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus.

Paketlenmiş fikirler kamaramda yatıyor

Güm diyor, vuruyor -Güm!- bir o duvar, bir buna,

Ve mahzenden kaçıyor en eski hâtırâlar

Kudurmuş canavarlar, korkunç uğultularla

Boğuşuyor ümitler korkulu rûyâlarla

Bir çöpten farksız gibi koca “Dicle Şilebi”

Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus

Ve mahzenden kaçıyor en eski hâtıralar…

VI

Dinle şimdi “hay gönül” denizin şarkısını

Bu şarkının sonu ne? Niçin bir çığlık gibi?

Niçin hatırlıyorum Hüseyn’in o şiirini?

“Yâ dehru uffin leke-

Uffin leke min halîl…”

O Kerbelâ şarkısı…

“Ve kem leke’l-işraak min asîl?”

“Ne yaptı sevgiliye?”

“Yazıklar olsun Dehr’e!”

Kaç kere doğar güneş böyle battıktan sonra?”

Niçin gökler kapkara?

Ve niçin bilmiyorum bu şarkının sonu ne?

Hüseyin kadar yalnız bir savaşçıyım çünki!

Ve azgın dalgalara batıp çıkıyor gemi

Bu şarkının nağmesi sanki ölümün sesi

Gümbür gümbür söylüyor şarkısını Okyânus…

VII

– Artık dinleme gönül bu bitmeyen şarkıyı

Niçin hatırlıyorsun Dicle sahillerini?

            Kaldı Mağrib şarkısı-

            O mağrib ülkesinde…

            Yürü Dicle Şilebi!

            Güneşin doğduğu yer

            Eski bestekârından

            Yeni şarkılar ister…

            “Sen sende iken menzil

            Alınmaz” diyor şâir

            Hiç denize dalmadan

            Bulunur mu inciler?

            Arkaya bakma gönül

            İleriye bak yeter –

            Hatırlamak Ölümdür-

            Hayat cesaret ister…

VIII

İşte güneş doğuyor:

            Duyuyor musun? İşte!

Yeni bir şarkı doğdu:

            Bu nağme nerden gelir?

Ben de hiç bilmiyorum-

               Tek bildiğim bu işte!

Ben şarkımı söylerim:

Sesi göklerden gelir…

GÖKYÜZÜ

Ey hududsuz âsümân, sen ey sonsuz gökyüzü

Gökyüzü, ey sonsuz gök! gökler niçin sessizdir?

Duymaz mısın, ağlarım, benimle ağlar mısın?

Benimle ağlar mısın, ey dağlar aşan bulut?

Yıldızlar niçin uzak? Gökyüzü niçin sessiz?

İnsan ne kadar küçük -gökler ne kadar büyük!

Haber ver yârimize, haber ver ey sonsuz gök

Yeryüzü kör, Gök sağır, sanki gökler dilsizdir

Göklerin Saltanatı insana niçin uzak?

Gökyüzü, niçin sessiz ey beyaz kanatlı kuş?

Sen ey mavi saltanat, beyaz duvaklı gelin

Gökyüzü, ey sonsuz gök! gökler niçin dilsizdir?

Hem ihtişamlı düğün, hem sonsuz sükûndur Gök

Her gece Şeb-i Arûs: Gökler dolusu kandil

Gökyüzü yıldız dolu… Sen, ey şaşkın mutluluk!

Yıldızlara bakarken gökler bizi görmez mi?

Geceler gebedir -hem- zamânın eli çabuk

Bir nesil geçer/gider/gelir yeni bir nesil

Susmak istese bile sessiz kalamaz gönül…

Gökyüzü, ey gökyüzü! ey beyaz kanatlı düş!

Göklerin Melekûtu… Arzı yıkayan yağmur

Ve Arzın Melekûtu: çiçek yüzlü çocuklar.

Yağmurları özleyen gönlümdür çorak toprak

Ey Tanrının rahmeti gönlüme yağar mısın?

Dağlardan aşan bulut, benimle ağlar mısın?

Ümit çiçeği açar bahçem yeşerdiği gün

Altın güneş çevirir karanlığı şafağa.

Ey bu kader dersini öğrenemeyen çocuk

Bir âna sığdırır gök insanın kaderini

Karlar altında kalır sesleri çocukluğun

Bir kar yağar sessizlik örter bütün sesleri…

Şimşek çakar ve söner: bir ân! gök gürültüsü

Ve yağmurlar yağacak, sonra güneş doğacak

Ve bir çiçek açacak: bir mevsimlik ömrü var

Dağların beyaz tâcı, yağmurun gökkuşağı

Altından geçen çocuk: Çevir şimdi çemberi!

Eli çabuk mutluluk, zamânın eli-çabuk

Yeryüzü Melekûtu, ey bir anlık mutluluk

Ey “gökkuşağı çocuk” zamân seni kıskanır

Gündüz geceye döner, gece güne devreder

Evvel-bahar, Son-bahar… Yazdır geçer, Kış gelir

Söz uyur, Zamân uyur, Su uyur, Düşman uyur

Gökyüzü hiç uyumaz gece yıldız doludur…

Gün insana hükmeder lâkin gökler dilsizdir

Çocuk büyür dağ olur: Gör başa ne iş gelir

Karlı dağın başına bulut konar, kararır

Dağ, dağ olursa ona bulut konar, kar yağar

Bir kar yağar sessizlik örten bütün sesleri.

Gökyüzü, ey sonsuz gök, niçin hâlâ susarsın?

“Göklerin Melekûtu” sonsuzluktan ne haber?

Ruhum! ey eski -çocuk, sen ey ebedî çocuk!

Gök bir kara gecedir: Yıldız savatlı gümüş

Sessiz sessiz yağan kar örter bütün düşleri…

ESTO MEMOR : HATIRLA!

HATIRLA EY GÖKYÜZÜ

Gökyüzü, ey gökyüzü, sen ey sonsuz gökyüzü

“Esto Memor! : hatırla! Hatırla ey gökyüzü!

Çocuktum, elimdeydi Göklerin Melekûtu:

Uçurtmamın türküsü / Gökyüzünde yankısı

Pırpır eder, seslenir uçurtmamın “pırpır”ı

Dilden üstün bir dilde söyleşirdik o zamân-

Hatırla ey gökyüzü, çocukların çığlığı

Dilsizliğin diliydi, sonsuzluğun şarkısı!

Bulutlar arasından süzülen gün ışığı

Bir müjde getirirdi: yedi renk gökkuşağı

Çayırımız yemyeşil, tanyeri kıpkırmızı

Dağlar çiçek doluydu, yıldız dolu gökyüzü.

II

“- Aç kapıyı Bezirgan Başı, Bezirgan Başı!”

“- Kapı hakkı ne verirsin sen?”

“- Ne alırsın sen?”

Göklerin Melekûtu elimdeydi çocukken

Şimdi yalnız sözüm var; söz: hayâlin aynası…

Kim alır, kim satar, kim söyler sözümüzü?

Bir hasret türküsüyle gözlerim buğulanır

Söyledik türkümüzü -sesimizi kim tanır?

Çocuktum, bakıyordum çıplak gözle güneşe

Gözlerimi yaksa da kızgın günün güneşi

Gerçeği görüyordum, gözlerim çırılçıplak

Umrumda mıydı sanki gözlerimin yanması?

III

Tak tiki tak tiki tak: “tiren gelir, boş gelir”

Bu sözden bıktık artık, bu söz kime hoş gelir-

Doğru yoldan dolaştık, “Eğri Köprü”den geçtik

Tiren devrildi; düştük boz-bulanık ırmağa

O sesin yankısını arıyorum ırmakta

“Esto memor!”: hatırla! Hatırla Kızılırmak

Hatırla sende yüzen, boğulan çocukları…

Hatırla ey Gökyüzü, “yiten gün”ü hatırla!

Hatırlayan gönüldür kırılan gönlümüzü

Hatırlamaz aynalar “kaybolan yüz”ümüzü…

Tiren nereye gider? Yolcu nerede iner?

Artık duyamıyorum akıp giden ırmağı

Gece sadece gece, kapkaradır gökyüzü

Bulut, yalnızca bulut ve yağmurlar yağacak

Gelecek bir gün gelecek ve yakındır gelecek.

IV

Ne oyundur, ne Gerçek! Ne tadı kaldı günün?

Kızılırmak gibidir akıp giden bu zamân

Çocukları yutacak, gençliği de boğacak

Ruhum, ey eski çocuk, sen ey ebedî çocuk

“Gönlüm geniş,” demiştin, “içinde dört çağ akar.

Biri çocukluğumdur, birisi gençlik çağım

İhtiyar olacağım ve çocuk olacağım

Israr etmese bile zamânı durdurmakta

Israr ediyor gönül çocukluğa dönmekte

“-Bir daha aslâ!” diyordu Kuzgun, “Nevermore!”

Çocukları severken, çocuklarla oynarken

Gerçeği yine çocuk gözüyle göreceğim:

Hatırla ki ey gönül ben çocuk kalacağım

Hatırla! Este Memor! ben Çocuk öleceğim…

IŞIKTAN SONRA KARANLIK …

şimşek, dolu, yağmur ve kar…

ışık! sonra karanlık ve sonra gök gürlemesi

şimşek çakar ve söner/

                                    karanlıkta/

                                                     tarraka

ufukta yankılanan karanlık korkunç sesi

peşpeşe şimşek çakıp/ parlak/ ışıkla böler

kara ufuk hattını dağın karlı zirvesi.

ürpererek kapkara göklere bakan çocuk

yüreğinde akşamın acı, soğuk nefesi

korkuyorsun/

                     unutursan/

                                      korkuyu unut artık

hatırlamak neye yarar olup biten herşeyi?

