“Eleştiri”nin mahiyeti hakkında bir yazı yazmamı isteyen Millî Kültür Dergisi, galiba, bu işi tam adamına havale etmiş oldu. Zira (BBC televizyonundaki bir “tarih felsefesi” tartışmasında) Pieter Geyl’in Toynbee’ye dediği gibi: “I am going to be very critical”: Çok tenkitçi olacağım; çok sert bir tenkit yapacağım. Bu yazımda önce tenkidin mâhiyeti üzerinde duracak, bilâhare, şahısları yargılamak âdetim olmadığı için, muhtelif disiplinler hakkında umumî tenkitler yapacağım. Hz. İsa Efendimizin çok sevdiğim bir kelâm-ı mübarekleri var:” Do not judge; otherwise, you will be judged!” Yargılama (mahkûm etme, başkalarını tenkit edip haklarında hüküm verme) aksi takdirde yargılanacaksın! (Sen dahi, aynı ölçüler ile hükmolunacaksın!) buyurmuşlardır. Gerçi ahlâk ve hukuk babında söylenmiştir; velâkin, Hz.İsa’nın bu sözü, her türlü tenkit için geçerlidir denebilir. Zira tenkit mesuliyeti mucibdir: Nasıl yargılarsan, öyle yargılanacaksın!
Evet tenkid, mesuliyeti mucibdir: İlim, himmet ve gayret ile yapılmalıdır. “Nâmerdan nemidâned ki himmet-i merdân çiyest” demişti Abdülkadir Meragi: Namertler himmet-i merdânın ne olduğunu bilmezler.. Tenkid (değerlendirme) ortada tenkide değer seviyeli eserler ve düşünceler bulunan zaman ve muhitlerde işe yarar. Düşüncenin fakir, tenkidin sevimsiz bulunduğu zaman ve muhitlerde ise tercih edilen tenkit şekli, ya hicivdir, yahut birileri hakkında dedikodu yapmaktan öteye pek geçmez. Ciddi ve kaliteli bir değerlendirmeyi okumak, bir yazarı doğrudan doğruya kendimiz okuyarak elde edeceğimiz birinci elden bilgiden bile, daha değerli olabilir. Gerçi başkasının yorumu da, başkasının yorumudur; gerçeğe gözlükle bakmak anlamına gelebilir. Her iki bakış açısı da yerine göre, doğrudur. R. Waldo Emerson’un bir sözü bu hususu iyi açıklar: “it is the fault of our rhetoric that we can not strongly state one fact without seemingly to belie some other”: Başka bir gerçeği yalanlıyormuş gibi gözükmeksizin, bir gerçeği (vakıayı, olguyu) kuvvetli bir şekilde ifade edemeyişimiz, retorik bir kusurdur. Gerçek bazen janus gibi iki yüzlüdür (şayet çok yüzlü değilse!): Bir yüzündeki hakikatin ifadesi, arka yüzündeki gerçeğin inkârı ma’nâsına gelmez. Paradoks mantığı tutarsız görünebilir; ama bakış açısına göre tenkidin mahiyeti de değişebilir.
Esaslı bir tenkide duyulan ihtiyaç, herkesin iyi bir münekkidde mevcut olan tecrübe, bilgi ve anlayışa sahip olamaması sebebiyledir.“Tarihten önce tarihçiyi tanımak lâzım” dedikleri gibi, tenkitten önce “münekkid”i (eleştirmen diyorlar şimdi) tanımak lâzım. “Türk Musikisinin Bugünkü Hâli” isimli yazımda (Yazarlar Birliği Yıllığı, 1988) söylediğim bazı sözleri bu bâbda iktibas edeyim:” Sanat kültürün en mühim ve en beliğ ifade şekillerinden biri olduğuna göre, herhangi bir güzel sanat hakkında verilecek hüküm, aslında sanat deyince ne anladığımıza bağlıdır. Demek ki, musiki hakkındaki hükmümüz, aslında daha geniş çerçeveli bir “sanat tenkidi” ve sanat hakkındaki hükümlerimiz de, bir kültürel muhitin ifade üslubu olması hasebiyle, daha umumî ve muhtevalı bir kültür tenkidinin mahsulü olmalıdır. Böyle bir kültür tenkidi yapmak ise pek kolay bir iş olmadığı için, sanat münekkidleri, ekseriyetle, pek de iyi bilmedikleri bu vâsi kadrolu meseleler hakkında, “edebiyat yapmak” zorunda kalmaktadırlar.” demiştim. Kültür tenkidi gibi büyük bir meselenin her münekkidin harcı olmadığı ve arka plânında bir tarih felsefesi gerektirdiği malûmdur. Aynı yazımda, İngiliz