A. J. Toynbee’den tercüme edilmiştir.
Eğer tekâmülün mikyası self-determinasyon ise ve self-determinasyon da, self-articulation (kendini ifade etme) ma’nâsına gelirse, bu demektir ki biz öyle bir tekâmülü tahlil edeceğiz ki, iyice araştırıldığı takdirde, bu tekâmül prosesi içindeki medeniyetlerin kendilerini gittikçe daha mütekâmil bir tarzda ifade etmek suretiyle gelişmeye devam ettikleri görülecektir. Umumiyetle aşikâr olarak bellidir ki medenî tekâmül halindeki bir cemiyet, ya kendisine mensup olan, yahut kendisinin mensup bulunduğu fertler vasıtasıyla kendini ifade etmektedir.
Biz, cemiyet ve fert arasındaki münasebetleri, bu birbirine zıt olan iki formülü de nazarı dikkate almaksızın ifade edebiliriz; ve bu mübhemiyet bu formüllerin ikisinin de uygun olmadığını gösteriyor gibidir; bu sebeple bu yeni araştırmamıza başlamadan önce, cemiyet ve fert arasındaki karşılıklı münasebetlerin neler olduğunu düşünmemiz gerekecektir
Elbette bu sosyolojinin en mühim meselelerinden biridir ve bu meselenin iki alışılmış cevabı vardır. Bu cevaplardan biri şu ki fert, kendi başına var olmağa muktedir bir realite ve sırf kendi kendisiyle izah edilebilir bir varlıktır ve cemiyet muhtelif ve müstakil fertlerin (atomik bir tarzda) rastgele bir yekûnundan başka bir şey değildir, ki bu fertlerin bir araya gelmesiyle cemiyet teşekkül eder, dağılmalarıyla da cemiyet yok olur. Öteki cevaba göre ise, realite cemiyettir; bir cemiyet mükemmel ve anlaşılabilir bir bütündür; halbuki fert sadece bu bütünün bir parçası olup, cemiyet dışında veya başka bir surette mevcut olması veya anlaşılması mümkün değildir.
Her iki görüşün de tenkide mütehammil olmadığını göreceğiz. Homeros’un Cycloplar tarifi -ki bu tarif vaktiyle Eflatun tarafından da aynı meseleyi münakaşa ederken iktibas edilmişti- muhayyel atomik ferdin klasik bir tasviridir:
“Müşavere etmezler ve kanunsuzdurlar, yüksek zirvelerinde,
Otururlar dağların, mağara oyuklarında,
Ki orada kadınlarına ve çocuklarına her biri kendi kanunlarına göre muamele eder,
Kendilerinden üstün olan, hiçbir asilzâdeye tabi olmaksızın.” (1)
Dikkate şayandır ki Helen mitolojisinin bu fantazisindeki atomik hayat tarzı, hiçbir alelâde beşerî varlığa izafe edilmemiştir- ve gerçekte hiçbir beşerî varlık Cyclop tarzında yaşamamıştır; çünkü insan esas itibariyle bir sosyal hayvandır. Zira sosyal hayat, “insan-altı” (sub-human) varlıktan insanın tekâmül ederek vücuda gelmesinin ön şartıdır; ve bu şart yerine gelmeksizin insanın bu tekâmülü anlaşılabilir bir şekilde biçimlenemezdi. Şu halde insanı bir sosyal bütünün sadece bir parçası gibi gören alternatif cevaba ne buyurulur?
‘Arılar ve karıncalarınki gibi cemiyetlerde her ne kadar üyelerin vücutları birbirine bitişik olan tek bir bütün değilse de, yine de bu cemiyetlerdeki bütün işler, üyelerin kendi şahısları için değil, bütün topluluğun menfaatine göre düzenlenmiştir; ve üye bu cemiyetten ayrıldığı takdirde ölüme mahkûmdur.