ışıktan sonra gece: ışık, sonra karanlık

ve sonra şakır şakır taş yağdırır gökyüzü

bir ân örter toprağı beyaz dolu örtüsü

ve sonra sırıl sıklam/ sonra usul usul yağmur

gök yüzünü parlatır

yıkanırken yeryüzü

gökkuşağı altında

geçen her günümüzü

mutluluğu ve kederi

ve kaderi hatırlatır

yağmur yağar, sel alır, götürür bu günleri…

ışıktan sonra gece: hatırlamak neye yarar?

ki gece kar yağacak, her yeri kaplayacak

sessizliği örten kar/ soğuk, sonsuz, beyaz kar

unutturup her sözü

unutup yüzümüzü

sessizliği örtecek

örtecek rüyaları

rüyalar unutulur: geçmiş unutulacak

hatırlamak mümkün mü unutulan günleri?

geceleri örten kar, soğuk, sonsuz, beyaz kar

unutulur göğün sesi

gökkuşağı unutulur

ve herşey unutulur

Kar yağar unutturur

unutur, dinmek bilmez hiç durmadan yağan kar

sessiz sessiz yağan kar sonsuza kadar yağar…

KAR SESİ

Kar yağıyor… kurdun kuşun üstüne

hâtırâlar üstüne kar yağıyor

kar yağıyor binbir düşün üstüne

kar yağıyor… düşlerim kararıyor

bir beyaz karanlığa gömdük her geçen günü

sessiz sessiz yağan kar örter dünü, bugünü

karlar altında kaldı altın günün türküsü

örtdü beyaz karanlık aşkı, korkuyu, düşü…

Rüzgâr cama vuruyor/cam ıslık çalıyordu

dağda kurtlar uluyor, köpekler havlıyordu

kadın balta sallıyor geceye, kara, kışa

bir sarhoş bağırıyor, bir çocuk ağlıyordu

çocuk üşüyor, ağlıyor, ağlıyor

kar yağıyor… kar yağıyor… yağıyor…

beyaz karanlık örtüyor düşleri

kar yağıyor… düşlerim kararıyor

            lapa lapa karlar yağar

            artık yalnız kar sesi var

            kar altında kaldı sesler

            örtdü bütün sesleri kar

Sessiz sessiz yağan kar örter bütün düşleri

iyi günü, kötü günü, bütün korkunç işleri

örtüyor kar, örtüyor… karabasan son bulur

kar emniyet, kar huzur, kar yağar sükûn gelir

lapa lapa kar yağar geçen günler üstüne

sessiz sessiz yağan kar örter bütün sesleri.

            kar yağıyor kardan adam üstüne

            karanlık geceye karlar yağıyor

            kar yağıyor kararan cam üstüne

            kar yağıyor… düşlerim kararıyor….

sessiz sessiz yağan kar örten bütün yüzleri…

dağların ardındaki bu sessiz çığlık benim

yalnızca kar sesi ve sonsuz sükûn gecesi

ben bir kardan-adam’ım sesim-sözüm yok benim

susarak çözülür mü sessizlik bilmecesi?

kar sesi de kaybolur, yalnız sessizlik kalır!

ben bir düş görüyordum: karların ortasında:

ben bir kardan-adamdım, düşmüş, yere yatmıştım

“bu şiiri ben yazdım” dedi kar sesi bana,

gerçek şiir onundu…ben sözü uzatmıştım!

Bir kar yağar sessizlik örter bütün sözleri

kar sesi de kaybolur, yalnız sessizlik kalır…

NEY

 

I

            E lâ yâ eyyühe’l-fânî

            “Âtıni’n-nâye ve gannî!”

Gel ey fânî, getir nâyî

Oku aheste besteler!

Neyistandan gelen bu saz

Bugün feryâd eden neydir

Sâz ölmüşse; kalan bu ses

Hayâtı yâd eden neydir.

Bu varlığın sırrı odur

Onun cânı sesindedir

O sâz ölmüş de Ney olmuş

Ten ölmüş/ cânı zindedir

Kamışlıktan gelir bu sâz

Hayâtın sırrı var bunda

Bu varlıktan odur garaz

Gelir ondan bu hoş-sadâ

Bu dem hasretle sızlar ney

Kalır ondan bu hoş-sadâ…

 

II

Kamışlıktan gelen bu sâz,

O devri yâd edip der ki:

“-Gel ey şâir bu şi’ri yaz!

Ki ben gördüm bu rûyâyı:”

Bu dem hasretle sızlar ney

Gelir ondan bu hoş sadâ:

III

O zamân ki yaşayan bir sâz idim,

O sâkin göl kıyısında büyürdüm

Geçerken turnalar ikindi vakti

-Gölün berrak sularında yıkanır-

Geceler ay ışığında uyurdum,

Bakar yıldızlara ru’yâ görürdüm.

            Yarım ayın ışığı parıldarken

            Ağaçların dalında kuş öterdi

            Ve ihtiyar meşeler fısıldarken

            -Düşer göle kuruyan yapraklan-

            Ve ceylanlar su içmeye gelirdi.

O sazlıktan turnalar göçtü, gitti

Rüyalar gördüğüm durgun sularda

Hilâl bedr oldu- aylar geçti, gitti

Geçti günler de, geceler de, göl de…

Rüzgâr eser, sazlar şiir söylerdi

Ve geceler bu nağmeyi dinlerdi:

            Düşündün mü bir gölde sâz olmayı

            Geceler ay ışığında yattın mı?

            Unuttun mu düşünceye dalmayı?

            Geçmişte kalanları unuttun mu?

Ney o sazlıktan kopan bu sâz ise

İnsan: suya gölgesi düşen bulut

Bir nefes say ömrü, Ney dem-sâz ise

Unut bu hayâtı, ölümü unut…

JANUS

 “Whatever exists is both just and unjust, and equally justified in both” Nietzsche

 

 

Ey boş duvarlar, susun! sessizliği dinleyin!

Bir kar yağar, sessizlik örter bütün sesleri

Ey bu kader dersini öğrenmeyen öğrenci

Bir yüzün çocuk senin / öbür yüzün ihtiyar

Bir çığ düşer ey gönül, örter sesini senin

Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?

Kar yağar lapa lapa çocukluğum üstüne

Sessiz sessiz yağan kar örten bütün sesleri.

Çocuk bahçende koşan iki köpek yavrusu

Dallarından elmalar sarkan ağaçlar hani?

Hani nerde, cennetin o kaygısız türküsü?

Cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akan su

Kurumuş; solmuş çayır; ötmüyor çayır kuşu

Ne dağların rüzgârı, ne tarlanın başağı

Ne kaldı elde bugün… ne yaptın mahsûlünü?

Atlas gibi omzunda bu dünyayı taşırken

Titan’lara benzerdin: Promete gibi / sen

Tanrı’dan ateş çaldın, Tanrı Dağı’ndan ışık

Dağlarda ateş yaksın diye gür sesli çoban

Öğrenir, öğretirdin insanlara sırları

Sen / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk

Ödedin bedelini Tanrı’ya ihanetin

Oyar her gün kalbini kartal gagalı zamân

Bir yüzün çocuk yüzü / öbür yüzün ihtiyar.

Janus gibidir hayat; iki yüzlüdür kader

Bir yüzünde mutluluk / öbür yüzünde keder

Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var

Var olan her şey doğru / her şeyde bir yanlış var

Zaman âdildir / gerçi / haksızlığı da sever

Hem iyi, hem kötüdür / hem mutluluk, hem keder

Janus gibidir hayât: iki yüzlüdür kader

Zehirlenmiş bir köpek gibi kıvran ki bugün

Mutluluk çağı geçti: ışığı söndü günün

Bir yüzün çocuk yüzü-öbür yüzün ihtiyar

Karlar altında kaldı sesleri gençliğinin

Hangi ses saltanatı, sürer sonsuza kadar?

Artık yalnız kar sesi: ne mutluluk, ne keder

Ben / bu kader dersini öğrenemeyen çocuk

Ödedim bedelini zamânı öldürmenin

Oyar her gün kalbimi kartal gagalı zamân

Bir yüzüm çocuk yüzü / öbür yüzüm ihtiyar

Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var

Janus gibidir zamân: iki yüzlüdür kader

Bir yüzünde mutluluk / öbür yüz sonsuz keder…

SİS

 

I

Sis bastı birdenbire: kapladı ufkumu sis

örtüyor ruhumu sis/ey gâibden gelen ses!

gözlere perde çeken/ bu sis mazmunu nedir?

ömrümün mazmunu sis: kaybolan günlerimiz..

yayılan sisten çıkan rûh bana hatırlatır:

ey tarladan sökülen/ altın başaklı zamân!

ey başakla yakılan/ parlak ateş, kör duman

yeşil, firik-buğdaylar tutardık elimizde

o tâze buğday tadı ki hâlâ gönlümüzde

bir kaval nağmesidir; sis bana hatırlatır

“kavaktaki kargalar” türküsü dilimizde

            “Gavahdaki gargalar

            garga dalı yırgalar”

            yarpah yere düşmeden

            gün geçer ahşam olar.

II

Akşam olur… yıldızlara bakardık

geceleri aya türkü yakardık

horlatmalı kaval çalar geceleri

“-âye,” derdik, “ay nerede geceler?”

            geceler, ay geceler

            ay ışıyan geceler

            ay gara göl’de gezer

            yar göğsümde geceler…

Dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır

kurt uludu ben çaldım, kaval çaldım her gece?

dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır

geçip giden günleri, geceleri, sessizce…

sis yayılır; gözümde çocukluğum canlanır:

III

Sivas Çifteminâre/ Dar’üş-şifa’ya bakar

biri binasız kapı… biri şifâsız yapı!

tuğlaları “Muhammed” yazar minaresinde-

“el-mülki lillah” yazar kapının hücresinde

kapıda bir bilmece, yazıda bir “sırr” vardı:

iki binâ arası yoldur; gelenler, geçer

yol boşluğa açılır-kapı boşluğa çıkar

çocukluğum bir yola/ bir bu kapıya şaşar:

kapıdan geçiyordum, bir yola, bir boşluğa

bir köşe kapmacaydı, bir oyun, bir muamma!

bir yanı yoldur… kapı! arkası boşluk kapı…

boşluğa açar kapı çifte kanatlarını

ey ölümsüz çocukluk! oyun değildi boşluk

çocuk! yolun sonu yok! ömrün kapısı yıkık…

 

şimdi çok uzaklarda/

        çok uzaklarda şimdi

                küçük çocuk sesleri

                        hüzün, gençlik yaslan

                                yalnızca sis var burda…

IV

Sisler ardında kaldı çocukluğun sesleri

kederli, iç çeken bir neydir gönlüm bu gece

dağılan sisten çıkan ay bana hatırlatır

geçip giden günleri, geceleri, sessizce…

-ey çocuk sis dağılır ve yalnız bu söz kalır-

sis kapladı her yeri, örtdü bütün yüzleri

            gavahdaki gargalar

            gavah dalı yırgalar

            yarpah yere düşmeden

            gün keçer ahşam olar…

Bir ROBERT FROST şiiri ve tercümesi

“Nature’s first green is gold

her hardest hue to hold

her early leaf is a flower

but only so an hour

then leaf subsides to leaf

so Eden sank to grief

so dawn goes down to day

nothing gold can stay”                     

                                       Robert Frost

Tabiatın ilk filizi altındır

en az süren renk tonu da o ‘ton’dur

ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak

belki bir tek saat çiçek kalacak

sonra yaprak sürgün verir yaprağa

böyle gark oldu hüzne Aden Bağı

şafak biter de başlar gün ışığı

sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.’

