1. Benlik Meselesi:
1.1.“ego sum qui sum”( I am that I am): “Ben, Ben’im.”
“Bismillah ir- Rahman ir-Rahim.
Ve lillâhi’l-maşrıku ve’l-mağribu
Fe’eynemâ tuvellû fe-semme vechullâh”
Şark da Garb da Allah’ındır. Ve hangi yöne dönüp baksan orada,
derhal Allah’ın yüzü ile karşılaşırsın” (el-Bakara 2/115).
Ben, benim” diyerek, söze bu “Benlik” kavramı ile başlıyoruz; çünkü, Benliğimiz etrafındaki dünyayı idrâk ederken, yalnızca dış dünyadan alınan bir takım ihsas ve intibaları terkip ve tasavvur etmekle iktifa etmez. Bilakis, her benlik kendi dışındaki kâinâta dahi kendi rûhunu yansıtmak ister. Hattâ denebilir ki, etrafımızdaki dünyadan aldığımız ihsas ve intibâları bile, kendi rûhî ihtiyaçlarımızın yönlendirdiği bir idrâk seçiciliği vasıtasıyla, yani, bir süzgeçten geçirerek alıyor ve kendi rûhumuzun kalıbı içinde yoğurarak yeniden tasavvur ediyoruz. “Algının seçiciliği” tabiri bilinen bir şey. Demek istiyorum ki, dünya tasavvurumuz, bir ölçüde de olsa, keyfî bir tasavvurdur: bir “kurgu”dur. Benliğimizin işbu “dış dünya kurgusu” hakkında konuşmak isteyince, buna dair bir farsça rübâî ile ilgili, çok uzun zamandan beri unuttuğum bir hâtıra birdenbire yâdıma düştü: sözlerime, benliğimizin dış dünyaya nasıl seçici bir dikkat ile baktığını gösteren bu hâtıra ile başlayacağım.
Her yer karlarla kaplıydı… ‘ağızdan çıkan nefesin sakalda, bıyıkta buz tuttuğu’ günlerden biriydi…Hani derler ya, Evliyâ Çelebi Erzurum’un kışını tarif etmiş: “bir kedi damdan dama atlarken soğuktan donmuş ve buzu çözülünceye kadar havada asılı kalmış!” İşte öyle bir günde, Gömlekçi Hatem Usta’nın dükkanında oturmuş, sohbet ediyordum. “Evliya’nın bu ‘kış tarifi’ne ne dersin Usta?” diye sorduğumu hayâl ediyorum… Derdi ki, meselâ: “Sanki Evliya Çelebi yalan mı yazmış: olur a, bir kış günü bir kedi damdan dama atlarken yaralanabilir. Hava böyle olursa, donup, ölür; cesedi çatıda kalır: fakat karlar biraz erirse, kedinin leşi, çatıdan aşağı kaymaya başlar ve şöyle düşecek gibi olur. Amma, hava tekrar soğursa, kedi çatının ucunda donar, kalır. Kışın çatılardan sarkan uzun buz saçakları olur ya hani, işte bu donmuş kedi, o buzlardan birine yapışmış ve buz saçağının ucunda çatıdan aşağı sarkmış olabilir. Yani ki, hava ısınıp buzu çözülene kadar, kedi öylece, havada asılı kalır: Her sözün bir yakışanı var.” Demek ki,“kedinin soğuktan donup havada asılı kalması” gibi bir söze bile, mantıklı bir açıklama yakıştırılabilir. Hatem Usta, kendi deyişiyle, gençliğinde, o eski zamanlara mahsus, gezgin dervişleri, “Hekâtçı Hâfızlar”ı dinlemiş bir âdemdi. Öyle bir “mîr-i kelâm” idi…Ve işte öyle bir kış gününde, sanki eski zamanlardan gelen bir heyûlâ gibi, sakalı bıyığı buz tutmuş cezbeli bir Molla, bir ruzgâr uğultusu ile birlikte, dükkan kapısından içeri süzülüverdi. Usta bizi tanıştırır tanıştırmaz, Molla’nın içindeki Derviş uyandı; birdenbire aşk ü şevk ile cezbeye geldi ve “Size Hasan Harakaani Hazretinden bir rubâi!” (1) diye gürledi; görelim ne söyledi:
“esrâr-ı ezel râ ne tü dânî vü ne men
v’in harf-i muammâ ne tü hânî vü ne men
hest ez pes-i perde güftügûy-î men ü tü
çün perde berüfted ne tü mânî vü ne men”
“esrâr-ı ezelden ne sen âgâh ne de ben
bir harf-i muammâ ne sen âşinâ ne de ben
bir perde var andâ ne konuşsak sen ü ben
çün perde iner anda ne “sen” var ne de “ben”.
