Cerrahpaşa Psikiyatri Bölümü Bilim Felsefesi Seminerleri:
1.Celse:Mind, Benlik (nefs) Meselesi: ego sum qui sum…
BİLİM FELSEFESİ SEMİNERLERİ 1.
Hepiniz hoş geldiniz,
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, bilim felsefesi toplantılarımızın bugün ilkini yapmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Ben konuşmacıların özgeçmişlerine girerek zamanımızdan harcamak istemiyorum, ancak bu toplantıların serencamı ile ilgili bir iki kelam etmek isterim.
Malumunuz ben psikiyatri hekimiyim, bir tıp adamıyım. Tıp adamı olarak uğraştığımız hastalara klinik pratikte yaptığımız işlemler, eylemler, müdahaleler var ama her zaman bunun arkasındaki bilimsel düşünüş diğer bilim alanlarında olduğu gibi bir problematik. Rahmetli Ayhan Songar hocadan hatırladığım bir söz var, Stanley Cobb’dan naklederdi. Tıp sanatlarının en eskisi tıp bilimlerin ise en yenisi olarak tasnif ederdi psikiyatriyi. Yani psikiyatri acaba sanatın neresinde, bilimin neresinde, felsefenin neresinde? Bu tartışmalar zaten günlük pratiğimiz içinde yürüyor, ancak haliyle bir yönüyle de araştırmacı kimliğiniz var. Klinik pratikte bile araştırıcı kimliğiniz olmasa da, karar vermeniz gereken ortamlar var, bir hükme varmayı gerektiren. Hâlbuki biliyoruz ki İbn-i Sînâ da benzer problemleri yaşadı, Aristo yaşadı, Hipokrat yaşadı, bu karar vermenin zorluklarıyla ilgili, hatta güzel bir de aforizması vardı Hipokrat’ın: “vita brevis ars longa” diye başlayan,”occasio preaceps, experimentum periculosum, iudicium difficile” diyor, yani hüküm vermek de zor. Karar vermek kısmı oldukça zor. Ancak günümüz koşullarına geldiğinde psikiyatri bir ilim olma, ilmi bir hüviyet kazanma mahiyetini ispat etmek sadedinde diğer bilimlere benzemek istiyor. Hal böyle olunca çok fazlasıyla uygulayıp çok da farkında olmadığınız hekimlik pratiği de ardında bir felsefeye dayanıyor. Yani yaptığınız araştırmaların ardında metodoloji problemleri ortaya çıkıyor. Çok geniş anlamıyla, biyolojinin bir alt dalı olarak ’empiricism’i sıklıkla kullanıyoruz; ama bunlar ne kadar kifayet ediyor hüküm vermemize, ne kadar bunlardan bir anlam çıkartır, ne kadar hakikate ulaştırır bizi? Bu bir problem alanı.
Benim duruşumu izah etmeye çalışıyorum. Bunların arasında gezerken asistanlık yıllarında, az sonra size metinden biraz okumaya çalışacağım, bir kafa karışıklığı doğuyor neye dayandıracağız bu bilgiyi diye. Epistemoloji meselesi yani. İster istemez yolumuz sanatla, edebiyatla, felsefeyle, psikolojiyle, biyolojiyle, matematikle, mantıkla, tıpla hepsiyle kesişiyor. Böyle de olunca da böyle birbirinden değerli şahıslar arasında bulunmak, bu yüzden, bu organizasyonu tertip etmek de büyük bir onur vesilesi oldu şahsım adına. Özellikle bu sorularımıza cevap ararken bir Şahin Uçar’a rastladık. Şahin Uçar da tarih filozofu olarak içinde kelâmın, semantiğin, mantığın, fiziğin efendime söyleyeyim değinilmesi en zor ufuklarına çıkıp bunların arasından bir güzel kelamla bunları ifade ettiğini görünce; burada o kelama bir beden giydirmek işlevini üstlenmek son derece iftihar meselesi oldu şahsım adına.
Dediğim gibi bu girizgâhı da çok uzatmak istemiyorum vakitten tasarruf etmek adına. Ancak hani bir başlangıç olsun, söze bir başlangıç olsun diye, şu benim vakti zamanında yazdığım tezimin giriş kısmını okumak istiyorum. Buradaki problemlere değinerek bir açılış yapmak istiyorum.
Seyri şöyle olacak toplantılarımızın, en azından bugünkü toplantıda Şahin hocamız ilk bir saatinde konuşmasını yapacak ki bu konuşmada şöyle bir çizdiğimiz yol haritamız var. Dört tane temel kısım var ama biz her birine ikişer hafta ayırdık, maalesef bu yetmeyecek bir süre, bunun da çok farkında olarak, ancak bunları daha sonradan bir şekilde, bu video kayıtlarının deşifresi yahut ta daha sonra eklenecek annex’ler ile, kitap şeklinde de yayınlamak amaçlarımız arasında.
Birinci olarak “Mind and Self” gelecek, burada “ego sum qui sum”u konuşacağız. Peşinden “The Map of Knowledge- Perspectives”, daha sonra “Gnosis ve oryantasyon” konuşacağız. En nihayet son başlık olarak da “projeksiyon, vizyon, the future of the humanity” başlığı altında müzakerelerimiz olacak.
Evet şöyle başlamıştım vakti zamanında ben tezime, bu konuların hepsini de kapsayacak şekilde, buradaki soru alanlarının hepsini ortaya çıkaracak, tahrik edecek şekilde, şöyle bir giriş yazmışım toy bir asistan iken, henüz uzman olmaya aday birisi olarak;
İnsanoğlunun eşyanın hakikatini anlama çabası kendini bilme, kendini anlama arayışıyla zorlukta zirveye çıkmış ve bu beynin beyni anlama çabası, kendi içinde totolojik bir hal arzetmiştir. Descartes’la belirginleşen zihin-beden dikotomisi matematiğin buhranlarından biri olarak tanımlanan ve sonsuza dek çözülemeyecek paradokslardan, “Bütün Giritliler yalancıdır. Giritli Epimenides.” paradoksu gibi durmaktadır(1). Psikiyatri alanında bunun yansımaları ise psikiyatri biliminin ne olduğunun tanımında kendini bulmuştur. Stanley Cobb; “Psikiyatri tıp sanatlarının en eskisi, tıp bilimlerinin ise en yenisidir” derken aslında, zihnin nasıl çalıştığı, davranışlarımızı neyin ve nasıl belirlediğine dair sorunun cevabına, beyin vesilesiyle algılanan hayat denen muammanın, sosyolojik, psikolojik, antropolojik gerçekler ve biyoloji üzerinden farklı katkılarla nasıl şekillendiğine işaret etmekteydi.
Doğuda Gazali’nin eserlerinde Batıda Kipling’in şiirinde geçen pek malum yedi kör adam ve fil hikâyelerinin nesnesi fil değil insan beyni olduğunda durum daha bir çetrefil hal almakta ve psikiyatride tartışılması gerekli, farklı perspektifler, paradigmalar ve psikiyatrik formulasyonlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü psikiyatri ne olduğunun tarifi üzerinde uzlaşılamayan “normal” in ötesinde anormal insan davranışı üzerinde de odaklanan bir bilimdir.
Psikiyatri, uğraş alanının, “ne oldu?” sorusuna cevap teşkil eden fenomonolojik yaklaşımla; tasvirini yaparak, tabiatını, şiddetini ve ortaya çıkaran etkenleri irdeler, bir nozoloji ortaya koyar. “Bu neden oldu?” ya cevaben teoriler üretir ve etiyolojiyle ilgilenir. Bu teoriler yardımıyla “Bu durum için ne yapılabilir?”, yani tedavi ve “Bunun gerçekleşme ihtimali nedir?”, yani seyir, özellikleri ile ilgilenir. Bu yolla ortaya koyduğu psikiyatrik formülasyonu bazen hastayı hastalığın nesnesi olarak gören hastalık perspektifinden ki; kıyaslama ve ilişkilendirme yoluyla yeni gerçeklerin keşfedilebildiği, hastalık tiplerinin nozolojik klasifikasyona tabi tutulabildiği, hastalığın tarifine, etiyolojisine ve seyrine, ölçülebilir olana odaklanıldığı ve psikiyatrın hastaya uzman bir gözlemci olarak yaklaştığı bir perspektiften bakarak yorumlar. Etiyoloji konusunda nörotransmitterlere, biyokimyasal verilere, bünyevi hususiyetlerine odaklanır. Bazen de hastaya beyinden çok duyuş, düşünüş ve davranış olarak ürettiklerine odaklanan hayat hikâyesi perspektifinden ki; hastayı bir özne olarak ele alan, psikiyatrın katılımcı gözlemci olduğu, yaşananların o insana özgüllüğü içinde anlam bütünlüğünü sorgulayan bir perspektiften bakarak yorumlar.(2)
Paradigma, açıklayıcı bir model üzerine kurulu kuramın yapı ve fonksiyonunu izah eden ve kuramdan daha kapsamlı bir örgüdür. Modern psikiyatride mevcut kuramları dört hakim paradigma başlığında ele alabiliriz. Bunların içlerinde de; psikodinamik yönelimde nesne ilişkileri kuramı, davranışçı yönelimde kognitif-davranışçı tedavi, biyolojik psikiyatride nöropsikiyatri, biyopsikososyal yönelimde ise bütünleşmemiş biyopsikososyal paradigma günümüzün hakim paradigmalardır.
Bunların içinde Biyolojik Yönelimin kökü “İnsan bilmelidir ki neşe, hoşnutluk, gülme, sporlar, acı, üzüntü, karamsarlık ve matem yalnızca beyinden gelir beyinle sezer ve bilgi edinir görür ve işitiriz ve aynı organla deli ve çılgın olunur korkular ve dehşet bazen gece bazen gündüz bizi etkisine alır…” sözlerinde ifadesini bulan Hipokrat’a kadar gider(3) .Diğer tıbbi hastalıkların tanımlanmasına göre bir süre gecikerek psikiyatrik hastalıkların tanımlarının yapıldığı dönemler Kraepelin ile yeniden altı çizilen Biyolojik Psikiyatri, psikiyatrik hastalıkları diğer hastalıklar gibi görür. Etiyolojisinin bulunamadığı durumlarda bile psikiyatrik hastalığı kestirilebilir tabii bir seyri olan bir sendrom olarak ele alır. Zamanla her sendromun ilişkili beyin yapısı veya fonksiyonuyla ilişkisinin tespit edileceğini öngörür. Deneylerinde genetik bağı, reseptör işlevlerini, beyin görüntülenmesini kullanır. Tedaviler mümkün olduğunca ilaçlar, elektrokonvulzif tedavi, ışık tedavisi, bazen psikoşirürji gibi somatik tedavilerdir. Diğer hekimler gibi biyolojik psikiyatri yönelimli psikiyatr da hastasına saygılı bir destek verir ancak objektivitesini korumak için mesafeli bir tutum takınır (2)
Psikiyatride farklı paradigmaların varlığı körlerin fili tanıma anolojisindeki konumla kıyaslanacak olursa, bilimin diğer alanlarında da çok önemli olan epistemoloji yani bilgi edinimi felsefesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Bilgi edinene, edinilen bilgiye ve bunlar arasındaki ilişkiye bakarak tanımlanan üç temel epistemoloji vardır. Objektivizm, subjektivism ve konstrüktivizm (2)
Objektivizmde bilgi edinen ve bilgi edinilen nesneler arasında net bir ayrım vardır. Bilgi edinenden bağımsız olarak var olan nesneler hakkında ampirik gözlem ve mantıksal çözümleme yoluyla bilgi edinilebilir. Objektivizm determinist bir anlayışla aynı metodolojiyi kullanan ve aynı mantık temellerini uygulayan farklı bilgi edinicilerin aynı sonuca ulaşabileceğini garanti eder. Günümüz psikiyatrisinde hâkim epistemoloji objektivizmdir.
Psikiyatrinin bilimsel hüviyet kazanmasını geciktirici rol oynadığı söylenebilecek subjektivizmde ise; hakikatin ve o anki gerçekliğin, bilgi edinenin gördüğüne, hissedebildiğine ve arzuladığına indirgendiğini varsayar. İçe bakış bilgi üretmenin temel yoludur ve metodolojik aynılık aranmaz, önemsenmez. Psikiyatrinin konusunun gözlemlenemez, ölçülemez, ampirik olmayan ve yeniden üretilemeyen tabiatı nedeniyle, bilim olma hüviyetini kazanma aşamasında baskın olarak subjektivizmin öncelik alması şaşırtıcı görülmemelidir.
Konstrüktivizm nesnel gerçekliğin bilgi edinenin kurduğu yapılarla etkileşim içinde olduğunu varsayar. Bu manada insanların tüm fiillerinin önem taşıdıklarını savunur. Konstruktivizmde herhangi birinin hayata dair varsayımlarının doğrudan ispatlanamayacağı anlayışı subjektivizmden farkını ortaya koyar. Klinisyenler hiçbir zaman objektif gözlemci olamazlar çünkü yaptıkları gözlemlerden ayrık olmaları mümkün değildir. Konstrüktivist açıdan kişilik eş öneme sahip, bilgi edinilen(aktör), bilgi edinen ( gözlemci), ve kendini gözleyen üç bileşenin birbiri ile etkileşimi ile oluşur. Psikiyatride geleneksel yaklaşımlar aktörün başkalarına ne sahnelediği ile ilgilenirken Kohut, Adler, ve Kelly gibi yazarlar konstruktivist epistemoloji ile yol almışlar ve aktörün kendini nasıl yapılandırdığı ve başkalarınca nasıl yapılandırıldığı üzerinde durmuşlardır.
Bu cümleden olarak edebiyatımızda felsefe metinlerini aratmayacak güzellikte örneklerle doludur.
Kimse takdir edemez âlemde
Kendi mahiyetini re’yi ile
Münhasır vasıta-i rü’yet iken
Göremez kendini dide bile.
Namık Kemal
(Göz görmek için yaratılmış bir organken kendi kendini göremez.)
Yine eski bir özlü sözde söylendiği gibi “Marifet iltifata tabiidir, Müşterisiz mal zayiidir.”
Mealen görmek için yaratılmış, görmek için dizayn edilmiş bir organ olmasına rağmen göz dediğiniz şey kendi kendini göremiyor. Buna bir dışardan bakabilen bir şey lazım yahut ta bana çağrışım yapmışken o zaman söylemişim o da bugünkü günlerde Şahin Uçar’a atıf olsun. “Marifet iltifata tabi, müşterisiz mal da zayidir” diyor. Onun güzel bir kitabın önsözüne yazdığı üzere biz de bu pazarda bir müşterisi var demek için bu toplantıları toplamış bulunuyoruz. Müşterisiz mal olmasın, zayi olmasın diye.
Bu noktada hakikatin tespiti için bir aynaya işte benim speculum mentise ihtiyaç var. Adımız da oradan geliyor. Zihnin aynası diye. Kimin kitabıydı Şahin hocam aldığımız Colingwood da vardı değil mi? Bugünkü kullandığımız bir terminoloji bir aynaya yani dıştan bilgiye ihtiyaç hâsıl olmakta.
O zaman bu bahsi geçirmişim, aradan kaç sene geçtiyse belki bu detayları da burada tartışacağız. Epistemolojik kaynak olarak vahyi bilgiye, ilham bilgisine bu yazının bu tezin konusu dışındadır demişim ama artık burada tartışırız herhalde. Bir bilgi kaynağı olarak ilhamın, vahyin yeri neresidir acaba diye. Psikiyatrinin hali hazırda kullandığı epistemolojilerle daha ziyade ayna arayışı içinde olduğu söylenebilir. Bu arada işte benim bir takım teknolojik gelişmelere paralel gelişmeler yaşandı. Nöroanatomiden reseptörlere kadar, nörokimyaya kadar yüzlerce binlerce araştırmalar yapıldı. Ancak bunlar herhalde kâinat kitabından bir harf okumanın ötesine geçmiyor. Yani anlamını bilmediğimiz bir kitabın harflerini çok da zeki olsanız yan yana getirseniz işte bu 29 harften müteşekkil bir alfabedir. Bunlarda bir kelime oluşturuyor falan deseniz de onları okusanız da, bunlarla ilgili bir anlam oluşturmanızın herhalde çok da imkanı olamıyor. Bugün be bundan sonra konuşacağımız bu anlamla ilgili olacak. Dolayısıyla psikiyatri ile ilgili tezimde bahsettiğim bundan sonraki teknik detaylara girmiyorum.
