Oğuz TAN
Hezarfen Ahmet Çelebi, Türk tarihinin kahramanlarından biri.
Hezarfen Ahmed Çelebi deyince, akla hemen ’uçmak’ gelir.
Dördüncü Murat zamanında, yani on yedinci yüzyılın ilk yarısında, kendi imal ettiği kanatlarla Galata kulesinden havalanır, Üsküdar Doğancılar’a iner.
Hezar ’bin’ (yani 1000), fen ise ’bilim’ demek. Bilgisi çok fazla olan kişilere ’hezarfen’ denir.
Hem hezarfen, hem şahin, hem de uçar biri var: Şahin Uçar. Tarihçi, felsefeci, profesör, tanbûrî, neyzen, bestekâr, divan sahibi şair, hattat, tezhipçi… Princeton Üniversitesi’nde çalışmış… Türkiye Yazarlar Birliği’nin ’yılın fikir adamı’ ödülünü iki defa kazanmış… Besteleri TRT repertuarında yer alan… Tezhip ve tezyinatı kitap kapağı olarak basılmış… Bir hezarfen çelebi…
Arapça, Farsça ve Latinceyi de bilir… Dekanlık ve rektör vekilliği yapmış… İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi başkanı) olmuş… Kemal Batanay ve Münir Nurettin Selçuk’dan meşk etmiş… Süheyl Ünver’den hat ve tezhip dersleri almış…
Anadolu’da İslam ve Bizans Mücadelesi, Tarih Felsefesi açısından İslam’da Mülk ve Hilafet, Tarih Felsefesi Yazıları, Varlığın Mânâ ve Mazmunu, Tarih Felsefesi Meseleleri, Patterns and Trends in History, Şeyda Divanı, Malihulya kitaplarının yazarı…
Bilim, sanat, felsefe… İnsanoğlunun tecessüs sahasına giren ne varsa hepsinde yıldızlaşmış Şahin Uçar…
***
Hezarfen Ahmed Çelebi’nin becerdiği büyük iş, Avrupa’da bile duyulur, halkın ve hükümetin hayranlığını kazanır. Dördüncü Murat Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu mucizeyi seyreder, hatta Evliya Çelebi’nin anlattığına göre bir kese de altınla taltif eder. Ancak daha sonra ’Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bekası caiz değil’ diyerek uçan adamı Cezayir’e sürgün eder. Cezayir’de ölür Hezarfen. Kimilerine göre, Padişah, etrafındaki fitne fücur ekibinin ’dolduruşuna’ gelmiştir.
Hezarfen Ahmet Çelebi Kepler ile, Descartes ile aynı dönemde yaşamıştır. Aklıma hep şu soru gelir: ’Hezarfen harcanmasaydı, acaba bilim devrimini yakalayabilir miydik?’
’Galileo da neredeyse yakılacaktı. Devrimler kolay gerçekleşmez. Bizim toplumsal yapımız, bizim felsefi geleneğimiz, bizim devlet teşkilatımız, bizim kapitalizme geçişin eşiğinde olmamamız, bizim vesairemiz bilimsel devrimi yapmamıza engeldi’ diyebilirsiniz.
Bütün bunların açıklamasını en iyi Şahin Uçar bilir. Şahin Uçar en başta tarih felsefecisidir. İnternet sayfasının en başındaki İngilizce ibare bile onun bilgi, felsefe, hikmet konularında ne kadar arif olduğunu gösterir: specialist who knew ’more and more about less and less’ and the philosophical speculator who knew less and less about more and more.
Bilgi ve beceri beni öyle heyecanlandırır ki, Şahin Uçar gibi hezarfenleri gördükçe insan denen varlığa yeniden hayran olur, Türkiye’nin aydınlık geleceğinden yeniden ümitlenirim.
