– “sevgili hocam, sizce ‘nâkıs’ bir cevher olabilir mi? şöyle sorayım: cevher, nâkıs olabilir mi? selam ve muhabbetle.”
.
Hocam ortaçağdaki, gerek İslam gerek batı felsefesindeki, cevher anlayışına göre düşünürsek böyle sormakta haklısınız tabii. Ben de, özellikle o felsefi terminolojiyi kullanarak fikrimi veciz bir şekilde ifade edebilmek için bu terimler ve bu üslub ile yazdım. Şimdi uzunca bir bahis bu; ama hatır-ı şerifiniz için, o kadar uzun yazmaya üşensem de, ne demek istediğimi arz etmeye çalışacağım.
.
Malumu aliniz bu cevher bahsi bir manada felsefecilerin baş belası olmuş, hatta Hans Raihinger “bilimsel felsefenin doğuşu” kitabında bir yerde, “bırakalım artık bu cevher tartışması saçmalıklarını” dahi demişti. Buna mukabil, biliyorsunuz Spinoza üstadımız ise o geometrik ispat metoduna özenerek yazdığı meşhur etika’sını da -ki eski İslam felsefesi ve İbni Meymun tesiri de var işin içinde zannımca- işbu cevher kavramı ile temellendirmişti. Şimdi Spinoza gibi kabul edersek cevheri, zaten tanrısal bir şey: bir modu tabiat, diğer modu tanrı olan bir cevher oluyorsa varlık, hiç “nâkıs bir cevher” olabilir mi? Elbette olmaz. Bir şeyin veya meselenin en iç derunundaki o sarsılmaz istikrarlı kalıcı/değişmez/baki hakikat özü olarak anlamak da var cevher kavramını, elbette.
Benim felsefeme göreyse mesele, felsefecilerin semantik tahlilleri ile karmakarışık ve anlaşılmaz ve içinden çıkılamaz derecede muğlak hale getirdikleri bu cevher tartışması, aslında çok basit. bir tarih felsefesi süzgecinden geçirip meselenin etimolojisi ve tarihine bakınca anlaşılmayacak bir şey yok. Biliyorsunuz felsefe her zaman her şeyi sorgular ve bize bedâhet gibi görünen basit gerçeklikleri bile şüpheli ve sorgulanır hale getirir. Bu da öyle. bazı felsefecilere illallah dedirtmiş bir bahis olsa da, aslında ben bu meseleyi gayet basit görüyorum. Basite irca ettiğim de doğru. ama gönlüm meselenin aslen de basit olduğunu söylmekten yana, şöyle ki:
Democritus’un basit bir mantık yürüterek vardığı sonuçlara göre, maddi nesneler nihayetinde a-tomos denilen, yani artık daha fazla bölünemeyecek kadar küçük maddi parçacıklardan mürekkebtir. Atomos zaten bölünemez demek. Maddenin daha fazla bölünemeyen bu en küçük parçasının adı da işte böylece bugünkü atom oldu. Ve sizin de kolaylıkla hatırlayacağınız üzere, bizim İslam filozofları ve eş’arî kelamcılar bu kelimeyi Arapça’ya cevher olarak çevirdiler. “el-cevherü cüzün lâ yetecezzâ”: cevher artık “daha fazla bölünmesi mümkün olmayan en küçük cüzü” oldu maddenin. Bundan murâd, güvenilir, sabit, istikrarlı bir gerçeklik özü yakalama ve fikirlerimizi o temele istinad ederek inşa etme düşüncesi elbette. ve haklı bir temâyül.
Böyle yazmaya üşensem de galiba biraz daha uzatacağım bu açıklamayı, siz sorduğunuz için ve hâtır-ı şerîfiniz için. (biliyorsunuz ortaçağda böyle mektupla sual sorulduğu ve manzum mensur verilen cevapların kitap teşkil ettiği haller de çok görülmüştü. bu da onun modern elektronik versiyonu olacak gibi. amma ben mümkün mertebe kısaca izah etmeye çalışacağım fikrimi)
Efendim şimdi, tam da bugünkü fizikte kullanılan atom mefhumu da bu zaten. Siz benden de biraz daha yaşlısınız ve bu yüzden hatırlayacaksınız: Bizde eskiden madenler için dahi cevher tabiri kullanılırdı: mesela demir madeni ve demir cevheri veya bakır cevheri gibi. Bir maden bakır atomlarından mürekkep ise, elbette o bakır cevheri teşkil edecek. Malumunuzdur ki simyagerler çeşitli madenleri kimyevî istihâlelere tâbi tutarak, cevherlerini altın cevherine dönüştürmeyi hayal ederlerdi. kimya ilmi de o gayretlerin semeresi olarak husule gelmişti. “Ne bakır cevherini ne de başka bir cevheri altın cevherine kalb edemezsiniz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın” anlamında bir benzetme benim söylediğim bu söz de elbette.