Rübainin sözleri arasına bir “Mâni-i Nakkâş” mazmûnu ilave ederek ve dahi şiirde söylendiği üzere, nazm ü vezn ü lisân açısından varlığı-yokluğu bile gayet şâibeli bir “ü” harf-i muammâsını “gözgü”(ayna) misâli kelimeler arasına yerleştirerek, yaptığım farklı bir tercümesi de bu ki:
esrâr-ı ezelden ne sen âgâh ne de men
bir harf-i muammâ “mâni-i nakkâş” diyen
bir perdenin ardında ki var: “ben” ,“sen”, [!ü?] laf
çün perde iner anda ne “sen” var ne de “men”
Elbette, ezeliyet sırlarını ne siz bilebilirsiniz, ne de ben.
Sultanahmet Meydanı’nda, Mısırdan gelme Dikilitaş’ın üzerindeki esrarengiz hiyeroglif harfleri bizler için, hiç âşinâ olmadığımız garip bir muammâ değil mi? Gerçi Champollion bu hiyeroglifleri okumayı başarmıştı. Tesadüfen, Hiyeroglif dahil üç ayrı dilde yazılmış bir “Kleopatra kitabesi”ndeki, “Kleopatra” kelimelerini birbiri ile mukayese etmek suretiyle, harflerin hiyeroglif karşılıklarını deşifre edebilmişti. Yine de eski Mısır tarihi anlaşılmaz sırlarla dolu kaldı. Ama târihî yâdigârlar arasında, hâla okuyamadığımız bazı yazılar daha var. Bizim kültürümüzdeki en meşhur besmele bir Karahisârî besmelesidir; ama en zor okunan da, o değil mi? Aslında bitişmesi gerekmeyen bütün harfler, besmelenin bütün harfleri, birbirine bitişerek, âdeta sürrealist bir resme dönüşmüş: Karahisari besmelesi o kadar yaygındır ki, aslında herkes bir şekilde o besmeleyi görmüştür, farkına varmamış olsa bile… Eğer onun besmele olduğunu kültürümüz sayesinde önceden bilmesek, asla okuyamazdık değil mi? Besmele deyip geçmeyin: Besmelenin “B” si, ilmin kapısı: Bu yazı mecazını aşsak, yahut bir yana bıraksak bile, acaba beşeriyetin yeryüzündeki mâcerâsını, yahut kendi kaderimizi, hayâtımızın nihâî ma’nâsını, ne kadar anlıyoruz sanki?
Halbuki, “hayâtın nihâî ma’nâsı nedir? Ben, ben deyip duruyoruz: Ama, “Ben neyim? Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Ne yapmalıyım? Neye inanabilirim? Yahut bu hayattan ne ümîd edebilirim?” gibi, insan olduğumuz sürece düşünmekten vaz geçemeyeceğimiz sualler, içinde yaşadığımız işbu consumerism/ tüketim çağında, belki de “işitilmesi bile istenmeyen sualler” gibi görünüyorlar. Naklettiğim rübaiye göre ise, ezelî sırları zaten -bilmek istesek te- bilemeyiz. İnsanlık tarihinin yazıldığı kitap öyle muammalı harflerle, yahut sözgelişi, öyle okunamayan hiyeroglifler ile yazılmıştır ki istesek te okuyamayız.
