1994 deki TYB Fuzuli Sempozyumu’nda Şeyda Divanı Hakkında

İstanbul’da 1994 senesinde tertiplenen “Fuzûlî Sempozyumu”nda Türkiye Yazarlar Birliği’ tarafından (“XX. yüzyılda Fuzûlî Dîvânına bir nazire: Şeydâ Dîvânı” başlığı ile takdim edilerek) o makâmın muktezâsına göre konuşması istenen Şahin Uçar’ın, işbu vesileyle kendi Divanı hakkında söylediği sözler:

nihân etdim kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu

söz oldu perde-i hüsnün: o perde vasf-i yâr oldu

Bismillâh’ir-Rahmân’ir-Rahîm. Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemin ve’ş-şükrü li-vâhib’il-mekârim. Bir hâdis-i şerifte, ‘beyânın sihirli kudretine ve şiirin hikmeti’ne işaret eden Muhammed’e salât ü selâm olsun. Buyurmuştur ki: “Allah’ın Arş’ı altında öyle hazîneleri var ki o hazinelerin anahtarları şairlerin dilleridir.” Ve Kur’ân-ı Kerîm’de Hak Teâlâ buyurmuş ki: “Güzel kelime, güzel bir ağaca benzer; şöyle ki (zaman geçtikçe) kökleri yeryüzünde, kolları gökyüzünde dal-budak salar.” Ve dahi bir âyetde şöyle gelmiş ki; “selâmün kavlen min rabbi rahîm”: Selâm (öyle) bir sözdür ki Rahîm olan Rabbimizdendir. Şu halde, evvela şeş cihete ve bütün mevcûdâta, sâniyen Fuzûli üstâdımızın rûh-i mübecceline ve sonra onu yâd etmek için burada bulunan fuzûlîşinas misafirlere ve cümle ehl-i irfâna selâm olsun.

Dostlar teveccüh göstermişler; bizim divançe-i kemînemiz Şeydâ Dîvânı için Fuzûlî dîvânına nazîre demişler. Min gayri haddin, eğerçi Fuzûlî’yi üstâd bilirim, lâkin küçücük dîvançemi üstâdın dîvânına nazîre saymak bence câiz değildir. Şu kadar var ki, üstâdın rûh-i asâletmeâbından müstefîd olduk, kalbimizde muhabbet-i Fuzûlî hâsıl oldu, şiir vâdisinde Fuzûlî’yi taklîd ettik. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, “Rûhuhü rûhî, aynuhü aynî”: Onun rûhu benim rûhum, gözü benim gözümdür. Hulâsâ, sırruhu sırrü’l-fuâdî, onun sırrı benim sırr-ı fuâdım (kalbimin sırrı) oldu: ki bu sırrımın sırrıdır.

Derler ki, “kalb kalbe karşıdır” ve dahi kalb kalbin aynasıdır: “halk içre bir âyine var; herkes bakar kendin görür!” İşraakî usûlünde, Eflâtun tarzı ta’limde, “üstâd ve çırağı arasındaki eser-i muhabbet sâyesinde, ola ki, kalbden kalbe ilham sirâyet eder; böylece şâkird üstâdına benzer” derler; işraaki ta’limin (illumination) ilhâm ile aydınlanmanın esâsı budur. Biz dahi, sâir şuarâ-yı dîvânı ihmâl edip üstâdın dîvânını ta’lim ile, az biraz kelâm-ı kibârını meşk ederek onun asil rûhu ile ülfet etdik. Hâlimizi hâline kaalimizi kaaline benzetmeye çalıştık. Tefekkür tarzımız tefekkür tarzına, sözümüz sözüne benzer ki bu eser-i muhabbet ve taklid sebebiyle hasıl olmuştur. Birkaç mukayese ile bu tesirlerden bilebildiğimiz kadarını göstermeye çalışırız; ve lâkin üstâdın dîvânına nazîre yazmış olmak iddiamız elbette yoktur: Çünkü ol hazrete nazîr olamaz. Şeydâ dîvanında Fuzûlî’nin yalnızca bir gazeline nazîre yazılmış, bir gazeli de taştîr edilmiştir. Velhâsıl, yârânın dahi bununla kasd ettiği Fuzûlî vâdisinde bir dîvân yazmış olmaklığımızdır. Bu vesile ile, “yaşayan bir dîvan şâiri” diye, teveccüh gösterip ehl-i irfânın huzurunda söz söylememizi ârzû etmişler. Pes imdi, mesele Şeyh Sa’dî üstâdımızın buyurduğu gibidir:

eğerçi pîş-i hıredmend hâmûşî edebest

be vakt-i maslahat an bih ki der sühan gûşî

dü çîz tîre-i aklest: dem fürû besten

be-vakt-i güften, ve güften be-vakt-i hâmûşî

Eğerçi âriflerin huzurunda susup konuşmamak edebdir

amma maslahat vaktinde, sözü işitip anlayarak, mükâleme etmek daha iyidir;

iki şey akla ziyandır, aklın gazâbına sebeb olur: biri sükût etmektir konuşmak gerekirken

ve bir de konuşmak, susmak gereken zamanda…

Dinleyen söyleyenden ârif gerek demişler; belki kasdetdiğim ma’nayı beni dinleyecek olan erbâb-ı irfan benden daha iyi anlar. Ben teeddüb eder, susmayı tercih ederdim; amma konuşmam emrolunduğu için söylemem gerekir. Meselâ, Şeydâ Dîvânı’ndaki Tevhid kasidesinde, (ki “Ma’nâ ve Mazmûn” isimli makalede ma’nâsı şerh edilmiştir) kelâma dair bir beyit var ki şöyledir:

“ma’ni-i kelâm şâhid-i mazmûn-i hudâdır

gönlüm sadefinden olur azrâ gibi peydâ”