‘Mercanlar veya Hydroid-polypler cinsinden kolonilerde ise, her birini müstakil bir fert saymakta tereddüt etmeyeceğimiz bir çok hayvan bir arada bulunurlar, organik bakımdan birbirleriyle birleşmiştirler, öyle ki birinin yaşayan varlığı geride kalanlar içinde de devam etmektedir. Şimdi bunların hangisi ferttir?
‘Daha sonra histology (Mikroskopik anatomi) hikâyesine başlar ve gösterir ki hayvanların çoğunluğunda, insan da dahil olmak üzere, aslî ferdiyet, hücreler denilen birçok ünitelerin birleşmesi suretiyle inşa edilmiştir. Bu ünitelerin bazıları şayanı dikkat bir dereceye kadar bağımsızdır; ve kısa zamanda kabul etmek zorunda kalırız ki bu hücrelerin vücudumuzla münasebeti bir mercan polypler kolonisindeki ferdiyetlerin bütün toplulukla olan münasebetine benzemektedir; veya daha iyi bir misal olarak -sphonophorlarda olduğu gibi- bütün koloni ile ferdiyetlerin birbiriyle münasebetleri gibidir. Vardığımız bu netice, çok sayıda serbest yaşayan hayvanların, protazoa’nın (tek hücreli), bilinen bütün en basit hayat şekilleri de dahil olmak üzere -ki bunlar insan vücudunu teşkil eden ünitelerle kendi farklı ve müstakil varlıklarından başka her hususta birbirlerine benzerler- mevcudiyetini keşfettiğimiz zaman daha da kuvvetlenmektedir.
“Bir ma’nâda… bütün organik dünya tek bir büyük ferdiyet teşkil etmektedir. Evet doğru, belirsiz ve kötü bir tarzda koordine edilmiş olarak; fakat yine de, birbirine bağımlı parçalardan mürekkep ve kopuksuz bir bütün: Eğer bazı kazalar bütün yeşil bitkileri yahut bütün bakterileri ortadan kaldıracak olsa geri kalan hayat şekilleri de varlıklarını devam ettiremeyeceklerdi.” (2)
Organik tabiata dair bu müşahadeler insanlık için de geçerli midir? Fert olarak insan, Cyclop tarzı bir bağımsızlıktan o kadar uzak mıdır ki, sosyal vücut içerisinde bir tek hücreden daha fazla bir görevi olmayan bir varlıktan ibaret olsun, yahut daha geniş bir perspektifle, bütün organik kimyanın teşkil ettiği tek bir büyük ferdiyetin daha geniş vücudu içinde bir hücrecikten ibaret olsun?
Hobbes’un “Leviathan” isimli eserinin başındaki meşhur tasvirde insan vücudu sosyal bir organizma olarak resmedilmiştir ve bu sosyal organizma Anaxagorik (Anaxagoras atomların bölünebileceğini fakat meydana gelecek parçaların evvelki mahiyetlerinin aynı kalacağını söylüyordu; böylece burada insan şeklinde hücreler, benzer parçaları ihtiva etmelerinden dolayı, ‘homoeomeriae’ diye adlandırılıyor.) ma’nâda kalabalık homoemoriae’lerden meydana geliyordu ki bunlar ferdî insanî varlıklardı. Sanki sosyal kontratın bir Cyclop’u bir hücreye irca edebilecek sihirli bir tesiri varmış gibi, 19. asırda Herbert Spencer ve 20. asırda Oswald Spengler, ağırbaşlı bir iştiyakla, beşerî cemiyetlerden sosyal organizmalar olarak bahsettiler. Sadece ikincisinden bir iktibas yapılacaktır:
“Bir medeniyet (kültür), insanlığın daimi çocukluk (hamlık, tecrübesizlik) devri olan iptidaî psikolojik şartlar içinde, kudretli bir ruhun uyandığı ve kendini kurtardığı anda doğar: yani formsuzluktan bir form, sınırsız ve daimi olandan sınırlı ve geçici bir mevcudiyet meydana geldiği anda. Bu ruh bir nebat gibi kendisine bağlandığı sınırları kesinlikle belirlenmiş bir bölgenin toprağında çiçeklenmeğe başlar. Bunun tam tersine, eğer bu ruh bir defa halkların, dillerin, inançların, sanatların, devletlerin ve ilimlerin biçimlenişi şeklinde mümkün olan bütün gelişme şekillerini gerçekleştirir ve bu yüzden orijinal olarak içinden çıktığı primitif ruha geri dönerse, bir medeniyet işte o zaman ölür.” (3)
Bu pasajda ifade edilen iddianın kuvvetli bir tenkidi Spengler’in kitabının basıldığı aynı yıl içinde neşredilen G.D.H. Cole’nin eserinde bulunabilir.