edebiyatında meşhur bir münekkidden, benim gibi biraz fazla keskin ve sert hükümler vermesiyle meşhur, Dr. Samuel Johnson’dan yaptığım iktibası da tekrarlamak isterim; zira tam bu kasdettiğim ma’nâdadır: “Üç türlü münekkit vardır: Birincisi hiç bir kaide bilmez, sadece tabii zevkine ve alışkanlıklarına göre hükmeder; ikincisi, kaideleri bilir ve onlara göre hükmeder, üçüncüsü, kaideleri bilir ama o kaidelerin üzerindedir. Tatmin etmeniz gereken bu üçüncü tip münekkiddir. Ondan sonra tabiî zevkine göre hükmedenler gelir. Sırf kaidelere göre tenkit yapan münekkit ise, daima aşağılanmalıdır…” Demek ki, bazı münekkidlerin değerlendirmesi Dr. Johnson’a göre, halkın tabii zevkine göre yaptığı değerlendirmeden daha az geçerlidir ki ben de bu kanaatteyim. Umumiyetle halkın takdiri, o fevkalâde münekkit bulunmadığı zamanlarda, sıradan münevverlerin takdirinden daha üstündür.
Demek ki, herhangi bir konudaki tenkidin (yahut değerlendirmenin) değeri, o tenkidi yapan zatın, o husustaki otoritesi ile kaimdir. Ne var ki bu otorite, mekteb muallimine mahsus kaideperestlikten ibaretse, ancak küçümsenmeye lâyıktır. Bu niçin böyledir? Genellikle entelektüeller, bir meseleyi değerlendirirken, mensub oldukları fikrî cereyanların, ekollerin, yahut başka bir tabirle, standart haline gelmiş normların ışığı altında tenkit yaparlar. Bu standartların dışında saydıkları eserler ve fikirler ise onları tatmin etmeyecektir. Halbuki standartlar, yahut normlar, devir devir değişir. Değişmesinin sebebi de birilerinin onu değiştirmesidir, elbette. Kimdir bu birileri? Birtakım istisnaî kabiliyetler, geleneğin kalıbını kıran ve ulaşılması gereken yeni seviye ve normlar getiren dahiler: Yaratıcı bir azınlık! Genellikle bu insanların, yeni ve orijinal olan mesajları büyük kitlelerce anlaşılmayacaktır. Anlaşılmayacaktır; çünkü yenidir, standart dışıdır. Ulaşılması gereken yeni bir seviyeyi temsil eder. Yarının Tarihine Bakış isimli bir esere dair yazdığı tenkidde, Dr. Ali Şeriati’nin dediği gibi, piramidin zirvesinde bunlar bulunur. Bir münevver zümresi bunları nisbî olarak anlar; böylece ekoller oluşur ve piramidin tabanı mesabesindeki geniş halk kitlelerine bunları yaymak, bunu ekol (mekteb) haline getirmek, yahut bir başka tabirle, bunları uyulması gereken kaideler olarak takdim etmek, entelektüel zümrelere düşer. Ne var ki bunların kendi anlayışları da asıl yaratıcı azınlığın fikirlerinin sathî bir kavrayış ve taklidinden ibarettir çoğunlukla. Zira Schopenhauer’un dediği gibi: “Dehayı anlayan da belki ancak yine bir dehadır.” Geniş halk kitlelerine yayılıncaya ve mektep klişelerine dönüşünceye kadar bütün bunlar derece derece asıl değerlerinden kaybedeceklerdir. Entellerin hükümlerini bunun için küçümsüyoruz.Sadece kaideler çerçevesinde hüküm veren, yargılayan münekkit bunun için kayda değer değildir: Bu münekkidler, tabii olarak alıştıkları kaide ve standartların dışındaki yenilikleri, bir dehanın orijinalitesini ve yaptığı inkılâbı, genellikle takdir edemez ve alıştıkları normlara uymuyor diye bunları peşinen mahkum etmek şeklinde tepki gösterirler. Zamanın modası olan yerleşmiş kalıpların dışındaki büyük dehâların, çağlarından ileride olmaları sebebi ile ancak ölümlerinden sonra anlaşılmalarının bir sebebi de budur. Fikirlerinin ekol haline gelmesi için, onların takdir edilip, ikinci sınıf, üçüncü sınıf münevverler arasında yayılması zaman alacaktır. Heyhat, biçare muzdarib dahi, çoktan ölüp gitmiş olacaktır.