***
Orhan Pamuk’un ’Beyaz Kale’ romanı’nın iki kahramanı vardır: Türklere esir düşmüş Venedikli bir bilgin (matematik, astronomi ve tıptan anlar) ve efendisi olan, bilime son derece meraklı Türk Hoca. Hoca’nın Haliç’i gören evinde iki kişilik bir üniversite oluştururlar adeta.
Venedikliyle Osmanlı’nın yüzleri son derece birbirine benzemektedir. Yıllar süren köle-efendi ve profesör-öğrenci diyalektiği sonucunda kimin kim olduğu birbirine karışır.
Orhan Pamuk, Türk romanının ezeli sorunsalı olan doğu-batı meselesine yeni ufuklar getiren bir yazar. Nobel ödülünü de kısmen bu becerisine borçlu zaten.
’Beyaz Kale’de Türk rasyonaliteyi öğrenir ve giderek batılılaşır; Venedikli ise şarklı düşünce ve hayat tarzına alışır ve giderek doğululaşır. Bedenleri gibi ruhları, zihinleri de birbirinden ayırt edilemez hale gelir.
Recaizade Mahmut Ekrem’in ’Araba Sevdası’ndan Yakup Kadri’nin ’Kiralık Konak’ına, Peyami Safa’nın ’Fatih-Harbiye’sinden Elif Şafak’ın ’Baba ve Piç’ine hep bu doğu-batı gerilimi meşgul etmiştir edebiyatımızı. Çünkü bu gerilim iki yüz yıldır kafamızı meşgul etmiştir.
Şahin Uçar’ın bizzat şahsiyeti, doğu-batı gerilimine karşı ortaya konan en olgun çabalardan biridir. Batıdan ne öğrenileceğini, doğudan ne öğrenileceğini, bitmez tükenmez bir çabayla araştırmış ve bulmuştur.
Batıdan bilimsel yöntemi öğrenmiştir. Batıdan öğrenilecek en önemli şey de budur zaten: Bilimsel yöntem. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin çağdaşı Descartes’in, yeni bir çağ başlatan eserinin adı ’Yöntem Üzerine Konuşma’dır. Kepler astrolojiye de inandığı halde, fiziğin ve matematiğin yöntemlerinden yararlandığı için, astronomiye bambaşka bir yön verdi.
Biz, Hezarfen Ahmet Çelebi’yle yakalar gibi olup kaybettiğimiz bilimsel yöntemi, Şahin Uçar gibi bilginlerle yeniden yakalıyoruz.
Fakat Şahin Uçar aynı zamanda ’Şeyda’. Divan edebiyatı tarzındaki şiirlerindeki mahlası ’Şeyda’dır Şahin Uçar’ın. Şeyda ’çılgın, deli’ demektir. Klasik edebiyatta genellikle aşkından deliye dönen karasevdalılar için kullanılır. Hacı Arif Bey’in çok güzel nihavend şarkısı gelir aklıma:
’Ben bûy-i vefâ bekler iken sahn-ı çemenden
’Aldım boyumun ölçüsünü sûy-i semenden
’Âzâr-ı hezâr etse de vazgeçse de benden
’Geçmez yine şeyda gönül ol gonca dehenden’
Dünyadan vefa bekliyordum. Ama saçı yasemin kokulu sevgiliden boyumun ölçüsünü aldım! Varsın olsun, o beni küçük düşürse de, benden vazgeçse de, benim deli gönlüm ondan vazgeçmez…
’Hezarfen Şahin Çelebi’ dedik. Hezarfen, çünkü bilgin. Çelebi, çünkü olgun… Olgun, çünkü doğu-batı geriliminin en iyi çözümünü kendi şahsında gösteriyor.
Çelebi, aynı zamanda Bektaşi veya Mevlevi şeyhlerine verilen unvandır. Yani tasavvuf ehline… Hem de Osmanlı’nın kalbine en çok ’dokunan’ dervişlere…
Aynı anda hem hezarfen, hem şeyda, hem çelebi olabilmek müthiş bir terkip! Ancak bu iksiri içtikten sonra insanlığa söyleyecek sözümüz olabilir bizim!