“Sosyal teoriciler, inceledikleri mevzua uygun bir terminoloji ve metot bulacakları ve bunları devamlı bir surette uygulayacakları yerde, tekrar tekrar, cemiyete ait değer ve hadiseleri başka ilim ve teorilerin terimleriyle ifade etmeye kalkışmışlardır. Bunlar, sosyal meseleleri fizikî ilimlere benzeterek, cemiyeti bir mekânizma olarak tahlil ve izah etme neticesine sürüklendiler; biyolojiye benzeterek, cemiyeti bir organizma olarak görmekte ısrar ettiler; aklî ilimlere, felsefeye benzetmek suretiyle de, cemiyeti sanki bir şahıs (person) gibi görmekte ısrar ettiler; bazen de dinî bir analoji yaparak cemiyeti neredeyse Tanrı ile karıştırır hale geldiler.”
Biyolojik ve psikolojik teşbihler, belki primitif cemiyetlere veya tekâmülü bir noktada durmuş medeniyetlere uygulandığı zaman pek fazla zararlı ve yanlış istikamete sevkedici değildirler, fakat terakki eden cemiyetlerle bu cemiyetlerin fertleri arasındaki münasebetleri ifade etmek bakımından bu teşbihlerin uygun olmadığı açıkça görülmektedir. Bu tip teşbihleri kullanmaya temayül etmek sadece daha önce de bahsettiğimiz ‘tarihî zekâların hastalıklı hayalleri (fictional infirmity) ve esâtîr türetici (myth-making) hususiyetlerine bir misaldir: Bu, müessese veya toplulukları etiketleme ve şahıslaştırma, ‘Britanya’, ‘Fransa’, ‘kilise’, ‘matbuat’, ‘hipodrom’ vb. ve bu mücerred ifadeleri şahsiyetler olarak kabul etme temayülüdür. Kâfi derecede vazıh olarak bellidir ki bir cemiyetin bir şahsiyet veya organizma olarak gösterilmesi, bize o cemiyetin fertleriyle olan münasebetleri hakkında doğru ve münasip bir ifade temin etmemektedir.
O halde insanlar ve onların teşkil ettiği cemiyetler arasındaki münasebetleri tarif etmenin doğru yolu nedir? Öyle görünüyor ki gerçek şudur; bir beşerî cemiyetin kendisi, beşerî varlıklar arasındaki münasebetlerden ibarettir ve bu beşerî varlıklar sadece birer fert değil, aynı zamanda, birbirleriyle böyle münasebetler kurmaksızın asla mevcut olamayacakları ma’nâsına, birer sosyal hayvandırlar. Diyebiliriz ki bir cemiyet, fertler arasındaki münasebetlerin mahsulüdür ve onların bu münasebetleri her birinin ferdî olarak iştigal ettikleri faaliyet sahalarının birbiriyle mutabakatından meydana gelmektedir. Bu mutabakat, ferdî faaliyet sahalarını bir umumî zeminde birleştirmektedir ve bizim cemiyet dediğimiz de işte bu müşterek zemindir. Eğer bu tarif kabul edilirse, bundan önemli olduğu kadar açık bir netice de ortaya çıkmaktadır. Cemiyet bir ‘faaliyet sahası’dır; fakat bütün faaliyetlerin müşterek zemini olan cemiyeti meydana getiren de fertlerdir. Bu gerçek Bergson tarafından kuvvetli bir surette ifade edilmiştir.