(Türkçesi: Ş. Uçar)

KAR ÇİÇEĞİ AÇARKEN GECELERİ DAĞLARDA

Tabiatın ilk filizi altındır

en az süren renk tonu da o ‘ton’dur

ilk sürgünü bir çiçektir ki ancak

belki bir tek saat çiçek kalacak

sonra yaprak sürgün verir yaprağa

böyle gark oldu hüzne Aden Bağı

şafak biter de başlar gün ışığı

sürmez hiç bir şeyin altın ışığı.’

I

Tabiat bir buluttur, serap gibidir zamân

“her ân değişebilen bir buluttur tabiat

değişir hiç durmadan/değişmez hiçbir zamân”

“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”

bir buluttur tabiat, bulut gibidir zamân…

II

Göklerin saltanatı… unuttuk türkümüzü

hatırlamaz aynalar çocukluk yüzümüzü

gökyüzü, “alma mater”, ey şefkatli annemiz

unuttuk masalları, unuttuk sesini biz…

ben kendim söylüyorum ve kendim dinliyorum:

unuttuk türküleri unutulan çağlarda

bir ağıt söylüyorum kabaran yüreğimden

kar çiçeği açarken geceleri dağlarda…

 

“sen benim göz yaşımsın, bu göz yaşlansın sen

uzağa akar mısın dudağımdan ve benden?”

gökyüzü, ey gökyüzü, sen ey sonsuz gökyüzü!

biz dağların ardında bıraktık türkümüzü

kim dinler, kim anlar, kim söyler sözümüzü?

hangi Aden Bağı’nda unuttuk yüzümüzü?

III

“Ben!” dedikte cennetten kovulan gönlüm benim

kim anlar dilimizi, “-ben” dediğim zamân ben,

kapımı çalıp bana, “-kimsin sen?” demiştin sen…

 

men kimem bir mübtela-yi aşgınam kim ey sanem

men kimem? ya sen kimsen? o kimdir? ya men kimem?

hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen

ebedî şimdiki ân! kapımı çalar mısın?

kapımı çalar mısın şafak vakti yeniden?

kapımı çalan kimdir? sen misin yine gelen

bulutlar arasından süzülen gün ışığı?

hatırlar mısın gönül zamânın ötesinden

dökülen yaprakları, hüzne garkolan bağı?

IV

kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…

bir mevsim açıp, solan bir çiçek vardı hani

dalındaki ilk sürgün nihâl-i ömrümüzün

“ömrüm, ey ömrüm!” derdin; nasıl da soldu ömrün

ilk altın filizleri, dökülen yaprakları?

hatırlar mısın gönül, geçip giden günleri?

kırılan maşrapadan dökülen âb-ı hayât…

kılıçtan keskin sözün ey iki yüzlü zamân!

dil üstünde dil olur! dilin altında yalan…

kim tefsîr edebilir hîleli dilimizi?

ey çığlık atan dudak ve sen ey sağır kulak

“ancak kendisi için hakikidir, hakikat!”

değişir hiç durmadan! değişmez hiçbir zamân

bir buluttur tabiat, serap gibidir zamân…

her an değişebilen bir buluttur ömrümüz

hem dâima değişen/hem aslâ değişmeyen

tabiat, alma mater: ey şefkatli anamız

“hatırlayan-unutan” bir çocuktur gönlümüz!

hatırlayan gönüldür o eski türküleri

“değişmeden-değişen” zamânın ötesinden

V

biz şiir söylemedik! şiir dediğin nedir?

hem şiirdir sesimiz, hem şiir değil sözüm

şiirle haber alır maveradan sesimiz

sözümüz hikmet olur, sazımız şiir bizim

hatırlayan gönüldür o eski türküleri

maveradan gelen ses! zamânın ötesinden

sesinde hiç fânilik tonu olmayan şiir!

sen benim gözyaşımsın, bir ağıttır bu zamân

akıyor yanağımdan dudağıma bu şiir

hatırla ey gönül ey ebedî şimdiki an!

hatırlar türküleri unutulan çağlarda

kar çiçeği açarken geceleri dağlarda…

ŞÂİRİN İLHÂMI

 

I

Turnalar, ey turnalar/ turnam kafese geldi

ben türkü söylemeden/ şu dağlar sese geldi

ey terennüm edilmez nağmeyi söyleyen dil

haberci koşa koşa nefes nefese geldi:

“-ey gönül, kutlu gönül, uyan artık uykudan!”

yoldan rüzgâr esmeden

gülün kokusu geldi

ördek suya dalmadan

gölün uykusu geldi

ey gönül serhoş gönül uykudan uyanırsın

daha güneş doğmadan maviye boyanırsın…

“-ey gönül, kutlu gönül, uyan gözlerim uyan!”

II

Bu söz kimin? “gerçek” kimin sözüdür?

derûnümde neler var? söz bulamam!

bu söz nedir? yüreğimde sızıdır

ne söyleyim? söylemeden bilemem

söylemesem, yaralarım sağalmaz

açılmasa gonca gonca-gül olmaz…

            gonca güle gelmeden

            bülbül ötdü dalında

            kelâm dile gelmeden

            ma’nî oldu dilinde

            sen söyler, sen dinlersin

            garip gönlün eylersin

            ey gönül, serhoş gönül!

            nice türkü söylersin?

III

Dil terennüm eder, gönül ses vermez!

bir yel eser, yine “Leylî” derim ben

serhoşam, dilim durmaz, sözüm ermez

serhoş oldum kendi nağmelerimden

gönül serhoş, sözüm, serhoş-söz olur

ne söyleyim? ne söylesem söz olur…

sözüm dile gelmeden sırrım yine fâş oldu

daha bir dem çekmeden gönlümüz ayyaş oldu

ey gönül, bî-hûş gönül! sen nereye gidersin?

sen daha yürümeden bu yolun sonu geldi…

            mest ü bî-dil söz ederken yârimden

            bilir misin? ne dediğin kim bile?

            kimbilir ey kimin halin kim bile?

            yardan özge kim anlar sözlerimden?

            dilim türkü söyler yüce dağ olur

            vîrân gönül, dağlar içre, bağ olur…

IV

gece sona ermeden son sözü söyle gönül

gece sona ermeden… gökte kızıl gül açtı

bir kuş kanat çırpmadan uykudan uyandı göl

daha güneş doğmadan müjde vakti yaklaştı

ben uykuya dalmadan gülün kokusu geldi…

kapımı çalan kimdir bâd-ı sabâdan gayri?

biz bize söyleşiriz: dilimizi kim anlar?

dilimizi kim anlar, sözümde ne ma’nâ var?

sözümde ne ma’nâ var bir hoş sadâdan gayri?

ey bâd-ı sabâ söyle derûnünde neler var

dilden dile şerh eyle bu gönlümde haber var

o yârin sesi geldi… sabâ müjdesi geldi.

METAMORFOZ

 

I

Bu uzun yaz gecesinde Ankaa Kuşu gibi zamân

bir dem yanar kül olursa bir dem gelir, dirilir cân

küller arasından doğar.

Uyur, uyanır, bir ân gönlüm yeniden duyar

Kaf Dağı’nın ardından beni çağıran sesi

bu uzun yaz gecesi her dem yeniden ölür/

yeniden doğar zamân

Bu “varlık” bir seraptır -yokluk bulaşmış varlık-

sen ey düş anlarından arta kalan karanlık

“yokluk” dahi seraptır.

II

Bir düş mü hâtıralar?

bu tükeniş duygumuz?

şafak kanatlı zamân

ey kanatlı rüyalar

biz ebabil kuşuyuz

kuş olur kanatlanır

kanat açar ruhumuz

Bütün hâtıraları kilitle bir mahzene

yeni gözlerle başla yeni başlayan güne

ayın ondördü geldi

hilâlimiz bedr oldu

“bu da geçer yâ hû” de!

bugün de geçer yine

bu sırrı bu nağmeden uzak sanma ey gönül

sırr aşikâr olsa da bu sırra akıl ermez

III

Her dil terennüm etmez

her göz onu göremez

can gözünü aç da gör

kalb sesine kulak ver.

Gün ışığıyla yıkan

suyun sesini dinle

bu varlık bir mucize

her yerde mucize var.

İnsan âciz bir tırtıl

sürünerek yaşıyor

yaprak yese de ağzı

gönlü ipek yazıyor

tırtıl yaprak yer, sürünür

kozasını örer, uyur

-bütün geçen zamânları kozasında unutur o-

IV

Kozasında bir düş görür

düşünde kelebek olur

…………………………….

Ve kararsız zamânın karanlığından çıkan

şafak vaktinde açan güldür ufukta zamân

cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akar su

rengârenk çiçeklerin bin türlü kokusundan

sarhoş olup yalpa yalpa uçan kelebektir o…

…………………………….

Kozasından çıkabilir

ölmeden önce ölür o.

tırtıl nasıl uçabilir?

çünki düş görmeyi bilir…

insan niçin bilmez bunu? ruhumuz kanatsız mı?

ZEN PARADOKSU : ŞİİRE ÇAĞRI

“inne min’el-beyâni le-sihren, inne min

eş-şi’ri le-hikmeten”

 

I

-Ey gönül dinle beni

kimseler bilmez bunu

gerçi, sırrın aşikâr

söyle, göreyim seni!

-Dolaşsam mecazın sınırlarında

şiire başlasam yeniden yeni

anlatsam anlayan olmaz mı beni

bu râz-ı mecazın sınırlarında?

II

Çocuktum, koşuyordum altın çayırlarda ben

kangal köpeğimle ben, koşuyor, oynuyordum

altın güneş ışığı süzüyordum billurdan

o çağlar ki her şeyin mümkün olduğu çağlar…

bulutların üstünde şahin olduğum çağlar

dağlar aşan kır atım, rüzgâr kanatlı atım

dağlar, o karlı dağlar, hasret kaldığım dağlar

o dağlarda çağlayan şiir pınarlarından

“At Oluğu”  kaynağı benim âb-ı hayâtım

içtim ondan, herşeyin mümkün olduğu bir ân

suya baktım ve gördüm: çekti beni o tılsım

çağırdı beni hayâl ve suya düştü zamân

herşey mümkündü bir ân; içtim ondan, yıkandım

sudaki gölgede esrâr vardı zuhûr edecek

o çağlar âh herşeyin mümkün olduğu çağlar

hakîkat üzre hayâl, rûyâ içinde gerçek…

III

Ey pınarın büyülü sözünü duyan çocuk

ey gönül ufkundaki dağlar, ey gümüş kamer

ey dağların ardında kalan rûyâ, çocukluk

rüyalar görüyordun: rûyâ ki vahyin cüzü

şiirler söylüyordun dağlarda gönlüm çocuk

şiir: kalbin hikmeti, sırrı, en içten sözü

mâverâ-i tabiat: ey gâibden gelen ses

mûsikî dinler gibi melekler korosundan

rüzgâr Kerem şiiri söylerdi, annem nefes

şâir olduğum zamân, altın çağda yaşarken

dolaştım destanların, dîvânların çağında

türküler söylüyordum dağlarda at sürerken

ey altın çocukluğun, rüyaların, türküsü

Arşın hazînesini açan anahtar şiir

ey kalbime esrâr-ı rumûzu şerh eden su

nerdesin at oluğu, nerde o karlı dağlar

o dağların bağrında çağlayan pınar-şiir

nerde o âb-ı hayat, nerde, o kayıp çağlar?