Halbuki, eleştirmen denilen kişilerin takdir edip, övdükleri eserlerin büyük bir ekseriyeti, sadece vasat yahut vasatın biraz üzerindeki, o sıralar moda olan ekollerin içinde bulunan (yani o ekolün kurucularının sönük birer kopyasından ibaret) eserler olacaktır. Ah alışkanlıklarımız! Onları, “başka türlüsü olamaz, yahut olağandışı olur, ancak böyle alışkanlıklarımıza uyan şeyler tabiidir ve meşrudur” zannederek, putlaştırırız. Halbuki asıl dehâ eserleri orijinaldirler ve birilerini taklid yerine yeni bir yaratıcı soluk taşırlar ki yeniliklerinden dolayı (yani gerçekten değerli oldukları için) peşinen reddedilirler. Yargılandıkları dahi şüphelidir, gerçekte: Biz insanlar alışkanlıklarımıza uymayan şeyleri sevmeyiz vesselâm.Fikir ve sanat tarihi sayısız misalle dolu. Bir devirde moda olan lâkırdılar ve sözde standartlar uğruna-ki o standartların dahi geçen zamanla birlikte değişmesi mukadderdir- nice değerler harcanmış, nisyan içinde yok olup gitmiştir. Bach’ın notalarını kasaptan et alırken, paket kağıdında keşfeden bir bestekâr olmasa, büyük bestekâr ebediyen nisyana mahkum olacaktı, derler.
İsim zikretmeyeyim, ama müşahhas bir misal vereyim: Zamanımız musikişinasları arasında (Arel ekolüne mensub olan Klasik Türk Müziği mensupları) bir prozodi modası var ki bu kaideperestlik illetine bir misaldir. Prozodiye dair bir kitapta gördüm: Yazara göre Itrî’nin, Dede Efendi’nin ve emsali klasik bestekârların eserleri lebaleb prozodi hataları ile doludur! Halbuki bunlar temel klasiklerdir ve eserleri bahsedilen standartların temelidir. Bunlara yanlış, hatalı diyecekseniz, bunları nasıl klasik sayabilirsiniz? Yukarıda söylendiği gibi onları aşan bir deha eseri, yani ulaşılması gereken yeni standartlar ortaya koyuyorsanız o başka. Halbuki okuyup görüyoruz. H.S. Arel prozodi hakkında üç sayfa bir makale yazmış bir tarihte; yazarımız da bundan mülhem olarak, prozodi mevzuunu ele alıp bir kitap yazacak ya! Ne yapsın? Söz arasında fikrimi de söyleyeyim bari: Bu prozodi dedikleri basit bir intonation meselesidir; yani “dilin, bünyesi icabı vurgulanması gereken (intonation yapılan) söz ve heceler, sözlü musiki eserlerinde, bu sözlere uygun olarak vurgulanmalıdır” şeklinde bir fikir ki temelde bu fikir doğrudur da! Ne var ki, habbeyi kubbe yapan müzisyenlerimiz, kendilerince, “efendim niçin dilde kısa olan bir heceye uzun (yahut vurgulu) bir musiki lahni tekabül etsin, kısa hecenin nağmesi kısa, uzun hecenin nağmesi uzun olmalı” diyorlar. İyi hoş da, bu fikir bizim klasiklere gerçekten uymaz. Sebebi şu ki, Osmanlılar bugünkü Türkçe’de (Türkçe asıllı kelimeler de dahi) kısa olarak telaffuz edilen sesleri uzatarak ve vurgulu telaffuz ederlerdi. Onlar şimdikilerin sandığı ve okuduğu gibi kısa, yahut vurgusuz, hece değil evvelâ. Meselâ, Dede efendi Hicaz yürük semaisinde (ki en güzel eserlerinden biri) “dilde nihânım, kaaşı kemanım” derken “kaşı kemanım” demez bugünkü Türkçe’de olduğu gibi “kaaşı kemanım” der. İşin bir yönü bu.
