“Tutsam taleb-i hakîkate râh-i mecâz
Efsâne bahânesiyle arz etsem râz”
Fuzûlî
“Ego sum qui sum”: “ben, benim” diyebiliriz (bu bir totoloji, yani ma’lûmu i’lâm etmek oluyor elbette) ama “benlik” ne demektir? Gazâlî, “Meâ’ric ül-Kuds fî medârici ma’rifet in- nefs” (nefsini bilmenin basamaklarında kutsal mi’raçlar) isimli eserinde, ‘benlik anlamına gelen “nefs” kelimesinin Kur’an âyetleri içinde hangi farklı ma’nâlara gelecek şekilde kullanılmış olduğuna dair misaller vermiş ve “nefs” kavramının Kur’an’daki ibarelerde yerine göre “kalb”, “akıl” ve “ruh” ma’nâsına gelecek şekilde geçtiğini göstermiş; binaenaleyh, Arapça’da bu kavramların aynı ma’n’aya gelecek tarzda birbiri yerine kullanılabildiğini’ yazmıştı. Öyle görünüyor ki benlik, yani Nefs (Ruh / Akıl / Kalb) sayesinde kendimizi ve kendi dışımızdaki dünyayı tanıyor ve akıl yürütüyoruz. Gazâlî, “Nefs, mahall-i ma‘kûlâtdır” diyor. Yani akıl yürüten benliğimizdir ve kendi dışındaki dünya hakkında hüküm veren de odur; ancak bizzat bu benlik şuurunun kendisi veya insan rûhu hakkında fazla akıl yürütemeyiz; çünkü, şuur zaten benlikle başlar. Şuur kelimesini de hangi mânada kullandığımızı tekrar netleştirmeliyiz. Beynimizde oluşan tasavvura –meselâ çevremizdeki bir nesneye dikkat edince onu görmekte oluşumuza- şuur diyoruz (perception).
Elbette, nefsimizin/ benliğimizin doğrudan doğruya dış dünyayla teması olmadığı malumdur. Görme, işitme gibi duyu organları vasıtası ile dış dünyadan gelen intibâlar, bir takım elektrik “impulse”leri ve kimyevî dalgalanmalar şeklinde, beynimize ulaşıyor ve aklımız/ benliğimiz beyindeki bu dalgalanmaların oluşturduğu tasavvura nazaran bir takım -tabir caizse- “çıkarım”lar yapıyor; kendi dışındaki dünya ve varlık hakkında hükümler veriyor; başka bir deyişle şuurumuz dış dünya hakkında dolaylı yoldan elde edilmiş ve bir müddet sinir hücrelerinden geçtikten sonra dimağa ulaşan verilerden teşekkül ediyor (Sense datum). Bir nesnenin şeklini yalnızca görmekle kalmıyor, onun ne olduğuna da karar veriyoruz. Yani gördüklerimize bir anlam veriyoruz..
Şu halde var olduğunu düşünen, isbât-ı vücûd etmek isteyen, felsefe yapan, kendini ve varlığı tanımak ve ifade etmek isteyen ve yerine göre akıl, kalb veya ruh anlamına da gelebilen işbu “nefs”e –benliğe- biraz daha yakından bakalım. Mevlânâ Celâleddin diyor ki:
“Ey birâder tü hemân endîşeî
Mebâk-ı tü üstühân ü rîşeî”
�
(Ey birader sen yalnızca düşünceden ibaretsin,
Senden geriye kalan et ve kemikten ibarettir.)
Demek oluyor ki insan, ‘Kendi Benliğini ve Varlığı’ tanıyan ve anlamlandıran bir canlıdır ve Benlik, ma‘kûlâtın (akl edilenlerin) mahalli; yani işte bu düşünen nefstir: et-kemik, organlar, duyu organları yalnızca bu benliğin kullandığı aletler. Bu aletler sayesinde benlik kendi dışındaki varlık hakkında bir takım hissî intibâlar ediniyor. Bu intibâlar sinir hücrelerinden geçerek şuur merkezi olan beyne ulaşıyor ve beynin nöronları arasında bir takım elektrikî ve kimyevî reaksiyonlar meydana geliyor ve nöronlar arasındaki bu etkileşim benliğimize kendi dışındaki dünyayı tasvîr eden bir görüntü –tasavvur- şuuru veriyor. İnsan da hayvan da, nefsin kullandığı idrak aletlerinin, yani kendi duyu organlarının, meydana getirdiği bu şuur halinden -dış dünyanın bize o anda görünmekte olan manzarasından- asla şüphe edemez. Ne var ki hayvânî şuurdan farklı olarak insânî şuur, bu manzarayı kendi akledebilen nefsi ile, bir tenkide tâbi tutar ve gördüğünün gerçek olmayabileceğini bilir. “Meselâ,” diyor Gazâlî, “güneş gözümüze küçük göründüğü halde, akıl sayesinde onun dünyamızdan bile daha büyük olduğunu biliriz.”