 

IV

Tecer dağ ey Tecer dağı

kalbime vurdun bukağı

nicoldu baba ocağı?

nerde kaldı gençlik çağı?

Bir atım vardı çalmışlar

yârim elimden almışlar

beni rüzgâra salmışlar

dalından kopmuş yaprağı

Gönlüm gurbete salayım

dostu nerede bulayım

yar seni nerden alayım

sînemin saracağı?

 

V

Demiri yumuşatan bir çağdı motor çağı

işte yıldırım, işte yağmur ve savaş yası

bitti maskeli balo, naylon gömlekler çağı

hattâ

petrol tankerlerinden

                                sızan

simsiyah kanlı zamân

ve kapkara tarraka

bıktı silah sesinden.

Şiiri ararım kırkından sonra

devran döndü gönül şiire döndü

bu hayal hakîkat, gerçek bu rûyâ

gençliği ararım kırkından sonra

kalbimin harâreti çağa tesir etmez ki?

hayâl içinde gerçek, şiir yazdığım rûyâ

ey yalnız kalb anlatsam, anlamaz kimse beni?

VI

O çocukluk düşleri unutulmaz

biliyorum, ebediyet kesindir

çünki Tanrı hiçbirşeyi unutmaz:

o çocukluk düşleri, kusursuz dünya, gerçek!

gerçek nedir ey çocuk?

ağaç büyür, yapraklar türkü söyler dallarda

büyür gider çocuklar

kekik kokan dağlarda unutulan günlerin

sesi kalır rüzgârda

güneş düşer ırmağa, çocuk gerçeği görür:

kalbi tertemiz ayna

gerçi gerçek aşikâr, büyükler görmez onu,

çocuğun gözleri nûr

dilsiz ve merhametsiz ve kulakları sağır

büyüklerin gözü kör

çocuk görür hayâlin hakîkat olduğunu

-şâir olduğu için-

çocuk büyür kör olur…

çünki çocuktur gönül: sonsuz hayâlleri var…

anlat bana ey çocuk: anlat gönül diliyle,

ışığı süzen billur! dilimiz bir…

VII

ey gönül dinle beni

kimseler bilmez bunu

gerçi sırrın aşikâr

söyle! göreyim seni:

bir atım vardı çalmışlar

dünyâm elimden almışlar

beni rüzgâra salmışlar

dalından kopmuş yaprağı.

MÂLİHULYÂ

(OMEGA MELANCOLIA II)

Şeyda Dîvânı’nda der ki:

            “Mecnûnu benim, bu sihr-i şi’rin

            efsûs! efsûn-i tûl-i arzû…”

            “eyvah ne aklım ne karârım kaldı

            hayfâ ki benim dilde bu zarım kaldı

            mecnûn-i hayâlin ki gezer çöllerde

            cânâ o hıyâbanda ne kârım kaldı?”

 

I

Ey mâlîhulyâ..

ey hüzn ü melal, ince hayâl, ince hilâl, ey

mecnûn-i hayâl…

şâir bakarak zâyiçe-î devr-i hilâle

kumlardaki izlerde remil açtı hayâle.

çöl kalbini açmış

hülya ve melâle

devrân-ı zevâle…

geçmiş: o hayât! çölde bu kervân izi kalmış

Mecnûn-i hayâli

ıssız çöle dalmış…

yalnız ölümün gölgesi, sessiz yüzü kalmış

yalnız… tek ü tenhâ…

yâdında ne Leylâ

kalmış, ne de dünyâ.

andıkça geçen günleri… heyhat! unutulmuş

günler için ağlar

ağlar gönül ammâ

bir hâb ü hayâle.

hülyâ ve melâl! işte bütün sırrı hayâlin!

gerçek gibi hülyâ

rûyâ gibi dünyâ

kan rengi hilâli.

endîşe, hüzün, vesvese… çarhın falına bak!

şâir biliyordun ya ne olmuş, ne olacak?

meftûn ola rûhun

devrân-ı hayâle.

mecnûn ise mecnûn

bilmez niçin ağlar

bir hüzn-i muhâle

yok çâre bu hâle.

mel’ûn kehânet! bunu nerden biliyorsun?

ey mâlîhulyâ…

ey ince hilâl! ufkuma nerden geliyorsun?

ey hüzn ü melâl, ince hayâl, ince hilâl ey…

mecnûn-i hayâl…

II

Yâdında mı Leylâ

ey mâlîhulyâ?

çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli

dil derd-i derûnünde bulur şi’rini gûyâ

eylerdi bu hülyâ ile mecnûnu tesellî

kalbinde bu çöl vardı ve şi’rinde bu hülyâ

söyler dil-i mecnûn bu şi’r-i melâli

“bilmezem dünyâ vü mâ-fîhâ nedir

lâ mıdır? illâ mıdır? Leylâ mıdır?”

yâdında mı Leylâ

ey mâlîhulyâ?

çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli

efsûs! geçen günleri kalbim unutursun

yâdında ne dünyâ

kalmış ne de Mecnûn…

III

Omega melankolia!

kaderi terennüm ediyor hilâl…

karanlığın kalbinde ne dost var ne akraba

Mecnûn ile Allâhı… kader ve malihulya…

kaderi terennüm ediyor bu dil

karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde

karanlık hülyaya dalan bu gönül

karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde,

göçebe kalbin çölünde ne dost var ne de Leylâ

bir Tanrı

ve bir Mecnûn

ve bir de malihulya

Omega Melankolia…

karanlığın kalbinde, kalbin ıssız çölünde

gördü çıplak ruhunu bir çöl ıssızlığında

bir çöl ıssızlığında… Omega Melankolia!

karanlığın kalbinde…

             kaderi terennüm ediyor hilâl…

bir sihr-i hilâl sanki bu Mecnûne diyor ki:

bir nağme ki her dem değişir kalbi zamânın

bilmem ki ne bu güft ü güler?

madem ki gönül bu şi’ri söyler,

bu hüzn ü melâli

bir sihr-i helâl eyle, bu ıssız çöle söyle,

çün sihr-i hilâliyle esîr etdi hayâli,

bir tarz-ı kadîm üzre ve ilhâm ile söyle!

söyler dil-i mecnûn bugün şi’r-i melâli

efsûs! bütün günleri kalbim unutursun

yâdında kalır belki şiir kalb-i zamânın…

 

IV

Şiir söyle banâ kalbim tesellîn olsun olmaz mı?

devâ yok mû sanâ kalbim? gönül derdi onulmaz mı?

düşe kalka koşan kalbim, nice dağlar aşan kalbim

yine tenhâ düşen kalbim daralır mı? daralmaz mı?

şiir söyle banâ kalbim, ne çâre derdine kalbim

şiir söyler yine kalbim şiir bahrîne dalmaz mı?

bu şuursuz şuurdur söz; karanlık söz, sihirdir söz

kusursuz söz şiirdir söz, gönüldür, gönlüm almaz mı?

susuzdur gerçi çöldür bu, gönüldür bu, gönüldür bu

gönüldür, tâze güldür bu; sararmaz kalbi solmaz mı?

sussuz kaldıkça çöllerde yanar âteş gönüllerde

bu Leylâ âdı dillerde sorulur mu? sorulmaz mı?

şiirdir, özge rüyadır; hüzündür, mâlihulyâdır

bu vâveylâ-yi Leylâdır sadâsı yankı salmaz mı?

gönüller aldatan şarkı sadâsı doldurup ufku

varıp bir sâhile yankı leb-î deryâyı bulmaz mı?

gönül mazmûn-ü Leylâdır,

bu mazmun sanki Leylâdır, bu Mecnûn çünki şeydâdır/

gecem bir kâre sevdâdır/ şeb-i yeldâya kalmaz mı?

ne aklım ne karârım var, mezâr-ı kalb-i yârim var/

gönülde âh ü zarım var/ gözüm yaşlarla dolmaz mı?

gönüldür her ne vâr olsa gönülden taşra yâr olsa

şiir Leylâsını bulsa gönül Şeydâsı olmaz mı?

gönülden taşra yâr olsa

dil-i Şeydâsı olmaz mı?

gönülden taşra yâr olsa

beni Mecnûnu kılmaz mı?

KELÂM

I

İşte sabah yıldızı! işte bitiyor gece

-Uyandırdı dağları – şafağın parmakları-

Ey karanlık gönlümü kavrayan el gizlice-

Seninle doğar Kelâm ve seninle her hece-

Şiir olur akıtır şaraptan ırmakları-

Sularsın gönülleri, o susuz toprakları-

Yağmur olur çilersin toprağa ince ince…

Altın rengi filizler getirir ilk baharı,

Bir mevsimlik çiçekler solup döner yaprağa,

Ve sonunda boş kalır ağaçların dalları

Sessizce akar zaman çürütür her meyveyi…

Kalk, çalış! çünki bu ân, gül yaprağından ince

Şafak sona ermeden söyle bitir herşeyi,

Şâir! geçen zamanı yoğur alın terinle

Şiir bahçelerinden gül devşir ellerinle:

II

O destan çağlarından, vahşî orman sesinden,

O kayıp cennetlerin altın pınarlarından,

Dağdan dağa seslenen gür çoban nefesinden-

Doğma bir şiir: Âdem… Âdemin hikayesi,

‘Altın Çağ’ın destanı ile başlasa bile,

Âdem zavallı şimdi- çünki kısıldı sesi…

Tanrıya baş kaldıran o Âdem nerde şimdi?

Hani kayıp cennetin o mutlu hür -insanı?

Hani Tuba Ağacı, hani Kelâm Sahibi?

 

III

İlk “iğvâ” Kelâm idi:

Âdem ejderi görünce,

Allı pullu, süslü, ince;

“- Sen başkasın!” demişti, “Cennetdeki herşeyden”

Ejder dile gelip birden

“-Öyle mi dersin?” dedi.

Şaşırdı Âdem büsbütün

“- Hey sen konuşuyorsun?”

dedi hayretler içinde,

“Tıpkı Tanrımız gibi…”

“- Sen de öyle!” dedi ejder, “Senin de Kelâm’ın var!”