Bir başka yönü de şu ki, bu efendi üç sayfalık bir makaleyi koca bir kitap haline getirip, şişirmek için ne yapıyor? İşte efendim; pek çok klasik bestekârın eserlerinden örnekler verip, onlara prozodi kusurları bulmak, yani en büyük dehaları beğenmemek ve dahi söyleyecekleri üç beş kelimeden ibaret bilgi dağarcığı bir kitap hacmi tutmayacağına göre, eski eserlere dair pek çok notayı, sayfalar dolusu arka arkaya eklemek suretiyle, güya prozodi meselelerine dair kitap yazmış olmak cakası satmak: Doğrusu kaideperestliğin bu derecesi gülünçtür. Bu nevzuhur (eski klasiklerin hiç bilmediği) sözde-kaide’lere uymayan eserler, prozodi kusurları ile malûl sayılıyor. İyi de bu Klasik Türk Müziği, ya da Türk Sanat Müziği denilen bayağı arabesklerden ibaret pek çok çağdaş besteye ne demeli? Bunlar da prozodi kusuru yok, işte; beğenmişsiniz TRT neşrediyor; amma bunların çoğu erbabının midesini bulandıracak kadar iğrenç şeyler. Nasıl beğendiniz bunları acaba?
Yani birtakım standartlar ve kaideler -sanat söz konusu olunca- gelişmiş bir estetik zevk gerektirir ki o da sıradan münekkidlerde zaten bulunmaz. Sebebini yukarıda arzettik. Onlar olsa olsa, vasatî şeyleri tanıyabilirler; onlara aşinadırlar; zira, basit kaideperestlik daha fazla bir anlayış seviyesi veremez.Diğer taraftan, entellere mahsus bu körletici hastalığın bir başka sebebi de egocentrizm illetidir. Eskilerin bir sözü vardı: “Men menem diğer nist”: ben benim, başkası yok! Tabii olarak, herkes kendi kültür ve bilgi seviyesi ile mütenasib olarak, evvelce kazanılmış müktesebatı mesabesinde, düşünür ve konuşur. Bu arada müktesebatımızın yetersiz, bilgi görgü ve tecrübemizin eksik olması ihtimalini hep unuturuz! Toynbee, Tarihçi Açısından Din isimli eserinde, Hristiyan ilâhiyatındaki meşhur İlk Günah sembolüne enteresan bir yorum getirir: Bu ilk günahı âdemoğlunun egocentrizm (kendini her şeyin merkezi sayma ve hodbinlik) hastalığı olarak yorumlar.
İsim zikretmesem de, meşhurdur: Üstatlardan biri, üniversitedeki proflardan birinin eserlerinde bulduğu yanlışları tenkit edip duruyormuş. Bu profesör bir gün mezkûr üstada demiş ki: “Sen bizim eserlerimizi tenkit edip duruyorsun ya, senin eserlerinde de birtakım yanlışlar var!” Üstat cevaben demiş ki: “Cehalet de üniversitenin tekelinde değil ya?… “Çok şık bir cevap!
Sadece üniversitede değil, bütün entelektüel zümrelerde bir çeşit egocentrizm hastalığı, kendini kâinatın mihveri sanıp ona göre ahkâm kesme illeti vardır. Sebebi bizatihî entelektüalizm hastalığıdır. Türkiye Günlüğü’ndeki (4. sayı) Fransız İhtilâli’ne dair yazımda P. Bayle’nin meşhur lügatinden bir söz nakletmiştim (Bu sözlük 10 cilt olup bir tenkit şaheseridir; Amerikan Kongre Kütüphanesi kurulurken ilk alınması gereken 100 kitap arasında sayılmıştır). “Akıl her şeyi paslandırıp, aşındıran bir toza benzer ki -her şeyi tahrib ettikten sonra- şüpheciliği ile nihayet kendi kendisini de tenkit ederek, paslandırıp, aşındırarak yer bitirir!” diyor Bayle. Şu sathî tahsil ve kültür cilâsı altında, her entel böyle bir “pas”tır. Zannolunur ki her şeyi tenkit etmek zorundadır; zira ki, entelektüel akla güvenir, Entelektüalizm akla güvenmek ve akıl yürütme yoluyla problemlerin çözülebileceğine itikad etmek demektir. Ne var ki akıl pek de güvenilir bir kılavuz değildir zahir…
Şimdi denilecek ki “sen entelektüel değil misin?” Hâşâ ve Kellâ.. Bu noktada kendimle ilgili “ad hominem” (şahsım hakkında, şahsî kusurlarım ve müdafaa sadedinde) bir self-ci-ritic (nefis muhasebesi, öz-eleştiri) yapmama izin verilsin! Benim fazla müşkülpesent ve tenkitçi olduğum, çok sert ve kesin hükümler verdiğim, rivayet olunur (hatta kendi eserlerimi dahi beğenmediğim söylenir ki bu mümkün değildir: “kizb-i sarih”tir). Diyeceksiniz ki, “yani şimdi bu yazıyı okuyup görüyoruz ya?” Eh, o da doğru, bu da doğru! Maksim Gorki naklediyor: Tolstoy’la Kırım’da gezerken bir kuş sesi duymuşlar. Üstad “Bu ne kuşu?” demiş; Gorki de, “İspinoz kuşu bu, hep böyle öter!” demiş. Bir ara, üstat ile münakaşa etmişler; Gorki: “Bu söylediğiniz filan sözünüze uymuyor” deyince, üstat demiş ki: “İspinoz kuşunun bir tek türküsü var; bir ömür boyu hep aynı nağme. Halbuki insan kalbinin bin türlü nağmesi var. Birader, ben ispinoz kuşu değilim ki hep aynı türküyü söyleyeyim!” Ne zarif değil mi? Yani biz İspinoz kuşu değiliz ki… Emerson’un dediği gibi, bu retorik bir kusur! Bir gerçeği net bir biçimde ve kuvvetli ifade etmek isterseniz, kesin ve keskin biçimde söyleyeceksiniz. Bir dağa şarktan bakarsan başka şekil garptan bakarsan başka bir şekil görürsün. O da doğru, bu da.