Şuur (perception ve bazı hallerde apperception) ve nefs kavramlarından ne anladığımı netleştirmek ümidiyle cognitive psikolojide kullanılan bir benzetme yapacağım. Beyinde nöronlar arası iletişim vasıtası ile meydana gelen tasavvuru, bilgisayara benzeterek bir nebze anlamak mümkündür. Şöyle ki bilgisayara giren elektrik, yarı-iletken olan chipler içinde bazen bu akımı ileterek bazen iletmeyerek, akımın varlığı veya yokluğu bilgisayar dilinde 0 ve 1 rakamlarına çevrilecek şekilde kodlanır. Bilgisayarın beynine ulaşan her veri, 0 ve 1 den ibaret iki tabanlı bilgisayar rakamları ile ifade edilir. Bu yazıyı Word2000 programı ile yazıyorum. Klavyeden girdiğim her harf böylece rakamlara çevrilerek işbu program tarafından işleniyor. Ve ekranda fevkalade bir manzara teşekkül ediyor. Beş duyunun verileri de beyinde işleniyor ve ekrandaki manzara gibi şuurumuzda dış dünyanın bir görüntüsü oluşuyor. İşte benlik, word programına benzeterek söylersek, sadece beyne ulaşan verilerin oluşturduğu bu manzaranın şuuruna varmakla kalmıyor; bir de bunun hakkında akıl yürütüyor ve hükümler veriyor. Burada da, şuurda bir manzaranın teşekkül edebilmesini -word programını işleyen elektronik beyin gibi- insan beyninin faaliyeti gerçekleştiriyor elbette; ama benlik veya insan aklı, elektronik beyinde olduğu gibi, sadece kendisine ulaşan verileri işleyip bir şekle dönüştürmek ve ekranda göstermekle kalmıyor; o kendi varlığının da devamlı farkında.
Meselâ, Arthur Clarke’ın, “2001” isimli meşhur bilimkurgu eserindeki Hal9000 gibi, “insanlarla mücâdele eden ve kendi yaptığı işin ve varlığının farkında olan bir bilgisayar” yapılabilse idi; “onun bir benliği var“ diyebilirdik (Bu bilimkurgu klasiğinde, Uzay gemisini yöneten çok gelişmiş kuvvetli bir suni zekâya sahip Hal9000 isimli bilgisayar, bir noktadan sonra, gemiyi yöneten astronotları lüzumsuz ve kendi misyonu için zararlı sayarak birer birer öldürmeye başlar). Halihazırdaki işleyiş biçimini ise şuura (perception) benzetiyoruz. Ve benzetmek caizse, word programının kabiliyet ve imkanlarının arkasındaki akıl, nasıl ki bilgisayar aksamını ve bu word programını planlayan insanlar ise; ayni şekilde, beyindeki bu şuurun arkasında da, yerine göre ruh, akıl veya kalb diyebileceğimiz benliğimiz/ nefsimiz var ve bu nefs, hem kendi varlığının farkında, hem de dimağın bütün faaliyetlerini yönetiyor.
Mamafih, şimdilik şunu söyleyebiliriz ki çağdaş ilim dahi, hâlâ beynin faaliyeti ve aklın mahiyetini izah edebilecek seviyede değil; her ne kadar nörofizyoloji alanında muazzam bir gelişme ve bilgi artışı varsa da; tabibler, nörofizyoloji uzmanları gibi ilim adamları dahi şuurun ve aklın mahiyetini izah edemiyorlar. Yerine göre, şuur (perception) kelimesi ile karşıladığımız dimağda oluşan tasavvurlar ve beynin kabiliyetleri arasında en ehemmiyetli olanı, görme kabiliyetidir. DNA şifresini çözerek nobel alanlardan biri olan Dr. Francis Crick, beyni anlayabilmek için görme kabiliyeti üzerinde 50 senedir çalıştığını söylüyordu. Ölmeden önceki son eseri olan, “Astonishing Hypothesis” (Şaşırtıcı Hipotez) kitabında, ‘yalnızca beynin faaliyetlerinin ceman yekun (holistik) bir sonucu olarak, dış dünyanın bir görüntüsü gibi bir şuuru oluşturmakla beraber ve ayni zamanda kendi şuurunun farkında olmak şeklindeki, “düşündüğünün, hissettiğinin ve kendi mevcudiyetinin bile farkında olan bir benlik” duygusunun veya şuurunun nöronlar rası iletişimin teşkil ettiği bir network sayesinde oluşabileceğini ve bunun nörofizyolojik münasebetler ile tasvir edilebileceğini’ iddia ediyordu. Elbette elimizin altındaki muazzam bilgi birikimine rağmen böyle bir nörofizyolojik tasvir teşebbüsünde mevcud olan bilgi boşluklarının kendisi de farkında olduğu için; kitabını bu “Şaşırtıcı Hipotez” adı ile neşretmişti.
Şimdiden, eldeki bilgiler ölçüsünde, idealist veya materyalist yaklaşımlarla, beyindeki hadiseleri tasvir etme denemeleri bile mevcut elbette: ama bir konsensus yok. Bugünkü nörobiyolojide hâlâ altında ezildiğimiz ve izah edemediğimiz mesele, mind/ brain (akıl /beyin) münasebetidir. Herkes akıl ve beynin bazı belli vechelerinin çok yakın ve sıkı bir alakası, yahut rabıtası olduğu hususunda hemfikir. Ben Linguistik gelenekte olduğu gibi veya Aristonun düşündüğü gibi duyguları kalb (yürek) ile ilgili görmüyorum. Gazali’den “Kalbin mahall-i ma’kulat olduğu” rivayetini naklederken ve Kuranda kalb kelimesinin yerine göre nefs veya ruhun eş anlamlısı gibi kullanılışına, dildeki kullanlış tarzını göstermesi bakımından dikkat çekerken , ima etmek istediğim, Kalb kelimesinin dahi hisseden /emotional açı çeken (maddî veya vicdânî) nefs anlamında anlaşılması gerektiğidir. Yoğun duyguların tesiri altındayken Kalbimizde hissettiğimiz sıkıntı, çarpıntı vs. ise şuurda var olan stresin vücud fonksiyonlarına yansımasıdır (Psikosomatik bir hâldir). Meselenin en esrarengiz yönü şuur veya farkında olmaklığın acı/ağrı hissetme tecrübesinden tutun da, kendi varlığının farkında olmaya (self-conscıousness) kadar, çok çeşitli şekillerinin bulunmasıdır. Akıl (veya nefs) meselenin Descartes tarafından vaz edildiği hali ile, tamamen gayrı maddî bir şey olmakla ve beyinden müstakil olmakla beraber, interaktif bir şekilde beyinle haberleşerek birlikte çalışan müstakil bir ruh gibi telakki edilmiştir. Aslında şimdiye kadar benlik meselesinin tarihinden hiç bahsetmediğimiz için, Descartes’ten sonra meydana çıkan bu keskin ruh-beden ikiliği ve buradan çıkan problemleri iyi anlatamadık. Benliğimin Tarihçi yönü “ şu meslenin tarihini anlatmazsan, söz eksik kalır; bu anlattıkların da anlaşılmaz” diye itiraz edip duruyor.