Ve Kelâmdır aldatan, iğvâ eden Âdemi

Âdem o zaman bildi

Ki tıpkı Tanrı gibi

O da Kelâm Sâhibi’ydi

Heyhat! tabiat dilsiz

Herşey ondan farklıydı: Herşey ona yabancı-

Yalnız yaratmış hilkat Yalnız yaratmış Âdemi….

İlk “iğvâ” Kelâm idi.

IV

Âdem ne için var? “Kelâm” ne için?

Her ne ki olduysa Kelâm’dan oldu

Vaktâ ki yüce Allah diledi yaratmayı

“İlâhi Kelâm”ından “Kün!” emri geldi

Bir altın şafağı doğurdu gece.

Ve zulmetden nûr’a geçerken zaman

Yokluktan bu Varlık doğmadan önce

Âlemi yaratan yüce Tanrı’dan

Tanrı’dan almıştı Kelâmı Âdem.

“Öğretdi Âdem’e bütün esmâ’yı.”

Bütün isimleri alıp Tanrı’dan

Varlığa, bilgiye, “söz”e, herşeye

Bir isim takarak koydu “Yasa”yı

Kelâm ile geldi “Kötü ve İyi”.

Heyhat, güneş batınca, ne kalır ki geriye?

İşte bütün mesele:

Âdem: Kelâm Sâhibi-

Kendini Tanrı gibi

Görüyordu kendince.

Tanrı’ya benzese bile

Yalnızca “ism”i bildi

Bilmedi “müsemmâ”yı”

Öğretmemiş olsaydı keşke Bilgi Ağacı

Karanlığın yüreğine gizlice

Öğrenmezdi belki de Havva’da utanmayı..

V

Bilgi Ağacının yasak meyvası-

“-O yasak meyvayı yersen – bilgili olacaksın,”

“Tanrı gibi olacaksın,” diyordu Ejder,

“-İyi ve Kötüyü meyvalarından-

“Tanıyacaksın!”

 

Önce Havva tattı yasak meyvayı, sonra da Âdem

İnsan çıplak dolaşamazdı-

Öğrendiler utanmayı Havva ve Âdem

Herşey onlara yabancı ve onlar insân idi

Ve buyruk odur, ki:

“-Saklasın o meyvayı – Toprağa gömsün Âdem

Olsun Toprak Sahibi! toprağın verdiğini,

Artık ‘Alın Teri’yle toplasın, yesin Âdem,”

O toprağın kölesi

Cennetini kaybetti!

HAABİL’İ ARAYAN KAABİL

Cennetden kovuldu Âdem

düşman idi oğulları

arz ise ebedî matem…

Haabil’in kaatili Kaabil

yeryüzü cehenneminde

ümitsiz, muzdarip, sefîl

göçebe kalbin çölünde

yaşamak umrunda değil

“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”

Gezdiriyor küçük oğlu

onu arzın her yerinde

dağda, ovada, ormanda

ışık yok gözlerinde

diz tutmuyor, göz görmüyor

eli oğlunun elinde

her taş her kaya ardında

Haabil’i arıyor Kaabil

göçebe kalbin çölünde

“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”

Oğlu küçük, aklı ermiyor

acıyor babaya oğlu

ağlamaklı “-baba!” diyor

“baba bu dağ, baba bu göl,

baba bu çöl… ıssız bir çöl!

nerdedir kardeşin Haabil?”

Haabil Kaabil’in dilinde

Kaabil’in kalbinde Haabil

eli oğlunun elinde

göçebe kalbin çölünde

Haabil’i arıyor Kaabil

“-Haabil! Haabil! nerde Haabil?”

 

SPHINX

 The Sphinx must solve her own riddle:sifenks kendi çözmeli kendi bilmecesini

Emerson

I

Uyuyan insanlar görüyorum

Sönmüş bir ateşin hararetini özleyerek uyuyan

Rüzgârın yüzünden kopardığı kumların ortasında

Oturan bir Sfenks gibi…

Arzın kalbinde yanan kor ateşti bir zaman

Sfenksin mermer kalbinde katılaşan magma.

Ve zamanı durdurmak isterdi Faust:

“Oturmuş önünde piramitlerin

Seyreder beş bin yıldan beri

İnsanın kaderini

Sellerde, harpte ve sulhta

Hiç değişmeyen korkunç yüzüyle”Ebü’l-Hevl…

Ey Korkunun Babası -ve sen ey dört unsurun anası

Günlük ve beyaz horoz sunsun Sâbiîler sana

Çünki arslan pençelerin

Apis vücudun

Horus kanadın

Ve herşeyi bilen hissiz yüzün var.

O Horus kanadında ve o mermer kalbinde

Herşeyi bilen sifenks

-O donmuş kalbinde uyurken hilkatin sırrı-

Ve çünki sorduğun bilmeceyi hiç kimse bilmeyecek

 ve çünki bu sırrı bilemeyen herkes ölecek

Ve ben de duydum o taş dudaklarından sızan

Sessiz ve korkunç bilmeceyi:

“Quo vadis populi islamicus?”

(Nereye gidiyorsunuz ey müslüman kavimleri?)

II

Okudum İkbâl’in mısralarında

Bilinmeyen geleceğin horus kanadında çırpınan o telâşlı sesini:

“Pes çi bâyed kerd ey akvâm-ı Şark?”

(O halde ne yapmalı ey Şark kavimleri?)

Ve henüz kendi târihinin şafağında uyuyan

Ve târîh denilen rûyâya dalan küçük bir çocukken

o Tâç Kapıdan

Çifte Minâreli ve kitabesinde “El-Mülkü Lillâh”

yazan o kapının boşluğa açılan eşiğinden geçerek;

Ebü’l-Hevl’m sorduğu bilmecenin cevâbını öğrendim.

İşte bu yüzden çağdaşlarıma yabancı-

Sifenkse âşinâyım.

Heyhat! artık biliyorum

“Sifenks kendi çözmeli

Kendi bilmecesini!”

O târih rûyâsı içinde dolaşırken öğrendiğim

Cevâbı ben anladım, ama -Nasıl anlatacağım?

III

Ve işte yazıyorum:

Sifenksin -Korkunun Babası’nın- o mermer kalbinde

yatan ye her Molok’u korkutan “ve bütün sebepler

ve vâsıtaları ortadan kaldıran”-o korkunç ve

anlaşılmaz cevâbını: “O gün onlar ortaya çıkarlar,

onlardan hiçbir şey Allâha gizli kalmaz ve

sorulur onlara:

‘-Limen’il Mülkü’l-yevme?’: Bugün Mülk kimindir

‘-Lillâh’il-vâhid’il-kahhâr!’: Tek ve kahhâr olan Allah’ın”

IV

Heyhât…. uyurken ölülerden aldığım bu ışığı

Yaşayan Ölü’lere anlatamıyorum

Çünki bu cevâbı bilmek- Bilmemekten daha zor

Ve çünki târih rûyâsına daldığım o Taç Kapıdan

geçtiğim günden beri; harabeler arasında dolaşıyor,

Sifenksle konuşuyor, Horus kanadıyla uçuyor,

fakat kendi çağıma geri dönemiyorum:

Bugünün mîmârı değilim-istikbâlin şâiriyim…

Ve çünki Üstâd Maarrî der ki:

“Zaman denilen şiir, uzundur, ahenklidir

Ama kafiyeleri asla tekerrür etmez

hepsi başka başkadır…”

Evet zaman uzundur,

Birdir…

Ama kafiyeleri

hem eski, hem yenidir…

Ve işte ben o büyülü Taç Kapının

geçmiş zamana açılan kanatları içinden

bugüne geçemiyor

Ve dilimden anlamayan

Bu yaşayan-ölülere hiçbirşey anlatamıyorum

Ve artık Sifenks’in diliyle konuşuyorum:

“Ey Horus!”

“El-Mülkü Lillâh…”

MOLOK

 “Uykuya dalan insan ölülerden, uykudan

uyanan insan da uyuyanlardan ışık alır.”

Heraklit

I

Rü’yamda sordular: Nedir Nirvânâ?

Nirvânâ… zirve-i hîçî…

                      Nirvânâ/ yokluk…

                                                      Nirvânâ/ Moksâ.

Üç ma’nâdır Nirvânâ:

Üç ma’nâda ölüm…

Üç ma’nâda hayât

Üç ma’nâlı herşey,

Her üçü de Mâyâ…

Ma’nâ dersin, “ma’nâ”nın,

Biri senin,

               Biri benim,

                             Biri onun ma’nâsı!

Üç mânâ da sen söyle:

                         Konuşan iki değil / altı kişi aslında!

Şeş cihet:

                Mâya…

II

Çehâr unsûr-şeş cihet,

Çehâr unsur var

Molok’un putunda,

Çehâr yar…

Âsûrî çağından kalma

Kaos Canavarı Putlar:

 Boğa gövdeli,

Arslan pençeli,

Yılan kuyruklu,

Kartal kanatlı,

Putlar…

Toprak, ateş, su, rüzgâr

Hepsi Molok’tur

Moloksuz olmaz…

III

Her put bir Molok

Ve her şey puttur; putsuz olmaz!

Kırılan her putun yerine

Yeni bir put yontarlar:

Sarayların kapıları önünde,

Mâbedlerin içinde,

Hayâtın nefesinde,

Mezarın ötesinde,

Bâbil çağından beri,

Dâima bir Molok var!

IV

İnsân:

Bir Mâyâ piramidinde

Kalbi sivri taşlarla oyulan

Ve Molok’a sunulan

Bir kurbân…

V

Çünki İbrahim’in sunduğu Koç kurbânı

Molokları doyurmaz

Molok’lar insan yerler

Moloklara adanan canlar insân olmalı

Ve kırılan her putun yerine bir yenisi konmalı

Ve çünki insan putsuz yapamaz

İnsanın yaptığı herşey bir put olmalı…

İbrahim’in kırdığı putlar yeniden dirilerek

Yönetir insanları

Ve çünki sürü çobansız olmaz

Ve insân ‘Molok’suz

Ve Molok insansız olmaz…

VI

Moloklar ölmez- Moloklar ölse bile

Molokların ölüleri-

Yönetir dirileri

Mezarları Mâbed olur; başında nöbet tutar diriler

ölülerin ve nev-zuhur Moloklar korur bu kabirleri.

İnsân:

Bir mezar bekçisidir…

Ve diriler ölülerin kölesi…

 

VII

Ve çünki “her söz eksiktir ve insan söz söylemeye

kaadir değildir” Ve her kelime bir puttur.

Lisan dahi bir Molok’un mülküdür.

Fakat Nirvânâ

Sessizlik okyanusunda bütün sembol putlarını

boğmaktır….