Demek ki, evleviyet ile harfleri sökmek lazım. Elifbâ öğrenirken ebced bahsine gelen bir tıfl-ı ebced-hân, yani daha yeni ebced okuyan bir çocuk gibi… Ancak “ebced” okuduktan sonra, kelimelere ve ilâhî kelâma muhâtab olmak şerefini kazanabiliriz. Şaka gibi gelebilir, ama misal olarak, benim “Mülk ve Hilâfet” kitabımın hikayesini de anlatabilirim, ki aynen böyle vücuda gelmişti. Bir zamanlar, Süheyl Ünver Hocamla “kûfî yazı” çalışırken, Sivas Çifte Minare Medresesi’nin kapısındaki bir kitabede yazılmış olan “el-mülkü lillah” ibaresini bir türlü okuyamamıştım. Kûfî Hocam, Süheyl Ünver de okuyamamıştı. Önceleri Arapçam çok zayıf olduğu için okuyamadığımı zannetmiştim. Hatta, daha sonra Erzurumda asistanken, işbu kûfî yazıyı gösterdiğim arapça profesörü Nazif Şahinoğlu bile okuyamamıştı. Sadece kufi yazı zor olduğu için değil, ama galiba o kitabenin imlasında da bir hata vardı. Her neyse, seneler sonra, o yazının harflerini bir şekilde çözerek, yine ancak ben kendim okudum: Fakat okuyabilmek için kültürümü artırmam ve bu ibarenin anlamını dahi, Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Molok” tabiri ile irtibatlandırararak -demek istiyorum ki, yazıyı okumadan önce kendi kafamda ifadenin ma’nasını ve şümulünü anlayarak- çözmem gerekmişti. Asistan olduktan sonraki yıllarda, bir ziyaretim sırasında, Süheyl Hocama bir “kûfî Fâtiha” yazımın fotoğrafını götürmüştüm. Hocam, o zaman, yaptığım fatiha kompozisyonunu beğenmekle beraber, “benim artık hat yazmayı bırakıp Çifte Minarenin tarihini yazmam gerektiğini” israrla tenbih ve tavsiye etmişti. Kani ol demler ki ben bir mâni-i nakkâş idim? Hocanın bu temennisi, Çifte Minaredeki işbu “el-mülkü lillah” ibaresinin verdiği ilham ile, “Tarih Felsefesi açısından Mülk ve Hilafet” isimli kitabımı yazmama sebep oldu: böylece, bir bakıma, hocamın arzusu gerçekleşmiş oldu. Buna benzer bir “okunamayan harfler” mecazını da İngiliz şairi Samuel Taylor Coleridge’in “Tractato Theologico-Metaphysical” isimli eserinde görüyoruz. Coleridge’in yaptığı benzetme ile söyleyecek olursak:
“Tabiat aslında okumasını bilmediğimiz bir kitaba benziyor: Bir iptidai afrikalı tasavvur edin ki, kaba sabadır, amma meraklıdır: eline bir kutsal kitap geçmiştir; herkesin çok değer verdiği bu kitabın esrarengiz bir şekilde kendi insânî kaderi ile ilgili olduğunu hissetmektedir ve kendince kitabın büyüsünü, kelimelerin sihrini, çözmek istemektedir: ancak okuma yazma bilmiyor. O vahşî ve serâzâd zekâsı ile, bu sembollerin sihirli dünyasına nüfûz etmek istiyor; önce farklı büyüklüklerine rağmen parağrafların meydana getirdiği üniteleri tefrik ettiğini varsayalım. Zekasını kullanmaya devam ediyor ve harflerin meydana getirdiği kelime gruplarını [setleri] teşhis ediyor ve nihayet garip şekilli harflere ve imla işaretlerine gelip dayanıyor. Dilini bilmediği ve konuşturamadığı bu kitap hakkında keskin zekası ona daha fazla ne bilgisi verebilir? Mükerrer harfleri sayar, sınıflandırır, her birini titizlikle inceler; amma, nihayet (zekası onu daha fazla ileri götüremez) bu harflerin yirmi şu kadar küsur işaretden ibaret olduğunu görür. Esrarlı, belki büyülü ve fakat ruhuna nüfuz edilemeyen, bir takım semboller. Bir misyoner gelip ona kitabın rûhunu açmadıkça, onun diline çevirip okuma yazma öğretmedikçe, bu vahşî zekâ kitaptan ne anlayabilir: İşte size tabiat ilmimizin vaziyetini gayet iyi temsil eden bir misal: bu varlık, ma’nâsını anlamaksızın, diline nüfûz edemeden okumaya çalıştığımız bir kitaptır, harfleri sınıflandır, say ve orada dur: hiçbir temel fikrin ışığıyla yönlendirilmemiş bir düzenleme; yalnızca düzenli; ama esaslı bir metodu yok… Netice, öğrenilmiş ve sistemli cehaletten ibaretdir.”
İçinde yaşadığımız çağın “dünya görüşü” işte bundan ibâret:
“Öğrenilmiş ve sistemli cehâlet”...
Öncelikle, Bugünkü dünyayı anlamakta, eğitimimizin “öğrenilmiş ve sistemli bir cehalet” telkin eden bir “indocrination” mahiyetinde olması sayesinde, sahip olduğumuz işbu “dil ve kültür anlayışı”nın yol açtığı bir takım problemleri tartışmak istiyoruz. İşte tam bu noktada demek istiyorum ki, benliğimizim, etrafındaki bu dünyayı idrâk ve tasavvur ederken; çevreden aldığı bütün ihsâslar ile edinmiş olduğu bu eğitim -işbu indoctrination (yani bir doktrin telkin etme) mahiyeti yüzünden meydana gelen- “öğrenilmiş ve sistemli bir cehâlet” ten ibaret: Ve işte bu eğitim sayesinde, her beşerî benlik, içinde yaşadığı dünyayı gerçekte olduğu hale göre değil, işte bu “sistemli cehâlet doktrinine göre kurgulayarak”, tasavvur etmektedir. Kısaca, içinde yaşadığımız dünyayı gerçek hali ile görmek ve anlamak yerine, “keyfî olarak ve kendimize göre algılayarak” ve benliğimizin iyice alıştığı işbu “öğrenilmiş ve sistemli cehalet dokrini”nin bakışaçısına göre, “kurgulayarak tasavvur” ediyoruz. Böylece, içinde yaşadığımız dünya hakkındaki bu “dünya tasavvuru”muz dahi, gerçek olmaktan ziyade, benliğimizin bir kurgusundan, keyfe mâ yeşâ (kendi istediği gibi), keyfî bir tasavvurdan ibaret hale geliyor. İşte bu yüzden, işbu idrak tarzına “bugünü kurgulamak” diyorum. Benliğin etrafındaki dünyayı idrâk ediş tarzının, böyle bir öğrenilmiş ve sistemli cehalet perdesi ardında kaldığı takdirde, gerçek dünya yerine bir kurgulanmış dünya (tahayyül ve tasavvur mahsulü bir sahte dünya) inşa etmesine şaşmamak lazım.