Sözümü şöyle sonlandırayım. Geçenlerde “dangereous knowledge”ı izledik. Yine beraberce, Şahin Hocamın tavsiyesi üzerine BBC’nin hazırladığı bu belgesel içinde bütün bu sırlı alanlarla yahut da zor sorularla uğraşanların nasıl yaşadığı, hayat hikâyeleri anlatılıyor. Cantor Kendisinden başlayıp efendime söyleyeyim Alan Turing’e kadar gelen bir safahatı var belgeselin. Her birisinin nasıl akıl hastalıklarına duçar olduğu anlatılıyor, bu meselelerle uğraşırken intihar edip öleni bile anlatılıyor. Bu zor sorulara biz de kolları sıvayıp soruyoruz, umarız sonunda akıbetlerimiz öylelerine benzemez. Ama şunu da insanın gönlü arzu ediyor ki bunlar sadece kitaplarda yazılmış ve müşterisiz mal gibi zayi olup gitmesin. Bu sözler bir beden bulsun istedik. Yani kısaca “verbum caro factum est et habitavit in nobis” kutsal kitapta geçen “evet kelam beden buldu” diye bu kelamlar bir yerini bulsun diyerek bir girizgâh yapmış oluyorum.
Arz ettiğim üzere toplantı Şahin Uçar’ın konuşmasıyla başlayacak. Şahin hocayı uzun uzun tanıtmaya maalesef hem burada benim kelamım kifayetsiz kalacak tanıyan herkes biliyor zaten kendisinin bu konularla alakalı derinliğini. En azından Türkiye’den dünyaya sunabildiğimiz bir tarih filozofumuz var diye bizim övünç kaynağımız. Kendisiyle burada bulunmaktan son derece iftihar ediyorum. Böyle bir toplantının organizasyonunda böyle bir kelama beden oldurmak, kelamı bedenleştirmek adına bir katkıda bulunabilirsem hayatımda başarılı sayacağım kendimi. Bu açıdan her bir konuşmacımıza Şahin Hocam başta olmak üzere teşekkür ediyorum.
Başlatalım bakalım nasıl gidiyor? Ondan sonra biçimimizle alakalı ufak bir takım modifikasyonlar yapabiliriz. Ufak moderasyonlarıma müsaade edersiniz umuyorum. Çünkü konular çok uzun, dolayısıyla artık müzakereyi kifayet teklifi sunabilirim. Burada duralım dersem alınmayın gücenmeyin akışı bütünlemek adına bunları yapacağım, ama sizlerin de katkınız olursa ilaveten sevinirim.
Şahin Hocam dediğim gibi ben özgeçmişleri hiç konuşmuyorum ama eğer sizde kendinizi takdim ederseniz bundan son derece memnun olurum. Aynı şekilde Afif hocam ve Yücel hocam için de geçerli bu, kendinizi takdim ederseniz memnun oluruz.
Teşekkür ediyoruz tekrar hocam. Buyurunuz:
***
ŞAHİN UÇAR- Merhaba arkadaşlar, tekrar hoş geldiniz. Şimdi Numan hocamın da dediği gibi, önce bir insanı tanımak bakımından, ‘insanın kendisi hakkında’, Latinlerin “ad hominem” dedikleri, insanın kendi şahsiyeti, kendi geçmişi hakkında, mevzuu bahis olan meselelerle alakası bakımından bir tenkit dahi, belki gerekli olabilir; hattâ aydınlatıcı da olabilir. Zira derler ki, “tarihten önce tarihçiyi tanı.” Çünkü insanlar bir şeyler görüyorlar, düşünüyorlar, ifade ediyorlar; ama bütün bunlar biraz kendi kültür ve şahsiyetleriyle mütenasip olabiliyor: bunun, bilhassa tarihçilik gibi sübjektif disiplinlerde çok fazla rolü var. Diğer disiplinlerde de zaman zaman rol oynuyor.
Ben genellikle konuşmalarıma bir besmele ile başlarım, sevdiğim ayetlerden biriyle başlarım. Bu yazıya da öyle başlamışım. Aslında bu elimizdeki yazıyı da konuşmayacağız; bu yazılar sadece hatırlatma notları; irticalen konuşacağız. Sonra bir takım arkadaşların da tenkitleriyle, ilaveleriyle zenginleştirmeye çalışacağız bu toplantılarımızın muhtevasını inşallah. Numan Beyin ferâsetle tasavvur ettiği gibi…
Efendim benim çokça sevdiğim ve çok naklettiğim bir ayet var. bu notların başına da epigraf olarak o âyeti almışım: “Bismillahirrahmanirrahim. Ve alleme âdeme-l-esmâe küllehâ”: “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Zira bu ‘isim’ meselesi ve identity meselesi, birçok disiplinde, felsefede, mantıkta, matematikte, fizikte -aslında metafiziğin de temel problemlerinden biri olduğu için- çok fazla rol oynar. O yüzden bu ayeti seçmişim yine bu context içinde.
O halde ben kendi ismimle başlayayım: “Şahin Uçar” diyelim; gerçi, “Şeyh uçmaz da müritleri uçurur” diyorlar. Efendim, Numan Hocam da bize böyle bir konuşma zemini temin etti; sağ olsun. Bu sayede, onun da buyurduğu gibi, İncil’den bir ayettir bu, “Verbum caro factum est et habitavit in nobis”, Yuhanna İncilindedir bu ayet, İsa’yı kastederken, der ki, “Kelam bir bedene dönüştü, bir vücûd oldu ve bizim aramızda yaşadı.” Şimdi tabii, bu benzetme fazla iddialı ama şöyle bir hoş tarafı var, bu konuşmalar açısından benzetecek olursak: ben şimdiye kadar birkaç kitap yazmadım değil; ama yazdıklarımdan çok memnun değilim. Her biri meselenin şu veya bu yönünü ele alıyor. Ve esas itibariyle tabii, bunların dahi zaman içerisinde bir birikimi oluşturması ve benim şimdi söyleyeceklerime zemin olabilmesi için elbette, zaten olduklarından farklı türde olması, belki de pek mümkün değildi, o zamanlarda ki bilgi seviyemize göre yazdığımız şeyler. Bir düşünce oluşturuyorsunuz kafanızda zaman içinde, çalışa çalışa, işte yıllardır meslek hayatımız boyunca; ama bunun bir ifade kalıbına kavuşması lazım. Kelamın da bir bedeni olması lazım hakikaten…
Şimdi biz, ilk defa bu toplantılar vesilesiyle, yapabilirsek -en azından outline biçiminde de olsa- benim bütün tarih felsefemi bütün yönleriyle ele almış olacağız. Bu bakımdan beni fevkalade heyecanlandıran bir proje. Numan Bey’in bu teklifi beni çok heyecanlandırdı. Kendisine de söyledim, adeta Mesnevi gibi, Hüsameddin Çelebi’nin Mevlana’ya“şu mesneviyi söyle de yazayım” dediği gibi: biz yazamıyoruz, tembel bir adamız, bari hiç olmazsa bu sayede konuşuruz da, yazıya geçer filan diye…
Şimdi bu konuşmalar için yaptığım plan, aslında tıpkı insanın ve hatta insanlığın gelişme tarihinde olduğu gibi bir plan. Yani “Mind” diye başlıyor: idrak eden zihin, akıl neyse. Bir kere insanların düşünmeye başlamadan evvel etrafındakileri fark etmeleri lazım evvela. Sonra bilgi problemi başlıyor.
Tabii, biz bir şeyler öğreniyoruz çocukken; insanın kendisini fark etmesi bile, Piaget’ nin tabiriyle, 5-6 yaşından önce, kendisinin ayrı bir varlık olduğunu fark etmesi bile pek mümkün değildir. İnsan zanneder ki çevresindeki diğer insanlardan pek de bir farkı yoktur. Öyle bir şey hatırlıyorum, Piaget epistemolojisinden, yani doğruysa eğer, onu Numan Bey dostumuz gerektiği kadar tavzih eder. İnsanlar, ancak buluğ çağından sonra, yeteri kadar olgunlaştıktan sonra, deductive mahiyette düşünmeyi veya gerçek anlamda muhakemeyi geliştirebiliyorlar.
İnsanın, hayata oyun oynayarak (yani, sanat ile) başladığını hatırlayın. Çocukluğunda oyun oynayarak başlıyor. Ama dil öğreniyor, hepsinden önemlisi, tüm bilgi kaynaklarımızın içinde çok fazla rolü olan, dili öğrenmesi, bu 5-6 yaşına kadar.
Dil öğrenmekle başlıyor; mantığı falan da zamanla gelişiyor. Tabii tecrübeyle, indüksiyondur, dedüksiyondur, başka mantık çeşitleri, öğrenimi ile birlikte. Sonra bakıyorsunuz bu insanoğlu, ailesinden bir dînî terbiye alıyor. Bakın sanatla (oyunla) başlıyor, sonra dinle devam ediyor. Oyun oynar çocuk doğduğu andan itibaren…
Çok garip bir benzetme hatırlıyorum. Şimdi bizim konumuzla çok ilgili değil ama söyleyeceğim. Bebekler, üzerine örtersin battaniyeyi; bazen tekmeyi vurur, savurur; tekmeyi vurur, savurur. Annesi çocuğu huysuzlanıyor zanneder. Hâlbuki o çocuk, “tekmeyi vurmak suretiyle her seferinde bu battaniyeyi üzerinden atabildiğini”, yani kendisinin, kendi dışındaki nesneler üzerinde “causal” bir faktör olarak, belirleyici bir faktör olarak, bir rolünün olduğunu hissediyor. Bakıyor ki, “ben bu tekmeyi attığım zaman, her seferinde bu battaniye düşüyor.” Yani, bazı şeyleri farkına varmadan öğreniriz. Görmeyi farkına varmadan öğreniriz. Efendim sebep fikri gibi hürriyet problemini dahi, tecrübelerimizden çıkarırız; bazı şeyleri, gayrı şuûrî olarak öğreniriz.
Lâkin acaba insan şuurunun bize telkin ettiği şeyler ne kadar gerçektir?
Burada, birinci bölümde, onları tartışacağız nasip olursa. Şimdi, umumî olarak insanoğlu hayatına oyun oynayarak (yani sanat ile) başlıyor, bir inanç ile sürdürüyor. Sonra bir eğitim neticesinde, düşünmeye başlıyor, felsefe yapmaya başlıyor belki gençlik, yetişme yıllarında. Sonra da mesleği ne ise onu icra ederek devam ediyor, günlük hayatın gaileleri arasında. Ama bu arada, kendisine bir oryantasyon çiziyor. Daha liseyi bitirirken, “acaba hangi fakülteyi okusam, hangi mesleğe intisap etsem?” diye başlar çocuklar biliyorsun. Bir oryantasyon ihtiyacı doğuyor yetişkinlik çağında… (Bu bilhassa buluğ çağında çok fazla rol oynayan psikiyatrik “oryantasyon bunalımı” dan farklı. Bunu ifade edecektir Numan Bey üstadımız. Bazı insanların “cinsel oryantasyon sıkıntısı” olur buluğ çağlarında filan). Derken böylece kendisine bir istikamet çiziyor ve ondan sonra, kendine göre o zaman nasıl anlamlandırdıysa, o birikimleriyle, o hayat tecrübeleriyle, ona göre de zamanı ve varlığı anlamlandırarak hayatını sürdürüyor herkes.
Zaten insanlığın tarihi de öyle. Sanatla başlamış insanlar: taş balta yaparak başlamışlar 100 binlerce yıl önce. Milyon yıla kadar çıkıyor, taşlarla, el yapımı baltalar, çakmaktaşlarından falan. Ve homosapiens‘in geçmişine yaklaşık 200 bin yıldır derler. Bu homosapiens bir sanat icra ederek, etrafındaki nesneleri şekillendirerek, bir takım taş baltalar, aletler yaparak başladı. Sonra belki 50 bin yıl önce falan Şamanizm dediğimiz ruhlara yönelik, yani “animizm” dediğimiz dînî yönelişler görüyoruz. Çünkü ölüler gömülmeye başlıyor, törenler, ritüeller yapmaya başlıyor artık. Zaten eski devirlerde -modern dinlerden evvel- Şamanizm’de öyledir, hatta çağdaş Şintoizm’de Japonlarda dahi öyle: “bütün nesnelerin bir ruhu olduğuna” inanılırdı. İnsan önceleri etrafındaki hadiseleri, “onların bir ruhu olduğuna i’tikâd ederek” anlamlandırdı. Ben tabiî Şamanizm’i, Animizm’i de katarak, dinlerin geçmişi 50 bin yıl kadardır dedim. Fakat dinlerden çok sonra felsefî değerlendirmeler başlıyor. Felsefî değerlendirmenin başlaması için, zaten medeniyetin başlaması lazım, şehir hayatının başlaması lazım.
İşte Eski Yunan nihayet üç bin beş yüz, dört bin, bilemedin beş bin yıl geri gidersiniz. Demek ki insanlık tarihinde de böyle, insan sanatla, arkasından dinle başlıyor. Sonra Felsefe yapmaya başlıyor. Ancak daha sonra ilim şuuru gelir. Newton’dan başlasanız 400 yıldır, ama tabii bütün bunlar elastiki laflar. İlmi Aristo ile de başlatabilirsiniz elbette, biyolojinin, botaniğin, zoolojinin, taksonominin kurucusu, birçok şeyde kurucu rolü vardır. Daha evveliyatı da vardır elbette. Neyse bu çok önemli değil, konuşacağımız bahis açısından. Fakat insanoğlu nihayet en sonunda tarih şuurunu geliştirir.
Tarih şuuru hala bizim memlekette pek gelişmemiştir. Zannediyorum benden başka uğraşan yok bu tarih şuuru problemleriyle, tarih felsefesiyle. O yüzden bir “ad hominem” giriş dahi gerekecektir…
Şöyle ki, efendim ben muhtelif sebeplerle, izahları gerekmeyen bir takım sıkıntılar sebebiyle, çocukluğumda çok okuyan bir delikanlıydım. Önce tarih romanlarıyla başladık, sonra normal romanlara geçtik dünyayı, kâinatı anlamlandırma işine. Benim üzerimde aile sıkıntılarından dolayı, hayatı ve insanların davranışlarını değerlendirmek gibi, gayrı şuurî bir çocukluk aklıyla, böyle bir problem ve baskı vardı zannediyorum. O yüzden böyle romanların dünyasından insanlar hakkında bir şeyler öğreneyim derken, daha sonraki lise yıllarında tarih merakı başladı ve tarih filozofu İbni Haldun’un fazlaca etkisinde kaldım. (Timur ile çağdaştır; İslam Dünyasının meşhur tarih filozofu, İslam düşüncesinin son parlak yıldızı diyelim.) İbni Haldun’un eserlerinden ve benzeri eserlerden etkilenerek bende “tarih felsefesi yapayım” gibi bir ideal, bir heves oluştu. O yüzden ben üniversitede, notlarım müsait olduğu için diğer bölümlere de gidebileceğim halde, tarih bölümünü tercih ettim.
Demek ki, ben de sanatla başlamışım aslında. Bakın burada önce, hayatı sanat yoluyla anlamlandırmakla, hayatı romanlardan öğrenmekle, başlamışız. Ondan sonra, mimaridir, plastik sanatlardır, fonetik sanatlardır, şiir, musiki vs bu tip heves ve temayüllerle başlıyor, buradan tarihe ve tarih felsefesine geçiyoruz. Her ne hal ise, böyle bir tuhaf geçmişim oldu benim ve epeyce birikimli bir delikanlı olduğum için üniversite yıllarındaki hocalarım özel dersler vermesi ricasıyla, beni rahmetli Süheyl Ünver Hocaya gönderdiler. O zat da bütün arkadaşlarına “bu delikanlıya ders verin” diye özel ders vermeleri ricasında bulundu ve böylece ‘özel’ bir eğitimimiz oldu. Bende daima sanata, felsefeye -sadece tarihe değil başka şeylere de- birçok alana ilgi ve temayül bir arada bulunduğu için, esasen normal bir tarihçi olamadık, sonunda bir de tarih felsefesine bulaştık, şimdi bir de tarih filozofu diyorlar. İyi de kardeşim, yazmışsın bir şeyler ama şöyle muhalled, derli toplu, kalıcı bir eser meydana getir; hayatım dahi biraz tuhaftı onu da pek beceremedim. Numan Bey dostumuzun iltifatı ve teveccühü sayesinde böylece ilk defa derli toplu şekilde ve kendi düşüncelerimin bütün yönlerini, tarih, insanlık ve diğer problemleri konuşma fırsatımız var.
Yalnız burada enteresan olan bir nokta da şu ki, buradaki bilim felsefesi seminerlerine katılan arkadaşların birisi önemli bir kuantum fiziği profesörü, öbürü zaten felsefeci, mantıkçı, diğer arkadaşım Numan bey psikiyatrı profesörü, eh ben de tarihle ilgiliyim. Ama bu arkadaşlarla bunu müzakere etmek beni özellikle heyecanlandırıyor. Çünkü ben gördüm ki zaman içinde ‘benim tarih felsefem’ eski tarih filozoflarının ki gibi spekülatif bir tarih felsefesi olmaktan çıkmış; daha çok bir “şuur ve bilim felsefesi”ne dönüşmüş. Zaten konu başlıklarından da anlaşılıyor. İsteyenler benim siteme de bakarak, bu konuyla alakalı başka insanların konuşmalarını dahi dinleyebilirler ve okuyabilirler. Ama benim kendi temayülüm de böyle.