Şimdi, hiç olmazsa şu hususa olsun, dikkat çekelim: Mesela, Eflatun’dan farklı olarak, bir biyolog olan Aristo, bir ‘Ruh Realitesi’ni kabul etmez ve “Soul” (nefs/ benlik) kelimesini anima/ canlı olmak, hayatiyet şeklinde, yani bütün organizmaya yayılmış bir hayat enerjisi olarak anlar. Tabii bu nefs anlayışı da filozoftan filozofa, devirden devire çok değişiyor. Burada belki benlik terimleri ile ilgili kısa bir lugatçeyi de hemen arz etmem gerek: “anima” (canlılık) demek ve latinler buna “spiritus” diyor. Yunanca ‘psykhe’nin mukabili, Pneuma /yani nefes alma: tabipler göğüs/akçiğer hastalıkları için hâlen bu kelimeyi kulanıyorlar. Yani ibranice nefes veya ruah (ruh) arapça ‘ruh ve nefs’ in karşılığı. Bütün bu kelimeler aslında aynı benlik mefhumunu ifade ettiği için kullanılış tarzları da karışık: zaman zaman birbirinin müteradifi (eş anlamlı gibi biri yerine öteki) olarak kullanılabiliyor. Zannımca İbranice’de nefeş (nefs/soul: Nephesh – Yaşayan ölümlü varlık: bu acıkır, nefrat eder, sever, iğrenir, ağlar ve ölümlüdür; yani artık nefes almaz hale gelir. Tabii diğer canlılarda nefes aldığına göre onların da nefsi var) ruah (ego/ benlik/ ruh: ki bu da ortaseviyedeki benlik veya ruhtur ahlaki temyız kabiliyeti ile iyiyi ve ktüyi temyiz edebilme meziyetine sahiptir modern söyleyiş ile buna psyche veya ego–personality/ benlik-şahsiyeti denebilir), nesheman (nesîme/ ruh/ supersoul: yüksek ruh/benlik veya nefs ki insani ruh diye diğer canlılardan tefrik edebileceğimiz bu benlik ise, mahall-i ma’kulat olarak akılla ilgilidir ve ölümden sonraki hayat da bu ruhun imtiyazıdır. Marifetullah yani allahın varlığı ve her yerde hâzır ve nâzır oluşuna dair şuurumuz, bu ruh sayesindedir. Yahudilerin Zohar kitabına göre, ölümden sonra nefesh/nefes yokoluyor, ruh ise önce geçici bir mekana – berzah alemine- gidiyormuş ve nefsin vicdan, yani ahlaken iyi ve kötüyü temyiz melekesi ile marifetullah’a erişen akıl sahibi yüksek seviyesi ise doğum ile verilmiş olmayıp; zamanla insanın kendisinin inançları ve fiillerine göre geliştirdiği ve ancak ruhi tekamülünü ve uyanışını tamamlamış kimselerde tam olarak mevcut olabilen bir ruh olarak telakki ediliyormuş. Neshamah /nesîme ölümden sonraki dirilişten sonra, ruh, nefes ve nesime yeniden birleşmiş olarak ve kalıcı bir benliğe dönüşerek; platonik idealar dünyasına, yani geldiği ilahi kaynağa döner ve ebedi saadete erişirmiş). Yahudilerin bu nefs /ruh tasnifinin bizdeki karşılıkları ise, “nefs-i emmâre”, “nefs-i levvâme”, “nefs-i mutmainne” ve “nefs-i mülhimme” dir.
Biz benlik kelimesini şimdiye kadar bu kavramların hepsinin yerine geçebilecek bir müteradif olarak kullandık: Bunun meşruiyeti için de Kurandaki kullanılış miyarını gösterdik: Kuranda bu kelimelerin herhangi biri kullanılarak öteki kastedilmiş olabiliyor; bu husus ayetin anlamından anlaşılıyor (Demek ki arapça da bu kelimelerin böyle bir kullanılış mi’yârı ve anlamı var): Türkçede ve bu yazıda, Benlik kelimesinin mütekabili olarak kullandığımız kelime “nefs” kelimesidir (nefes alıp veren, canlı, soul). Ve yerine göre, rûh (ki bu ruh kelimesi de yine rîh, yani rüzgar veya hava ile ilgili), akıl (zihin, mind, akıl, intellekt), ve kalb (hissî şuur, acı ve vicdan azabı gibi) anlamlarını kasdederken dahi benlik kelimesini kullandık.