PERSONA (MASKE)

“Bismillah. Lekad halekna’l-insâne fî ahseni

takvîm, sümme redednâhü esfele sâfilîn.”

Biz insanı ahseni takvîm üzere yaratdık, sonra onu esfel-i

sâfiline (aşağılıkların en aşağısına) reddetdik.”

Kur’an-ı Kerim

 

I

Târihin şafağında -bu dünyâ sahnesinde-

Yalnızca bir oyun vardı:

“-Hangi Yeni Tanrıya insan kurbân etmeli?”

-Maskeli oyuncular oynuyordu oyunu-

İşte sahnede Molok!

“-Yüzü niçin maskeli?”

“-Şahsiyet bir maskedir: ‘Persona’ maskesi bu!”

Yunan trajedisi maskeyle oynanırdı:

Her karakter rolüne uygun bir maske giyer

Putlaşmış “Kelime”lerden Replik ezberindedir

-Maske ile oynanır bütün trajediler

-Maskelidir Cemiyet- Herşey yerli yerindedir…

İlk perdede sahnede o garip mağrâ vardı:

Kabîle mağrâsında bir ses yankılanıyor-

Ak saçlı bir ihtiyar “hikâye” anlatıyordu:

Ve ateşin etrafında toplanan insanları

Büyüleyen sesinde bir muammâ- rûyâ ve şiir-vardı:

“Mağrânın duvarına akseden gölgeleri

Sayarak anlamıştı zamanın geçtiğini…

Halbuki akılsız oğlu, onu hiç dinlemiyor-

Hergün bir taş yontuyordu….”

 

III

Şu ölümlü hayatı putlaştırmakla suçlanan oğul

Elinde taş baltayı tutan kabile şefi…

Mağaradan dışarı / o çıkıyor

-Avlanmak için hergün-

Gerçeğe gün ışığında bakıyor

Kabilenin putlarını kırıyor ve yontuyordu.

İhtiyar çoğalan torunlarının

Ateşin ışığında mağaranın duvarına yansıyan

Gölgelerini sayarken

Oğlu taş baltasını sıkı sıkı kavrıyor-

Gururla gülümsüyor…..

Belki anlatamıyor -fakat artık o, bu aletle düşünüyor-

Elinde -kavradığı baltanın artırdığı-

Bir gücü tutuyordu….

Ve hergün daha keskin-

Daha keskin baltalar yontuyordu…

IV

Ve hergün biraz daha ilerleyen insanlık

Kabîle putu kıran oğulların eliyle yeni putlar yontarak

Hergün bir adım daha- durmadan ilerliyor….

Elima, hayat, dansı- Molimo, ölüm, dansı:

Pigmeler’in şarkısı-

Ormanların şarkısı ve Mağrâmn yankısı

Uzaklarda kalıyor….

Hattâ göklere uzandı -Bâbil Kulesi’nden beri-

O cüretkâr elleri.

Ve “Ur”daki Ziggurat, Mısır’daki Piramit

Ve insana kaderi soran Sifenks’ien beri

Kalpleri oyularak Tanrılara sunulan

Bir kurbân oldu insan. •

İnsan kurban etmeyi kaldırmıştı İbrâhim-

Ama kırdığı putların yerine yeni putlar yontuldu….

V

Putlaşmış kelimelerle soyutlama sunaklarında

Dualar okunuyor:

-İlim, Kültür, Medeniyet, Sanat, Tarih, Felsefe,

Sınıflar, İlerleme, deniyor-

Kabilemiz yok artık-

Büyük sporcular var / star şarkıcılar var,

Biz artık “Hür-İnsân”ız, şehirlerde yaşarız

Ve bütün aktörlerin yüzlerinde maske var….

Hattâ seyircinin de-

Seyirci de kendine düşen rolü oynuyor:

Bu yığınlar içinde bir “Ferd” olmak yasaktır

Hür olmanın birinci şartı, Maske takmaktır

Ve şehirlerde hayat, “Maske”yi oynamaktır…

VI

Şehirde yaşayan insan Persona denen maskeyi

Takarak bu sahneye çıktığı günden beri

-Yüzünü gizleyerek rolünü yapan insan-

Senaryonun kurbanı, rejisörün piyonu!

Ruhunu Moloklara kurbân olarak sunan-

Kurbânm bizzat kendi…

O insan ki maskesini takıyor-uygun adım yürüyor.,

Putlaşan her “kelime”– onun “Kafa Konforu”

İyiyi ve kötüyü ne arıyor, ne soruyor:

Çünki biliyor!

Biliyor onun yerine düşünen bir Molok’un

Yazdığı senaryonun -kendi rolüne uyan-

Yalnızca kendine ait, Repliğini biliyor….

Replik ezberindedir-

Herşey yerli yerindedir….

VII

Ve onun Repliği budur:

“Te Deum! Moritur Te salutant!”

(Sen Tanrımız! Öldürülmek üzre olan kurbanlar-

Seni selamlıyorlar!)

Diyor bitkin, talihsiz ve maskeli kurbanlar.

Ve Molok’un maskesi: putlaşmış kelimeler

“İlerleme” adına teselli ediyordu geride kalanları.

VIII

Repliğini ezberleyen papağandı bir zaman-

Fakat işte maskesi de düşüyor!

Yüzünü gizleyerek bir rol oynamak için

Ruhunu şeytâna satan bir insandı o Molok-

Maskesini takıyor… Yıldız olacak bir gün-

Maskesine tapacak.

Uygun adımla yürür Molok’larm oyunu….

IX

Ve bu soyut sözler ki çok da soyut değildir

Kan kokusu duyulur çünki o soyutlama tapınaklarının

İnsan kurbân edilen sunakları ardından,

Ahseni takvîm üzre yaratıldığı halde

-bir rol oynamak için o maskeye sığınan-

Esfeli sâfilîne döndürülen o insân,

Artık canhlı değildir- sadece bir maskedir!

Kan kokusuyla sarhoş olarak ölürken o-

Sadece rûhsuz madde- maskeden arta kalan:

Moloklara sunulan cesedi kokar onun

Çünki daha maskeyi giyerken o kurbanlar

-Kurbân edildikleri Persona maskesine-

“-Moritur Te Salutant!” diyorlardı Molok’a!

(Ölmek üzere olan bizler seni selamlarız!)

Ave Caesar: Yaşasın Sezar!

TYRESIAS

ey kör kâhin tiresias rü’yâları yoran kör, geleceği gören kör!

düş değil karabasan göğsümde bir ağırlık, ağzım sessiz bir çığlık

ey kör kâhin tiresias, geleceği gören kör, rü’yâları yoran kör!

düş değil karabasan: göğsümde bir ağırlık, dudak sessiz bir çığlık

sen ki uzun yaşadın ey erkek kalpli kadın! ey düş gören kör kâhin

düş değil karabasan: göğsümde bir ağırlık, dudak sessiz bir çığlık

kafeste dönüp duran bu vahşî kaplan kalbim: düş değil karabasan

kalbim bu çılgın kaplan! bu rü’yâ nedir kâhin? neye yordun? ve niçin

kafeste dönüp duran bu vahşî kaplan kalbim? düş değil karabasan!

kör kâhin tiresias der: düş ya da karabasan, kalbin bütün düşleri,

hayat bir düştür geçer; olan olmuştur, geçer… işte gerçek! ve niçin?

çünki bu düştür geçer: düş ya da karabasan, kalbin bütün düşleri…

ey huzursuz kalbimin gözündeki perde; düş! ey kalb inleme artık

sus ey yaralı kalbim! çık ey yaralı kaplan bu düş kafesinden çık!

ey huzursuz kalbimin gözündeki perde; düş! ey dil söyleme artık!

sus ve unut şarkını, artık söyleme ey dil! unut gönül, ey gönül

unut düşü hayatı, ölümü unut gönül! unut şarkını kalbim,

kalbim şarkını unut

                       kalbim unut şarkını

                                               unut bu düşü unut…

KÖR KADIN

 

Ey düş gören kör kadın! görürken geçmişini düşü gerçek sanan kör!

Düş sayan zamanını… gerçek sanıp düşünü; kadın kıza soruyor:

“-Elizabeth nedir bu? Düş müydü gerçek mi bu? hayâl gerçek oluyor?

Elizabeth diyor ki: “-Tam bir Manifesto bu: bu kör ‘Gerçek’ arıyor!

Körlüğünü unutmuş, benden ayna istiyor, gençliğini arıyor…”

“-Anacığım ayna kalbin, kalbine bak” diyorum, “hatırla, esto memor!”

“-Anacığım ayna kalbin, kalbine bak” diyorum, “hatırla, esto memor!”

Bayan Metzger çok iyi hatırlıyor; “-Hatırla!… “-Elbette hatırlıyor”

Geçen yaz gördüğünü, ah geçen yaz güneşi ki kırlara gitmişti…”

“-Sağ el Şahin! sol el, Lu! tutun elimden tutun ki sevgilim tutmuştu

“Bir zamanlar… Mister Lu! Ah! geçen yaz güneşi ki o zaman çok gençti”

Çok gençti, çok güzeldi…” Hattâ daha çocuktu sevdiğinde Mac Donald’ı

Sevdiğinin hocası, Filozof Unomuna “Sis”i yeni yazmıştı

Sonra bir “Martyr” gibi, savaşmış, savaşmıştı Mac Donald’ı, yiğidi

İspanya iç savaşında, zulme, ibtibdâda karşı… o “inançsız din şehîdi!”

Delikanlım, ne güzeldi! Ah ne güzel günlerdi ki o zaman çok gençti!”

Bayan Metzger’e göre: “bir kitaptan savrulan kopuk sayfalar bunlar

Kitâb-ı ömrümüzdür şirâzesi dağılan dağınık hâtıralar…”

 

Kitâb-ı ömrümüzdür şirâzesi dağılan yitip giden o günler…

Hüzünle yâd edilse bile güzel günlerdi… onlar… o kayıp günler!

O çılgın dünyamızın çılgın gençliği… hepsi, hepsi yok oldu gitdi!

“-İç savaşta kaybolan yasak aşk’ın meyvesi bu alaycı Lizabeth

-Ki taşıdım karnımda ve büyüttüm koynumda- bu “inançsız” Lizabeth!