Harakaani’den naklettiğim bu rübaide söylendiği gibi, gerçekler nüfuz edemediğimiz bir perdenin ardında kalmış oluyor. “bir perdenin ardındaki laflar ‘ben’, ‘sen’... Gözlerimiz önünde, bu dünyaya mahsus aslî gerçekleri görmemizi önleyen, bir perde var. Fakat zaman değişir ve zamanın içinde yaşayan bizler dahi, istesek te istemesek te, değişiriz. Öyle bir zaman gelir ki, işbu şiirde de söylendiği üzere, bu tiyatronun perdesi iner, oyun biter ve oyun süresince tasvir ve temsil edilen o dünyanın bir kurgudan ibaret olduğu, yani gerçekte var olmadığı, anlaşılır. Bugün dünya böyle bir geçiş noktasındadır. Perde inmektedir ve bugüne kadar öğrendiğimiz ve bildiğimiz şekli ile, o eski dünya tasavvurları ve dünya görüşlerinin, perdenin ardındaki bir benliğe mahsus duyuş ve anlayış seviyesi ile ifade edilmiş güftügû/dedikodu mahiyetinde boş laflardan ibaret olduğu, yani bu eski dünya görüşlerinin “kalıcı olamayacağı” artık anlaşılmıştır. Elbette bu hükümler uzun uzun tartışılmaya muhtaçtır: ancak bu bahsi, öncelikle “benlik” kavramından, yani iç alemimizdeki kendi varlığımıza dair şuurdan, hareket ederek ve benliğin kendi dışındaki dünyayı tasavvur etmesi suretiyle, kendi dışındaki işbu dünyaya dair, “kendine göre bir dünya görüşü”, bir kurgu geliştirmesi, yani “benliğin dünyayı anlamlandırma biçimi” istikametinde ele almak istiyorum. Bu bahse giriş sadedinde, şimdi de kendi şiirlerimden bir beyti yâd edeceğim:
“Nihân ettim kelâmım gerçi ma‘nâ âşikâr oldu
Söz oldu perde-i hüsnün, o perde vasf- i yâr oldu”
Çünkü ne de olsa, ben de bir divan şairiyim ve bu sebeple, işbu beytin dili de Osmanlıca; yani siz anlayamazsınız: halbuki, sözgelişi hepimiz Türkçe konuşsak, kolayca anlaşacağımızı düşünürüz. Bu Osmanlıca beyit bir yana, işte şu anda pekâlâ türkçe konuşuyoruz, o halde pekala anlaşabilmemiz gerekirdi. Ne var ki, lisan felsefesi açısından durum bu kadar basit değil: hepimiz türkçe konuşuyor olsak dahi, diyebilirim ki, hiç de ayni dili konuşmuyoruz. Hatta, Babil Kulesinin inşa edildiği çağlardan beri, neredeyse herkes, kendi husûsî dilini konuşuyor: bildiğiniz gibi Babil Kralı Nebukadnezar zamanında (muhtemelen daha eski Etemenenku Mâbedinin tamir edilmesi sırasında) oluşan bir mazmûna göre, insanlar Tanrılık katına kadar ulaşmak için tâ göklere kadar yükselen Babil Kulesini inşa etmeye kalkışmışlar: Ve Tanrı onların konuştuğu dili farklı ve çeşitli dillere dönüştürdü. Ve bu yüzden insanlar artık kendi aralarında anlaşamaz hale geldiler. Ve Babil kulesi inşaatını yarıda kesmek zorunda kaldılar… 1990 yılında, dünyada 6000 küsur dil konuşuluyordu ve bugünlerde ikibinbeşyüz, bu hesaba göre neredeyse her gün bir dil tamamen yok oluyormuş: bu da bir başka vâkıa. Ve işte bu yüzden, ben dahi, öncelikle, kendi tarih felsefemi inşa etme gayreti ile geliştirdiğim, kendi anlayışıma mahsus kavramları, kendi düşünce dilimi, kısaca arz ederek konuşmaya başlayacağım. Aksi takdirde, yani benim kullandığım kavramlar önceden bilinmedikçe, korkarım ki hiç anlaşamayız.