Şimdi, siz eğer insanlığın tarihini değerlendirirken, sadece tarihi olayları, siyasi olayları, toplumların yaşadığı ve önemli saydıkları veya eskiden beri tarihçilerin geleneksel olarak önem verdikleri bir takım hükümdarlar, devletler, onların tarihleri falan gibi değil de, bütün insanlığın, bütün birikiminin muhasebesi, bütün yaptıklarının muhasebesi diye anlıyorsanız; o zaman iş değişir. İnsanlığın faaliyetleri arasında siyasi faaliyetleri elbette önemli bir rol oynamıştır. Voltaire’in tabiriyle söyleyeyim, “tarih beşeriyetinin, çılgınlıkların hikâyesidir” demiş bir yerde. Aslında, insanın siyasi faaliyetleri, çoğu zaman insanın çılgınca taraflarının ve delice taraflarının hikâyesidir. Belki tarihçilerin sandığı kadar da önemli değil…
İnsanlığın şuurundaki artış, akli melekelerindeki artış ilmindeki artış ve başka faaliyetleri sanattır, ilimdir, felsefedir ve benzeri başka faaliyetleri insanlığın bu güne kadar sürdürdüğü hayat bence siyasi hadiselerden daha önemli ve daha belirleyicidir. O yüzden meselenin bu yönlerini de ele almak gerektiği kanaatindeyim; hatta daha fazla ehemmiyet verilmesi kanaatindeyim.
Ve böyle bakınca da, ister istemez insanlığın bütün birikimlerini ve gittiği istikameti değerlendirmek diye baktığımız zaman, insan şuuru nasıl teşekkül ediyor, ne gibi problemleri var ve insan bu şuurla ve bu muhakeme ile bu şuurun cognitive yapısıyla hadiseleri nasıl değerlendiriyor? Kendine nasıl bir oryantasyon çiziyor? Ve insanlık hangi istikamette gidiyor gibi başlıklar altında özetleyebileceğimiz bir “tarih felsefesi” konuşacağız.
Tabii böyle olunca, en başta, bizim bu birinci ikinci konuşmalarımızın çerçevesi, tamamıyla şuur bahisleriyle ilgili olacak. Belki de onun içinde yoğun bir biçimde matematik, semantik ve mantık bahisleri, dil bahisleri de yer alacak, zaruri olarak, şuurla ilgileri sebebiyle. Ancak bilahare bilginin umumi yapısına geleceğiz. “Map of the knowledge” dedim İngilizce. (Notlarımı İngilizce tutmamın sebebi benim bir delikanlı oğlum var. O bana böyle bir siparişte bulunmuştu, “İngilizce bir şeyler yaz” diye, o zaman tuttuğum notları değerlendirdim bu konuşma için; o yüzden notlar İngilizce, ama şimdi Türkçe konuşuyoruz) Bilginin haritası, insan bilgisinin mahiyeti: sanat olarak, felsefe olarak, ilim olarak, tarih olarak, tarih felsefesi olarak, hatta sûfîlerin ma’rifet-i nefs dediği, “nefsi tanıma” anlamında farklı mistik tecrübeler… Intuition ve instinct’e yani içgüdü/sevkitabii ve ilhama bağlı tarafları da dâhil olmak üzere, bütün bu bilgi çeşitlerini değerlendireceğiz. Ondan sonra kendimize göre bir oryantasyon ve insanlığın geleceği hakkında söyleyeceklerimizi ifade edeceğiz.
Elbette şimdi bizim ilk konuşacağımız bahis ‘şuur’ bahsi ve ben şimdi onu kısaca özetliyorum size arkadaşlar. Bir zat vardır, biraz fazla ironi seven bir zat, bir bilim kurgu komedisi yazmış; “Otostopçunun Galaksi Rehberi” diye; orada, matematikle ilgili şöyle bir şaka yapar. İşte orda bir sahnede derler ki: “the meaning of existence, life, universe and everthing else is: 42” Bütün bu olanların manası nedir? “Kâinatın, varlığın, hayatın ve bütün her şeyin anlamı nedir?” E peki, bunu nasıl çözeceğiz? Kocaman bir süper bilgisayar inşa ederler. O bilgisayar sonra kendisinden daha akıllı -tabii o zaman AI/ suni zekâ var- galaksiden bahsediyoruz; bu bilgisayar birkaç bin sene çalışır, kendisinden çok daha akıllı başka bir bilgisayar inşa eder. Neyse birkaç bin sene sonra gider bu bilgisayara sorarlar: “varlığın, kâinatın, hayatın ve her şeyin anlamı nedir?” bilgisayar cevap verir: “42.” Şimdi bu bir şaka tabii. 42 lafının üzerine çok çeşitlemeler yapılmıştır. Araştırırsanız, bulursunuz; yani matematikte bu sayının şu özelliği var, bu özelliği var falan gibi. Bir sürü yakıştırma yapılmıştır. Hatta ben bile bir sürü yakıştırma yaptım. Bir tarihte Yavuz’un bir beyitini tercüme etmiştim. Nasıldı o? “ne zindeem ez hicr-i tü ne mürdeem ey şûh/ feryâd ez in nevi vücûd-i adem-âlûd ben bunu, “ne canlıyam ne ölmüşem çün ayrıyam senden/ feryâd yokluk bulaşmış bu varlığın elinden” diye tercüme etmiştim. Zervân isimli bir şiirimin başındadır bu. Şimdi “bu varlık yoklukla biraz karışıktır” demeye getiriyor eski sufiler. ‘Gerçek bir varlık olup olmadığı tartışma götürür’ demeye getiriyorlar. Yavuz, o eski sufi geleneğine gönderme yapmış. Buradaki 42 lafının da bir özelliği vardır; bunu ikili rakamlarla yazarsanız “0 1 0 1 0 1 0 1” yani, bir var, bir yok, bir varlık – bir yokluk gibi, şeklinde anlamlandırmak isteyebilirsiniz.
Bu tabii, bu işin şakası, fakat bunun ciddi bir tarafı yok değildir ki o da şudur: biz dilden başlayarak matematiği kullanıyoruz, mantıktan başlayarak matematiği kullanıyoruz aslında ve bilhassa modern devirlerde ve modern batı kültüründe matematik, “varlığı araştırmakta da anlamlandırmakta da” çok aşırı, büyük bir hisse sahibi; hele bunun içinde ‘sayılar’ fevkalade ehemmiyetlidir. Oswald Spengler üstadımızın Batının Çöküşü adlı eserinde sayılara dair uzun fasıllar vardır. Ve orada mesela şöyle der: “sayı sebep fikrinin timsalidir.” Aslında, bu derin bir söz ve çok şerh gerektirecek, identity probleminden dolayı, o sebeple yeri gelince temas edeceğim bu matematikteki sayı bahsine, fakat şimdilik bu kadar söyleyip geçiyorum. Lakin bu söz şakadır, ama hakikat payı yok değil, onu demek istiyorum.
Ve şunu da söyleyeyim: bakın, burada bir takım alıntılar yapmışım, kendime hatırlatmalar diye, Horace, “bir zihin kendini aşabilmeli kendini aşamayan, kendine dışardan bakamayan bir zihin, bir şuur hatalıdır” diyor. “In culpa est animus qui se non effugit unquam” Latince bir deyişte, “kendisine dışardan bakabilen bir zihin”, işte tarih felsefesi yapmaktan maksat budur. Kendi kültürümüzün sınırlarını aşmak ve hatta kendi şuurumuzun sınırlarını aşmak. Bu anlamı çok güzel ifade etmiştir Yunus Emre üstadımız: “sen sendeyken menzil alınmaz” diyordu. Bir kere kendini aşacaksın. Yani ‘ben benim’ dediğin sürece, sen kendi çevrende kendi şuurunun sınırlı intibalarıyla iktifa ettiğin sürece, fazla bir mesafe kat edemezsin anlamında. Demek ki, işte benzer bir sözü de bizim Yunus söylemiş.
Ben yine şu sözü hatırlatmadan geçemeyeceğim çünkü çok hoş bir söz Firavunlardan Akhenaton demiş ki -yani bu bulunduğumuz meclise ithâfen söylemek gerektiği için bunu naklediyorum, çok konumuzla ilgisi olduğu için değil de- Akhenaton demiş ki, “gerçek bilgelik aptallık kadar iddiacı değildir”. “True wisdom is less presuming than folly.The wise man doubteth often, and changeth his mind; the fool is obstinate, and doubteth not; he knoweth all things but his own ignorance.”Aptal insanlar çok fazla kendilerine güvenir ve kendi farâzî bilgi ve inançlarının gerçekliğinden çok emin ve iddialıdırlar. Yani bilge adam, kendisinden çok fazla şüphe eder ve düşüncelerini de zihnini de, çok sık değiştirir. Sadece aptallar inatçıdırlar ve sadece aptallar hiç şüphe etmezler; çünkü onlar -kendi cehaletlerinden başka- her şeyi bildiklerini zannediyorlar. Yani kültürsüz, yeteri kadar, felsefeyle, ilimle, irfanla derinliğine uğraşmamış insanlar -ki genellikle insan ırkı demektir bu- bildiklerinden, gördüklerinden çok fazla emindirler.
İnsanlar, düşündüklerinden, inandıklarından çok fazla emindirler ve gerçeği bütünüyle ve tam bir sadakatle müşahede edebildiklerini ve bunu tam bir sıhhatle muhakeme edebildiklerini ve aynı şekilde kusursuz ifade edebildiklerini zannederler. Hâlbuki, doğru düzgün ifade-i meramdan acizdir insanlar, ama öyle görmez insanlar kendilerini: Herkes kendi aklını çok beğenir. Zaten Ömer Hayyam demiş ki, “aklımı pazara çıkardım, benden başka hiç kimse beğenip alıcı olmadı; çünkü her kes kendi aklını beğeniyor.” İnsanlarda böyle bir zaaf var:Çünkü bizim yaradılışımız, evet, diğer hayvanlardan yüksektir ama biraz fazlaca kendimize güveniyoruz. Bunlarla ilgili problemleri tartışacağız zaten.
Fakat böyle olunca genellikle insan ırkı hiç kendisinden şüphe etmiyor. Ben doğruyu biliyorum, hakikate sahibim zaten, neyse ne, her şey hakkında tam, kifayetli bir bilgim var. Ve binaenaleyh, zihnimi değiştirmeme de gerek yok, zaten gerçeğe sahibim” şeklinde bir intibaı vardır.
Şimdi ben öyle biri değilim; hiç öyle biri olmadım. En cahil insanlar dâhil olmak üzere, insanlara, hele âlimlere, her zaman hürmet ettim ve herkesten öğrenebileceğim bir şey varsa öğrenmeye çalıştım. Her kitaptan her çiçekten bir lezzet tatmaya çalıştım. Burada dahi, kendi alanlarının kıymetli uzmanları olan arkadaşlarımdan, mümkün olursa, benim burada söylediklerimde yanlışlar var ise; katkılarda bulunmaları, tenkit etmeleri halinde istifade edeceğim için, bunu da buraya yazmış bulunuyorum. Bunu da bilesiniz; yani, ben öyle ‘kendi bildiğini yegâne gerçek zanneden’ ve o minval üzere kendi kendini kandıran insanlardan değilim. Haa bir de, “What is necessary and determined in Space is contingent in Time”, “a Turkish mystic” yazılmış bir yerde; o benim, bendeniz oluyorum. Varlığın Anlamı kitabımda “mekânda vacip olan zamanda mümkün olur” diye bir laf etmiştim, eski İslam felsefesine gönderme yaparak onu da konuşuruz, ona da geleceğiz.
Şimdi efendim şuur bahsine gelelim artık, ama nerden başlayacağız? Bu bizim birinci bahsimiz. Bir kere, “Mind”, ne demek ya? Ben baktım; Mazhar Osman Uzman üstadımız Numan Bey’in lütfettiği kitapta, “akıl” diye tercüme etmiş. Aslında tam manasıyla akıl değil, “Mind” daha kapasiteli bir ifade; zihin diyorsun olmuyor; dimağ hiç olmaz, daha çok beyni kasteder dimağ. Zihin dersen olmaz, zekâ dersen olmaz, rûh dersen olmuyor; çünkü zaten “ruh” dememek için “mind” deniyor.
Problem Aristo’dan başlar, Hatta evveliyatı vardır. Parmenides‘te ve Eflatun’da başlar. Tabii Eflatun’un ruh telakkisi ile Aristo’nun ki epeyce farklı; ama unutmayın ki Aristo bir doktordu ve Eflatun’un da en iyi talebesi idi. Yani bütün felsefe tarihinin en büyük 2 devinden bahsediyoruz burada.
Aristo’nun “On the Soul” /”De Anime”, yani “Nefes, Canlılık Üzerine” diye bir eseri vardır. Orada inceler bu meseleleri. Aristo, biyolog aynı zamanda. Bakın, Büyük İskender gerçekten büyük adamdı. Eğer doğruysa Will Durant’ın yazdıkları, Aristo’ya incelemelerini rahatça yapması için, dünyanın her tarafından böcek, çiçek, hayvan toplaması için 400 bin altın vermiştir. Yetmedi İskenderiye Kütüphanesi‘nin yapılmasını emretti ve İskenderiye Kütüphanesi gelmiş geçmiş en büyük bilgi hazinesi. Hâlâ öyle bir şey yapılamadı. Ben modern İskenderiye Kütüphanesi’ni de ziyaret ettim Mısırda iken, güzel bir kütüphane, tamam, ama eski İskenderiye kütüphanesine dair anlatılanlarla mukayese edildiğinde bu sadece bir depo; bol miktarda kıymetsiz kitap ihtiva eden bir depo. “Fîhâ kütübün gayrü kayyime”: içinde değersiz kitaplar bulunan bir kütüphane!” Tabii hepsi değersiz değil ama içinde çok değersiz kitap var. İskenderiye kütüphanesi böyle bir şey değil…
Bakın İskender bütün dünyayı Helenleştirmek gayesiyle ta Hindistan’a kadar gitti; İskender sonunda Hindistan’ı da fethetti biliyorsunuz. Sonunda, Mısırdaki Ptolemy hanedanı ki İskender’in generallerinden biridir o; onun zamanında, bu İskenderiye kütüphanesi… Miladi 4. Asırda onun başında Hipatia diye büyük bir astronom ve matematikçi kadın vardı. Astronomiyle, gezegenlerin yörüngeleriyle falan ilgileniyordu. Kendine göre “Ptoleme astronomisi”nde tashih etmeye çalıştığı şeyler vardı. Filmi var, anlatılıyor, Agora filminde anlatılır. Şimdi bu İskenderiye kütüphanesini Hristiyanlar yaktılar; çünkü “bunlar paganların düşünceleri, bize ilim gerekmez” dediler, kadını da taşlayarak öldürdüler. Kölesi olmasa epey de işkence edeceklerdi kadına, bereket Kölesi biraz atik davrandı da kadını, adamlar taşlamadan önce öldürdü falan. Böyle bir hikâye vardır. Ne kadar doğru bilmem ama. Carl Sagan, Cosmos dizisine bu İskenderiye Kütüphanesi’nin hikâyesi ile başlamıştı; orada söylediği bir laf benim çok hoşuma gitti ve burada tekrarlamak istiyorum. Kozmos kitabının ilk cümlesi: “başlangıçta kozmos vardı şimdi de kozmos var ve hep kozmos olacak.” Bu Tanrı için -Turu Sina’da Musa ile ilgili bir bahis gelecek- orada söylenen söz, ayni zamanda Kozmos ve Tanrı için de söylenebilir.