“Biz tarihte ‘gayri şuûrî’ (faktöre) inanmıyoruz: ‘Düşüncenin büyük gizli akıntıları’, ki hakkında bu kadar çok lâf edilmiştir, sadece insan kitlelerini meydana getiren kalabalıklar içinden çıkan bir veya birkaç insan tarafından yönlendirilmiş olmanın sonucu olarak akabilmektedir. Söylemeye lüzum yoktur ki sosyal terakki, cemiyetin tarihinin belli bir periyodunda içinde bulunduğu spiritüel şartlara bağlı olarak, adım adım kendini gerçekleştirir. Gerçekte bu ileri doğru bir sıçramadır ki ancak cemiyet bu tecrübeyi yapmaya karar verdiği zaman vukua gelir. Bu demektir ki cemiyet kendisinin ikna edilmesine veya her hâlükârda kendi bünyesinin sarsılmasına müsaade etmelidir ve onu sarsan da daima birileridir.” (4) Ait oldukları cemiyeti bir tekâmül prosesi içine sokan fertler sadece ‘beşer’ olmanın biraz üstündedirler. İnsanlara mucize olarak görünen şeyler yapabilirler, çünkü kendileri hiç de mecazi olmayan bir ma’nâda harfiyen üstün insanlardır.
“Tabiat bir sosyal hayvan olmak için gereken ahlâkî tanzimatı insana vermekle galiba insanlar için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Fakat tıpkı deha sahibi insanların beşerî idrakin sınırlarını genişlettikleri gibi, bu aynı noktada, bazı imtiyazlı ruhlar yükselir ki onlar, kendilerinin bütün ruhlarla münasebetdar olduklarını hissederler ve onlar kendi topluluklarının sınırlarını tabiat tarafından kurulmuş sınırlı tesanüd çerçevesi içinde kalmak yerine, bir sevgi ‘elan’ı içinde, umumî olarak bütün insanlığa teşmil ederler. Bu ruhların her birinin ortaya çıkışı tek ve eşsiz bir fertten ibaret yeni bir türün yaratılmış olması gibidir.” (5)
Bu nadir ve insan-üstü (süper-human) ruhların yeni ve hususi karakteri, ki bunlar iptidaî beşerî sosyal hayatın çürümüş dairesini kırarlar, ‘şahsiyet’ olarak tarif edilebilir. Bu beşerî varlıklar, ferd olarak kendi şahsiyetlerinin derûnî inkişafını tamamladıktan sonra, yaratıcı faaliyetlerini çevrelerindeki aksiyon sahasına aksettirmeye muvaffak olurlar ki bu husus da beşer cemiyetlerinin tekâmülüne sebeb olur. Bergson’a göre, en yüksek, bilhassa ‘insanüstü’ yaratıcılar mistiklerdir; ve bunlar yaratıcı faaliyetin cevherini mistik tecrübenin en yüksek olduğu anda bulurlar.. Bergson’un yaptığı tahlili kendi sözleriyle takip edersek:
“Büyük mistiğin ruhu, ‘mistik vecd’ halinde sükûna kavuşmaz, seyahatinin hedefi bu değildir. Vecd hali gerçekten bir sükûn halidir denilebilir, fakat bu bir lokomotifin istasyonda buharın itici gücü altında duraklaması gibidir; durduğu halde devam eden hareketiyle zonklamaktadır; ve öne doğru yeni bir sıçrama yapacağı dakikanın gelmesini beklemektedir… büyük mistik Hakikatin, aksiyon halindeki bir güç gibi, kaynağından çıkarak kendi varlığına dolduğunu hissetmektedir. Onun arzusu, Tanrı ile birlikte insan yaratılışının tamamlanmasına yardım etmektir. Mistiğin yöneldiği istikamet ‘elan vital’in (yani hayat hamlesi) yöneldiği istikametin aynıdır. Bu, imtiyazlı beşerî varlıklara, tam bir bütünlük içinde iletilmiş olan ‘elan’ın kendisidir ki bu varlıkların arzusu artık bundan sonra onun mührünü bütün beşeriyet üzerine basmaktır ve -kendilerinin de farkında olmadıkları bir tenakuz ile -asli olarak yaratılmış (mahluk) olan bir türü, yaratıcı kudrete (effort) dönüştürmektedir; tarifi gereği bir sükûn (duraklama) olan bir şeyden bir hareket oluşturmaktır.” (6)