Linguistik/lisaniyat açısından epistemoloji (bilgi teorisi) problemlerini gelecek bölümlerde daha geniş bir şekilde inceleyeceğiz elbette; şu an için yalnızca kendi dilimle ilgili konuşuyorum. Türkçe yetmediği zamanlarda çok fazla ecnebi kelime kullanmak zorunda kalıyorum. Her ne kadar türkçe açıklamalarını parantez içinde versem de, kullandığım dil bu metni okumayı biraz zorlaştırabilir belki. Elbette, insanlar ayni dili konuştuklarını düşündükleri zamanlarda bile farklı diller konuşuyorlar; çünkü her kesin kendi dili, kendi üslûbu, kendi anlayışı var. Çünkü her kesin, her benliğin, kendine göre bir dünya görüşü var. Hatta, her kesin kendi dünya tasavvuruna göre kendi benliği bu dünyanın tam merkezinde bulunur. Aslında, yaşayan her varlık bizzat kendisini dünyanın merkezine koymak, yani ben-merkezli olmak durumunda. Çünkü önce kendi nefsini düşünmek ve çevresinde bulduğu her şeyi kullanmak sureti ile, ve her şeyden önce, kendi hayatını sürdürmek zorunda. Bu biraz meşhur fıkradaki, “Nasreddin Hoca’nın maruf eşeğinin ön ayağının, dünyanın tam merkezinde” olmasına benziyor elbette. Hoca, ahâliye “inanmazsanız, buyurun, ölçün!” diye meydan okumuş ya hani. Buna belki gülümser geçeriz, ama bu “dar görüşlü bencillik”ten kurtulabilmek için daha geniş bir dünya tasavvuruna ulaşabilmek ve hatta “kendimizi aşabilmek“ gerektiğini anlamamız lazım.
Halbuki, Hacı Bektâş-ı Velî’nin dediği gibi, “gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler.” Yunus Emre ise der ki: sen sende iken menzil alınmaz.Yani kendini aşmak da o kadar kolay değil, çünkü kendi gönlümüze hoş geleni doğru sanıyoruz. Mesela, ben bir şiirimde demiştim ki: “Tûr-u Sînâdır gönül çün ‘belî’ makaamıdır.” Yani ki, gönül “Tûr-ı Sînâ” dağına benzer. Şu sebebten ki, “belî” (evet) diyen makam gönüldür: Tasdik ve Kabul makaamı gönüldür. Bu sözlerden hareketle, “ego sum qui sum” (yani Ben Ben’im/ I am who I am) deyişine gelmek istiyorum. Bu, “Ben Benim” ifadesi Tevrat’ın “Mısırdan Çıkış” bölümündeki bir ayette geçer. Tevrat’a göre, Musa ile Tur dağında konuşurken, Allah ona demiş ki: “Ego sum qui sum”: yani “Ben Ben’im”. “İsraillilere de ki, beni size ’ben benim’ diyen gönderdi.” Yani, Allah kendisini “Ben, Benim” diye tavsif ediyor.
İşte durduğumuz nokta ve işte duruşumuz. İstesek te istemesek te, benliğimiz dünyanın/varlığın tam merkezinde durmaktadır. Nihayet, Perspektifimizi tayin edecek olan da budur: yani bulunduğumuz nokta ve bakış-açısı. Eğer kendi nefsime “ben kimim?” yahut “ben neyim?” sualini soracak olursam, nefsim bana “Ben, benim” diye cevap verir. Acaba, Benliği tasvir etmenin bundan daha iyi bir usûlü var mıdır? Ancak, bütün insanlık için en mühim tefekkür bahislerinden biri de bu mesele değil mi? Yani, ilk mesele bir benlik ve bir kimlik meselesidir: “Ben kimim?” Bulunduğum bu noktaya “Nereden geldim?” Şu andaki durumum, “duruş-noktam” neresi? ve “nereden geldim ve nereye gidiyorum?” Elbette, beynimizin dış dünyaya bakan gözleri var ve dünyaya kendi şuurumuzun, kendi benliğimizin, pencerelerinden bakıyoruz.