Efendim, şimdi bizim bahsimiz,bu Hipatia bahsi değil. Hristiyanlar İskenderiye kütüphanesini fanatizm yüzünden yaktılar. Hatta bugün bile öyledir; bakın daha geçenlerde okudum gazetede, vatandaşın birisi demiş ki “kardeşim bize İslam âlimi lazım, entelektüel de lazım değil, filozof ta lazım değil, sadece din ilimleri lazım”diye fetva vermiş. Hilmi Yavuz diye bir felsefeci arkadaş, “olmaz entelektüel de lazım, filozof ta lazım” diye cevap yazmış. Yani dînî fanatizm bazen böyle yapar. Hatta Osmanlının son dört asrında medreselerde sadece dînî ilimler okutulurdu. Sanki insan tefekkürü lüzumsuzmuş gibi. Tabii kesin inançlılığın sonuçları böyle olabiliyor, ona geleceğiz
Fakat evvela, bir kere insan bir canlı, ‘canlılık’ özelliği var. Aristo’nun “De Anime” dediği, o, ‘rûh’ anlamına gelmiyor: “anime”, Yunanca’sı ‘psike’ de canlı demek. Şimdi hatırlıyorum Mevlânâ’nın sözünü, “Ten zi cân ü can zi ten mestûr nist/ nist kes râ dîd -i cân destûr nist” diyordu, Mesnevî‘nin başında bir yerde, “can tenden, ten de candan gizli değil, birbirinden gizli şeyler, birbiriyle ilişkisiz şeyler değil, lakin kimsenin canı görmesine ruhsat yoktur” diyor. Şimdi bu soul/can kelimesini, sonradan dînî bir renkle “ruh” diye tefsir edenler oldu elbette; biliyorsunuz önceleri ‘rûhiyat’ iken -mesela bizim Numan Bey üstadımızın disiplininin adı- önceleri ‘ruhiyat’ iken ‘akliye, asabiye’ filan oldu. Eski devirlerde çok fazla “ruh” tartışması yapıldı, ‘de anime/soul’ tartışması yapıldı. Şimdi, “soul” insana hayat veren, o hayatiyetin bizzat kendisi; hattâ bu anlamda Aristo , “bütün canlılarda soul vardır” der. Yani ‘canlılık özelliği’ demek zaten o. Bizim Arapçada karşılığı, bu ‘nefes’ kelimesinden ‘nefes almak’tan ‘nefis’tir. Nefis, ‘soul’un tam karşılığı; ‘rûh’un karşılığı değil, ‘nefs’in karşılığı anlatabildim mi… Bu ayrımlar çok fazla kafa karışıklığına yol açabiliyor; aslında benim bunlarla ilgili yazdığım başka yazılar yok değil; lakin getirmedim yanımda, zira o kadar teferruatına girmeyeceğiz bu girizgâh konuşmasında.
Numan Hoca: “ama önemli konu olduğunu düşünüyorum. Özellikle bu dil birliğinin sağlanması bakımından, insanların anlaşabilmesi bakımından, psikiyatrik açıdan ruh hastalıkları dendiği zaman ki ifade edilen anlamla, duyarlılıkla kastedilen anlamla, çok böyle taban tabana zıt olduğunu söyleyebilirim.”
Tabii tabii, muhakkak üzerinde durmak lazım. Ben bu benlik üzerine eskiden yazdığım yazılarda, Yahudiler ne ad veriyor, Yunanlılar ne ad veriyor falan diye, uzunca bir paragraf yazmıştım. O isimleri tek tek ta’dâd ettiğim; şimdi getirmedim yanımda, ama mesela, bizim terimlerle -zaten İbranice ile Arapçanın kökleri bir olduğu için- Yahudilerde dahi canlılık anlamında ‘nefs’ kelimesini kullanırlar ve “nefeş” derler (Arapçadaki “s” harfi İbranicede “ş” oluyor anladığıma göre) ‘ruh’ anlamında da “ruah” diye geçiyor. Yani biraz farklı telaffuz ediyorlar arapçadan; ama aynı kökten dillerdir bunlar neticede. O ayrım, Yahudilerde de vardır. ‘Psike’, ‘pneume‘ pneumatology diyorsunuz ya zatürrie filan gibi hastalıkları tetkik etmeye. hep ‘nefes almak‘ ile ilgili, bütün canlılar nefes aldığı için, aslında ben buradan hareketle şu sonucu çıkarıyorum -ki Aristo’da da var bu- bütün canlılarda şuur dahi var; fakat derece derece.
Daha ilerisini söyleyeyim, bu şuur bahislerini tartışırken göreceğiz, bazı modern fizikçiler, kuantum mekanikçileri ve emsali bazı zevat -internette sık sık görüyorum ve öyle çok fazla video izledim- kimileri de Budist oluyor bunların; “cansız nesneler dünyasında dahi arka planda şuur var” diye iddia ederler. O da ayrı bir tartışma konusudur.
Netice olarak, aslında biz bunları tartışmadan evvel şuuru tartışmak zorundayız. Çünkü şuur dediğimiz şey nedir? Arkadaşlar bakıyorsunuz, görüyorsunuz. Goethe derdi ki; “görmek bilmektir.” Ve gördüğünüz şeyden de şüphe etmezsiniz. İster rüya görün, ister uyanık olun, ister “altered states of consciousness” denilen başka, şuuru değiştiren ilaçların etkisi altındaki bir perception olsun; her halükarda gördüğünüz şeyden emînsinizdir. İster “lucid dreams”olsun ister hipnotik telkin tesiri altındaki şuur olsun ister bir farklı şuur biçiminde ilaçların yol açtığı farklı şuur hallerinde olsun gördüğünüz şey. Goethe ‘görmek bilmektir‘ diyordu, şimdi o çok fazla şerh gerektiren bir söz, ancak şu kadarını söyleyeyim.
Francis Crick, DNA‘nın kâşifi (yahu bu çok güzel bir bahis ama çok teferruata giriyorum, çok uzayacak bu bahis gibi geliyor bana, neyse hayırlısı) “Astonishing Hypothesis” isimli eserinde ‘şuuru izah edebilmek için en önemli beyin faaliyetinin görme faaliyeti olduğu’ fikrinden hareketle, bilhassa ‘görmek” üzerinde durur. ‘Görmek’ten hareketle, “nöronların faaliyetinin şuurla, perception ile münasebetlerinin izah edilebildiği” iddiasındadır. Bu kitabın sanıyorum Türkçeye tercümesi de var. “Şaşırtıcı Hipotez” diye, merak eden arkadaşlar okuyabilirler; en azından tabiplerin okuması gerekir. Efendim biliyorsunuz DNA’yı keşfeden o günkü iki biyologdan biri idi. Birisi bu. Birisi Watson, birisi Francis Crick… Şimdi, aynı zamanda şuurla ilgili konuşurken, Francis Crick elbette, katı fizikalist ve materyalist bir yaklaşımı da temsil ediyor. Bu da ayrı bir bahis, ‘fizikalizm’i de tartışacağız. Fakat görme önemli yani, hakikaten görme önemli bir şey de, bizim şuurumuz görmekten ibaret değil.
Bizim şuurumuz, hem dış âlemle, hem kendi iç âlemimizle ilgili intibaların toplamıdır; tamamıdır.
Yani midemiz bulanıyor mu, hissederiz. İçimizde bir kalp ağrısı mı var veya başka bir şey mi var, hissederiz. Kulağımızda denge duygusu mu bozuldu, düşeriz yani, hissederiz. Başımız mı dönüyor, neyse bu iç duyular da şuura dâhil. Esasen bu “beş duyu” tabiri Aristo’dan kalmadır “havass-ı hamse”, lakin sonradan bunu, ‘iç duyular/dış duyular’ diye çeşitli tasniflere tabi tutanlar da oldu ve aslında sayısı eğer onları da kabul edecek olursanız 10-15 i geçer. Her neyse, ben şöyle diyorum: İnsanın farkındalığı… Fakat şuur aslında tarif edilebilen bir şey değil. Farkındalık bir totoloji aslında. Farkındalık diye tarif ederseniz şuuru bir tautology yapmış oluyorsunuz. Şuur tarif edilemediği için, ya totolojiyle, ya tasvirler ile geçiştiriyoruz.
Benim tarifim şöyle; “kendi iç dünyamız, kendi içimizden gelen algılar -bu ağrı olabilir, derinin kaşınması olabilir, sıcaklık soğukluk algısı olabilir. Mesela farklı bir duyu biçimi olarak hararet duygusu ve denge duygusu olabilir; ayrıca ilaveten dış dünya ile ilgili beyin bağlarını kuran kulak, göz, tatma, koklama, dokunma olabilir bütün bu algıların toplamı ve farkındalığı (ve birliği, ayni zamanda bütün algıların tek bir benliğe izafe edilmesi) Aristo, şâyân-ı hayrettir, şuna da dikkat etmiştir. ‘En iptidai ve elastiki duyu, dokunma duygusudur’ diye, onu da söylemiştir. Yani Aristo insanlığın gelmiş geçmiş en büyük bilgelerinden biri; kendi çağında elbette bilgi çok azdı; ama çok esaslı şeyler de yazmıştır; hâlâ insanlığı etkiler Aristo’nun bu biyoloji üzerine yazdığı tasnifler, taksinomiler. Felsefecileri de etkiler, diğerlerini de. Dokunma duygusu, “olfactory sense” dediği koklama duygusu üzerine de son derece enteresan şeyler yazmıştır.
Şimdi Aristo üstadımızın tasnifine bakarsak -ki Gazali bunu “Meâricü-l Kuds fî Medârici Ma’rifetü’n-Nefs” isimli eserinde tekrarlar: ‘Nebâtî Şuur’, ‘Hayvânî Şuur’, ‘İnsânî Şuur’, diye gider. Şimdi ‘nebâtî şuur’da sadece büyüme duygusu, büyüme/ nutrition var, touch da vardı galiba, evet touch/ dokunma duygusu dahi var. ‘Sonra, ‘hayvânî şuur’da görme, işitme gibi ilave duygulara ve harekete rastlıyoruz; çünkü hayvanın yiyeceğinin peşinde koşması lazım. O topraktan beslenemiyor, bitkiler gibi. Tabii avını kovalaması lazım; görebilmesi, işitmesi, hareket etmesi lazım‘ diye izah eder. İnsana gelince, onda idrakin yüksek nev’ileriyle karşılaşıyoruz. Bunlar nedir? Şimdi evvela bir hayat enerjisi, “de anime”, ‘animal’ / hayvan lafı da oradan geliyor dikkat ederseniz; “animal” yani canlı, ‘hayvâni nefs’i var. Anime Latincesi onun, Yunancası zannediyorum Psike orijinal tabiriyle Aristo’nun.
Şimdi bu ‘hayvânî nefs‘in meydana getirdiği bir ‘şuur hali’ var elbette. Hatta mikroplarda bile, çünkü bir canlının asgari olarak kendisinin beslenebilmesi ve üreyebilmesi için kendisine faydalı olan nesneleri fark edebilmesi, onları yemesi, sömürmesi -her neyse nasıl becerecekse- ve tehlikeli kendisine zararlı rahatsız edici etkilerden de uzaklaşması lazım. Mikroplarda bile bu şuur özelliğini müşahede edebilirsiniz. Bitki biraz hareketsiz işte, hayvan böyle yapıyor; nihayet insana geliyoruz… Dediğim gibi, hayvanlarda da bir şuur var; tamam: daha yüksek seviyede bitkininkinden, hattâ bazı hayvanların şuuru, insanınkinden bile daha keskin.
Filler kilometrelerce öteden haberleşiyorlar; balinalar, yunuslar, filler. Yani biz Zannederiz ki dil insana mahsustur, hâlbuki diğer canlılarda dahi, son derece basit insanınki gibi sembolik yönü ağır basmamakla beraber daha çok “onomatopoeic” mahiyette olmakla beraber, bir dili var. Ama 3 kelimelik, ama 5 kelimelik ama 500 kelimelik… Hatta bazı yüksek maymunlara işaret dili öğrettiğiniz vakit, 2-3 yaşındaki çocuk kadar konuşma öğrenebiliyor. İşaret diliyle pekâlâ -meşhur isimleri vardır bunların, antropologların incelemelerinden biliyorum- 1000 kelimeye kadar kullanan şempanzeler biliyoruz biz. Küfür dahi ediyor. Muz vermeyince bakıcısı olan antropoloğa pislik diyor. Hatta soyutlama yapıyor… Bakın maymundan bahsediyoruz. Ördeğin ne olduğunu öğretmemişler: “su kuşu”diyor. “- neydi ismi Lucy mi?” Lucy var Kanzi var, bir tanesi daha vardı eskiden National Geographic de okumuştum. Yani “Su-Kuşu” diyor; ördeği tarif ediyor kendisi, bakın:” -suyu biliyor, kuşu biliyor.” ‘Su-kuşu’ diyor ördeğe. Son derece gelişmiş bir şuuru var demek ki…
Numan hoca –”hocam akışı bozmuş olmayayım ama…”
–”perception’dayız şu an için!”
“- ha ben de tam onu izah edeceksiniz belki zannettim, ben şuurun adına farkındalık koymak da problem ama perceptiona indirgemek de problem.”
Hayır, şüphesiz perception’dan ibaret değil. Bu bitkideki veya basit tek hücreli canlıdaki, nihayet onun biraz gelişmişi bitkideki nebati şuur, onun biraz daha gelişmişi hareketli hayvandaki perception, hayvani şuur elbette bir sürü şeyi ihtiva ediyor. Hayvanlardaki gelişmişlik seviyesine göre, bunlar dahi şuur biçimleri, amma şuurun da dereceleri var demek istiyorum. İnsana geldiğimiz zaman kognitif/cognitive fonksiyonlar müdahale ediyor şuura, sadece ‘perception’la kalmıyor. Hatta insanda -işte tam da o, mantıkçıların bir hayli emek verip içinden çıkamadıkları bahistir- insan şuurunda, hayvan şuurundan farklı olarak ‘intensional şuur’ / ‘intension’ özelliği var. Bu “intendere” Latince’de yayı germek demek, yayı geriyorsunuz: tension gerginlik, tansiyon lafı da oradan geliyor. Yayı germek: Yani bu şu demek;; bir hedefiniz var, oraya ok atacaksınız, yayı geriyorsunuz; bir yere yöneliyorsunuz; dikkatinizi bir hedefe yöneltmişsiniz demektir bu. Bir gaye var; bir yere ok atacaksınız. Yayı germek bu manada o yüzden kullanılıyor. Niyet anlamına gelen, ‘intention’ kelimesi ve anlamı da işte bu “intendere” kelimesinden geliyor. Sonra bunu ‘intention’ şeklinde uzun yıllar kullandılar filozoflar, semantikçiler, fakat Leibnitz bunu “intension” diye farklı bir ayrıma daha tâbi tuttu. O da ayrı bir bahis, onun şimdi teferruatına girmeyeyim.
Demek ki, insan şuurunda nesneyi “pasif idrak” yok; “yöneliş” var/’intension’ var; seçici; neyi görmek istiyorsa, onu görüyor. Seçiyor, insan idrâki. Ben geçenlerde Cerrahpaşa’nın önünden geçerken şuradan bir şeyler atıştırayım dedim -Numan baba sağ olsun her zaman beni İncir Ağacı lokantasına götürür- bulamadım; hiç dikkat etmemişim, kaç kere yemek yedik orada Allah biliyor. Numan Bey de cömerttir. Kardeşim İncir Ağacı’nın önünden geçiyorum, bulamıyorum. Çünkü hiçbir şekilde dikkatimi ona tevcih etmemişim.
Numan Hoca; “-aramakla bulunmaz hocam!”
Yani dikkatinizi yönelttiğiniz zaman ancak idrak ediyorsunuz Sonra dedim ki, “ben bunu bulacağım.” Geçtim karşıya, inceledim falan buldum elbette, fakat dikkatinizi tevcih etmedikçe göremiyorsunuz. Velev ki orada defalarca yemek yemiş olun… bakın, ne kadar enteresan bir örnek.
Şimdi bu aslında çok teferruatlı bir bahis ve taa Saint Augustin’in “City of God” kitabından başlar; o tabii ‘Trinity’ ile izah ediyor. Yani ilk tarih filozofu sayılabilir; aynı zamanda, “Tanrı Şehri’ kitabının yazarı Saint Augustine. Tabii tarih felsefesi diye, Eflatun’a kadar da gidebilirsiniz; “Devlet”e, “Politika” kitabına bakarak.
St. Augustin, önemli bir filozof ve Katolik kilisesinin bir numaralı adamı. Hatta Hristiyan itikadının kurucularından, çünkü Hristiyan “Credo”su ilk defa İznik’te 325 yılında belirlendi. O zamana kadar Hristiyanlık yok muydu? Vardı… Bir takım problemler çıktı mezhep anlaşmazlıkları. Arius diye bir adam “İsa, Tanrı’nın Oğlu’ydu, değildi” tartışmasını yaparken Konstantin müdahale etti. Toplanın bütün alimler, papazlar kendi aranızda karar verin diye.