Bazı dinler ve felsefî anlayışlara göre, nefs/benlik (soul) yaşayan organizmanın maddî olmayan yahut bir başka deyişle rûhî kısmıdır ve ebedîdir (ölümsüzdür; beden ölir ruh ölmez) Yunus’un deyişi ile “ölen hayvân imiş, canlar ölesi değil.” Nefs (soul) insanın şahsiyeti ve şuuru olarak düşünülür ve Zihin (Mind) ve Rûh ve benlik ile müteradif / eş anlamlı olarak kullanılır. İlahiyat açısından, en azından bazı dinlere göre, bir insanın biyolojik ölümü ile yok olmaz ve ölümden sonra da yaşamaya devam eder ve yine bazı dinlere göre rûh, Tanrı tarafından yartılmıştır:“Tanrı insanı yarattığı zaman, ona kendi rûhundan üfleyerek hayat vermiştir.” Japon kültüründe ve Animizmde sadece canlılar değil hatta cansız maddelerin bile bir rûhu (soul) olduğuna inanılır. Soul (nefs) ve spirit (ruh) kelimeleri eş anlamlı olarak birbiri yerine kullanılır. Bu kelimelerin etimolojik gelişmelerini inceleyenlere göre, nefs /soul (nefes alıp veren canlı) kelimesinin ruh kelimesine göre daha dünyevî şağrışımları var. Nefs/benlik ( bir organizmaya yaşama enerjisini vern canlı olma özelliği, nefes alıp veren canlı) anlamında bir biyolog olan Aristonun kasdettiği anlamda bedenin canlı olması demek. Soul / Nefs, (nefes çağrışımı ile) yunanca psykhe (psyche) kelimesi ile de eş anlamlı olarak kullanılabilir ve tahminen aristonun kullanmış olacağı şekilde, bu psykhe kelimesi nefs kelimesine nisbetle, daha da fazla maddi çağrışımları (connotattions) olan bir kelime. Ruhiyat yerine kullandığımız bugünkü psikolojı kelimesi de bu yunanca kelimeden geliyor ve nefs kelimesine nisbetle bu isimde mündemiç olan ma’nâ dahi, biraz daha maddeci bir anlayışı aksettiriyor. Zira nefs veya ingilizce soul kelimesi metafizik ve dini anlayışlara daha yakın duruyor.
Ancak burada Soul/Nefs Kelimesinin etimolojisi hakkında daha fazla lizumsuz tafsilata dalacak değiliz. Bir ara söz olarak bu kadar açıklama yeter. Ne var ki, hattâ çok beyinsiz canlıların bile, öncelikle kendi benliklerini düşünecek ve ona göre davranacak şekilde yaratılmış olmaları gerekir ki hayatlarını sürdürebilsinler. Yani bütün canlilar bir anlamda bencil olmak zorundadır. Sıradan bir yengecin bile sinir sistemi, bizzat kendi vücuduna zarar verecek davranışlar ile başkalarına zarar verecek davranışları tefrik edebilecek şekilde ve elbette kedndisine değil başka canlılara zarar verecek davranişları tercih edecek şekilde halk edilmiştir. Ve sinir sistemi ve davranışların bu şekilde kontrol edilebilmesi için yüksek bir beyin kapasitesi veya şuur hiç de gerekmiyor; nerde kaldı ki, kendi şuurunun da farkında olna bir benlik şuuru olsun diyebilirsiniz. Ama en basit tek hücreli canlılar bile, bir kendi nefsi ve bir de, yabancı-dış dünya ayırımını bir şekilde yapmak zorunda ki yaşayabilsin. Bu anlamda bütün canlıların bir çeşit “benliği” (self) var. Gazali’ye atfedilen Mearic ül-Kuds kitabında bir nebâtî ruh, hayvânî ruh, insânî ruh ve ilâhî ruh tasnifi vardır. Şamanistler gibi nerdeyse maddenin de ruhundan bahsedeceğiz; lâkin ruh ve madde tam zıt kavramlar. Fakat elbette, “biz bu insani şuurla daha kendi nefsimizi bile tanımış ve anlamış değiliz, sanki tabiatı ne kadar anlıyoruz ki?” suâli de h3atıra geliyor..
Anlaşılan o ki nörofizyologlar, nefsin/benliğin bütün bu anlamlarını sadece beynin maddi faaliyeti ile oluşan şuur /conscioussness ile izah etmeye temayül ediyorlar: kendi varlığımızın farkında oluşumuzu dahi beyinde oluşan holistik bir şuur hali gibi anlamak istiyorlar. Bence, esasen maddi dünyaya yönelik ve materyalist olan ilmî zihniyet, maddî olmayan ve tecrübe edilemeyen herhangi bir Rûhî (madde dışı /madde ötesi/ res cogitans) realitenin gerçekten var olabileceğini, anlayış ve metod olarak, hatta kategorik olarak, kabul edemediği için; böyle bir tavır takınıyorlar. İlim bir çeşit materyalist felsefe olmak zorundadır. Başka türlü objektivite, ölçülebilirlik, test edilebilirlik vasıfları olamaz. Ama canlı dünya, hatta şuur ve benlik gibi meseleler, bu müşahhas (somata/ vücut, somut) ve reductionist (parçalara bölerek bütün organizmanın işleyişini kavramaya çalışan) anlayış çerçevesine indirgenemeyecek kadar kompleks ve değişken elbette. Bu sebeple, çok yakın zamanlara gelinceye kadar, cognitive bilimciler ve hemen hemen bütün nöro-bilimciler şuur meselesini görmezden geliyorlardı. Bu meselenin ya tamamen felsefî, yahut ilmin tecrübî metotları ile incelenemeyecek kadar mücerred ve anlaşılmaz olduğunu düşünüyorlardı.