Fransız İhtilâli hakkındaki yazım üzerine bir münekkit “memlekette Latince fast kursu da yok ki, gidip öğrenelim de, Şahin Bey’in yazılarını anlayalım” diye yazmıştı bir tarihte. Ancak, ben yabancı kavramları tercüme etmek taraftarı değilim (hatta bunun anlaşılmayı daha da zorlaştıracağını zannederim) ve zaten böyle bir yabancı fikir, cümle vs. yazarsam, mutlaka parantez içinde, yapabildiğim kadar doğru, bir tercümesini de veririm. Böyle ecnebi kelime ile yazılan yazıların ilm-i telif (kompozisyon) bakımından sevimsiz olduğunu bilmez değiliz. Lâkin her fikir her dilde mevcut bulunmaz, onları söylememek ise, hiç olmaz. Zaten aslında her nevi tenkidin bir nevi dil tenkidi olduğunu söylemek dahi mümkündür.(Bir yazıda her şeyi söylemek mümkün olmadığı için) bazen yazılarımda bol miktarda atıf (gönderme), yaptığım da bir şikâyet mevzuudur ve doğrudur. Az ve öz yazıp yine de söylenmesi gereken her şeyi söylemenin başka çaresini bulamadım. Ancak meraklısı için, verdiğim bir hükmün mucip sebepleri hakkında biraz daha fazla okuma imkânı vermek üzere, bu yazımda yaptığım göndermeleri (kitap ve yazar isimleriyle) zikredeceğim. Aslında, hemen her yazım bir kitap hacminde anlatılması gereken sayısız yaratıcı fikir ile lebaleb dolu olduğundan, fikirleri kısaca söyleyip izahını erbabına zaten malum olan birtakım göndermelerle yapmak; bu izahattan mahrum kalan belli bir seviyenin altındaki okuyucunun yazıyı anlamasını çok zorlaştırıyor. Bu sebeple yazılarımın ciddi bir tenkide muhatap olması bence de temenni edilen bir şey: Tenkid olunsa, izah sadedinde faslü’l-makali şerh eden cevaplar ile hata ve sevabımız tebeyyün ve taayyün ederdi.
Eskilerin bir sözü vardı demiştik: “Men menem diğer nist!”: Ben benim, başkası yok! Kendini beğenmişçe bir söz işte; lâkin bu sözün, “beni başkaları ile karıştırmayın, etiketlemeyin, filan gruba, falan zihniyete nisbet etmeyin” şeklinde bir yorumu daha var. Latinlerin de aynı ma’nâda bir sözü var: “Ego sum qui sum, ergo intellige ut credas, creda ut intelligas”. Bir şiirimde kullandığım için, bunu nazmen şöyle çevirmiştim:
Başkası değil, benim ben:ne isem, o’yum ben:
Anlarsan, inanırsın / anlarsın, inanırsan!