Saint Augustin City of God kitabında diyor ki -bakın çok fazla uzatmayacağım, lakin bu kelamın bedenle münasebetiyle ilgili. Şöyle özetleyeyim Arius’un fikri şudur (Antakya ekolünden, fazla mantıkçı) “Mademki İsa, Tanrı’nın Oğlu’dur diyorsunuz. Herhalde Baba Oğul’dan öncedir. Dolayısıyla Tanrı’nın mahiyeti İsa’nın mahiyetinden farklı olmalıdır. İsa’nın hiç mevcut olmadığı fakat Tanrı’nın mevcut olduğu bir zaman varmış demek ki şayet İsa onun oğlu ise.”Şeklinde Mantık yürütüyor
Şimdi Saint Augustine de etkili bir ilahiyatçı: aslında bir Roma filozofu, sonra Maniheist oldu, annesi de Hristiyan’dı falan, bazı şeyler, teferruatına girmeyeyim, onu Hristiyan olmaya zorlamış. Daha sonra da Katolik Kilisesi’nin bir numaralı filozofu, kurucu babası sayılır diyelim, Saint Thomas’la birlikte, en önemli Hıristiyan ilahiyatçı. En önemli Hristiyan ilahiyatçıları say derseniz, bence bir numarası Saint Augustine, ikincisi Saint Thomas’dır. Geriye kalanlar ikinci derecedendir, yani bunlarla kıyaslanınca, etkileri açısından, tarihçilik açısından bakınca.
Şimdi Saint Augustine diyor ki “Bakın, Kelam dahi, insan da, insan bedeni ve insan ruhu da tıpkı ‘Teslîs’ gibi üçlü. Şimdi zaten İsa’ya “Kelam” yakıştırmasını yapmıştır, Yuhanna İncili, Yahudi Philo’nun etkisiyle… Yahudi Philo Tevrat’ı yorumlarken Eski Yunan felsefesinden, Heraklit felsefesinden etkilenmişti ve Heraklit‘in Logos/Kelam tabirini gündeme getirerek Tevrat’ı yorumlamıştı. Binaenaleyh, bununla ilgili şöyle kısa bir özet “İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri” isimli, ilahiyat fakültesinin neşrettiği kitapta da bulunabilir, eğer merak ederseniz… Marmara İlahiyat’ın neşrettiği o kitapta okumuştum ben bunu… Yahudi Philo ilk defa Logos tartışmasını getiriyor. Yuhanna da, Yahudi Philo’dan etkilendiği için kullanıyor zannederim. Artık ne hal ise, Yuhanna şöyle başlar “Başlangıçta Kelam vardı ve Kelam Tanrı nezdindeydi ve kelam Tanrı idi, Allah idi.” Dil, yani kelam, ama buradaki kelam, Logos anlamında; dil, akıl falan hepsini ihtiva eder, sadece dil değil.
Yine Yuhanna İncil’inin hemen bir iki paragraf sonrasında işte bu Numan Bey’in söylediği ayet: “Verbum caro factum est et habitavit in nobis” : Kelâm beden oldu ve bizim içimizde yaşadı. İsa’yı kastederek söylenir, Yuhanna’da. Yani bu kelam lafı oradan geliyor ve tabii Saint Augustine oradan alıyor lafı ve diyor ki; ‘bakın insanın ruhu var, canı var (soul) ve bedeni var, bedeni var canı var bir de bu şuuru var; üçlü bakın, tıpkı teslîs gibi diyor: İnsanın canını, ruhunu ve şuurunu ve bedenini bunları birbirinden tefrik edemezsiniz diyor. Bunlar farklı farklı varlıklardır diyemezsiniz. Hepsi bir varlıktır diyor. O yüzden “üçlük”/teslis aynı zamanda “birlik”tir. Tanrıda da böyle oluyor. “Baba, Oğul, Ruh’ül-Kudüs” ifadesi de böyle oluyor. Bunları birbirinden tefrik edemezsiniz. Eşit değerdedir’ diyor. Yani insanın şuuru önemsiz, vücudu önemli diyemezsiniz. İnsan hayvan değil. Bu da önemli.
Hattâ mesela, “perception” başka bir şey- orada da üçleme var diyor Saint Augustine Tanrı Şehri’nde- Bir gördüğüm, “nesnenin kendisi” var, bir de benim “şuurum”, onunla ilgili oluşan “şuur” var, bir de bunun arkasında, “cognition”/benlik var. Yani ben Numan Beyi gördüğüm vakit, sadece Numan beyi pasif olarak görmüyorum ki; Numan Bey’in, ‘Numan Bey’ olduğunu tanıyorum. Yani bir “cognition”/tanıma var işin içinde. “Bu ‘Numan Bey’!” diyorum görür görmez, değil mi? Herhangi bir insan değil… Cognition devreye giriyor. Muhakeme daha sonra…
Hatta bazıları şöyle derler. İşte ‘soul’ var – isterseniz ruh deyin temayülünüze göre- yani bir, “nesneler dünyası” var: dışımızdaki dünya, bir de bizim onunla ilgili “algı”larımız var; şuurumuz ‘perception’ buna ‘cognition’ yani idrak eden benliğin farkındalığını dahi dâhil edebilirsiniz.
Ve bir de, bununla ilgili “muhâkeme dünyası” var: ‘dil, matematik, semantik’ var: zihnin asıl ‘muhâkeme’ fonksiyonları orada. ‘Şuur’un daha çok ‘müşâhede’ ile ilgili olduğunu söylemek lazım ama burada bir incelik var: Elbette ‘şuur’un içinde ‘hissiyat’ da var, ‘acı’ dahi var mesela; veya, bazı ‘cognitive’ hususlar da var; Böyle ‘tanımak’gibi, başka bazı özellikler daha var. Öyle göründüğü kadar net ayırt edilemiyor, o kadar “discrete” (tefrik edilebilir) değil, ‘şuur’ ile ‘muhakeme’; bunlar da var. Eskiler şöyle demişlerdi. ‘Müşâhede’den sonra bir de ‘muhayyile’ var, ‘Vehim gücü’ var; ondan sonra ‘muhâkeme’ başlıyor. Nitekim şuurda ‘muhayyile’ de var; algının şuurda biçimlendirilmesi, tasnif etmesi, taksonomisi falan da dahil; çünkü şuur yapıyor bunları muhâkemeden evvel. Ama derler ki – ben de bunun doğru olduğu zannındayım- “dil, çok fazla kategorize etmek suretiyle, şuuru da biçimlendiriyor.” Hatta matematiği ve mantığı da; burada mesele biraz muğlak ve metafizik bir mesele.
Geçenlerde Roger Penrose’u dinledim: “üç varlık sırrı var,” diyor, “Bir fizikî dünya, o bir esrar, bu niye böyle anlamıyorum, ama bir de onun ‘matematiğe niçin bu kadar intibak ettiği’, ikinci sır; üçüncü sır da, ‘matematiğin kendi gerçeklik dünyası’… ‘Dış dünya’ ile hiçbir alakası olmadığı halde, bir ‘matematik dünyası’ var” : Eflatun’un ‘idealarında olduğu gibi bu Matematik dünyası, tamamen ‘metafizik bir dünya’, fizik ötesinde bir şey; amma ve lakin dil de öyledir. Spengler “matematik birinci sınıf metafiziktir” demişti. Ben de diyorum ki, “dil, birinci sınıf metafiziktir.” Aslında, bazı şeyler kategorik olarak, ‘zaman içinde’ cereyan ediyor bazıları zaman dışında (bu, ‘zaman-mekân’ tartışmasına şimdi girersek, erken olur) Dil de bunlardan (‘zaman-mekân’ dışındaki varlıklardan) biri, ‘matematik’ de ‘zaman ve mekân dışı’ varlığı olan bir şey.
Muhakemenin; yani, ‘dilin, matematiğin, semantiğin ve mantığın’ yönlendirmelerinin ve tabii inançların ve hattâ başka şeylerin de, insanın karakterinin dahi, hattâ taa DNA’larından gelen irsî özelliklere varıncaya kadar, ‘sayısız faktörün biçimlendirdiği bir şey’ olabiliyor ‘şuur’. Önce bir hedef tespit ediyor kendine ve onu görüyor; yani idrâk pasif değil. Arkadaşımın orada bir ‘kamerası var: Işık oraya aksediyor; fotonlar gidiyor, oradaki filmin üzerine düşüyor; her neyse oradaki görüntü, onu belirliyor. Vallahi, onun kendi iradesi yok, kameranın kendi yönelişi de yok; onu hangi istikamete tevcih ettiyseniz, yalnızca onu görür. Buna göre, böyle bir açıyla ayarlamışsın, böyle bir açıyla görür sadece. İnsan gözü böyle, değil “intension” özelliği var. Bunu eskiden beri de söylerler. Saint Augustine söylüyor demin arz ettiğim City of God kitabında olduğu gibi. Efendim Aristo, Eflatun’da dahi kaynaklarını bulabilirsiniz. Fakat mesela, “Time and Free Will” (Zaman ve Hür İrade) kitabında -ki bende bir tek o kitabı yoktu; onun da İngilizcesini internetten indirdim bakayım diye bu mevzuyla ilgili diye- hemen daha söze başlar başlamaz, o kitabında diyor ki Bergson, “zihnî hadiseler ‘intensional’dir; intensive mahiyettedir.”Yani orada niyetler var, hedefler var başka özellikler de var. “Mekânla ilgili hadiselere benzemez, daha çok zamanla ilgili” diye başlıyor; ‘hür irade’yi anlatırken. Çok teferruatı var bu bahislerin. Biz maalesef, bu geniş çerçeveyi çizdik hepsini birden konuşalım diye-fakat hepsinin sadece ‘outline’ını verebiliyoruz. Ancak özet olarak bahsedip geçebiliyorum.
Yani bu ‘intensional’ lafı da enteresandır. Ona da mantık tartışması sırasında –hadisenin yine intensiyon kavramıyla alakalı olmakla beraber daha çok mantıkî yönüne- belki daha geniş olarak tekrar temas edeceğiz. Mantıktaki herhangi bir hükmün, yüklemlerin/’predicate’lerin, bir değer hükmü ihtiva etmesi halinde, ‘intensional propositionların mantıken pek geçerli sayılmaması gerektiği’ şeklinde, Gottlob Frege’den başlayan ve bilhassa Willard V. O. Quine’in üzerinde ısrar ettiği bir mantıkî tavır. Mademki bahsetmiş bulundum, ben kısaca onu da, en kaba şekliyle, özetleyeyim. Mesela ben dersem ki “Numan Bey bu toplantıları laf olsun diye tertiplemedi; onun kafasının içinde şöyle şöyle hedefler var.”Aslında, iyi niyetli, kötü niyetli, aklına ne gelirse; “efendim işte filanca adamın şu hareketi yapmakta art niyeti olduğunu düşünüyorum” sözü gibi. Siz böyle düşünebilirsiniz. “Ben falancanın art niyetli olduğuna inanıyorum” şeklinde bir ‘proposition’ ortaya koyabilirsiniz. Lakin sizin bu inancınız doğru da olabilir, yanlış ta olabilir. Adam hakikaten art niyetli ise, sizin inandığınız gibi, bu mantıki önermenin sonucunu da doğru kabul edebilirsiniz. Fakat ya öyle değil de, siz yanılıyorsanız. “Değer hükmü ifade eden veya inançlar ihtiva eden her türlü mantık önermesini ben geçersiz sayarım” diyordu Wittgenstein gibi, Queen gibi mantıkla uğraşan filozoflar. Onlara göre, tamamen mantıki propositionlar daima ‘extensional‘ olmalı.
Şimdi burada ‘extension/intension‘ farkı: ‘extendere’ ne demek? uzanan, uzayda bir yer işgal eden. Buna Dekart üstadımız, “res extensa” demişti. bu benim planda, bir res extensa/res cogitans/ res intensa bahsi var. Önümüzdeki guidemap’te (yol haritasında) tarihlerde buna dair konuşacağız ya; Res Cogitans; ‘idrak edilenler’in dünyasıyla ilgili; idrakle ilgili, yani tamamen zihnî, dış dünyada gerçek bir varlığı yok. Res Extensa ise, uzayda yer işgal eden şeyler. Mesela şimdi ben bakıyorum: Bu müzakereci arkadaşlarımın üçünü de görüyorum; Evet, bunlar dış dünyada -uzayda- bir hacmi işgal ediyorlar. Bir ‘extension‘ları var. Bu da ‘gerçeklik’leri (somut gerçek oldukları) anlamına gelir elbette. Amma ve lakin, benim zihnimde oluşan ‘imaj’ın bu extension ile bir ilgisi yok. Bu tamamen içe yönelik bir şey, her ne kadar beyin bizi yanıltıyorsa da, şu anda arkadaşlarımın yüzünü görmem, bu “beynin içinde teşekkül eden bir şuur”, değil mi? Beyin diyor ki, bak, “her ne kadar benim içimde cereyan ediyorsa da bu şuur hali, bu arkadaşlar senden 2-3 metre ötede -dışarda- duruyor.” O projeksiyonu da yapıyor beyin: Sadece kendi içinde oluşan bir imaj olarak kalmıyor yani intibaları…
Gerek iç dünyamızdan, gerek dış dünyamızdan ‘nebeân’ eden bütün ‘intibâ’lar, bir kere ‘intensive’ mahiyettedir, ‘intension’dur; ‘intensional’dir; yani, bir ‘niyet’ ihtiva ederler. Ve ayrıca, biz farkında olalım, olmayalım; arkasında muhakkak bir ‘irade’ de vardır. Zaten, ‘niyet’ olunca, ister istemez öyle oluyor; Free Willorada devreye girmeye başlıyor. Tamam, ben düşünüyorum, görüyorum da; niçin ‘böyle’ düşünüyorum ve görüyorum; Çünkü bir kere ‘böyle’ görmek istiyorum: orada bir irade de var gizli/tahtında müstetîr olarak…
Şuur’un özelliklerinden mesela ‘Qualia’ gibi (renkleri görmek yahut qualitative özelliklerini görmek işte… ‘Quale’nin çoğulu zaten ‘Qualia’: kaliteler demek) efendim, acıyı hissetmek gibi, acıyı, sevinci, neyse tatlıyı, her neyse, her nevi qualitative şey, şuurda edindiğimiz intibalar, bir kere, ‘açıklanamayanlar kategorisi’ne giriyor. Karşılaştırılamaz, açıklanamaz; yoğunluk dereceleri çok tartışma götürür. Yani bir kere, “bu acı, şundan daha yoğundur, denilemez” filan gibi, bir sürü tartışmanın konusudur Qualia… “Hür İrade” zaten, hepten metafizik bir konudur.
Numan Bey “ad hominem” falan deyince, sadece şöyle bir temas edip geçmek bile, bakın bizi nereden nereye getirdi…
Benim burada, asıl sözüme girizgâh yapacağım şey ise, “identity” bahsi: Yani Mûsâ hikâyesi elimdeki notlar ve bu metin de öyle başlıyor.
Şimdi yani nedir? ‘identity’, ‘unity’ gibi, ‘birlik’, ‘çokluk’, ‘ayniyet’, ‘sebeplilik’, ‘zaman’, ‘mekân’gibi son derece karmaşık metafizik konular var. Şimdi biz bazen, ilim yaparken, bunların bu metafizik hususiyetlerini, arka planlarını görmezden geliyoruz. Doğru… İlim zaten ‘maddî olan’la ilgilenmeli, metafizikle niçin ilgilensin? İlim demek, müşâhede edilebilen, confirme edilebilen, işte efendim diğer uzmanların dahi üzerinde tecrübe ederek, test ederek anlaşabildiği, objektif olabilen ve “maddî dünyayla”/ yani “farkına varılabilen varlıklar”la sınırlı olmalı. “Farkına varılanlarla”dedim; çünkü sadece maddî şeyler değil, farkına vardıklarımız. Mesela, elektrik enerjisi deşarjını da, elektrik çarpmasını veya yıldırımı da bir “fizikal olay” sayabiliriz. Gökkuşağını da bir ‘fizikal olay’ sayabiliriz. Yani fizikalizm, materyalizmden biraz daha kapsayıcı. Mesela, elektrik akımı da, ışık da buna dâhildir. Materyalizmde olduğu gibi, doğrudan doğruya, sadece ‘katı madde’ değil; ama aynı şey, aynı temayül, yine materyalizm. Sadece fiziğin alanı geniş olduğu için, onun bütün her şeyini kapsasın diye ‘fizikalizm’ diyorlar, materyalizm yerine. Tabii ilim hadiselere bu fizilalist nokta-i nazardan bakıyor… Şuura da böyle bakıyor…
Amma işte o zaman, izah edilemeyen hususlar çıkıyor. Qualia gibi, Free Will gibi, Rûh gibi, ‘soul’ gibi, ‘hayatın bizzat kendisi’ gibi / yani canlılığı… Tamam, teni görürsün de canı göremezsin, Yunus Emre ne demişti “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”diyor. Adam diyor ki ‘soul/can ölmez‘ mesela veya ‘ruh ölmez’ diyor. Tamam, ‘beden dağılınca beden gider de’ diyor. İyi de, nasıl olacak bu, nasıl anlayacağız, nasıl izah edeceğiz? Bunlar tabi daha geniş çerçeveli metafizik tartışmaları ve felsefi tartışmaları gerektiriyor. Şu kadarını söyleyeyim: ben bu şuur bahsine nerden başladım? “ad hominem” bahsinin orasını olsun tamamlayalım.