Delikanlım, yavuklum, ki o korkunç savaşın o “inançsız şehîd”i

Faşizmden nefret eder, komünizme inanmaz, hiçbir dîne inanmaz

Yine de öldü savaşta… “peki ama niçin öldü? ne için? Yakışıksız

Bir ölümdü, bu kesin! “Ah geçen yaz günleri, parlak, sıcak, güneşli…

“-Gözümü yumar yummaz, tanımadığım yüzler, gözümü yumar yummaz

Cinleri görüyorum… bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler”

Bir sifenks konuşuyor beşbin yıl ötesinden… yandı, kül oldu Ankaa

“- Görüyorum, savaşan erleri, cengâverleri… damlarda üst üste,

Alt alta boğuşan ve mart kedileri gibi savaşan bütün erler…

Hattâ daha beteri… bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler…”

 

“-Hattâ daha beteri bağırarak birşeyler anlatıyor dilsizler

Yavuklum anlatıyor, sessizliğin diliyle savaşı anlatıyor

Ah, bana anlatıyor! düşümde konuşuyor, benimle konuşuyor

“Rü’yan sadıktır!” diyor, “gördüğün rü’ya sanki gerçekten daha gerçek!”

 “Ve hala görüyorum o ‘inançsız şehîd’i, yiğidimi, cengâveri

Faşizmden nefret eder, komünizme inanmazdı; yine de öldü, niçin?”

Yanıp kül oldu Ankaa, Ağır adımlı develer., ki “yâ leylî, ya leylî’

Mavalı okuyorlar… oley! lal la lala… Yandı, kül oldu Ankaa

Yakışıksız bir ölüm bu, bu kesin! İspanya! âh, El-hamra, El-hamrâ!

Yürüyor çöl kervanı -ve kumlar, sessiz izler- kızıl güneşli ufka…

El-hamrâ âh el-hamrâ! yürüyor çöl kervanı -ve kumlar, sessiz izler-

ÖLÜ DENİZ

“ İntikam benimdir ve onu ben alırım”

Tevrat

I

Sessiz, sakin sularda

Altın güneş altında kımıldanan gölgeler

Bulutlandı gök birden

Yer yer, güneşe rağmen

Gölgelendi sular da

Ve sakin sularda yüzer:

Aydınlık parıltılar, karanlık parıltılar….

Bu suların üstünde ağır ağır uçan bir gölge kımıldanır:

Durgun suyun aynasında

Ürperen yakamozlar arasında

Yüzen gölgeden biliyorum:

Gölgesi suya düşüyor-

Süzülerek uçan bir martının.

II

Sesleri duyulmuyor küçük yakamozların

Dalgası bile yoktur bu sessiz denizlerin

Sessizce kımıldıyor denizde yüzen gölge

Bir ân gelir martı göğe yükselir-

Sulardaki gölgesi de kaybolur….

Ölü Deniz’de yüzen bir kaç sessiz balık var

-ve balık denizin içindeyse, deniz de balıktadır-

Gâibden gelen bir ses fısıldar kulağıma: •

“Küllü âtin, âtin ve küllü âtin karib”:

Gelecek olan herşey gelecektir-

Ve gelecek yakındır!

Ve bu sessiz denizin üstünden eser rüzgâr

Sessizce kımıldıyor denize düşen gölge

Rüzgârlar esip geçer…

Bulutlar ve martılar gelip geçer…

Suya düşen gölgeler kımıldanır

Bir feryâd boğuluyor:

Haykıran bir martının çığlığında uzayan

ve denizde boğulan bu feryadı

bir gün duyacak zaman.

III

Bu sessiz esintiden bıktım

Fırtınalar istiyorum!

Bu Ölü Denizden, sessiz balıktan, bu sessiz

gölgelerden, boğulan sesten-

Ve soluk mavilerde gezen güneşten bıktım!

Ve çünki Ölü Deniz’in üstünde uçan ruhumun

Suya düşen gölgesi sessizce kayboluyor…

Niçin ya dalgaların sesleri duyulmuyor?

IV

Ama ben biliyorum:

Denize düşen küçük yağmur taneleri

Okyanusu büyütmez

Fakat düşmezse o yağmur taneleri/

Birer birer

Bu okyanuslar kurur

Ama ben görüyorum:

Bu dalgalar yayılacak-

Büyüyecek, kükreyecek, kuduracak

Martılar haykıracak

Ölü Deniz canlanacak….

Ve kararan göklerin altındaki insanlar

Süslü yatlar, gemiler ve şehirler batacak

Sağırların çığlıkları

Bu denizde boğulacak…

Ama ben yaşıyorum: duyuyorum: görüyorum:

Biliyorum -çünki görmek bilmektir-

Bir gün bu Ölü Deniz canlanacak

Ve intikam alacak…

DE RERUM NATURA

(LUCRETIUS’A NAZÎRE)

 

I

Ey sessiz denizlerin /

Koynunda yatan gerçek

Sedefte gizli inci-

Mercân’da donan çiçek

Ve bu sonsuz göklerin /

Ötesinden gelecek

O kuşlar ki gâibden

Bize müjdeler taşır.

Arı ki nektar arar

Ama dinle, bu sözde /

Ne zarif bir sihir var:

 

“Çiçeklerin renkleri

Muhteşem Süleyman’ın /

Muhteşem kaftanından

Daha güzel değil mi?”

Serçeler var, Serçeler

Ağaçta kıpır kıpır…

Yaprakta çiğ tanesi /

Ve kalbimde ümit var…

II

Ne yazık anlamadan

Göklerden gelen sesi

Asırlarca dinledik;

Heyhat! birşey duymadık.,

Boşuna geçip gitti

O Kuşların müjdesi,

Ama ben-

Gönlümdeki bu sesin

Nağmesine vurgunum

Ve bu gâib nağmenin

Âhengine tâbiyim:

Duyduğum halde yine

Terennüm edilmeyen

Müjdeler biliyorum.

III

Ve madde – Katı Madde

Avcumdaki havuzdan gönlüme akan bu su

Bazen de gökyüzünde sâkin sâkin gezinen

Kaygudan âzâd olmuş bulutlar görüyorum-

Bulut olsam diyorum!

Sûretsiz Heyulanın içindeki cevherin

Kalbinde eriyorum:

Gahi bulut / gahi su / gah doluya dönüşen

Kalbinde eriyorum

 

“Om mani padme hum, Om mani padme hum,

Om mani padme hum…”

(Sonsuzda eriyorum, ben ma’nâ içindeyim,

ben ma’nâya gark oldum)

            Ve çünki Yunus der ki:

            “Hiç kendi kendine kaynar mı kazan

            Çevre yânın cümle od olmayınca?”

IV

Ve ey susayan insan

Altından ırmaklar akan

Tahtların üzerinden

Bal, Süt, Su ve Kevserden

Bir şerâb sunsam sana

Mestolup serabımdan

Şarkı söylesen bana….

V

Bilirim bu nağmenin

Mümkün değil terennümü

Lâkin bu gökler, dağlar, denizler

Cümle kuşlar, arılar

Ve bilcümle mahlukaat

Hep bu nağmeyi söyler…

VI

Ey sessiz kalabalık

Ve ey körleşmiş insan

Ve sen ey sağır zaman!

Sen duyamaz, söyleyemez

ve çünki göremezsin…

Ama ben biliyorum:

“El-Mukadder-Lâ yugayyer!”

(Ne ki takdir olundu, odur- asla değişmez!)

VII

Yine de duyuyorum

-aslını görmesem de-

Gölgesini gördüğüm

Yoldaki insanların

Sessiz adımlarını

Ve şimdi söylüyorum:

Âdemin Tarihini-

Ve işte duyuyorum:

Göklerin çağrısını

Geleceğin sesini…

MÂYÂ

Dünyâ-

          ılık bir deniz:

yüzüyorum, uçsuz bucaksız

denizde balık – balıkta deniz

elsiz-ayaksız

ağızsız-dilsiz

kimsesiz

yönsüz….

Mâyâ-

        bir rûyâ görüyorum:

denize giriyor kan rengi güneş

yüzüyor güneş;

yüzüyorum.

batıyor güneş;

uyuyorum.

uyuyor deniz;

sensiz….

Atmân-

           sonsuz bir okyanus:

İçimdeki Sonsuz Ben

ben denizde yüzerim- deniz de bende yüzer

sonsuz….

Moksâ-

           şarkı söylüyor deniz kızları:

çığlıkları ümitsiz

perdeleri tîz

duyulmuyor sözleri

görünmüyor yüzleri

sessiz-soluksuz deniz

bensiz…

Nirvânâ!

JANUS II

Bir yüzünde mutluluk/ öbür yüz sonsuz keder…

Janus gibidir zaman: iki yüzlüdür kader

Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var

Bir yüzüm çocuk yüzü/ öbür yüzüm ihtiyar

Oyar hergün kalbimi kartal gagalı zaman

Ödedim bedelini zamanı öldürmenin

Ben/ bu kader dersim öğrenemeyen çocuk.

Artık yalnız kar sesi: ne mutluluk, ne keder

Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?

Karlar altında kaldı sesleri gençliğinin

Bir yüzün çocuk yüzü-öbür yüzün ihtiyar

Mutluluk çağı geçti: ışığı söndü günün,

Zehirlenmiş bir köpek gibi kıvran ki bugün

Janus gibidir hayat: iki yüzlüdür kader

Hem iyi, hem kötüdür/ hem mutluluk, hem keder

Zaman adildir / gerçi / haksızlığı da sever

Var olan her şey doğru/ her şeyde bir yanlış var

Her şeyin bir doğru yüz, bir de yanlış yüzü var

Bir yüzünde mutluluk / öbür yüzünde keder

Janus gibidir hayat, iki yüzlüdür kader.

Bir yüzün çocuk yüzü / öbür yüzün ihtiyar

Oyar hergün kalbini kartal gagalı zaman

Ödedin bedelini Tanrı’ya ihanetin

Sen/ bu kader dersini öğrenemeyen çocuk.

Öğrenir, öğretirdin insanlara sırları

Dağlarda ateş yaksın diye gür sesli çoban

Tanrı’dan ateş çaldın, Tanrı Dağı’ndan ışık

Titan’lara benzerdin: Promete gibi/ sen

Atlas gibi omzunda bu dünyayı taşırken.

Ne kaldı elde bugün… ne yaptın mahsûlünü?

Ne dağların rüzgârı, ne tarlanın başağı

Kurumuş: solmuş çayır; ötmüyor çayır kuşu

Cennet çayırlarında kıvrım kıvrım akan su

Heni nerde, cennetin o kaygısız türküsü,

Dallarından elmalar sarkan ağaçlar? hani

Çocuk bahçende koşan iki köpek yavrusu?

Sessiz sessiz yağan kar örter bütün sesleri…

Kar yağar lapa lapa çocukluğum üstüne

Hangi ses saltanatı sürer sonsuza kadar?

Bir çığ düşer ey gönül, örter sesini senin

Bir yüzün çocuk senin/ öbür yüzün ihtiyar

Ey bu kader dersini öğrenmeyen öğrenci

Bir kar yağar, sessizlik örter bütün sesleri

Ey boş duvarlar, susun! sessizliği dinleyin!