Demek ki, birinci mesele bir “benlik ve kimlik meselesi.” İnsanlık tarihinin felsefesini yapmak isterken, yani tarihin bizi getirdiği işbu noktada olup bitenleri anlamak maksadı ile tarihin bir muhasebesini yaparken, kavramlaştırdığım ikinci mesele ise, işte bu “duruş noktası” (stand-point) meselesi idi. Çünkü perspektifi de duruş noktası ve bakışaçısı tayin eder. Demek oluyor ki, dünyaya o anda durduğumuz noktadan bakarız: sözgelişi bir şehre, mesela Sarayevo şehrinde görmüş olduğumuz gibi, o şehrin içine yerleşmiş olduğu bir vadinin içinden bakınca görülen manzara başka, bir dağın zirvesinden bakınca görülen daha başka; perspektifimizi ve bakış açımızı tayin eden de, öncelikle, “bulunduğumuz mevkii”dir. Demek isterim ki, Dünyaya baktığımız bu noktadan itibaren, ancak perspektifimizi tayin eden işbu bakışaçısına göre ve yalnız bu bakışaçısı içinde kalan şeyleri görebiliriz. Ve bizim bu dünyada müşahede edip, görüp anlayabileceğimiz şeyler, işte bu bakışaçısı ile ve ufkumuzun genişliği ile sınırlı. Bizim için Dünyanın bütün anlamı, bizim o andaki bu bakışaçımız ve ufkumuzdan ibaretdir. “all meaning is an angle” (the geometry of meaning, arthur young): bütün ma’na bir açıdan ibaretdir: bir bakış açısı ” (mülk ve hilafet, sh 132) Demek oluyor ki, üçüncü bir kavram daha geliştirmiş oluyoruz: “perspektif”… Ve bu anlaşılır kavramlar üzerinde daha fazla durmadan, hemen ekleyeceğim dördüncü bir kavram da, “oryantasyon”dur (yani istikamet tayini, yöneliş) ve ilave edeyim ki seçtiğimiz perspektife göre, seçeceğimiz oryantasyon dahi belirlenmiş olacaktır.
Şimdi kendi tarih felsefemi inşa etme gayreti içindeyken geliştirdiğim bu kavramları madde madde tekrar sıralayacak olursam:
1. Ego sum qui sum (ben benim) yani benlik ve kimlik meselesi: unutmayalım ki, “gönül her ne ki fetva verirse dil onu söyler”
2. Duruş noktası (stand-point) bakış açımızı/ perspektifimizi de bulunduğumuz nokta tayin eder. Mesela, şehre bir dağın tepesinden bakmak gibi.
3. Perspektif/ sahib olduğumuz bakış açısı ise, anlamı ve yönelişimizi dahi belirler.
4. Oryantasyon/ yöneliş, istikamet tayini yahut bir “sırat-ı müstakîm” arayışı demektir. Bu da demektir ki, daha önce bilmediğimiz yeni bir dünyayı keşfetmeye çıkarken kendimize bir “yol haritası” yapmaya çalışıyoruz.
5. Frame of Reference /Referans çerçevesi : matematik dili ile tarif edilen şekli ile ilimde zaman ve mekan, felsefede dil ve kültür/ metafizik şuurda îman
6. Intensional orientation: yani insanın kendi kendini aldatma kapasitesi, şuurun intensioanal dünyuasına mukabil extensional dünyanın gerçekliği meselesi…ve nihayet bizzat şuur meselesi:
7. Şuur meselesi ve bizzat kendi şuurumuzu yargılamak : tarih felsefesi…bu bahislerin alt başlıklarına gelince onların sayısı sonsuz olduğu için, burada hepsini bir bir sayamayız elbette. üstelik birşuurun kendi şuurunu tartıp yargılaması işi bir mobius şerididir ki hiç sona ermez, nihayeti yoktur..
“Kto skazal “a”, tot doljin skazat i “bı”: her kim ki “a” dedi, “b” yi de söylemeli… Madem ki, başladık devam etmemiz gerekiyor. Dostoyevski’nin tasvir ettiği Rus karakterlerine bakarak söylersek, bir kere başladığımıza göre, hem de bu israrımızın sonuçları ne olursa olsun, devam etmek zorundayız…
Şimdi madem “benlik” diyerek bu bahse başladık, bu minval üzere devam etmemiz gerekiyor: Farklı dillerden seçtiğim bazı ibareleri kasten naklediyorum; ta ki kullandığımız her farklı dilin farklı tarih ve kültürlere mahsus anlayışları nasıl yansıttığını da fark edelim. “Dil tarihin arşividir” derler, bence hatta coğrafyamız da dilimizden ibaret. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir mütefekkir ise, “dilim vatanımdır” demiş. Wittgenstein da, “dilimin sınırları, düşüncemin sınırlarıdır” demiş. Benim kullandığım kelimeler ise, kullanılan dilden alınmakla beraber, işbu tarih felsefesi bahislerini tartışmak üzere kavramlaştırılmış kelimeler. Şimdi tekrar aklıma geldi, Alice Harikalar Diyarında kitabında gördüğüm bir sözü, kullandığımız muhtelif üst-diller hakkında yazdığım, “Şâhid-i Ma’nâ Benim” isimli yazımda dahi nakletmiştim: “Glory” kelimesine farklı bir anlam yüklenmesine ^fakat glory kelimesi bu anlama gelmez ki” diye itiraz eden Alice’e, şöyle cevap veriyor Humpty Dumpty:
“Ben bir kelimeyi kullandığım zaman,” diyor, “o kelime tam benim istediğim ma’nâya gelir; ne eksik ne de daha fazla!”