Bir tarihte felsefeci arkadaşlar bana dediler ki bize bir konferans ver! Biz de gittik; işte bir konferans verdik; o “Ma’nâ ve Mazmûn” yazısından sonra: bu epistemoloji meselelerini tartıştık. O kitabımın ikinci bölümündeki matematikle, fizikle, mantıkla tasavvufla ilgili bir takım şeyler… sonra yine bu felsefeci arkadaşlar, bir felsefe kongresine davet ettiler. Orada da “İnsan, Varlık ve Zaman” diye bir tebliğ sundum. Şimdi bakın‘insan, varlık ve zaman‘ dediğiniz zaman zaten varlığın tamamı, insanla ilgili her şey ve zaman olunca felsefede dışarda kalan hiçbir konu kalmadı; hepsini kapsadı felsefenin yani; bütün konuları felsefenin. İyi de, bir tebliğ sunacaksınız kardeşim yani, felsefe kongresinde, bu ne kadar olabilir? Beş sayfa olur, on sayfa olur, hadi yirmi sayfa olsun. Biz de 20 sayfa yazdık. 20 sayfa bile uzundu tabii, bir tebliğ için; 20 sayfada özetledik… Orada, Dekart gibi, lafa ‘benlik’ bahsinden gireyim dedim.
Yani şimdi, ‘Şüpheciler’ var felsefe tarihinde, her şeyi şüpheli bulurlar ki ben de onlardan biriyim. ‘Akademik Sceptic‘lerden değilsem de, benim şüphecilik babında onlardan bile, hatta daha aşırı olduğum cihetler, yok değil. Zaten şüphe etmeden felsefe yapılmaz da; o anlamda bütün felsefecileri de şüpheci saymak mümkün: Şüphe edersiniz, hakikati ararsınız: Felsefe bu demek. Çocukluğumuzdan beri hikmeti seviyoruz, felsefeye talibiz. Tamam, anladık ama yani ‘her sözü de doğru’ diye kabul edemeyiz. Her türlü ‘lisanî ifade’yi de, ‘hakikatin ne olduğu’nu da, tartışmak/araştırmak zorundayız. Felsefe, zaten bol bol lisan tartışması yapar, semantik tartışması yapar. Her neyse, biz de tabii, şüpheci bir gelenekten olunca…
Kardeşim “ben şunu söylüyorum”. İyi de, sen benim varlığımı kabul etmezsen, mesela solipsist isen, ne olacak? Sadece kendi varlığını kabul edip, dış dünyayı hiç kabul etmeyen bir felsefe cereyanı var solipsizm diye. “Solus İpse” der: “Sadece ben varım”; benden başka hiçbir şey yok. Bu etrafımızdaki bütün olup biten şeyler sadece benim ‘şuurumun rü’yaları’ndan ibaret. Zihnimin uydurduğu, yarattığı rüyalar, tıpkı ‘Lucid Dreams’ gibi… ‘Lucid Dreams’ diye bir şey var; rüyanızı yönlendirerek istediğiniz rüyaları görebiliyorsunuz; Bu da onun gibi, “uyanık hayat dahi “Lucid Dreams”dir diyor solipsist. “Benim dışımda hiçbir şey yoktur” diyebilirsiniz. İyi ama siz şayet böyle diyorsanız, “ben de yokum” diyorsanız; o zaman konuşacak bir şey kalmıyor zaten. Yani en azından kendiniz hakkında “ben yokum” diyemezsiniz, dememeniz lazım. Bunu Saint Augustine, tabii Dekart’tan çok daha kifayetli ve çok daha ustaca tartışıyor. (Aslında Dekart da o eski filozoflardan devralıyor birçok şeyi) Mesela, Saint Augustine “si fallor sum” der: “mademki hata yapıyorum, o halde varım. Bunun başka formülleri de vardır. “Dubito ergo cogito sum”: şüphe ediyorum (o halde bir şeylerin farkına varmışım demektir) O halde varım. Yani şüphe eden bir zihnim var. Kendi zihninin varlığını ispatlayacak… Evvela bir kere kendi zihnimizin, veya kendi benliğimizin, kendi şuurumuzun farkında olduğumuz gerçeği var. Eğer bunu da inkâr ediyorsak “ben de yokum” diyorsanız zaten konuşacak bir laf kalmaz geriye.
O yüzden benlik bahsinden başladım konuya: benlik bahsi, dil bahsi, zaman bahsi, Tanrı bahsi diye dört bölümdür o; âdeta bu konuştuklarımızın özeti mahiyetinde, üslubu da güzeldir yani: baktım -ben birkaç kere okuduğum için- şuur bahislerinde (şimdikine göre o zaman ki bilgilerim çok eksik olmasına rağmen) yanlış bir şey de söylememişim…
Tabii, benim bir de sanatkâr tarafım var: bir perspektif, bir kompozisyon lazım; bir yazıya başlangıçta fiyakalı bir girişle girip bir “punch” ile kuvvetli esaslı bir neticeyle bitirmek düşüncesiyle, “ego sum qui sum” diye başlayayım ben bu yazıya dedim; nitekim nihayetinde de, “suyun rengi kabının rengidir”diye Cüneyd-i Bağdadi’nin sözüyle bağladım. Yani iyi bir başlangıcı bir neticesi olur bir kompozisyonun diye sırf böyle fiyaka olsun diye, St. Thomas’dan hatırlıyorum bir özdeyiş “Ego sum Qui sum” diye. Aslında o söz de St Thomas’ın değil yine, çok daha eskiye gidiyor, St Augustine’de de var; zaten aslı Tevrat’ta var. (Hatta “intellige ut credas, crede ut intelligas” “Crede ut intelligas: anla ki inanasın; inan ki, anlayabilesin” sözü de St. Thomas’tan önce Saint Augustine de varmış. “Tanrı Şehri” kitabını okurken onu da gördüm yani).
Şimdi söze bu deyiş ile gireyim dedim elbette amma (henüz emin olmadığım için) kendi kendime dedim ki, bunu Saint Thomas böyle naklediyor, lakin bu sıradan bir söz değil. “Ego sum Qui sum” ne demek? “Ben Benim” demek. Bunu söylemek hakkı sadece Tanrıya mahsustur bana göre, benim bir felsefe birikimim var ama tabii sanatkârlıktan gelen sezgilerim de var. Bunu sadece Tanrı söyleyebilir ve söyleneceği yer de bellidir. Bu Turu Sina’da söylenir başka da olmaz.
Peki, aç Tevrat’a bak! Açtık, baktık, (neyse ben çok tembelimdir, bu yazıları yazmayışım ondandır; bereket Numan Bey sayesinde şimdi bir şeyler konuşacağız, yazamasak dahi) İşbu tembelliğim de var benim. Şöyle biraz karıştırdım; bir türlü bulamadım bu ifadeyi Tevrat’ta. O zaman tahminî bir ifade kullanayım, dedim. “Derler ki, Tanrı, Turu Sina’da-” derler ki diye rivayet üslubu yani birileri diyor; ne ‘derler ki’si kardeşim, Tevrat’ta Latincesinde aynen yazıyor; ama ben bulamadım ya, o yüzden “Derler ki, Tanrı Musa’ya Turu Sina’da ‘ego sum qui sum’ demiş,” diye yazdım. Ego sum qui sum: Yani, Mutlak Hakikat Benim, Hakikatin Tamamı Benim, anlamına gelir bu, St. Thomas’ın yorumuna göre. O yazıya öyle başlamıştık; şimdi bu mevzuda çalışırken, gene aynı minval üzerine, oradan Ego sum qui sum diye başladık.
*********
Şimdi efendim hadise şöyle -elinizdeki bu notlarda da zaten var, Arkadaşlarımın notlarında, yazılı biçimi de var- ben özetleyeyim: Musa birini öldürür, bir Yahudi’yi dövüyor diye bir Mısırlıyı öldürür ve sonuçta Mısır’dan kaçmak zorunda kalır. Aslında Musa’nın hikâyesi her iki bakımdan enteresan. Hem bu sosyal hayatta, psikiyatride bazen konuşulan self-identity problemi bakımından, hem identity problemi bakımından, son derece enteresan bir hikâye. Bazen mukaddes kitaplarda böyle şeyler olur. İnsanlar, anlamadıkları için, harfiyen böyle ‘hikâye’ diye okurlar ama işin arkasında çok büyük felsefi problemler ve çok enteresan imalar vardır. Mesela, Kur’an ‘da bir ayet var. İnsan, Varlık ve Zaman yazısına öyle başlamışım “Ve lillahi’l-Maşrıku ve’l-Mağribu fe-eynemâ tuvellû, fe-semme Vechullâh.” Doğuda da, Batıda da sadece Tanrı var: Nereye bakarsan bak, Tanrı’yı görürsün, hemen karşına Tanrının yüzü çıkar. Şimdi biraz Panteist imalı bir ayet. Niye böyle? Bu hiç transcendentalist / müteal Tanrı’ya benzemiyor. Hattâ böyle bir tane daha var; “insana şah damarından daha yakın “ diye. Şimdi bazen böyle, insanların basit bir laf zannettiği, fakat arkasında muazzam kütüphaneler dolusu tartışma barındıran sözler vardır, mukaddes kitaplarda. Bu da onlardan biri, Firavun Yahudilerin çocuklarını öldürtüyormuş da, annesi bunu suya bırakmış. İşte su da bulmuş, sudan geldi anlamında Musa demiş zaten, Firavun ’un kız kardeşi bulmuş bunu; büyütmüş. Fakat o arada işte bu Yahudi’nin birini döverken Mısırlının biri, öfkeli bir adam Musa, mısırlıya bir yumruk atmış, o da ölmüş. Bu da kaçmış Turu Sina’nın civarında Sina Çölü’nün medyen kavmi var. Onlardan birinin kızıyla evlenir. Neyse hikâyeyi biliyorsunuz. 10 Emiri falan. Orada çobanlık yapıyor. Keçi koyun güdüyor. Bir kızla da evlenmiş. Mısır’dan kaçak/sürülmüş ama aslında daha önce kendisini “Mısır Prensesinin oğlu” zannediyordu. Yani “ben Mısır prensiyim, Firavun ailesindenim” zannediyordu. Tesadüfen öğreniyor Yahudi olduğunu, ancak çok sonra, büyüdükten sonra. Yani orada self identity problemi var. “Kimlik problemi” var. Önceleri Musa, Firavun ’un kız kardeşi Asiye hanım: Adı da zaten: “sudan gelen” demek Musa’nın. Şimdi bu Musa çölde gezip keçi otlatırken, bakıyor; orda Turu Sina’nın dağların orda bir çalı var. Çalıda ışıklar çıkıyor; fakat çalı yanmıyor. Bu nedir diye merak ediyor. Gidiyor orada işte Tanrıyla muhatap oluyor ilk defa Turu Sina’da. Hatta Kur’an’da da vardır benzeri “Burası Vadi Tuba nalınlarını çıkar Ey Musa” diye, Tevrat’ta da aynı ifadeler var. Musa oraya gidiyor hatta şey demiş nasıldı Numan Bey hatırlayabilecek misin. “Ben gideyim bakayım, oradan ya bir ateş getiririm. Orda bir ışık var ya da nedir o, öğreneyim bakayım ne oluyor orada.” Gidiyor çalıya yaklaşınca orada,” mukaddes vadi ifadesi nalınlarını çıkar” diye hitap ediyor. Şimdi Musa başlıyor Tanrı’yla konuşmaya -tabii korkuyor yüzünü kapatıyor elleriyle Tevrat’taki ifadeye göre- işte orada Musa’ya Yahve (Yehova’da derler) Yahudilerin Tanrısı der ki: “-Ben Mısırdaki Yahudilerin çektiği çileyi gördüm, acıdım onların haline. Sana vazife veriyorum git Yahudileri Mısır’dan çıkar.” Musa “-İyi de diyor, sen kimsin, ben kimim? Ben nasıl gidip de Firavun’a böyle bir teklifte bulunacağım.” “-Sen korkma ben senin arkandayım ben senin Tanrı’nım” işte neyse uzatmayalım. Sonuçta orada Musa soruyor “Peki ben Yahudilere ne diyeceğim; beni kim gönderdi diyeceğim? Senin adın ne?” Orada İbranice ifade şöyleymiş “ehye asher ehye” Arapçaya “ehye ellezi ehye” diye çeviriyorlar. “Yahve” sözü de buradaki harflerden (ehye) çıkıyor -anlaşılan rubai bir kökü var. Efendim “Ego sum Qui Sum”diyor. “dixit Deus ad Mosen, ego sum qui sum”: Musa’ya dedi ki Tanrı, ben benim.” Ego sum, Qui sum: şimdi bu totolojik (tautological) bir ifade elbette… ilerde daha geniş şekilde ele alırız…
Şimdi bir tarihçi niçin şuur bahsiyle uğraşsın, fizikle, matematikle falan mesele tarihi bilginin güvenilirliğinde değil tabi benim öyle ilgilerim de vardı ama bu açıdan da bakarsanız tarihi bilgiye ne kadar güvenirsiniz? Tarih Nedir? Mesela Tabiat Nedir? Tarih nedir Sanat nedir farklı kategoriler bunlar aslında. Şimdi tarihin ne kadar güvenilebilir olduğundan mecburen mantığa olan münasebetleri dolayısıyla semantiğe ve matematiğe biraz bakmak zorunda kaldım. Mecburen epistemoloji sahalarına girdim. Sonra da tamamen epistemolojiye dönüştü benim tarih felsefem. Esasen de çok şüpheci bir temayülüm olduğu için ne zamanın ne mekânın ne de hatta maddenin kendisinin fizikçilerin tarif ettiği kadar kolay tarif edilebiliyor olduğunu bir kere kabul etmiyorum. Mantıkta çok şüpheli bir şey hatta matematikte ve hatta semantikte, dilin kendisi de bana göre. Onları geniş geniş tartışmak istiyorum, yani onlarla ilgili problemleri. Arkadaşlarımla bu toplantılarımızın beni çok sevindirmesinin sebeplerinden birisi ben genellikle bu konulara temas edip gittiğim zaman eski çevremde nasıl olsa kimse bunları anlamaz. Mesela semantikle hiç kimse ilgilenmez Türkiye’de. Yani işi gücü semantik tartışması felsefe tarihinin ama doya doya ilgilenmezler, mantık hadi neyse onun da sadece belli çeşitleriyle. Efendim matematik teorisine ve ya felsefesine de kimse girmez. Fizik felsefesi ve kuantum mekanikçisi olduğu için Afif hocamız ve benzeri kuantum mekanikçileri mecburen giriyorlar. Çünkü orada felsefe yapma zarureti klasik mekanikten çok farklı olan, çok zorluyor. Fakat onlarda çok safiyane bir felsefe tartışması yapıyorlar. Bunların hepsini çok uzun uzadıya tartışacağız. Ancak ben burada niye Ego sum’a da girdiğimi demin söyledim. Yani bir kere bir kompozisyon zaruretiyle o başlangıçta varlık ve zamanda, bir kere ben benim diye girersiniz benlik bahsine elbette fiyakalı bir af sonunda böyle suyun rengi kabının rengidir diye __ __ okuması zevkli bir yazıdır. “İnsan, varlık ve zaman” benim siteden okuyabilirsiniz. Ben tabi şunu da bağışlamanızı dileyerek tekrar hatırlatmak istiyorum ki aslında dinleyiciye hitaben değil de bizim kendi iç diyalogumuz mahiyetinde bir multidisipliner çalışmak. Yani şu demek ben tarihçi ve ya tarih filozofu olarak bu insanlığın birikimini ister fizik, ister felsefe, ister tarih, ister geleceği anlamında tartışacağım. Bu neticelerle birlikte bunları tenkitte edeceğim elbette. Fizikçi şuradan şuraya geldi ama şu anda hoş bir problem vardı ve ya felsefeci. Bu arada muhataplarımın biri ruhiyat profesörü, biri kuantum fiziği tabi kuantum fizikçisi olunca ister istemez matematiği de çok iyi bilmek zorunda. Yani ben matematikten, kuantum fiziğinden, mantıktan bahsetmedim değil eserlerimde varlığın anlamında. Böyle bir ikinci bölüm var mesela Aristo mantığından yapılan tenkitler İşte Kopenhag ekolüyle ilgili biraz değerlendirmeler efendim matematikteki kontorun sertler teorisi ile ilgili Goderin ispatlana bilirlik problemleri ile ilgili tartışmalar orada da var. Hatta mistik tartışmalarda var Orda varlığın anlamlandırılmasıyla, zamanla ilgili. Ancak onları yazdığım zaman zaten ancak o kadarını biliyordum sonradan okuduklarımda pek de yanlış şeyler söylemediğimi, yönelişimin doğru olduğu teyit etti bana hep okuduklarım. ___ tabi şimdi burada biz tartışırken şöyle bir ümidimiz var. Bir ruhiyat bahsi tartışacağım mesela oradaki benlik seviyesinde tartışmayacağım artık bütün yani karşımızda bu işin uzmanı bir psikiyatri profesörü var. Yanlış yaparsak katkıda bulunacak tashiye edecek veya efendim tashih edecek yani genişletecek konuyu bir takım tashihlerle ilaveten kendi katkılarını sunacak tabi bu şeyler yine kendimiz için söylüyorum video filmleri deşifre edildikten sonra bende ki ben hiç çalışmazdım şimdiye kadar sayenizde ilk defa çalışıyorum. Numan’ın sayesinde bu sayede de depresyondan çıktım. Numan’ın sayesinde çok büyük iyilik yaptı. Yani böyle bir konuşma imkânı ile onu da arz edeyim. Yani bende sizlerde ha bu şeylere efendim bunları konuştuk ama bunlara şunları eklemeliyiz şöyle zenginleştirmeliyiz. Bunlar fazlalık bunlar eksik falan gibi katkılarda yapmaya çalışıp İnşallah bunu bir dörtlü multidisipliner bir çalışmaya dönüştürebilir miyiz hevesi var bende. __ aynen böyle düşünür, sizlerde böyle düşünüyorsunuz zaten. Şimdi burada konuşacağımız şeyleri yani şuur bahsinden başlıyoruz. Ben planı öyle yaptım çünkü evvela consciouness başlar. Sonra bilgi oluşur. Consciouness’dan sonra gelen bir şeydir. Ondan sonra oryantasyon olur insan hayatında da böyledir. İnsanlık tarihinde de böyledir. Sonra geleceği ve aksiyon planını tartışırız. Ama bu arada biz zaten consciouness içinde bir kere mantığın problemleri tartışacağız. Semantiğin problemlerini tartışacağız. Çünkü consciouness evet consciouness önemlidir. Ama ben sadece consiouness üzerine konuşan bir adam değilim. Yani onun uzmanları var, yüzlerce şeyler yazmışlar mesela David Chomsky bu konuların meşhur uzmanlarındandır. Onun bir sitesi de var. Haddi hududu olmayan bir literatür vardır. Oraya girerseniz görürsünüz linklerinden, kendi yazdıkları da çok fazladır. Başka linklerde haddi hududu olmayan bir literatürdür zaten consciouness modern temellerden dolayı, ancak pek çokta yönü vardır tartışılması gereken. Ancak consciouness kendisi bile benim için önemsiz asıl arka planda çok daha önemli ve çok daha girift ve çözülmesi çok daha zor problemler vardır. Aristo soul diyor, öbür adam ruh belki benlik diyor, belki nefs diyor falan ama bizim kendi personel identitymiz yani şahsi varlık olarak ben Şahin Uçar sadece vicdanımda teşekkül eden intibaları gerek iç âleminde gerek dış dünyadan aldığım intibaları değerlendirmekten ibaret değil. Ayrıca bu Şahin Uçar denilen zat her kimse o şahsi benlik işte ego sum qui sum dediği tanrının ki gibi değil ama ona da benziyor. İnsan mukaddes kitapların bazen söylediği gibi Tanrı’ya benzer surette yaratılmıştır falan da der ya Tevrat. Şimdi insan da tıpkı Tanrı gibi nitekim o benzetmeleri Saint Augustin’e de yapıyor. Bir kere biz şimdi mind diyoruz ama ne kadar doğru evet alıştık bu tabirlere şuur diyoruz ama ne kadar doğru, onları hep tartışmamız gerekecek bence uzun uzun tartışabilsek çok iyi olacak.