Bu, sözün hulâsâsıdır ve kelime-i tevhîde atfen, “Allah bes, bâki heves” demektir. Eğerçi manzumdur ve şâirin şuuruna şiir hâlinde gelmiştir. Şu halde, kelâmın zemîni ve zamânı mütenâsib olunca, müseccâ nesre ve şi’re münkalib olması, cûş ü hurûşa geldikte terennüm etmesi ve dahi raks etmesi ârifler nezdinde câizdir. Mevlânâ Celâleddin buyurmuş: “Cümle-i mestân hûş raksân şüdend”: bütün sarhoşlar ayılıp, zevk u şevk ile raks eder oldular. Bunda bir mahzur yoktur: belki bu vâdîde, sâdelik ve haşmet ayni basit âhenk içinde buluşur: tevâzu ve gurûr, ihtişâm ve sefâlet, gedâ ve sultân, hayret ve heybet, kahır ve izzet dahi bir olur. “Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yi muhteşem” olur; aşk içre devlet bulur. Şöyle ki, Fuzûlî’nin buyurduğu gibi:

“Vâdi-i vahdet hakîkatde makâm-ı aşkdır

Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultandan gedâ.”

 Yunus Emre üstadımız dahi “aşk gelicek cümle eksikler biter” demiş. Fakîr-i pür taksîr, talebelik yıllarında Şeydâ Dîvânı’nı yazdığım zaman henüz delikanlı idim. Kitâb-ı aşkdan meâl-i hüsn-i yâr bahsin okurdum. “Dost bî-pervâ, felek bî-rahm devran bî-sükûn” idi. “Gâhi mecnûn gâhi ben devr ile nevbet beklediğimiz” bir zamanda, râh-i mecazdan geçerek taleb-i hakîkat eyledik. Yani ki Eflâtun’un dediği gibi, “mecâzî aşk bir köprüdür ki ondan geçenler ola ki hakîkî aşka vâsıl olalar” Beşir Ayvazoğlu dostumuzun Şeydâ Dîvânı’ndan iktibâs etdiği bir gazelde denildiği gibi ki:

“dil sadef ü cânân ona şehvâr olur ancak

dil aşk ile bir vâkıf-ı esrâr olur ancak”

Gönül bir sedef, sevgili onun dürr-i şehvârı, gönlün içindeki o şâhâne inci, gibi olabilir ancak. Gönül ile sevgilinin münâsebeti ancak böyle bir “inci/sedef” münasebetidir: hulâsâ, sevgili başka yerde değil ancak kalbimizde olabilir. Yunus Emre varlığını hissettiğimiz bu “içimizdeki sonsuz benlik” hakında “bir ben vardır bende benden içeru” buyurmuştu. Ve gönül ancak aşk ile böylesi sırlara vâkıf olabilir. Fuzûlî’nin tabiri ile, “nihân olan her şeyi iyân eyleyen, iyân olanları da pinhân eyleyen” Allâh… Esrârını, makâm-ı aşkda, vâdi-i vahdet’de, âşıkların bir tel gibi gerildikçe tannâniyeti ve hassâsiyeti artan gönüllerine ilhâm eder ve -mest ü bîhûş olan âşıkların diliyle terennüm edildikte- beyân eyler: cümle esrâr, sünûhat ve füyûzât-ı ilâhî ile zâhir olur. Eğerçi her şeyi demek olmaz. Bazı söz var ki idrâk edilmez: ilham ve ihsâs edilse bile ifşâ ve imlâye gelmez. Nihâyet, bu mefhûm-u muhâlifi ifâde için, şöyle deriz vesselâm:

nihân etdim kelâmım gerçi ma’nâ âşikar oldu

söz oldu perde-i hüsnün o perde vasf-i yâr oldu

.

.

 

Beşir Ayvazoğlu’nun “İslam Estetiği ve İnsan” kitabında Şeyda Divanı hakkında:
Divan şiirini klasik tarzda devam ettiren şairlerden bazıları şunlardır: amil Çelebioğlu, Midhat Sertoğlu, Şahin Uçar (Şâhin-i Şeydâ), Cemal Kurnaz, Mustafa Tahralı. Şahin Uçar’ın “Şeydâ Divanı” (Sivas 1980), Fuzulî vadisinde yazılmış ve klasik tarzda düzenlenmiş bir divandır ve bu özelliğiyle yirminci yüzyıl Türkiye’sinde bir benzeri yoktur. İran’da Azerî türkleri arasında geniş yankılar uyandıran Şeydâ Divanı, Fuzulî edasında seci’li nesirle yazılmış bir “Mukaddime”yle başlıyor, “Kaside der tevhîd-i hazret-i bârî”, “Musammat kaside der vasf-ı hazan”, “Der na’t ü salat ber fahr-i kâinat”tan sonra, gazeller, terkib-i bend, terc-i bend, müseddes, muhammes, murabba, Fuzuli’nin gazelini taştir, rubaiyyât ve tarihlerle son buluyor. Şahin-i Şeydâ’dan bir gazelini, örnek olmak üzere buraya alıyoruz:

Dil sadef ü cânân ona şeh-vâr olur ancak
Dil aşk ile bir vâkıf-ı esrâr olur ancak

Dil nağme-i ummânı terennüm eder ammâ
Ma’kes ona bu kubbe-i devvâr olur ancak

Dil mest bu câm olmadan bir âlem-i gülgûn
Açdıkça gözüm kan yaşı reftâr olur ancak

Dil şerh edemez bâri sabâ söylese yâre
Nutkum tutulur yâr dil-âzâr olur ancak

Dil derdine şeydâ yine bîgâne mi cânâ
Dîvâne gönül sende bu bâzâr olur ancak
.

 

Scroll to Top