Bu tenakuz, mistik ilhama erişen şahsiyetlerin zuhuru ile insanî varlıklar arasında ortaya çıkan dinamik sosyal münasebetlerin çaprazıdır. Yaratıcı şahsiyet, kendi hemcinslerini yaratıcı hemcinsler haline dönüştürmek için, onları kendi imajı içinde yeniden yaratmaya kendini mecbur hisseder. Mistiğin mikrokozmosu içinde yer alan yaratıcı ortaklık, makrokozmosun (henüz tamamlanmamış ya da dengeye kavuşmuş hale gelmesinden önce) değiştirilerek mistik şahsiyetin yaratıcılığına adapte edilmesini gerektirir; fakat bu hipotezden çıkan tabiî netice şudur: Değiştirilmiş şahsiyetin etrafındaki makrokozmos’u kendi iç âleminde meydana gelen değişiklikle hem-âhenk hale getirmek için değiştirmeye çalışmasına, ekseriyetin atâleti tarafından mukavemet edilecektir ki bu atâlet makrokozmos’un, mensuplarını kendi değişmemiş benlikleriyle hem-âhenk olarak, bu makrokozmos’u olduğu gibi aynen korumak şeklinde, muhafaza etmeye temayül eder.
Bu sosyal durum bir dilemma ortaya koyar: Eğer yaratıcı deha kendi iç âleminde eriştiği (netice) ile sosyal muhitini ortak edemezse, yaratıcılık özelliği onun için feci bir akibet olacaktır. O kendi faaliyeti ile kendini çarkın dişlileri dışına çıkaracaktır; ve aksiyon gücünü kaybetmekle de yaşama arzusunu kaybedecektir -hatta kendisinin eski arkadaşları onu ölüme sürüklemese bile. Swarm ve hive (anoğulu ve kovanı), yahut sürü, veyahut köpek sürüsünün anormal üyelerinin, rütbe ve dosyalama ile toplu halde yaşayan hayvanlar veya böceklerin, statik sosyal hayatlarında ölüme (böyle farklı tiplerin) sürüklendiği gibi. Diğer taraftan eğer bizim dâhi eski arkadaşlarının aktif düşmanlığı veya atâletini yenmekte muvaffak olur ve kendi sosyal muhitini muzaffer bir şekilde kendi değişmiş benliğiyle hem-âhenk hale sokabilirse, o bu suretle, alelâde topraktan yaratılmış kadın ve erkekler için, hayatı çekilmez hale getirmiş olacaktır; bu sefer de, muzaffer dahinin üstatça yaratıcı arzusu tarafından kendilerine empoze edilen yeni sosyal muhite kendilerini uydurmakta muvaffak olamazlarsa, bu insanlar ızdırap çekeceklerdir. İncillerde İsa’ya atfedilen deyişin ma’nâsı işte budur:
“Zannetmeyin ki dünyayı barışa sevketmeye geldim. Barışa değil kılıca sevketmeye geldim. Çünkü ben, insanı babasından ayrılmaya sevketmek için geldim ve kızı anasından ve gelini kaynanasından.”
“Ve bir insanın düşmanları kendi hane halkı olacak.” (7)
Dâhinin rahatsız eden itici kuvveti bir kere hissedildikten sonra sosyal dengeyi tekrar kurmak nasıl mümkün olacaktır?