Afif Hoca: şu gönül lafı
Şahin Hoca: gönül lafı çok güzeldir ama Türkçe o şimdi. Türkçe ifade imkânları yüzünden “gönül her neyi severse dil ona fetva verir, dil onu söyler” diyor Hacı Bektaşi Veli mesela. Çok güzel incelikli yönleri vardır gönül lafının “hayaliyle tesellidir, gönül meyli visâl etmez” diyor mesela Fuzuli bunun için. Şimdi biz de hayali ile teselli oluyoruz biraz bunun. ama sayenizde böyle bir multidisiplineer bir çalışma yapabilirsek -girizgâhımı bozmamak için şöyle kısaca tamamlayalım da- Numan Baba şimdi sayenizde multidisipliner çalışma yapabilirsek bu konunun bütün yönlerini ele alma imkanı zuhur edebilir mi acaba? En azından özet olarak dahi olsa filan diye de çok heyecanlandırıyor beni. Tabi o “ego sum qui sum” bahsine ancak şimdi geliyoruz maalesef. Şimdi onlar çok daha büyük konular Afif hocam temas etti ama tabi bende heyecanı sebebiyle zevkle dinledim. Ancak sonra tartışacağız zaman bahsini, mekân bahsini hatta maddeyi ve hatta maddenin var olup olmadığını dahi tartışmamız gerekecek bir noktadan sonra.
Yani şuur bahsi ile niye başlıyorum. Çünkü biz evvela bir kere kendi varlığımızın ve dışımızdaki tabiat kuvvetlerinin farkına varıyoruz. İtibarlarımızla ve bilgi de ondan sonra bir enformasyona dayanarak başlıyor. Bu enformasyon temel üzerinde inşa ediliyor. Bilgi durup dururken oluşmuyor ki ondan sonra muhakememizle bunu değerlendiriyoruz. O zaman felsefe giriyor işin içine, o zaman semantik giriyor, o zaman mantık giriyor, o zaman matematik giriyor. Haa bu arada şu noktayı hemencecik arz edeyim Afif hocam bunu hatırında tutarsın diye yani söylediğin şeyin fizikçi olarak, matematikçi, mantıkçı ve ya efendim zaman tarifi tabi ki öyle fizikçilerinde hatta çok daha farklı düşünen fizikçilerde yok değil. Onu da tartışacağız ama şimdi fizik hakikati aramanın yolların sadece biri ilim yani. O ilmi metodolojinin kendi dikte ettiği metot ve sınırlar var. Sanatta bir başka yoldur ama felsefe de başka bir yoldur, tarihte başka bir yoldur, dinde başka bir yoldur. Bunların hepsinin kendi usulleri tarzları avantajları-dezavantajları var tarih felsefesinden maksat bu bütün farklı bakış açılarının ne kadar hangi özelde, hangi nispette kullanacağı dezavantajı-avantajı nasıl dengeleneceği üzerinde bir conspective bir bakış açısı olduğu için zaten ben o yüzden böyle bakıyorum. O yüzden şimdi gerek bu ___ faslının artık bitirip bu konuda kafamız netleşsin diye yaptım bu izahatı. Asıl şeye gelelim şimdi buraya yazmışım daha hemen tuttuğum notların başına Tevrat’tan bir ifade diyor ki Latincesini de yazmışım hatta “ her şey zordur, insan onu kelimelerle açıklayamaz” bu Hz. Süleyman’ın sözüdür bariz de 8. Bahiste. Bir ara ben bir makale yazıyordum tarih felsefesi üzerine orada kullanmıştım çok hoşuma gittiği için, konuya girizgâh olarak söylüyorum. Sadece şuur bahsini zaten şuur bahsi içinden çıkamıyorlar o denli. Ayrıca onu da söyleyeyim consciouness içinden çıkamadığı bir ve en fazla önemsediği bir bahis modern dünyanın. Onun çok problemleri var. Şimdi burada varlık bahsinde daha demiş ki adam ki bunun da geçmişini anlatabilirim benim bununla ilgili bazı şeylerim var ama lüzumsuz laf uzuyor. Varlık bahsinde 8. Ayette demiş ki “ her şey zordur, insan onu kelimelerle açıklayamaz, göz görmekle dolmaz, kulak işitmekle dolmaz” yani şimdi burada söylemek istediği şey adamın bambaşka bir şey ve zamanla ilgili biliyor musunuz burada söylenen şey. Çünkü zaman içinde değişe intibalar etrafımızda olup biten hadisat hakkında bizim şuurumuzun kendine göre intibaları ama bunlar yanıltıcı demek istiyor. Bununla ilgili uzun uzun bir takım şeyler yazmıştım vaktiyle şimdi girmeyeceğim. Yani aynı şunu söylemiş oluyor söz zordur. Ne yaparsanız yapın açıklayamazsınız bazı şeyleri, çok uzun uzadıya konuşmak lazım. Ben bunu şeyle tercüme etmiştim de oradan çıktı bu münakaşa. Aslında vaktiyle ben bunu bir yerlerde tekrarladım kitaplarımda. Her söz eksiktir, insan söz söylemeye kadir değildir diye tercüme etmiştim. Fakat benim tercümem __ bir tek Tevrat metni buldum o da başka. Şimdi bizim de her söylediğimiz maalesef eksik oluyor, kusurlu oluyor. Şu anda o anlamda söylüyorum. Çünkü biz zannediyoruz ki bu bundan ibaret hâlbuki değil. Yani şimdi evet fizikçi şunu söyleyebilir, kendi metodolojisi ve kendi anlayışı açısından ama bakalım ki ben ne diyeceğim o fizikçiye, felsefeci ne diyecek veya efendim mantıkçı ne diyecek. Şimdi maalesef bilim adamları çok farkında değillerdir ama fizikalist davranmak zorundalar bir kere metot olarak materyalist olmak zorundalar ve ona göre bir metodoloji bir konfirmasyon geliştirmek zorundalar.
Şahin Hoca: hayır ama senin için söylemiyorum. Kuantum mekaniği işleyişi de o onu o anlamda söylemiyorum. Genel bir şeyse zaten o yüzden söz eksik kalıyor. İşte dediğim gibi o zaman sen ekle.
Afif Hoca: bir dindar vardır, bir dini dar vardır. bir bilimci vardır, bir bilim insanı vardır.
Şahin Hoca: şüphesiz ama genel olarak fiziğin öyle bir temayülü var.
Afifi Hoca: tabi genel olarak temayülü var çünkü.
Şahin Hoca: tabi kuantum mekanikçisi farklı düşünebilir o başka.
neyse bilim felsefesini zaten tartışacağız hocam, mantığını falan tartışırken. Ben, izin verin şimdi bu ego sum bahsine gireyim. Ego sum’a niye girdi Şahin hoca burada derseniz, o vaktiyle basit bir hevesle kompozisyon zaruretiyle öyle tahminle söylediğimiz şey. Burada biraz şundan dolayı çünkü zaten mesele identity problemi ile başlıyor. Tanrı diyorsunuz burada ama Tanrı kendisine bir isim vermemiş. Benim ismim Yahve’dir dememiş. Ben benim demiş. Bir kere orada isimlendirme bakımından yani semantik… Tartışılması gereken yönler var.
Yücel Hoca: hocam ciddi anlamda başka bir tabir kullanılıyor Yahve için hatırlıyor musunuz?
Şahin Hoca: Haşem! Çünkü Yehova en kutsal isimdir. Bakın Tanrı’nın 99 Esma’ül Hüsna’sı vardır ya birde gizli adı vardır. İşte bu gizli ad budur bana göre de. Zaten Yahudiler söylemez hatta Amin Maloof da “Yüzüncü Ad” diye romanını yazmıştır. Yani işte ortaçağda yazılmış bir kitap var da, filan. O ayrı bir teferruat bahsi, o kadar teferruatına girmeyelim. Şimdi burada biz meramımızı tam ifade edemiyoruz. Yahu tamam ben diyorum ki fizikçinin mantalitesi ama arkadaşım da kuantum fizikçisi ve matematiği de iyi biliyor. Diyor ki her fizikçi değil hocam o var, bu davar. Tabii, onları ben de biliyorum. Senin burada yapacağın katkıların dahi farkındayım ama bir genel çerçeve çizerken bazen söz eksik kalıyor. İşte tarif yetersizliği, İsimlendirme de öyle bir şeye isim vermek, yani burada Tanrı, Âdem’e bütün isimleri verdi diye başlayış sebebim de o “naming” diye bir şey var “ naming and necessity” diye kocaman kitap yazmış adam. Yani, sen tamam Afif diyorsun da, ne demek? Şahin Uçar diyorsun da ne demek ve ya Tanrı diyorsun da. Ben diyorsun da ne demek, var mı yok mu öyle bir şey.
Şimdi benlik diye konuşuyoruz ama burada asıl mesele o benliğin mahiyeti değil çünkü onunla ilgili sayısız tartışma nakledeceğim ben size vakti gelince, zemin olursa. Mesela adamın beynini ortasından keserler ve iki farklı şahsiyet oluşur aynı bedende: bu sefer sağ eliyle aritmetik çözerken sol beyin der ki ben hiçbir şey aritmetik filan düşünmüyorum bile. Epilepsi hastalarında falan, başka bin türlü hali vardır şuurun tartışılması gereken.
ama problem şu ki biz kendimize sağlam idealler kurmak istiyoruz. Aslında fizikte de yapmak istediğimiz o, tarihçilikte de, başka şeylerde de. Biz sağlam bir bilgi temeli bulmak istiyoruz. Güvenilebilir, tartışmasız, en azından ispatlanamasa bile, güvenilebilir bir sağlam temel bulmak istiyoruz. Filozoflar öyle düşünmüşler, Dekart şöyle düşünmüştür “mademki ben düşünüyorum o halde varım.”
Yücel Hoca: hocam affedersiniz, Numan hocam da açılış konuşmasında bu konuya temas etti. Psikiyatrinin bir bilim olma iddiasını nasıl destekleyeceğiz. Tarih için aynı şeyi söylüyorsunuz. Felsefe için konuşmuyoruz zaten.
Şahin Hoca: felsefe için de, fizik için de söz konusu bana göre. Diğer disiplinler için de… geleceğim ona.
Yani şimdi ben burada sadece şuur bahsini tartışmayacağım ikinci bölüm de de sanattır, felsefedir efendim dindir, metafizik veya efendim
1.HAFTA 12.KISIM
Veya tarihtir, ilimdir. Metodolojisiyle, problemleriyle hepsini tartışmamız gerekecek. Burada bilim felsefesi yapıyoruz. Bilim felsefesi yaparken -bilim felsefesi dedik ama bilimin felsefesi değil sadece, külli bilginin felsefesi anlamında… Sanatın da felsefenin de ilmin de dilin de tarihin de tartışıldığı geniş bir epistemolojik çerçeve çizdim ben kendime. Onun için de tabii ki fizikle ilgili söylediğim şeylerde bir yanlış olurca ya da tamamlanması gereken bir husus olunca Afif Bey hocamın katkısı olacak veya psikiyatri ilgili söylediklerimde Numan hocamın veya felsefeyle ilgili söylediğimde senin katkıların olacak. Yahu burada mesele bu türlü bir disiplinler arası çalışmayı belli bir program içinde götürelim diye böyle kayıt yaptık.
Yoksa “ego sum qui sum” sözünün kendisini değil. “ego sum qui sum” epigrafı önemli değil; Şundan dolayı önemli değil, basit bir şey gibi görünüyor. Tevrat’ta bir hikaye, tamam. “Ben benim”. Tamam ama ne demek Ben benim? Zaten bu totolojik bir ifade. Kendi kendine referans veriyor bir kere. Niye öyle. Niçin totolojik bir kere? Sebepleri var. İlahiyat açısından da var, felsefe açısından da var. Şerh edilmesi gerekiyor, üzerinde durulması gerekiyor. Yani bir kere isim verilemeyen bir şeyi isimlendirmeye çalışıyorsunuz Tanrı’dan bahsederken.
Ben bunu şöyle arz edeyim; yine sanattan gelecek örnek aklıma. El Greko’da, Kazancakis bir hikâye anlatır. Bir papaz Katolik papazı ile Knossos Sarayı’nı geziyorlarmış. Neyse sohbet etmişler, geri dönüyorlar. Yolda bir tekke var. Tekkeden geçerken susamışlar musamışlar yürürken şehirde, şehir de Girit mübarek. E şurada tekkede dervişle bir sohbet edelim, bir tas su içelim falan diye oturmuşlar. Derviş baba ile sohbet etmişler. Sohbet tatlı gelince işte Katolik papaz bir ara derviş babaya demiş ki; ‘ ya Yahudiler Yehova diyor, siz ‘Allah’ diyorsunuz biz ‘God’ diyoruz. Derviş baba sen Allah’a (Tanrı’ya) bir isim vermiş olsaydın ne isim verirdin. Derviş böyle derin derin bir ah çekmiş, hüzünlenmiş. Ben ‘ Ah ‘ derdim demiş. Şimdi, Ah dedirtecek kadar problemli bir konu aslında bu isimlendirme konusu yani gerçekten. Sadece tarih konusunda değil. Felsefi açıdan çok problemli bir konu. Mantık açısından çok problemli bir konu ve onları tartışmamız gerekiyor aslında. Diğer tarafından bu ego sum qui sum u, ‘ben benim’ derken “identity”yi tarif etmiş oluyor. Ve özdeş bir şey dikkat ederseniz. Matematikteki, a eşittir a gibi… A, a’dır der gibi bir şey oluyor. Veya a eşittir b ve , b eşittir c olunca o halde a eşittir c olur demek gibi…?