Yani, bir şeye inanmak için onu anlamak lâzımdır; ne var ki, bir şeyi anlayabilmek için de, evvela ona inanmak ve sempati duymak gerekir (sempatisiz ve inançsız anlayış olmaz). Ben dahi bir yazar olarak okuyucumdan tam da bunu taleb edeceğim: İnançla anlamaya çalışmak.Bir tenkit şaheseri olan Bugünkü Dünyaya Bakış isimli eserinde, P. Valery, bir Çinli münevverin bakış açısıyla Batı’nın entelektüalizmi hakkında nefis tenkidler yapıyor. Çinli dostu diyor ki: “Siz Batılılar zekaya tapıyor, aklı putlaştırıyorsunuz. Zekayı sınırlamayı hiç düşünmüyorsunuz. Zekanızın nerede durması gerektiğini bilmiyorsunuz; diğer taraftan, zekanızın eserlerinden ödünüz patlıyor… Ben bir münevverim; tarımı, yazıyı ve insanlara kumanda etme sanatını bilirim. Bizim yazımız zordur. İdeogramlarla yazılır ve fikirleri ihtiva eder. Onun için de bu yazıyı herkes öğrenemez. Ancak çok zeki insanlar bütün bu şekilleri öğrenebilirler, o da büyük bir emek ve sabırla ancak. Onun için bizde sıradan insanlar, yazı sanatını hiç öğrenemezler…”
Bu Batı kültürü hakkındaki tenkidi okuduktan sonra kendi kendime dedim ki; “Keşke bizde de yazı Çin yazısı gibi olsaydı: Yani harfleri değil, fikirleri yazsaydık. Belki o zaman herkes yazıyı öğrenip, okuryazar, yahut entelektüel, geçinip ukalalık edemezdi ve belki o sayede düşünmeyi de daha iyi öğrenirdik! Zira benim gördüğüm kadarı ile herkes düşünmeyi bildiğini sanıyor, ama entelektüellerin çoğu, doğru dürüst felsefe bilmedikleri için, düşüncenin, akıl yürütmenin açmazları hakkında hiçbir fikir sahibi değiller. Söz felsefeye gelmişken, hemen söyleyeyim ki felsefese yapmak, pejorative ma’nâları bir yana, “düşünmek” demektir. Hatta düşüncenin mahiyeti ve sınırları hakkında düşünmektir. Bu noktada bugünkü felsefenin muhtevası hakkındaki düşüncelerimden bazılarını daha söylemek isterim.
Şiir ve Marifet isimli yazımda (İlim ve Sanat Dergisi, Şubat 1991) felsefeyi epistemolojiye irca etmek istemediğimi söylemiş ve epistemolojiye irca etmiş idim! Bugünkü felsefenin meşgul olduğu sahaları hatırlayalım: Logic (mantık) epistemoloji (bilgi teorisi), pedagoji (eğitim felsefesi) estetik (sanat teorisi) ethic (ahlâk felsefesi). Bize göre metafiziği dışlayan bugünkü felsefeye, sadece epistemoloji alanı kalmıştır. Zira bu saydığımız felsefî branşlardan mantık, zaten bilgi teorisi içinde mütâlâa edilmelidir. Fransız İhtilâli hakkındaki değerlendirme yazımda (Türkiye Günlüğü, 4. sayı) mantığın gerçeklik teorilerinden sadece biri (coherent theory of truth) olduğunu, ama felsefede dört tane gerçeklik teorisi daha bulunduğuna, işaret etmiştim. Millî Kültürdeki Metod yazımda da söylediğim gibi, bir de Doğu’nun paradoks mantığı vardır ve dahi ben şahsen paradoks mantığını tutarım. Demek ki Batı mantığı felsefî ve fikrî gelenekte genellikle kabul edildiği gibi yegâne gerçek düşünce metodu değildir ve diğer bilgi teorileri ve tartışmaları ile birlikte epistemoloji babında ele alınmalıdır.
Eğitim, ahlâk ve estetik meselelerinin ise, “genel-geçer”, her zaman ve her yerde geçerli ve tutarlı, bir felsefesi yapılamaz. Bu yolda sarfedilen şimdiye kadarki bütün felsefî gayretler boştur (ve zaten de boşa gitmiştir); zira bunlar kültürel tercihleri yansıtırlar ve bütün kültürel meselelerde olduğu gibi temelinde “din” vardır. Sırf felsefî, rasyonel, yahut dindışı ve laik yönelişler ile bu konularda felsefe yapanlar bir yere varamazlar. Çünkü bunlarda sebeplilik fikri her hükme müdahale eder (bunlar illiyetçi, gâiyetçi ve normative’dirler). Ve bu yüzden de, her ne kadar felsefe olduğu da iddia edilse, bunlar netice itibariyle bir laikleşmiş din karikatürü (dinlerin derivationu diyelim Pareton’un tabiriyle) olmaktan öteye gidemezler. Bu hallerde filozof kendi inancını rasyonel usullerle teklif ve tebliğ eden bir “sözde-peygamber” konumuna düşer de ondan.