Hâsıl-ı kelam,, Nörofizyologlar ve cognitive psikologlar işbu Benlik problemini, dimağ ve vücud (mind/ body) veya nefs ve beyin (mind/brain) problemi şeklinde ele alıyorlar. Şu halde, beyin (brain) ve benlik (mind) münasebetinin de “Benlik ve Şuur” diye ayrı bir fasıl içinde incelenmesi gerekir. Ne var ki, Benlik/Mind bahsine dair bütün bu ilmî münakaşalara, ancak bu “felsefi açıdan benlik tartışması” bittikten sonra temas edilebilir. Bu sebeple şimdilik bu bahislere kısacık atıflar yapmakla iktifa ediyorum. Bu beyin ve akıl/şuur (Brain/ Mind) münasebetleri bahsinde, bir düşünce deneyi olarak çokca bahsedilen “Brain in a VAT” (vücuttan çıkarılarak tecrid edilmiş beyin) tartışması var. Hattâ İbni Sina’nın dahi, “bütün duyularından tecrid edilmiş olarak, dış dünyadan hiç bir intiba alamaksızın havada asılı duran bir insan kendi benliğinin farkında olur mu?” şeklinde tasavvur ettiği bir düşünce deneyi vardır. Günümüzde şuur (consciousness) ve beynin nörofizyolojik faaliyetleri hakkında, bir çok modern disiplinin kendi nokta-i nazarlarına göre, durmadan artan ve meseleyi daha komplike hâle getiren bir bilgi artışı var. Ama anlayışımız hiç de artmış değil; öünki heraklit’in de dediği gibi, “malumat artışı nüfuz-u nazar kazandırmaz.”
İngiliz biyolog (professor of biology and director of the Brain and Behavior Research Group at The Open University in the United Kingdom) Steven Rose diyor ki: “Bence, şu andaki büyük problemimiz şu ki, farklı ilim şubelerinden çok farklı seviyelerde çok fazla bilgi akışı var.Molekuler biyoloji, genetik, biyokimya, fizyoloji, hücre fizyolojisi ve bütün sistemin fizyolojisine dair çalışmaları inceliyoruz- ve positron emisyonu tomografisi, fMRI( fonksiyonel magnetk resonans imajı) veya benim kullandığım Magnetoencephaografi (MEG) gibi beynin iç yapısına açılan bütün bu hayranlık uyandırıcı fevkalade pencerelerden gelen imajlar… Sonra tabii, suni networkler ile (artificial networks)uğraşanlar ve diğerleri gibi teorisyenler var. Yani mesele pek çok yaklaşım tarzı ile ele alınıyor. Problem şu ki, bütün bu farklı yaklaşımlar arasındaki farklı seviyeleri hangi köprülerle birbirine bağlayacağımızı bilmiyoruz, yani bu nerdeyse kör adamlarla filin hikayesine benziyor- insanlar beynin nasıl çalıştığına dair çok küçük parçaları kavrıyorlar, fakat bu parçaların hepsini birleştirmeye muvaffak olamıyoruz. Bu sıralarda, Beyin Çağı’ndan -1990’lar- sonraki bu çağda (decade), acilen ve çok muhtâc olduğumuz bir şey varsa, o da daha fazla Beyin teorisi. Resimleme (imaging) ile molekuler seviye arasında gidebileceğimiz bir yol bulmaya ihtiyacımız var.”
Mesela Bertrand Russell, Analysis of Mind kitabında, zihnî (mental) dünya ile, objektif maddî dünyanın tefrîk edilmesini bile tenkid ediyor. Beş duyu vasıtasıyla algıladığımız dış dünyaya mahsus, “bu katı objektif madde” idrakinin (perception) dahi zihnimizin mantıkî bir inşası (logical construcyion) olduğunu söylüyor. Russell, ‘maddî dünyayı da zihnî dünyayı da inkâr etmediğini; ancak her ikisinin de bizim idrâk ettiğimizden daha primitive gerçeklikler olduğunu; gerek ‘şuur’ gerek “katı madde” hakkındaki idrâkimizin dahi, bu primitive aslî muhtevâlara göre, “soyutlanarak inşa edilmiş tasavvurlar” olduğunu’ söylüyor. Pekala, şimdilik kabul edelim ki bütün şuur hallerimiz, beynimizdeki nörofizyolojik faaliyetlerin –duyu organlarından gelen münferid verileri (sense datum) işleyerek ve inşa ederek holistik (bütünleştirici) bir tarzda tasvir ettiği- bir tasavvurdan ibaret olsun. Ne de olsa beynin dış dünya ile teması ancak duyu organlarımızın ilettiği bir takım “nöroşimik impulse”lardan (elektriki ve kimyevi veriler) ibaret. Bu durumda, bu verilerin de beyindeki nörofizyolojik faaliyetler sonucunda işlenerek inşa edilen bir tasavvur olması elbette kaçınılmaz.
Ancak biz dışımızdaki maddi nesneleri, doğrudan doğruya temas ederek değil, bunlara dair duyu organlarının ilettiği verileri işleyen beynimizin inşa ettiği bir tasavvur olarak görüyoruz elbette. Ama akleden bir benlik yoksa, bir nesneyi gören beynin bir tek hücresi olmadığına göre ve herhangi bir imaj pek çok beyin hücresi arasında bir ağ şebekesi halinde dağılmış olduğuna göre, herhangi bir nesneyi gören bu beynin bu hücreleri veya maddi yapısı da değil, onda sayısız nöronlar arasında yayılmış bir şebeke/network olarak teşekkül eden bu şuuru/imajı kim görüyor?