Kullanılan dillerden bir takım kelimeleri alarak, kendime göre kavramlaştırmak ve kelimelerin içine kendi kasdettiğim bir takım mazmunları yüklemek sureti ile, kendi felsefî kavramlarımı geliştirmeye çalıştım. Tarih felsefesi yapmanın, hatta yalnızca bir mesele hakkında düşünmenin, tabiî neticesi budur: normal dilin muğlak ve kompleks yapısı içinde konuştuğumuz zamanlarda, bütün kelimeleri üzerinde az çok uzlaştığımız anlamlara delalet edecek şekilde kullanırız. Halbuki kelimeleri kullanırken, gerçek anlamda düşünmeye başlar başlamaz, kelimeler bizim o “context” içinde atfettiğimiz anlam ve sınırlar içinde farklılaşmaya başlar ve anlaşmaktan ziyade, “Babil Kulesi” mazmûnunda ifade edildiği gibi anlaşmazlık sebebi haline gelebilirler. Bu mazmun kelimesini de çok zikretmeye başladım şimdi ya: ki bu söz, “bir kelimenin içine, teşbih yapmak suretiyle, yüklenmiş gizli anlam” demektir: ancak şu an için bu mazmun bahsini daha fazla izah etmeyi erteleyeceğim. Yani, şu anda arzetmekte olduğum bir kaç kavramda görüldüğü üzere, lüzum gördüğüm hallerde kullandığım kelimelere bizzat kendi kasdettiğim farklı bir anlamı hamletdiğim ve bir takım sınırlar atfettiğim durumlarda, elbette biraz bana mahsus bir dil, yani kelimelerin tarih içindeki kullanımı ile ve cemiyet tarafından üzerinde uzlaşılmış olan mer’iyetdeki kullanım anlamlarının dışında, hususi bir dil ve uslub kullanmış olacağım: mesela “bilim derken”kelimeye farklı sınır ve amlam yüklemem gibi: ki bu hal, bu kavramların farklarını izah etmediğim takdirde, elbette anlaşmayı zorlaştıracaktır. Buna da, “dil yabancılaşması/ alienasyonu” diyorum. Bilhassa kendi anadilimizde konuşurken, düşüncelerin kelimeler içindeki hareketinin meydana getirdiği farklılaşmaya hiç dikkat etmediğimiz için oluşan ve yanıltıcı olduğu için de çok tehlikeli, bir alienation/ yabancılaşma biçimi bu. Bilindiği üzere Varlığın Ma’nâ ve Mazmûnu isimli bir kitabım dahi var ve yeri geldiği zaman bu bahse de gireriz.
Şimdilik, birer konu başlığı olarak arzettiğim yukardaki kavramların ise, yine zamanı ve yeri geldikçe açıklanacağı üzere, elbette bir takım alt-başlıkları daha var: Mesela, “Benlik” bahsini gerçi “ego sum qui sum” “ben benim” deyişi ile açtık ve bu ifadenin ingilizce tercümesi olan “I am who I am” yani, “Ben kim isem O’yum” ifadesi, psikiyatristlerin dilindeki id, ego, superego gibi ifadeleri, hatta şuur, şuuraltı, sublimasyon ve projeksiyon kavramları gibi kendi benliğimiz hakkındaki şuurumuzu dahi şüpheli hale getiren çağrışımları hatırlattıktan başka; “nefs”, “ruh”, “akıl”, “kalb” gibi, yine benlik kavramını ifade eden başka alt başlıkları dahi var. Ancak burada, benlik kavramının, çok daha fazla, çok uzun uzadıya tartışmamız gereken bir yönü de, çağımızdaki globalizm denen vâkıanın yol açtığı şartların meydana getirdiği reaksiyonlar cümlesinden olmak üzere, bugünlerde çok aktuel bir problem haline gelen “kimlik” meselesidir: ki bu başlık altında da, benliğin sosyal aidiyet ve mensubiyetle ilgili problematik yönleri yer almaktadır.