En basit çözüm şekli itici kuvvetleri birbirine benzetmektir, şiddet ve istikamet itibariyle benzetmek. Cemiyetin her üyesi tarafından ayrı ayrı bu husus yerine getirilmelidir. Böyle bir durumda incinme ve gerilim izi olmaksızın büyüme meydana gelecektir. Fakat söylemeye lüzum yoktur ki yaratıcı dehanın davetine böyle yüzdeyüz herkesin icabet etmesi hali gerçekte vukua gelmemektedir. Tarih şüphesiz böyle hadiselerin misalleriyle doludur ki ne zaman bir fikir-dînî veya ilmî -çok kullandığımız bir tabirle “ufukta” bulunursa, bu fikir birçok ilhamlı şahsın zihninde müstakil olarak ve hemen hemen aynı anda şekillenecektir. Fakat, hatta böyle durumların en çarpıcı misallerinde bile, birbirinden habersiz ve aynı anda ilhamlanan şahısların çokluğu, bu davete icabet etmeyen binlerce, milyonlarca şahıslara karşı birer kişi olarak hesaplanmalıdır. Gerçekte ise, öyle görünüyor ki, herhangi bir yaratıcı faaliyetin yaratılıştan gelme şahsîlik ve ünik olma (benzersiz olma) hususiyeti, her şahsiyetin bir yaratıcı potansiyel taşıması ve bütün bu şahsiyetlerin aynı atmosferde yaşamaları gerçeğinden ortaya çıkan, birbirine benzemeye (yeknesaklığa) olan temayül sebebiyle, pek cüzi bir ölçüde tepki görür; öyle ki yaratıcı, ortaya çıktığı zaman, kendisini, daima atâlet içindeki yaratıcı olmayan fevkalâde çok sayıda bir kitle tarafından çevrilmiş olarak bulur; hatta birkaç yakın ruhun arkadaşlığından istifade etmek gibi güzel bir talihe mazhar olsa bile.
Bütün yaratıcı sosyal faaliyetler ya şahsî yaratıcıların yahut da çok çok yaratıcı azınlıkların eseridir; ve her bir müteakip ilerlemede de, cemiyet üyelerinin büyük bir çoğunluğu geride terkedilmiştir. Eğer bugün bütün dünya çapında yayılmış olan büyük dini organizasyonlara, Hristiyanlık, İslâmiyet ve Hindûluğa bir göz atacak olursak göreceğiz ki, bunların ismen mümin olan mensuplarının sözde bağlı oldukları inanç ne kadar yüce olursa olsun, bunlar hâlâ öyle bir zihnî atmosferde yaşamaktadırlar ki din nokta-i nazarından büyük ölçüde basit bir putperestlikten pek az farklıdır. Bizim maddî medeniyetimizin yeni ulaştığı merhaleler için dahi durum aynıdır. Bizim Batılı ilmî malûmatımız ve bunu izah etme tekniğimiz, tehlikeli bir şekilde, ancak belirli bir grup tarafından anlaşılan (esoterik) husûsi bir dil mahiyetindedir.
Demokrasi ve İndustrializm’in büyük ve yeni sosyal güçleri, küçük bir yaratıcı azınlık tarafından uyandırılmış ve insanlığın büyük bir kısmı ise, aslında hâlâ, bu yeni, dev sosyal güçlerin zuhurundan önceki ahlâkî ve zihnî seviyede kalmıştır. Gerçekten de Batı tuzuyla tuzlanacak olan tehlikedeki dünyanın, bugün tadını kaybetmesinin asıl sebebi, Batı sosyal vücudunun büyük kitlesinin tuzlanmamış olarak kalmasındandır. İşte bu noktada, medeniyetlerin büyümesinin yaratıcı fertler yahut yaratıcı azınlıkların eseri olması gerçeği, yaratıcı olmayan çoğunluğun -şayet öncüler, bu tembel artçılarını heyecanlı ilerleyişleri sırasında kendileriyle birlikte taşımak için bir yol bulamazlarsa- geride kalacakları istidlâlini taşımaktadır. Bu düşünce bizden, buraya kadar üzerinde çalıştığımız primitif cemiyetler ve medeniyetler arasındaki farkın tarifini yeniden değerlendirmemizi talep etmektedir.