İlk bakışta oldukça basit ve anlaşılır gibi görünen, bir yandan da bazı eski felsefi cevher tartışmaları hatırlanınca, sualiniz ile hatırlattığınız gibi, felsefî gelenek açısından yadırganabilecek bir söz işte. Altın, kimyevî oksitlenme veya başka türlü tepkimelere girmediği için, hakikaten en istikrarlı , en soylu elementlerden biri (burada cevher yerine element demek de mümkün tabii) simyagerlik ile de modern kimyevi usulleri uygulayarak da bakır cevherini altın cevherine kalb edemezsiniz.
Benzetirsek; “sanat kabiliyeti veya anlayışı mahdûd olan insanlardan büyük şaheserler vermelerini bekleyemeyiz”, demek istedim. tabii bu kadarı açık ve anlaşılır görünür; lakin bu söz daha çok fikir harmanları kaldırır. Belki bu kadarını anlamak size kâfi gelip, daha esaslı tafsilatını dinlemekten sıkılıp, hazer edebilirsiniz de. O tercihinize karışamam elbette. Amma ve lakin, ben sizi bu işlerle çok yakından ilgili bir entellektüel ve benzer rûha sahip bir meslektaşım olarak telakki ettiğim için; eski ortaçağ hükemâsının mükâtebelerin hatırlayarak ve bazen bu mükâtebattan doğan risale ve kitapları meydana getiren o ma’neviî mesuliyeti de hissederek, bu izahatı izninizle birazcık daha uzatacağım. kitap değilse de makale hacmi kadar belki.
Şöyle ki efendimiz, bu hususta, yani bir cevheri (yahut benim etimolojiden hareket eden tarifimle atomu, yahut elementi) bir başka daha nâkıs veya daha kâmil bir cevhere dönüştürmek bahsinde, her ne kadar modern kimya dahi simyagerler kadar aciz kalsa da, fizik açısından mesele bana öyle görünmüyor. Pratik olarak henüz değil, hatta henüz kaabil-i tahayyül olması dahi mümkün görünmese bile; teorik fizik bilgilerine yaslanarak diyebilirim ki; herhangi bir cevherin/ atomun daha nâkıs veya daha kâmil bir cevhere istihâlesi mümkün ve hatta bazı nadir misallerde tabiatda zaten mevcud görünüyor. Yani, yeni bir fikir olarak demek istiyorum ki, bakırı altına veya altını bakıra veya herhangi bir elementi bir başka elemente tebdîl etmek teorik olarak mümkündür. Nâkıs bir cevherden (fizikî cevher -atom- manasında) kamil veya daha kamil bir cevher de, daha nâkıs bir cevher de sudûr edebilir. O, felsefî olmaktan ziyade ilmî bir bahis ve daha çok bir teorik fizik bahsi. Amma onun dahi, derin felsefî tartışma gerektiren yönleri bulunduğu zehâbı ve endîşesi içindeyim. o bahse hiç girmeyelim. Lakin böylece, bu fiziki atomlar açısından, şimdi de sizin sualinize sebep olan fikrimin tam tersinin dahi mümkün olduğunu söylemiş oldum.
Ancak bencileyin garîbin o sözü söylemekten bir murâdı da bu idi ki: “kaabiliyet, istidâd” ma’nâsında iyice basite irca’ ederseniz bu cevher sözünü, (mesela adamda nâkıs derecede bir şairlik cevheri (özü, kaabiliyeti var gibi) o zaman bilbedâhe Allah vergisi vehbî bir kaabiliyet olan “sanatkârlara mahsus yaratıcı muhayyile kaabiliyeti anlamındaki cevher” şeklinde anlaşılabilir ve o zaman çok kesin olarak diyebiliriz ki; “nâkıs bir cevherden (özden, istidâddan) kâmil bir cevher sudûr edemez.” Vehbî olan bir yaratıcılık özünü, kesbî olarak, yani çalışmakla, didinmekle, mesela o işin meslekî pratiğini öğrenip o hususta ustalık kesb etmekle kazanamazsınız. vehbîdir (allah vergisidir) kesbî değildir. mesela gerçek san’atın cevheri/özü, ilim gibi çalışıp çabalayarak, tedrîs ile filan dahi pek öğretilemez zaten. Cevherin bu basit anlamı zannımca sizin muhteşem zihn-i fahîmâneniz için izahdan vârestedir zaten.
Lakin bu fakîr, “tabiatta sezdiğimiz metafizik temeller açısından”, bunun dahi kaabil-i münâkaşa olduğunu düşündüren bazı fikirleri de hatırlamıyor değilim. Zat-ı âlinize dahi, şayet şimdiye kadar haberdar olamadı iseniz, okumanızı harâretle tavsiye edeceğim bir kitapta serdedilen bazı fikirler var (izin verirseniz o fikirlerin neler olduğunu şimdi ta’dâd etmeyeyim. gerekirse ve daha sonra, merak ederek o hususta dahi bir sual tevcih ederseniz bahsetmek kayd-ı ihtirâzisi ile, o hususlardan bahsetmekten şimdilik istinkâf edeyim) Honorary General IAN Smuts’ın, “Holism and Evolution” kitabı yani.