ÇİN FAĞFÛRUNUN ŞİİRİ

Mağrâdaki eski püskü çantada

İki Fağfûrî kâse vardı…

Bir kâsenin içinde:

İki çadır, bir mızrak,

İki cüppe, bir kavuk,

Bir sürü dalkavuk,

Birkaç saray, birçok asker,

İki cımbız, bir kıllı yüz,

Birkaç da “dost yüz”ü vardı.

Diğer kâseye yazmışlar

Ki, Çin Fağfur’u da içmiş bu kaptan

Ve bu Haşmetlû Fağfûr’un şiiridir:

 

Kırk yıl içtim kâsedeki şaraptan

Hiç bıkmadım gördüğüm bu seraptan!

HASAN HARAKANİ’DEN BİR RÜBÂİ

 

“Esrâr-ı ezel râ ne tü dânî vü ne men

İn harf-i muamma râ ne tu hânî vü ne men

Hest ez pes-i perde güft ü guyî men ü tü

Çün perde berüfted, ne tü manî vü ne men”

Esrâr-ı ezelden ne sen agâh ne de ben

Bir bilmece ki ne sen bilirsin ne de ben

Bir perde var onda, ne konuşsak, sen, ben

Çün perde iner, ne sen kalırsın ne de ben.

(Türkçesi: Ş. Uçar)

MAĞRA

I

Ben bir garip yolcuyum: İçimdeki mağrâları gezerim

Zaman sessizce akar- olanlar unutulur

Kalbimde bir mağrâ var

Kalbimdeki mağrâya

Maveradan bir ses gelir

Mağrâdaki sularda renkli gölgeler oynar

Işık düşer mağrâya

Yankılanır mağrâda

Mağrâda ki

Mâyâ’daki

Bir göl var ki

Suyunda gölge oynar

Ve mağrâ şarkı söyler

Çeşmimde hemân nakş-i ber âb olmada dünyâ

“Gonca-î dil

Câme-i hâb ü hayâl…”

II

Kızıl renkli bir sesti

Duvarda yankı yapan

Nihayet ermişti ayağım suya

Mağrâdaki sularda yüzüyordum

Uyuyordum, denizler uyuyordu

Rüyalar görüyordum

Yürüdüm çamurlu topraklarda

Gah yürüdüm, gah yüzdüm

Kulağımda çınlarken kendi sesim

Uzaklardan gelen sesler duyardım

Yüzerdim sularda ve her kulaçta

Kulağımda çınlarken kendi sesim

Mağrâdaki yankısını dinlerdim

Uzaklardan gelen sesler duyardım

Uyuyordum, denizler uyuyordu

Rüyalar görüyordum.

III

Ki sonsuz denizlerin sonundaki adada

Tek başına yaşayan

Hayy ibni Yakazân

Benimle konuşurdu

Mağramdaki rûyâda

Mâverâ’dan gelen sesler duyardım.

IV

Seslenir Hayy İbni Yakzân! ses olur

Mâverâdan mağrâya bir söz gelir

Yankılarda çınlayan bir nur olur

Kalbimdeki mağrâdaki

Yalnızlığa bir ses,

Bir şiir söyler- bu rûyâ, şiir olur

Bir ışık peyda olur

Mağrâ dahi pür-nûr olur.

V

Sonra bir ay doğdu. Yıldızlar, binlerce göz

gibi, gökyüzünden göz kırparak her hâlimi

gözlüyordu; sonra fecr-i kâzib oldu, fecr-i

sâdık / ve şafak gül renkli parmaklarıyla

saçlarımı okşadı: Celalli, karlı dağları

gördüm. Firuze renkli gökte alevler saçarak

yükseldi güneş; başakla dolu ovayı gördüm.

Altın rengi başaklarla dolu bir ovada yürüyordum;

bir çoban kaval çaldı; kuzular, kuşlar gördüm.

Yemyeşil çayırlarda uzandım, bir zaman kaval dinledim.,

VI

Gördüm ki âdemoğlu kaval çalıyordu. Dertliydi;

uzun havalar söylüyordu. Sevinçliydi; oyunlar

oynuyordu. Çalışkandı; tarlasını sürüyor,

güneşin altında terliyordu.

Dağlar, denizler aştım, Gurbet ellerde dolaştım,

“Nâgehân bir şâre vardım, ol şârı  yapılır gördüm,

varıcak ben bile yapıldım, taş ü toprâğ arasında!”

Çok gördüm, çok yaşadım.

Bir vaizden dinledim; diyordu ki,

“Gök kubbenin altındaki her şey boştur.

Dünyayı tutamazsın; Bu, rüzgârı elinle kavramaya

benzer, parmaklarının arasından kaçıp gider.”

İlim, hikmet meclisleri gördüm. Amma bu söz gibisin

duymadım ki bir başka mağrâda, uzletdeki bir arifin

söylediği şiir imiş. Eğerçi bu arifin gönlündeki mağrâ

dahi pür-nûr imiş. Bildim ki bu sözden sonra ziyâde

Kelâm etmek abestir; bunu dahi nakledip, mağramdaki

rûyâlara avdet eyleyim:

VII

“Esrâr-ı ezelden ne sen agâh, ne de ben

Bir bilmece ki ne sen bilirsin, ne de ben

Bir perde var onda; ne konuşsak sen, ben,

Çün perde iner; ne sen kalırsın ne de ben…..”

BÂYEZÎD MAKAAMESİ

 Key büved ma zi ma cüda mande

Men ü tü refte ve huda mande

Fahrüddin-i Iraki

Biz nasıl ayrılıp cüda kalmış

Ben ve Sen gitmişiz Hüda kalmış

 

I

Mor Lata’nın üstüne kara cüppe giyindim

Belden zünnâr kesmeden / A’raf ı gezip, döndüm

Yoldan rüzgâr esmeden / gülün kokusu geldi

Ördek suya dalmadan / gölün uykusu geldi…

Cismi suya bıraktı / ismi müsemmâ bildi

Derviş cüppeyi attı: derisi cüppe oldu…

Ne gerçek, ne yanlış duyduğun sözler

Her söz bir kılıf: cüppe üstüne cüppe!

“Görüş” bir elbisedir, gerçeği bizden gizler

Dedikodu kılıfı var bu “görüş” üstünde

Bütün bu cüppeleri soyunup atsan bile-

Deri dahi bir perde- Bu ismin müsemmâsı ne?

II

Cüppenin altındaki ne? Perdenin ardındaki kim?

Perdedir her kelime…

Kelime “kelime”yi böyle tarif ediyor:

“İmâm, profesör, hâkim…”

Nedir bu kelimeler?

Ve her kelime yine / başka tarif istiyor….

Nedir asıl kelime?

O kelime’yi bulsam sırlar ayan olacak

Biri “Kelime Tanrıdır” diyor / bir başkası,

“Peygamber!”

Bâyezîdi Bistâmî, “Bu bilgiyi arayarak bulamazsın

demişti, “Ne var ki onu bulanlar, yalnızca aramış

olanlar!”

Arayanlar bulamaz /

Bulan dahi bilemez!

III

Brahman Rahipleri “Tat Twam Asi” derler:

“O, sen kendinsin!”

“Kalbinin taa içindeki o Atman / içindeki sonsuz Ben”.

“Ente tekûnü zâke” demiş lakin Bâyezîd /

“Sonunda sen, O olursun.1

O kimdir? ya sen, kimsin?

“Biz nasıl birbirinden ayrılmış,

Ben ve Sen gitmişiz: Hûda kalmış…”

 

IV

Cüppenin içindeki kim?

Duydum ki kaybolmuş içinde cüppesinin

Bâyezîd-i Bistâmî…

Derisinden sıyrılmış / perdelerden kurtulmuş

Can kuşuyla ma’rifet göklerinde uçarken

Birlik ağacını görmüş

O anda dahi dermiş /

Ki Bâyezîd Bistâmî:

“Her şey aldatmacaymış!”

Ve kaybolmuş içinde cüppesinin.

 

“Biz nasıl ayrılıp, cüda kalmış,

Ben ve Sen gitmişiz: Huda kalmış.”

V

 

“halk içre bir âyine var, her kes bakar bir ân görür

her ne görür kendi yüzün, ger yahşi ger yaman görür”

 

Gizlediği bir gerçek var bütün perdelerin

Her gördüğün gerçek değil/ gerçek demek, “var” demek

Her perdenin ardında/ yine başka perde

Çıplak gerçek nerde?

“Halk içre bir ayna var: herkes bakar kendin görür!

Sanma görür kendi yüzün-gördüğü perdedir onun..

Gerçeği görmek için

bu sonsuz perdelerin hepsini aşmak gerek

VI

Her sözdeki “gerçek öz”ü görmekte muamma

Bir seste o “gizli yüzü” görmüş gibi a’mâ

“Mânî-i Kelâm şâhid-i mazmûn-i Hüdâdır

Gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peyda”

“Biz nasıl birbirinden ayrılmış

Ben ve sen gitmişiz: Hûda kalmış…”

Nedir ya bu sözün özü?

Çünki “Lübb’ül-lüb” denen o kalplerin kalbinde,

Taa kalbimin içinde, içimdeki “sonsuz ben”de:

VII

Nihân etdim Kelâmım; gerçi ma’nâ aşikâr oldu

Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu

Nikaab ender nikaab olsa, Kelâm Hakk’ı eder ifşa

Nihân û aşikâr amma, söz oldu; söz medar oldu

O söz gonca gül oldu “Kuntu Kenzen” sırrım açdı

Bu söz can içre can oldu; gül açdı; gül-izâr oldu

“Kün!” emrinden zaman oldu; zaman, kevn û mekân oldu

Kelâmdan cân cân oldu, Kelâmdan var var oldu

Gönül ekmek yemez: canım, “Kelâmullah”la can buldu

Kelâmım cana can verdi, Kelâmım yâre yâr oldu

Gönülden taşra bin azrâ çıkardım ki sunam

Hakk’a Bu ma’nî-i kelâm Halk’a bu gönlümden nisâr oldu

Eğerçî âh ü zar eyler, Kelâmla iftihar eyler

Gönül bir özge kâr eyler, ne kâr û ne zarar oldu

“Meta’-î nengden ârem” bu Şeyda sözde “hem- vâr”em

Eğerçî fîkr-i âvârem bu aşka lâlezâr oldu

Bıdâyetde Kelâm vardı: “İlâhi Nefha”nın savtı

Zuhuru Rûzigâr oldu: bir özge nevbehâr oldu

Nihân etdim Kelâmım gerçi ma’nâ aşikâr oldu

Söz oldu perde-î hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu.

Scroll to Top