Bu çalışmanın daha önceki bir bölümünde gördük ki, primitif cemiyetler, bizim onları bildiğimiz şekliyle, statik bir haldedirler. Halbuki -gelişmesi tevakkuf etmiş medeniyetler hariç olmak üzere- medeniyetler dinamik bir hareketlilik içindedirler. Biz şimdi tercihan şöyle demeliyiz: Gelişen medeniyetler primitif cemiyetlerden, dinamik hareket hassası bakımından farklıdır, kendi sosyal vücudları içinde, yaratıcı ferdî şahsiyetleri barındırması bakımından; ve ilâve etmemiz gerekir ki, bu yaratıcı şahsiyetler adet olarak en çok oldukları halde bile, asla küçük bir azınlıktan daha fazla değildirler. Bütün gelişen medeniyetlerde, cemiyetin âzâsı olan fertlerin büyük çoğunluğu statik primitif cemiyetin fertleri gibi âtıl ve uyuşuk bir haldedirler. İlâveten, gelişen bir medeniyete iştirak eden fertlerin büyük çoğunluğu, üzerlerine ilâve edilmiş tahsil cilası bir yana, iptidaî beşeriyet ile ihtirasları bakımından birbirlerine benzerler. İnsan tabiatının asla değişmediği şeklindeki deyişte bulunan gerçek unsuru işte buradadır. Üstün şahsiyetler, dahîler, mistikler veya süpermenler (hangi adı isterseniz onunla isimlendirin onları), alelâde insanlığın hamuru içinde bir mayadan daha fazla bir şey değildirler. Şimdi biz, kendi iç âlemlerinde Bagehot’un ‘geleneğin kalıbı’ dediği şeyi kırmaya muvaffak olan, dinamik şahsiyetlerin nasıl gerçekte kendi şahsî zaferlerini tamamlamaya muktedir olduklarını ve onu bir sosyal mağlubiyete dönüştürülmekten, kendi sosyal muhitlerinde ‘ananevi kalıbı’ kırmaya devam etmek suretiyle, kurtarmaya muvaffak olduklarını göreceğiz. Bu problemi çözmek için, bir çifte gayret talep edilmektedir: Bazı kimselerden yeni bir icad yapma gayreti ve geri kalan herkesten de bu icadı benimseme ve kendilerini bu icada adapte etme gayreti beklenmektedir. Bir cemiyet şahsî teşebbüs faaliyetleri ve bu uysal tavır bir arada bulunur bulunmaz bir medeniyet olarak adlandırılabilir. Filhakika, ikinci hal birincisini ele geçirmekten daha zordur. Gayri medenî cemiyetlerin kontrolü altında bulunmayan varlığı zarurî faktör, her hâlükârda üstün şahsiyetler değildir (Tabiatın bu münasip sapıklıklardan her zaman ve mekânda belli bir miktarda üretmemesi için hiçbir sebep görünmüyor). Eksik olan faktör daha ziyade bu cinsten fertler için üstünlüklerini gösterme fırsatının ve diğer fertler için de bunların liderliğini takip etme temayülünün bulunmayışıdır.
Yaratıcı olmayan çoğunluğun yaratıcı azınlığın liderliğini takip etmesini garantileme problemi için iki çözüm yolu görünmektedir (biri pratik diğeri ideal olmak üzere.)
Birincisi tekrar tekrar talim ettirmek suretiyle eğitmek… ikincisi ise mistisizm yoluyla. Birinci metot tekrarlaya tekrarlaya oluşan gayri şahsi alışkanlıklardan mürekkep bir ahlâk telkin eder; ikincisi ise diğer şahsiyetin taklit edilmesini ve hatta ruhî bir birleşmeyi, az çok tam bir şekilde bu şahsiyetle aynileşmeyi teşvik etmektedir. Yaratıcı enerjinin alevi ile bir ruhun diğer bir ruhu doğrudan doğruya aydınlatması şüphesiz ki ideal yoldur, fakat umuma açık olmayan bu yola güvenmek, olsa olsa bir mükemmeliyet tedbiridir. Yaratıcı olmayan ve yönetilen üyeleri, yaratıcı öncülerle aynı hizaya getirmek problemi pratikte çözülemez; tâ ki, sosyal ıskalada ‘sırf taklidi’ (taklit, insan tabiatının pek de yüksek olmayan bir hususiyeti ki içinde ilhamdan daha çok talim etme yoluyla öğrenme var) sahneye çıkarmadıkça.