Afif hoca: E Dört tane konu var!
Şahin hoca: Ama yani hepsini birden konuşamayız! Şimdi ben genel bir çerçeve çiziyorum. Şunu üç cümleyle tamamlayayım da.
Şimdi bu ego sum qui sum muhtelif yönleri var. Bir kere ilahiyat yönü var. ‘Hakikatin tamamı benim, hatta varlığın tamamı benim. hatta “siz zaten yoksunuz, sadece Tanrı var!” demeye geliyor bu Spinoza’nın yorumuna bakarsak. O da bir Yahudi. “Varlık zaten Tanrı”dır diye bir fikri var ki panteizme de çıkıyor. Cosmos? anlamına geliyor. Bu yüzden Cosmos lafı bana enteresan geldi demişim. Çünkü Philo’nun buradaki yorumlarından notlar almıştım tabii bilemiyorum teferruatını Eski Yunancada “varlık” anlamına da geliyor, o terimler. Yani orada kullanılan kelimeler ego sum qui sum falan orada eski Yunanca orijinallerini vermiş Yahudi PHİLO. Ben notlara ekledim söylerim yeri gelirse diye Ama maalesef çok hızlı gitmek zorunda kalıyorum. Şimdi, varlık anlamı da var bunun. Varlıkla özdeş bir şey olarak da tarif etmiş oluyor Tanrı kendini burada. İlahiyat açısından çok geniş şümulü var ve çok geniş tartışma gerektiriyor. Ve tartışılmış zaten tarih boyunca. St. Augustine’den St. Thomas’ına kadar büyük ilahiyatçılar tartışmış.
Mantık açısından önemi var. Çünkü sadece isimlendirme açısından değil, yani mantıkta nesnelerin aidiyeti, özdeşliği bakımından da, nesnelerin, yüklemlerin içerdiği extensionlar? ,- burada içerdiği bir extension yok-, orada bir ışık görmüş adam, o ışığın yanına gidiyor – bu hususa dikkat ederseniz- , bu extending bir şey değil uzayda. Zaman içinde böyle bir ışıltı process yani, bir ışık. Yani tamamen intensive bir şey, zamani bir şey. Ben hatta bir ara Numan’la konuştuğumda söylemiştim: Egonun kendisi, benliğin kendisi veya bizim ruh dediğimiz, zihin dediğimiz şey de zamanla ilgili ve mekândan tamamen münezzeh ve beyinle de çok ilgili bir şey olarak tarif etmiştim. Yani burada çok problem var tartışılması gereken. Hele zamanın, mekânın, maddenin ve şuurun mahiyeti, benliğin mahiyeti o kadar geniş konular ki… Zaten bitmez ama bir açıdan yapabilelim istiyoruz. Burada bir identitification problemi var bir. Ve identity, yani özdeşlik mi dersiniz, ayniyet mi dersiniz, bir kere bu metafiziğin bir numaralı problemidir. Fizikte de öyledir, ama metafizikte de öyledir. Metafiziğin de kendi tartışmaları var. Fizik gibi değil metafizik. Metafizikte “birlik ve çokluk” tartışılır. Hatta bizim eski sufiler kesrette vahdet falan diye tartışırlardı. Birlik ve çokluk tartışılır. “Sebeplilik” tartışılır. “Cevher” tartışılır. Cevher şimdi çok farklı anlaşılıyor, -fizikte de çok başka anlama geliyor ama-, o eski gelenek hala devam eder. Buna rağmen cevher bahsini modern fizikle, kuantum fiziği planında tartışan kitaplar da vardır. Mesela kim var? O eski- burada benim naklettiğim-, Spinoza’nın cevher teorisi anlamında değil, o kadar ciddi değil. Bilakis Kuantum mekaniği anlamında tartışan bir büyük adam vardı Samuel Alexander diye. “ Space, Time and Deity” diye kitabı var. Yani uzun uzun tartışır Space, Time vs. diye. Şimdi onlar da var elbette.
Demek istediğim burada niye gelmiş bu “ego sum qui sum” sözü üzerinde duruyorum? Çünkü mantığın da matematiğin de fiziğin de temelinde bu tartışma var. Bir kere madde nedir kardeşim ya? Discreet midir continious mudur? Bir kere madde discreet olabilmesi gerekir ki siz onu anlayabilesiniz. Particuler (belli) olacak, singular (tekil) olacak, teşhis edilebilir olacak, belli sınırları olacak. Bir eleman olacak.
Kardeşim bu bir bardaktır ama bu bardakla şu bardak çok farklıdır. Şimdi burada baktığın zaman kuantum mekaniği bunu tartışmalı hale getirebilir ama insan muhakemesinden bahsediyoruz. Bir kere dil tahrif etmeye başlıyor: dicreet, Uzaysal hale getiriyor. Ondan sonra semantik yapıyor bunu. Ondan sonra felsefeci yapıyor. Bir de klasik fizikçi yapardı. Şimdi iş karıştı. Çünkü bu nesne, continuum mu discreet mi çok tartışılır. Farkındayım elbette o tarafı da var işin. Fizik açısından bile tartışılır hale geldi, elbette.
Ama bir insan muhakemesi var şimdi. Şuurdan sonra ne başlıyor? Müşahededen sonra ne başlıyor? O cognition’la birlikte ne başlıyor? Muhakeme başlıyor. Akıl başlıyor yani. Akıl, şuurdan çok daha önemli bana göre. Çünkü şuurda sadece – evet bazı intibahlar vardır, cognition önemli Qualia’sı vardır şusu vardır busu vardır izah edilemiyordur, şöyledir böyledir çok önemlidir, doğrudur. Zaten şuuru izah edemiyorsan aklı nasıl izah edeceksin Aklı izah edemiyorsan onun arkasındaki ruhu nasıl tartışabiliyorsun? diyebilirsin. Hâlbuki buradaki o “ego”, hem aklın hem şuurun hem de bedenin toplamının sahibi ve bunları yönlendiren o.
Bir açıdan da şöyle bir problem var sen muhakeme etmeye başlıyorsun gördüğün nesneleri. Bir ayrıma tabi tutuyorsun, bir tasnif ediyorsun, şunu yapıyorsun bunu yapıyorsun tamam sensation perception şu bu. Ama ondan sonra muhakeme başlıyor. Ne yapıyor muhakeme? Peki kardeşim ne ile tartışacağız biz bunları? Bir, “dil” ile tartışırız. Semantik tartışması bu. Yani dilin tarifleri vardır, kategorizasyonları vardır, kendi mantığı vardır, kavram tartışması vardır ki semantik felsefecilerin tarih boyunca yaptığı bir şeydir. İki, mantığını tartışırız. Üç, matematiğini tartışırız. Fizik yönünü tartışırız. Bunların hepsinin tartışılması gerekiyor. Ve hepsinin de sınırları olduğu kanaatindeyim ben. Ve öteden beri diyorum ki, “kardeşim bakın! Sizin sadece şuurunuzda değil muhakemenizde de, kullandığınız aletlerde yani dilde, mantıkta, matematikte ve fizikte de büyük problemler var. Bazıları aşılamayacak kadar büyük problemler.” Çünkü kendi içinde paradoksal değil sadece. Doğrudan metotla ilgili ve anlayışla ilgili problemler var. Onu da nasıl değerlendireceğiz? Efendim siz böyle söylüyorsunuz ama, vaktiyle Newton da böyle demişti ama Heisenberg böyle söylüyor. Einstein böyle dedi ama falanca da böyle söylüyor. Bakalım bunun aslı nedir?
Mesela ben şu tartışmayı yapıyorum Çok bu bahse gelmedik de söyleyeyim şimdiden. Şimdi siz maddeyi tarif ederken deepforce, strongforce, elektromanyetizma efendim gravity diyorsunuz bu dört alan. Sonra bu dört alanı birleştirmeye çalışıyoruz. Diptoryum, hektoryum bilmem ne diyorsunuz. Ama şu ana kadar fizikçiler arasında kabul görmüş müşterek bir formül ortaya koyabildiniz mi? Koyamadınız. Bu da şu demektir. Kardeşim, siz bunu kabullenmeyebilirsiniz. Biz aslında maddenin doğru dürüst tam ikna edici bu dört alanı birden kapsayan bir teorisine sahip değiliz. Yani maddenin ne olduğunu bilmiyoruz demektir bu son tahlil de.
1.HAFTA SON KISIM
Maddenin ne olduğunu bile bilmiyor fizikçi gibi bir insan, bu biraz fazla aşırı cüretkâr oldu ama, şimdi sana söz vereyim artık. bu bahsi yeteri kadar toparladım gibi geliyor, en azından bu ego sum bahsinde. Yani demek istediğim bu meselenin fizikle, matematikle, mantıkla, semantikle ilgili yönlerini zaten tartışmamız gerekiyor. consciousness bahsi içinde bunlar bir bölüm. Nedir bunu evet res extensa res kogitans diye Dekart bunu kullandı. Bir dış dünyadaki şuurumuzun intibaları var, dış dünyayla ilgili, maddi dünyayla ilgili; bir de kendi iç âleminin problemleri var. Onların hepsini tartışmak lazım. Kendi iç âlemindeki problemler bir kere muhakemesinde başlıyor. Yani semantikte problem var diyorum bu böyleyse bir felsefeci bunu çok ciddiye almak zorunda. Ben bunu söylüyorum. Bu o zaman bütün felsefeyi aşırı sert bir tenkide tabi tutmak anlamına geliyor. Çünkü felsefecinin elinde başka alet yok ki mantık ve semantikten başka
Afif Hoca: bence kesinlikle çok sert bir sopayla dövülmesi lazım
Şahin Hoca: sert bir bu sopa işte zaten. Bir kere semantikte problem var dedin mi felsefe güme gidiyor. Matematikte problem var dedin mi, fizikte problem var dedin mi ilim güme gidiyor.
Afif Hoca: güme gitmiyor, aradaki fark bu zaten
Şahin Hoca: gider, gider.
Afif Hoca: hayır gitmez. Çünkü bilim; din ya da felsefe gibi mutlaklıklar üzerine kurulu bir şey değil. Bir Yücel hoca şeyi sordu Neden ve Niçin. Neden aslında nedensellik ilişkisi de geçmişte olan bir şeyin sonra ne yapacağını söyleme. Niçin gelecekte olan bir şey için önceden intention la ilgili olan bir şey. Bu yüzden bu ikisi birbirinden farklı ayrıca masa sorusunun versiyonları olarak ne zaman, nerede, kim ondan sonra
Şahin hoca: benim tenkidimi anlamadın Afif Bey. Fizikçiye yaptığım tenkit şu kardeşim sen maddenin mahiyetini tam manasıyla anlamadıysan, maddenin ne olduğunu bilmiyorsan, zamanın ne olduğunu bilmiyorsan, mekânın ne olduğunu bilmiyorsan bu nasılı nasıl anlayacaksın acaba.
Afif hoca: hocam bende şunu söylemek istiyorum. Bir fizikçinin maddenin tam olarak ne olduğunu, zamanın ne olduğu falan filan gibi dini ya da ulvi bir görevi yok. Anlamakla ilgili sorusu var. Kütle nedir? Bir felsefeci anlatsın, siz anlatın kütlenin ne olduğunu fizikçi dâhil bunlar 2 sene öncesine kadar bilmiyordu. Kütle diye bir şey kabul etmiştik. Ondan sonra onun mekanizmalarını çıkardık ve ondan sonra neler olabileceği hakkında fikir sahibi olduk.
Şahin hoca: yani bir şekilde ilmimizin arttığı doğru, bir fikir kalitesinin artığı da doğru. fakat şu anda ilim kendi alanında dahi tatminkâr ve semereli. Kendi alanıyla ilgili kendi söylediklerinden bahsediyorum ben. Felsefi alana da taşmaz değil ama fizikle ilgili söyledikleri yetersiz adamın, matematikçinin matematikle ilgili problemi var. İşte zaten onlar derinleşsin diye buradayız.
Afif hoca: kesinlikle, felsefecinin felsefeyle, tarihçinin tarihle, psikiyatristin psikiyatriyle
Numan hoca: ama sonuçları itibariyle insanların o pratik noktaya gelmesi
Şahin hoca: bu conscious işin sadece epistemolojik yönüne giriş anladın mı onu netleştirmek lazım.
Yücel hoca: ben şunu da söylemek istiyorum. Siz sözünüzün bir yerinde dediniz ki filozoflar da şüpheci sayılır elbette tabii şüphe etmeden felsefe olmaz da hani şimdi sürekli diyorsunuz ya o bilginin tamlığına kesinliğine __ bir eleştiriniz var, ama bir yerde de durmamız lazım
Şahin hoca: eğer kendimizi de inkâr edersek konuşacak laf kalmaz.
Yücel hoca: şüpheciliğin bir sınırı var yoksa öteki türlü şey oluruz. Filozof olmayız sofist oluruz.
Yücel hoca: şimdi bu oturumda herkes birer fıkra anlattı Numan hocam hariç birde ben anlatayım. Belki anlatmışımdır size ama şimdi bir zat-ı muhterem hayatın anlamını sorguluyor, öğrenmek istiyor nedir hayatın anlamı diye etrafındakiler soruyor, din adamlarına soruyor işte filozoflara soruyor. Herkes bir şey söylüyor ama tatmin olmuyor. En sonda birisi diyor ki bence senin bu sorunun cevabı Tibet’te bir manastır var onun bilgesi verebilir. Adam büyük zorluklarla gidiyor, aylarca seyahat ediyor Tibet’e haftalar sonra ulaşmak için işte neyse varıyor tabi manastırda sıra bekliyor, bir sürü sıra bekliyor. Artık sıkılmaktan bile sıkılmaz hale geliyor manastırın bahçesinde. Ondan sonra otururken biri geliyor omuzuna dokunuyor. Diyor ki sıran geldi seni bekliyor. Gidiyor ondan sonra oturuyor bilgenin karşısına bilge diyor ki “söyle evladım nedir sorun”. O da diyor ki efendim “hayatın anlamı nedir”. Bilge tabi kafası böyle, “hayatın anlamı sudur” diyor. Soruyu soran kişi şaşırıyor tabi “su mudur” diyor şaşkınlıkla. Bilge adam diyor ki “değil midir.” Biz şimdi bu kafayla felsefe yapabiliriz.
Şahin hoca: hayır zaten problemlerden birisi de o, benim telkin etmek istediğim. Yani bir filozof olarak değil, tarih filozofu olarak baktığımda, ben felsefeye çok ağır tenkitler yapıyorum, ilk defa değil. Düşünceler isimli konferansım vardı Sivas’ta, orada dedim ki “yani bakın bu tenkit düşünceye yapılan Eflatun gibi Aristo gibi Dekart gibi büyük üstatlarımız dâhil bütün felsefeye yapılan bir tenkit. Eğer sizin konuştuğunuz dilin semantik temelleri şüpheli ise ve bununla ilgili bir sürü şey söyleyebiliyorsanız zaten dilin kendisinde çok fazla problem var orada. Problemlerin yani haddi hududu yok. Efendim dilin kendisinde, mantığın kendisinde zaten semantikte ve mantıkta kusur buluyorsanız, geriye felsefe kalmadı kardeşim: boş laf. Hatta felsefe kavramların tartışmasını yapan, lisan oyunlarına irca edilmiş bir lisani gevezeliğe ve dedikoduya dönüşüyor bu takdirde. Çünkü bir şey çıkaramıyor içinden.
şimdi burada felsefenin kullandığı alet ne? biri semantik öbürü mantık şimdi mesela şunu da diyenler oldu felsefede ben onunda farkındayım elbette. Hans Reichanbach Bilimsel felsefenin Doğuşu kitabında bırakın o eski felsefeleri cevheri mevheri sadece bilimin söyledikleri felsefedir. Böyle diyeni de var. Yani biz bunların farkındayız ama sonuç olarak felsefenin de problemleri var kardeşim onu tartışmak zorundayız. Matematiğin problemleri var, fiziğin problemleri var, Tarihin zaten bambaşka bir anlayışın var benim tarihçilik bahsinde, zaten ona geleceğiz ilerdeki fasıllarda tarihten bahsederken__.
Buradaki tartışmanın özü şuurdan başladığı için bilgi yani ister istemez intibalardan başladığı için gerek dış dünya gerek kendimiz hakkında o intibaların epistemolojik temellerini sorgulamak, onun arkasından muhakemeyi sorgulamak, onun arkasından da bilginin çeşitlerini, her birinin kusurlarını sorgulamak ancak ondan sonra ayağınız yere basarsa gelecek üzerine bir tarih felsefesi tartışması yapacağız.