Zira, Eğer, benliği beynin faaliyetlerinden ibaret sayarsak, beynin faaliyetleri sonucunda teşekkül eden tasavvuru idrak eden, beynimizde teşekkül eden görüntü tasavvurunun varlığını fark eden ve o görüntüyü gören çağdaş nörofizyolojideki tabir ile bir ‘homunculus’un ( beyindeki görüntüyü gören küçük adamın) daha varlığını farz etmemiz gerekecek. Çağdaş ilme göre şuur ve benlik bahsini tartışırken böyle bir homunculus farz etmek, hatta onun da arkasında başka bir benlik ve ilahiri homunculuslar şeklindeki, benliğin nasıl olup ta kendi şuurunun farkında olabildiği problemi ile ilerde yüzleşeceğiz. Beyinde şu anda mevcut olan bir şuur hali -ayni anda- bizzat kendisinin objesi olamaz. (No subjective state who is at present, could be its own object at the same time). Kendisini algılayan bir algı, kendini gören göz gibi, bizzat kendine referans veren bir şuur olur bu çünkü. Bu ancak olsa olsa hatırlama vasıtasıyla bir müddet sonra oluşan bir şuur olabilir. Biz işte bu şuurun, tasavvurun, ne gördüğümüzün de farkındayız ve bunu farkedenin ise benlik şuurumuz olduğunu biliyoruz. Bu durumda Russell ‘objektif dünya ve katı madde tasavvurumuzu’ dahi beynin bir konstrüksüyonu (inşası) saymakta elbette haklı. Fakat bu benlik şuurunu inşa eden nedir? Bazı nörofizyologlara göre, bu benlik şuuru dahi beynin faaliyetlerinin holistik bir sonucu (ceman yekun bir tasavvur olarak). Lakin elbette, gerek bizzat kendisi ve gerek kendi dışındaki varlık hakkında, nihâî kararı veren yine benliktir; bu âşikâr. Tolstoyun bir yerde dediği gibi: “Neyin doğru olduğuna ancak benim kendi kalbim (vicdânım, benliğim) karar verir.”
Acaba Benlik şuuru yalnızca beynin nöroşimik faaliyetleri ile ve her nasılsa oluşan holistik bir benlik tasavvuru neticesinde mi ortaya çıkıyor? Benliği yalnızca beynin faaliyeti diye anlayabilir miyiz? Nefsin ancak beynin nörofizyolojik faaliyetleri sayesinde kendi dışındaki dünyayı tasavvur ettiği ve şuurun dahi bu beynin faaliyetine bağlı olduğu âşikar. Lakin nesneleri gören gözümüz değil, hatta beynimiz de değil, beyindeki bir takım prosesler şeklinde oluşan bir şuur. Velhasıl bu kendi kendisine referans vererek anlaşılmaz hâle gelen, şuur, benlik ve beyin münasebetleri, felsefî muhakemeye veya reductionist (indirgemeci) ilmi metodolojiye indirgenemeyecek kadar kompleks görünüyor. Benlik Meselesi, ne eski felsefecilerin yaptığı gibi, beyin hakkında hiç bir ciddî bilgiye sahib olmadan, sadece mantık yürüterek ve ne de çağdaş ulemanın materialist ve reductionist (aşırı detaylara indirgemeci) tecrübi usulleri ile izah edilebilecek kadar basit değil. Reductionism (parçalara indirgemek ve tek tek parçaların/ detayların moleküler -hatta atomik seviyede- fonksiyonlarını anlamaya çalışmak) ise, zaten terkibî ve bütünleyici olan Holistik usulün tam zıt kutbunda yer alan bir usuldür. Hatta ilerde yeri gelince, bu bahsin geniş metafizik şerhler gerektiren marifet-i nefs yönünü dahi göreceğimizi söylemiştik, ki o da bir bahs-i diger.
Belki bazı çağdaş ulema gibi, bütün bu şuur hallerimizin ve hayat tecrübemizin zaman içinde birbirini takib eden şuur hallerimizin kısa ve uzun süreli hafıza vasıtasyla hatırlanması suretiyle, benlik şuurunu inşa ettiğini düşünebiliriz; ancak bu da bizi daha esrarlı bir meseleye “benlik ve zaman” münasebetine getirecektir. Bu durumda Zamanı, önce ve daha sonra olanlar şeklinde hatırladığımız, kendi benlik şuurumuz ve hafızamızın telkin ettiği “sübjektif bir tasavvur” mu sayacağız? Yoksa tam tersine, zamanı “objektif bir realite” olarak kabul ettiğimiz içindir ki; peş peşe gelen şuur hallerini hatırlayabildiğimizi ve bu suretle benlik şuurunu zaman içinde inşa ettiğimizi mi düşüneceğiz? Her iki halde de, zaman, hafıza ve benlik münasebetleri birbirine ayrılmaz bir şekilde merbut olup, bizatihi benlik kavramı dahi “zaman” ideasını telkin etmektedir. Zaman benlik şuurumuzun en temel kategorilerinden biridir: çünkü benliğin yalnızca algı ve farkındalık şeklinde bir şuuru değil, ayni zamanda hafıza sayesinde, bir de “zaman şuuru” var.