Eğitim daima cemiyetin yöneliş ve ihtiyaçları istikametinde adam yetiştirme gayretleri içinde bocalar (Kültürel şartlandırma) Temelinde ahlâk ve irade eğitimi olmazsa, zaten bir kuru-sıkı sahte öğretim olmaktan öteye de gidemez. Estetik tercihler de daima kültürel rölativizm gösterir; mensub olunan kültürün tercih, alışkanlık ve üsluplarını yansıtır. Sözgelişi Türk Sanat Müziği, Batılı kulaklara son derece monoton bir uğultu gibi gelir (İyi bir hanende hakkıyla yorumlayarak ve süsleyerek okumazsa, gerçekten de bu monotonluk uyutuculuk mertebesine varır). Ama bizim cemiyetimizde bu musikiyi dinleyerek büyüyen insanlar bu monotonluğu pek farkedemezler. Alışkanlık ve kültürel şartlanmalar estetikte çok büyük bir rol oynar. Zevkler tartışılmaz diyorlar ya. Bal gibi tartışılır; filozoflar da bol bol tartışmışlardır bu konuları, ama netice alınacağı şüphelidir! Benim bildiğim yegâne kaliteli estetik teorisi kitabı Leo Tolstoy’un “What is Art” (Sanat Nedir?) kitabıdır. Ona da filozoflar, “Tolstoy filozof değil sanatçı idi” derler. Çünkü efendim, Tolstoy filozoflar gibi kavramları teknik anlamda tartışarak fikir üretmiyormuş. “İyi de cancağızım” derler, “o zaman da felsefî gevezelik olurdu ve bir şey de anlaşılmaz, bir işe de yaramazdı.”
B. Croce gibi muktedir bir filozofun Estetik kitabı Türkçe’ye tercüme edilmiştir (İ. Tunalı tercüme etti) meraklısı oraya bakabilir ve bana hak verecektir. Bir sanatkâr herhalde Croce’nin estetik hakkındaki hükümlerini hiç okumasa olur pekâlâ. Ahlâk ise zaten aslen, tabiatı itibariyle, dinî olmak zorundadır. Tolstoy’un dediği gibi “düşünmesini bilen herkes önce ölümü düşünür, bilhassa da kendi ölümünü!” Ve tabii metafizik meselelerine girmek zorundadır: Ölümden sonra ne var? Niçin varız? Tanrı var mı? Ve Dostoyevski’nin dediği gibi (ki gerçek de budur), “Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır.” Ahlâklı ateistler de belki, olabilir; ama o zaman salaklığından ahlâklı demektir. Bu babda en güzel kriminoloji kitabı olarak, Suç ve Ceza’yı (Dostoyevski) tavsiye ederim (Söz arasında aklıma gelmişken söyleyeyim: Prof. Dr. Sevim Kantarcıoğlu’nun Türk ve Dünya Romanında Modernizm kitabı, iyi tenkit numunesi olarak zikredebileceğim eserler arasındadır ve modernizmle ilgili problemlerin romanda işleniş biçimini güzel tahlil eder; geçende okurken baktım, Diriliş’i tahlil ediş biçimini bilhassa beğendim, Suç ve Ceza ve diğer eserlerin tahlili de güzel, tavsiyeye şayandır).
Ahlâkın dinî ve ölüme mütedair olma karakterini Jouffroy isimli Fransız filozofu da güzel anlatmıştır (Eseri bakanlık yayınları arasında geçenlerde yeniden basılmıştır). Metafizik konularında ukalâlık etmemek şeklindeki modern felsefî temayülü ben de benimsiyorum. O halde felsefe için geriye sadece bilgi teorisi kalıyor. O bilgi teorisinde de, derinliğine tetkik edince, eski şüpheci filozoflara hak vermek zorunda kalırız. Sebeplilik ve tümevarım için söylenmesi gerekenleri David Hume söylemiştir (İnsan Zihni kitabında) Deduction zaten bilgi üretmez; “tautology”dir. Mistik sezgi yahut keşf sahibinden başkasını bağlamaz, herkesin keşfi değişik olabilir. Demek ki epistemoloji babında da Sokrat’a dipnot düşmek zorundayız: Bir şey bilmediğimizi biliyoruz. Wittgenstein’in (Tractato logicus) mantıkî çözümlemeleri de aynı sonuca çıkar: Felsefe, lâf ü güzâftır!