Mesela daha şimdiden, Stand-point: duruş noktası kavramı içinde, belki fizikçilerden aldığım “olay ufku” kavramını dahi (yani bir hadiseyi müşahede edilebilir hale getiren fizikî şartların oluşması ma’nâsında) tarih felsefesi açısından yorumlamam ve kullanmam uygun olabilir diye düşünüyorum.
Ve Mesela bakış açısı kavramı içinde, daha önce disiplinleri tasnif etmek için geliştirdiğim “prospectare: geleceğe bakış” (ilim), “retrospectare : geçmişe bakış” (tarih), “introspectare: içebakış” (sanat), inspectare: vaziyet teftişi (felsefe), conspectare: terkipçi/sentezci bakış (tarih felsefesi) gibi kavramlaştırmalar var. Yeri geldikçe işbu oryantasyon, projeksiyon, yol haritası gibi kavramları dahi, bu kelimelere kendi yüklediğim anlamlara dair açıklamalar ile birlikte arz etmem gerekecek. Kelimeleri, az çok üzerinde uzlaştığımız anlamları dışında ve kelimelere yeni mazmunlar yükleyerek, yahut farklılaşmış bir anlama gelen kavramlar şeklinde kullanarak, okuyucunun bildiği anlam sınırlarını birazcık aşmak, belki anlaşılmayı zorlaştırabilir. Ancak bir yazarın okuyucudan dikkatini teksif etmesini istemeye, hiç olmazsa daha önce yazdığı şeyleri hatırlamasını beklemeye, pekâlâ hakkı vardır. Aksi takdirde, Coleridge’den naklettiğim Kutsal Kitap hikayesinde olduğu gibi, bir “insanı anlamadan okumaya” kalkışmak, semeresiz bir teşebbüsten ibaret olacaktır.
Tekrar ihtar edeyim ki, naklettiğim bu ironik ifadede olduğu gibi, ben de demek istiyorum ki; “Ben bir kelimeyi kullandığım zaman, o kelime tam benim istediğim ma’nâya gelir; ne eksik, ne de daha fazla!” Ve dahi, yukarda naklettiğim beyitde söylediğim gibi, “nihân ettim kelâmım gerçi ma’nâ âşikâr oldu/ söz oldu perde-i hüsnün: o perde vasf-ı yâr oldu”: bazen kelâmımızı gizlesek de, ma’nâsı âşikâr olur. Ne çare ki, gerçeği tavsif etmek için dahi, dili kullanmak zorundayız. Hattâ kelimeler, sözler, bu varlığın güzelliğini açıklamaktan ziyade gizleyen perdelere dönüşseler bile. Her ne kadar kelimelere atfettiğimiz bu husûsî anlam ve mazmunlar ile, birbirimizi anlamak zorlaşsa da… Babil kulesi mazmunundan yola çıkarak yaptığım işbu girizgah vesilesi ile, kendi kullanacağım husûsî dil ve üslûba dair bu kadar mülâhaza ve açıklama şimdilik yeter. Dilin meydana getirdiği çok daha başka ve daha mühim semantik problemlerinden ise yeri gelince tekrar bahsedeceğiz. Şimdi gelelim, bu bahsin dîbâcesini teşkil eden rübaide söylendiği üzere, işbu muammalı lisan bahsinin aşina olmadığımız harflerini tanımaya çalışırken, hep bir perdenin ardında kıylükal etmekle meşgul olduğumuz için gerçek sandığımız ve ancak perde kalktığı zaman kalıcı ve gerçek olmadığını anlayabileceğimiz, şu “fânî benlik” bahsine. Efsûs ki, şimdi bize bir “Mâni-i Nakkâş” sabrı ve disiplini lazım…
(1) O zaman Molla bize bu şiiri Hasan Harakaanî’nin rübaisi diye okumuştu. Ben de çok sevdiğim bu rübaiyi ezberlemiş ve daha sonraki yıllarda tercüme ederek, kitaplarımdan birinde, Hasan Harakaanîye nisbet ederek neşretmiştim. Fakat daha sonraki yıllarda bu rubaiye Ömer Hayyam rubaileri arasında tekrar rastladım. Her ne kadar Hasan Harakanî’nin şair olduğuna dair bir rivayet yoksa da, bu şiiri Hasan Harakaanî’ye atfedenler de var ve bu rubainin sûfîlerin sözlerine çok benzeyen ve bilhassa Hint mistisizmini hatırlatan sûfiyâne edâsı da âşikâr. Rubai aslında belki de bir Ömer Hayyam rubaisi olabilir ise de, tabiî ben şimdi bu hâtırayı naklederken, o mollanın söylediği gibi yazdım.