Her hâlükârda mahall-i ma‘kûlât olan nefsimizin veya ruhumuzun, duyu organları vasıtasıyla dışardan gelerek beyne ulaşan verileri, bir elektronik beyin gibi pasif bir biçimde -hiçbir keyfî faaliyet uygulamadan- kabullendiğini sanmak, elbette safdillik olacaktır. Dış dünyanın manzarasına kendi rûhumuzun ve ilgi alanlarımızın seçici ve ayıklayıcı gözleriyle bakıyor ve ancak görmek istediklerimizi görüyoruz; bu psikolojik bir vâkıadır. Benlik kendi dışındaki varlığa kendi kalıbının damgasını basabilir. Kendi rûhumuzu dış dünyaya yansıtıyoruz….
Eğer biz bu “ben benim” ifadesini, “men menem dîger nist” : “ben benim, başka biri yok veya benden başka bir şey yok” şeklinde anlarsak; bu takdirde, buna metafizikçilerin incelemesi gereken bir “realite solipsizmi” diyebiliriz. Ancak fânî ve beşerî bir benliğin, mesela bir filozofun solipsizm iddiasının, bir ‘gerçeklik teorisi olarak incelenebilecek epistemolojik bir yönü’ daha var. Zaten nefs/ benlik kelimesinin ruh, kalb, hatta mahall-i ma’kulât yani akletme merkezi, ‘Akıl- Zihin’/Mind anlamında kullanılabilmesi, ister istemez “bilgi solipsizmi” denebilecek yorumlara sebep oluyor. Benlik Kavramının ahlâkî ve metafizik cihetlerini şimdilik belki bir yana bırakabiliriz; ama, epistemolojik olarak (yani bilgi teorisi açısından) ve bir “gerçeklik teorisi” olarak tenkid edilip, çürütülebilmesi -sırf mantıklılık/ yani fikirlerin tutarlı olması (coherent theory of truth) ölçüsünü kullanan bir felsefî muhâkeme tarzı ile- pek mümkün görünmüyor. Çünkü aklî muhâkeme, düşünme kabiliyeti ve tefekkür faaliyeti bile, zaten bu benliğe mahsus…
Ne var ki ilerde bu benlik kavramının, felsefecilerin dikkat ettiği bu epistemolojik problemlerin yanısıra, psikolojik, nörofizyolojik, linguistik (çünkü farklı dillerin telkin ettiği farklı ‘anlamlandırma dizgeleri’ de var) yönden ihtilaflara mevzu olduğunu göreceğiz. Hattâ bu mesele, tabiatı müşahede veya tasavvur etmek dahi benliğin işi olduğuna göre, matematik ve fizik anlayışımızı da zorlayan, uzay ve zaman gibi bir takım ontolojik münakaşa ve ihtilafların da tartışılmasını gerektirir. Bu tabiidir, zira benlik, yalnızca bizim keyfi bir şekilde, bir standpoint/ duruş noktası olarak -perspektifimize esas teşkil etsin diye- kendi benliğimizi seçmiş olmamız sebebiyle değil, ayni zamanda “ma’rifet-i nefs” yoluyla (tasavvufi, gnostik/irfani ve mistik anlamda), varlığı tanıma ve ifade etmenin başlıca usullerinden biri olduğu için de tabiidir. Söz yine benim kendi kavramlarıma geliyor şimdi -ne de olsa, Nebukadnezar’ın Babil Kulesi’nden beri, her kes başka bir dil konuşmak zorunda!- Zira, ben disiplinleri böyle tasnif ediyorum: Hakikati araştırmanın yollarından birincisi, bu Ma’rifet-i Nefs bahsidir (stand-point/ per-spectare): yani remzî/sembolik dilin ilham ettiği düşünce yapısına bağlı mistik araştırma, (tasavvuf, keşf); ezcümle şimdi araştırmakta olduğumuz benlik meselesi ile başlar. Şimdilik diğer usulleri de yalnızca ismen zikredip geçmekle iktifa edeceğim: felsefe (in-spectare), sanat (intro-spectare), tarih (retro-spectare), ilim (pro-spectare), tarih felsefesi (con-spectare). Demek istiyorum ki benlik bahsini, işbu felsefi mütalaattan sonra, bu her bir disiplinin farklı bakış açısına göre yeniden ele alacağız elbette: Şimdi artık, felsefi muhakemenin benlik realitesini tasvir etmekte ve solüpsizmi çürütmekta niçin yetersiz kaldığını anlamak için gerçeklik kriterlerini tartışmaya başlayacağız. Bir zamanlar hakikati araştırmanın muhtelif usullerine dair şu satırları yazmıştım.:
“Sırr-ı ekber nedir? Felsefe (Sokrates), “önce kendini tanı” der; sufiler, “men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu” (kendini bilen rabbini bilir) derler; sanatkâr kendi iç dünyasına dalarak (introspection yoluyla) varlığı tanımaya ve ifade etmeye çalışır; ilim adamı dahi bu varlık âlemini inceler ve ondaki nizamın genel prensiplerini keşfe çalışır: En büyük sır bu varlığın kendisidir ve hepimiz bir şekilde, kendimize göre bir yol takip ederek, onun esrarına nüfuz etmeye çalışıyoruz. Şairin dediği gibi, “çünkü her şey bu yoldur/ bu yol hayat yoludur/ ve bu yoldan geçerek/ cümle gülzare gelir!” Faust yazarı Goethe’ye sormuşlar: “Hangisi büyük sır? En büyük sır nedir?” Goethe: “aşikâr sır (open secret) bilinen sır,” demiş, “her kese açık ve zahir olduğu halde, neredeyse hiç kimsenin göremediği…” çünkü, “görünen” gerçeğin arkasındaki “gizli anlam”, herkesin göremediği bir “açık sır”dır. İşte, “varlığın mazmûn”u, “sırr-ı ekber”, en büyük sır, budur! Yine Goethe’nin sözüdür: “Her göz görür, ama bildiğini görür” demiştir. Esrarına pek az kimsenin nüfuz edebildiği bu varlık, Fichte’nin ifadesi ile söyleyecek olursak, ‘Zevahir (görünenler) dünyasının arkasında gizlenen ilâhi kâinat ideası’dır.” (Varlığın Anlamı, sh,48)