Bu maksada ulaşmak için taklit usulünü sahneye çıkarmak zarurîdir, zira taklit, her hâlükârda, iptidaî insanın alelâde hususiyetlerinden biridir. Taklidin sosyal hayatın umumî vasıflarından biri olduğunu görmüş bulunuyoruz (Hem primitif cemiyetlerde hem de medeniyetlerde). Ne var ki taklit bu iki cins cemiyetlerde rolünü farklı bir tarzda ifa etmektedir.
Statik primitif cemiyetlerde taklit cemiyetin yaşlılarına ve ölülerine yöneltilmiştir ki bunlar ‘ananevi kalıb’ın insan şekline girmiş mücessem temsilleridir. Halbuki medeniyetin terakki etmekte olduğu cemiyetlerde, yeni bir iz açan yaratıcı şahsiyetler taklid edilir. Hassa aynıdır, fakat ters istikamete yöneltilmiştir. İptidaî sosyal talimin bu ıslah edilmiş uyarlaması (taklid bu mekânik ve hatta hemen hemen atomik, sağ veya sola temayül), Eflatun’un bir felsefeyi bir fertten diğer bir ferde nakletmenin yegâne yolu saydığı, yakın şahsî münasebetlerin ve hararetli entelektüel sohbetlerin gerçekten yerini tutabilen tesirli bir vasıta olabilir mi? Burada sadece şöyle bir cevap verilebilir ki kitle olarak beşeriyetin atâleti gerçekte, Platonik metodun sırf bir gruba ait olan uygulaması ile asla yenilemez; tembel çoğunluğu aktif azınlığın safına çekmek için, doğrudan doğruya şahsî surette ilham etme şeklindeki ideal metod, daima topyekûn sosyal talimin pratik metodu ile kuvvetlendirilmiş olmalıdır. İptidaî beşeriyetin âdeti olan bir tatbikat, ki yeni liderler yeni hududlara yürüyüşlerin kumanda ve meselelerini ele aldığı zaman, sosyal tekâmül sebeplerine hizmet etmek üzere kullanılabilir.
Taklid kıymetli sosyal evsafın iktisabına yol açabilir -yetenekler veya hisler veyahut fikirler- ki bunları iktisap edenler meydana getirmemişlerdir. Şayet bu kalitelere sahip olanlarla karşılaşmamış ve onları taklit etmemiş olsalardı, asla bu vasıfları iktisab edemezlerdi. Bu ise gerçekte bir ‘kestirme yol’dur ve bu çalışmanın daha sonraki bir noktasında göreceğimiz gibi, bu kestirme yol, her ne kadar varılması gereken bir hedefe ulaşmak için takib edilmesi zarurî bir patika olabilir ise de, aynı zamanda, akıbeti belirsiz bir keşif seferidir ki gelişen bir medeniyeti çar nâçâr çökme tehlikesine de maruz bırakabilir.
Dipnotlar:
1. Odissey, lX, 11, 112-15.
2. Huxley, J.S., The Individual in the Anımal Kingdom, Cambridge 1912, s. 36-8 ve 125.
3. Spengler Oswald, Der Untergang deş Abedlandes 1. cild, Munich, 1920, s. 150-153.
4. Bergson, H. Les Deux de la Morale et de la Religion, Paris 1932, s. 333.
5. Aynı eser, s. 96-7.
6. Aynı eser, s. 246-51.
7. Matthew İncili X. 34-6.