Halbuki, zatıalinizin zihninde teşevvüşe sebep olduğu için, “Cevher nâkıs olabilir mi? ” şeklinde serd ettiğiniz retorik suali tatmin etmekten uzak kalıyor, bu noktaya kadar söylediklerim. Sizinki meselenin aslî hüviyetinden ziyade, cevher konseptine felsefecilerin tahmîl ettiği ve bir felsefî “conceptualisation” gayreti olarak, “Cevher” kavramının by definition olarak kusursuz sayılması; ya’ni, “zaten nâkıs bir cevherin mevcud olmaması” anlamında, daha çok felsefe geleneği, iklîmi ve târihi çerçevesinde tevcîh edilmiş bir sual. Belki hatta bir kayd-ı i’tirâzî retoriği içinde.
o çerçevede kalmayı sevmiyorum hatta felsefî mütâlaatı verimsiz semantik analizlere irca’ ettiğim bazı sert hükümlerimi, halka hitaben yaptığım basit ve irticalen yapılmış konuşmalarımda bile defâetle ifade ettim. ancak o da bir bahsi diğer. Siz ise bir felsefeci kimliğiyle ve zannımca yalnızca o çerçeve dahilinde, bir cevâba intizar ederek bu suali tevcih buyurdunuz galiba. Bes imdi o çerçevede konuşacak olursak; mesela Spinoza, Etika’sında bu bahsi, (ortaçağın cevher kavramını biraz da kendi çağına ve anlayışına göre revize ederek yapmış olsa da) öyle izah etmiştir ki; (yine by definition, kavramın tarifi ve anlaşılış tarzı gereği) “Nâkıs bir cevher gayr-i kaabil-i tasavvurdur” zaten.
Spinoza’nın anladığı ma’nâdaki cevher anlayışına göre, elbette “nâkıs bir cevher olmaz.“ Bu bahsin çok daha derin ve tafsilatlı başka bir takım felsefî îzâhat ve mütâlaata daha ihtiyacı var anlaşılabilmesi için. Lakin aziz hocam, ben bu “üniversal kavramları ve onların metafizik temellerini” dahi sorgulayan bir tarzda felsefe yapıyorum. Benim felsefemin aslı da bu tarzımdan neş’et ediyor.
Lakin bu çok uzun cevap gerektiriyor ve biraz yoruldum. Birkaç kelime daha sarf edip bugünlük hatm-i kelam edeceğim. Daha önce Spinoza üzerine matematikçi bir hocamızın sizin gibi facebookda bir sual îrâd etmesi üzerine, o çok sevdiğim büyük filozofun felsefesinde bulduğum dört kusurdan birinin de bu cevher kavramını putlaştırması olduğunu yazmıştım.
Artık biraz da yorulup bahsi kısa kesmek istediğim için şöyle diyeceğim. O zaten facebookda daha evvel de paylaşmış olduğum tenkidlerimi dahi biraz sonra bulup bu mütâlaatıma ekleyeceğim. tâ ki, Spinoza’nın cevher anlayışı hususundaki fikrimi dahi, bir nebze olsun arz edebilmiş olayım ve sizin dahi manzûr-ı âliniz olsun.
Eski hakîmlerin başka ülkelerde yaşayan âlimlere mektuplar göndererek sual îrâd edip cevap beklemeleri tarzında oluşan ve kadim eserleri hatırlatan bir tarzda, böyle sual ve ecvibe vesilesi olmanız, bana o kadîm devirlerin gerçek hakîmlerinin rûh iklimlerine bir nebze girmiş olma zevkini tattırdı. Bu sebeple, böylelikle, o kadim üstadlarımız gibi, sual sorup cevap yazmama vesîle olduğunuz için teşekkürlerimi arz ederim.
Şunu da arz edeyim ki şu an elektronik mesajlaşma hızıyla yazışıyor olsak da, tıpkı eski devirlerde başka ülkelere gönderilen mektuplarla sorulan sorulara cevaplar yazılması gibi, o bakımdan dahi biraz benzedi, zira ben de şu anda çok uzakta Odessa’dayım, ben de yabancı bir ülkeden yazıyorum size, sualinizin cevabını. Ne var ki bu eskilerin ki gibi bir mektup değil. Böyle hem hızla hem de hiç düşünmeden yazmak da epeyce yorucu.
Son olarak arz edeyim ki sualinizin cevabının bu kadar izahatla dahi tatminkâr bir vuzûha kavuşmadığını düşünüyorum ve en az bir bu kadar daha yazmam lazım ki fikrimi bir nebze olsun anlatabileyim. Şimdilik bu kadar. selamlar aziz hocam. Muhabbetle…