Demek ki başta Ma’rifet-i Nefs olmak üzere, Felsefe, İlim, Sanat ve Tarih ve Tarih Felsefesi usullerini saydık., amma ve lakin bu farklı usuller farklı anlayış ve mizaçlar gerektirir. Bu farklı bakış açılarının meydana getirdiği farklı anlayışlara göre “benlik meselesi” de farklı bir renge bürünüyor. Lakin ben im kannatim odur ki bu usullerin her biri meselesinin başka bir yönünü aydınlatacaktır. Ben sadece felsefe değil, Tarih felsefesi yapmaya çalışıyorum. Binaen aleyh filozofların yaptığı gibi, bu meseleyi yalnızca felsefi bir üslup ve teknikle ele almak benim noktaü-i nazarımdan hiç de tatminkar bir usul sayılmaz. Benlik meselenin şimdiye kadar ihmal ettiğimiz bir de tarihi yönü var. Felsefe Tarihi boyunca bu konuda söylenmiş olan sözlerin hangi düşünce kalıplarına yol açtığı ve ne gibi problemler doğurduğu bilinmezse mesele tam manasıyla vuzuha kavuşmayacaktır. Felsefede sözlerin yalnız mantığına, diyalektiğine bakıyoruz. Halbuki ‘benlik’ de dahil olmak üzere bütün varlık realitesi hakkındaki fikirlerimiz, kullanılan dilin tabiatı, tarihte, zaman içinde, teşekkül eden fikri gelenekler, kültürlerin ve inançların tesiri ve ilmî araştırmalara dayanan bilgi ve mülahazalar tarafından biçimlendirilmiş ve yönlendirilmiş fikirlerdir. Gerçek dünyaya, Zen Budizminde tavsiye edildiği gibi, bir yandan çocuk sâfiyeti ile ve çıplak gözle, diğer yandan kemâle ermiş bir rûhun olgunluğu ve tecrübesi ile bakabilmek lazım.
Halbuki realiteye bizzat ruhun kendisi temas edemez. Duyu organları vasıtasıyla zihne ulaşan birtakım veriler/sense datum olarak değil, şuurumuzun/benliğimizn bizatihi kendisi ile, yani vasıtasız olarak, duyu organlarından gelen verilere muhtaç olmaksızın, dış dünyaya bizzat temas edemeyiz. Felâsife önceliği “res cogitans”a veriyor ve bütün realiteyi zihnî olarak aklîleştirmeye çalışıyor. Sonunda idealar dünyası gerçek; dünya ise, bir gölgeler dünyası, ancak bir şuur hâli, bir çeşit rü’yet veya ru’yâ, hattâ rü’yet-i kâzibe (halüsinasyon) oluyor. Buna mukabil materyalist ulema kendi şuurunun dahi farkında olan bir Nefis veya Rûhun mevcudiyetini kabul etmek istemiyor ve benlik yahut Mind dediğimiz şey dahi, yalnızca maddi bir nesne olan beyinle ve beyindeki maddi nöroşimik hadiselerle izah edilmeli diyor. Halbuki beyin bir şuur hâli olarak uykuda görülen Ru’yâ ile Rü’yet (uyanıklık halindeki görüş) arasındaki farkı bile tefrîk edemez. Gerçi bu hükmümüzün dahi, “lucid dreams” (uyanık şuur ile ve kontrol edilip, yönlendirilebilen ru’yâlar) görme şeklinde nadir istisnâî halleri var; lâkin o da bir bahs-i diger. Benlik ve şuur bahsini ilerde daha teferrüatlı ele almamız gerekecek; zira solipsizm tenkîdi vesilesiyle gerçeklik teorilerinden bahsedecekken şuura dair bu mülahazalar araya girdi: Mevzu dağılıyor, amma ne yapalım ki, her şey her şeyle ilgili ve bir şeyi anlamak için her şeyi anlamak gerekiyor ve hatta malumat bolluğu da bize nifuzu nazar bahi etmiyor: basîreti geliştirmek yerine, bilakis anlayışı zorlaştırıyor: her şeyden bahsetmek mecburiyeti ise, ilmimizin noksan, fehmimizin de daha ziyade nâkıs olması ve varlığın bir esrâr perdesine bürünmesi demek. Ve tevrat’ta Vâiz’in dediği gibi; “her söz, eksik” kalıyor. Bu yüzden, en büyük sır bu varlığın kendisidir: Tıpkı insanın kendi benliği gibi, herkese açık ve zâhir olduğu halde neredeyse hiç kimsenin göremediği bu ‘açık sırr’ (open secret); bu varlık kitabı, kimsenin âşinâ olmadığı harflerle yazılmış bir kitaptır: “bir harf-i muammâ, ne sen âşnâ ne de ben.” O halde, meseleye -şuur bahsine daha fazla dalmadan önce- bir de farklı gerçeklik kriterleri açısından bakacağız: Bizans Mistiğinin dediği gibi; “madem ki realiteyi değiştiremeyiz; o halde, haydi onu gören gözleri değiştirelim.”