İyi de, ben şahsen hem felsefeyi iyi bilmenin lüzumuna kailim, hem de felsefe yapmayı severim. Hulâsası şu ki, felsefe düşünmek ve sorgulamak demektir ve bunu öğrettiği için de bilinmeli hem de iyi bilinmelidir. Aksi takdirde fikri değeri olmayan lâkırdılara sâfiyâne güvenerek imali fikir etme tehlikesi vardır.Aksi takdirde, yani felsefe meselelerini, bilgi teorisi problematiğini, bilmediğimiz zaman; başlıca ilkeleri tezadın reddi ve sebeplilik prensibinden ibaret olan kendi basit mantığımızla düşünerek kaliteli fikirler üretebileceğimizi zannederiz. Bu çok büyük bir hata olur; zira felsefe tarihinin bize öğrettiği bir şey var: Basit sağduyu ve semantik açıdan dilin meydana getirdiği anlamlandırmanın, düşünce (yahut mantık) kaideleri olduğunu farzeden Aristo mantığının yanlış olduğunu biliyoruz. Felsefeyi iyi bilmek şunun için lâzım ki, son tahlilde, felsefî düşüncenin, entelektüalizmin ve her çeşit akılcılığın çıkmazlarını öğrenelim de, kendi sâfiyâne telakkilerimize fazla güvenmeyelim! Hatta konuştuğumuz dilin dahi düşüncemizi tayin edici bir rol oynadığı, linguistler arasında iyi bilinen bir şeydir. Linguist Benjamin Lee Whorf un dediği gibi: “İnsanın bilişim süreçlerinde ortak ve evrensel bir mantık dokusunun söz konusu olduğu, bunun, dil ve iletişim süreçlerinin dışında ve onlardan bağımsız işlediği yolundaki yaygın inanç yanlıştır… Kişinin dünyayı nasıl algılayacağını, onun hakkında neler düşüneceğini konuştuğu dilin örüntüleri (patterns) şekillendirir ve şartlandırır”.
Demek ki farklı dillere göre farklı sınıflamalar ve düşünceler üretilmektedir. İnsan düşüncesi, büyük ölçüde kültürel şartlanmaların da tesirindedir. Francis Bacon, Novum Organum isimli eserinin Idols of Perception (İdrakin putları) bölümünde, insan düşüncesinin ne kadar izafi olduğunu, “biz böyle düşündüğümüz için böyledir” (düşündüğümüzden başka türlü düşünmemiz mümkün olmadığına göre!..) şeklindeki ego-centric bönlüğün ne kadar yanıltıcı olduğunu gayet güzel göstermiştir. Bu babda felsefenin bütün kusurlarını sayıp dökmenin lüzumu yok. Şu kadarını söyleyelim ki, tenkidin bir mantığı vardır. O tenkit mantığı, kültürel şartlanmalara ve estetik normlara daha ziyade bağlı olan sanat tenkitleri bir yana, her çeşit ilmî, felsefî, tarihî tenkitte felsefe mantığına, yahut daha uygun bir tabirle bilgi teorisine, dayanmak zorundadır. Halbuki bu meselelere aşina olanlar, bu babda insan düşüncesinin ne kadar büyük ve çeşitli müşkülâta duçar olduğunu da bilirler. Entellere gelince, onlar bilir bilmez, konuşur dururlar.
Felsefe bilmek dahi, filozofların fikirlerinden haberdar olmaktan ibaret değildir. Dilin bütün kavramlarını, felsefenin bütün meselelerini, düşünüp tetebbu etmek, kavramlar arasındaki münasebetleri görerek ve hatta yeni bir kavramlar dünyası inşâ ederek düşünmek demektir. Kısaca düşünmeyi bilmek demek, kendi orijinal görüşleriyle birlikte, âdeta filozof olmak demektir.
Tenkit elbette mesuliyeti mucibdir ve lüzumu da âşikârdır, tabii, düşüncenin mevcut olduğu bir zemin ve zamanda. Ama beyler, biraz da toleranslı olalım. Hz. İsa’nın sözünü bunun için naklettim. Nasıl yargılarsan, öyle yargılanacaksın! Yunus üstadımız dahi:
“Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaradılanı hoş gör
Yaradandan ötürü!”
buyurmuştur. Aslında “Gerçek ve âdil yargı” ancak Allah’a mahsustur. Zira, “Kul küllün ya’mel âlâ şâkiletihi!” buyurulmuştur (De ki, her şey kendi şekli üzere, yaradılışı mucibince işler.) Ve herkesin işi kendi şahsiyeti ile mütenasiptir: Ne eksik, ne de daha fazla…