YÖK, Mektepler ve İlme Dair1
Bugünlerde YÖK yine iş başında, “İndoktrinasyon”, yani “mecburî eğitim yoluyla ideoloji aşılamak için beyin yıkama” maksadının üniversite seviyesindeki tezâhürü işte bu YÖK kurumu. Üniversite seviyesinde bile hür düşünceyi kabul edemeyen bir kurum. Aslında, bütün kurumsal yapılar, beşerî faaliyetlerimizin bizim irademizden müstakil bir varlık ve işleyiş tarzı kazanmış, bize yabancılaşmış ve bize rağmen işleyen, “yabancılaşma” (alienation) biçimlerinden ibaret değil mi? YÖK kurumunun mâhiyetini herkes biliyor. Bu vesile ile, ilim ve mekteplerin mahiyetinden tekrar bahsetmeyi düşününce aklıma Yunus Emre’nin sözleri geldi.
Koca Yûnus’un sözlerinin çoğu hikmettir ve birçok sözü de “ayn-ı keramet”tir. Buyuruyor ki: “ilim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/sen kendüyü bilmezsin/bu nice okumaktır” Sokrat dahi, “önce kendini tanı” demiş. İnsanî şuur tahsil-i maarife mecburdur. Sûfiler “Kim kendini bilirse, Rabbini bilir” derler. Bu mümkündür, çünkü insan “mikrokozmos”tur (zübde-i âlemdir; kâinat onda meknuzdur). Hz. Ali’ye atfedilen bir şiir var:
“Devâuke fîke ve ma teş’uru
Ve dâuke minke ve mâ tubsiru”:
“İlacın kendindedir ama şuuruna varamıyorsun/Ve hastalığın kendi nefsindendir ama görmüyorsun” diyor Hz. Ali ve devam ediyor: “Sen kendini bir cürm-i sagîr, küçük bir şey, sanıyorsun ama Âlem-i Ekber senin içindedir.” Şeyh Gâlib, gâlibâ bu sözden ilham alarak, “Hoşça bak zatına ki zübde-i âlemsin sen” demişti. Sâhi siz birtakım kendini bilmezlerin âlim olduğuna inanabilir misiniz?
Yazının keşfinden ve medeniyetten önce ilim şifâhî (dudaktan, sözlü eğitim) idi, dudaktan kalbe akardı; onun için de, çok başarılı bir “ta’lîm usûlü” idi. Elbette, şifâhî olunca, zarurî hayat bilgileri ile sınırlı kalmıştır. Medeniyet mektep tahsilini getirdi. Mektep ise mekteptir; daima bir ekolé (okul) bilgisi hüviyetindedir. Yani, mektepte hür düşünceden ziyade o ekolün kurucusu olan üstadın izinden gidilir. Vaktiyle, İskenderiye’deki Yeni Eflâtunculuk mektebinin Eflâtun’un izinden gitmesi ; Antakya ekolünün ise Aristo’yu takip etmesi gibi ; işte, en azından onyedinci asra gelinceye kadar, Batı Düşüncesine hakim olan iki mektep.
Ebu Hanife çağında camide öğrenilen İslâm ilimleri başka, Nizâmî’nin kurduğu muhafazakâr medreselerdeki tedrisat başka. Medrese ekolleri Ebu Hanife gibi üstatların izinden gitmiştir. Elbette, ilmî usulleri ihdâs eden insanlar başka, onların ekolünden gelen, fikirlerini öğreten insanlar yine başkadır. Mektebin, medresenin, üniversitenin vazifesi ilim ihdâs etmek, ilimlerin temellerini atmak, değildir. Onların vazifesi, mensup oldukları ekolün (yani o zaman geçerli sayılan paradigmanın, kurumlarındaki ilmî zihniyetin) fikirlerinin geliştirilmesi ve öğretilmesidir. Büyük âlimlerin üniversitelerde/medreselerde çalıştığı haller de vâki’dir. Amma ilim başka, mektep başka… Ebu Hanife’leri veya Einstein’leri hiçbir mektep yetiştiremez. Eflâtun ‘Akademi’ kurar, akademide yetişmez. O seviyede ilim, hakikî ilim, vehbîdir (Allah vergisidir) kesb ile, çalışmakla, öğrenmekle ele girmez.
Mekteplerin işi tekrar ediyoruz ki, “indoktrinasyon”dur: “doktriner cehâlet” imâl ederler(!) İlmî ekollerin (paradigmaların) telkini veya ideolojik telkinler vs. pek fazla farketmez. Mektep tarih boyunca muhafazakâr oldu ve mevcut statükoyu korumak istedi. Adı üniversite de olsa, vazifesi de, kuruluş amacı da budur. Yani üniversitelerde positivist paradigmaları, (yani şu paradigma lafına da sinir oldum şimdi) pozitivist ideolojiyi telkin etmekle, 12 Eylül ideolojisini telkin etmek arasında ne fark var? İkisi de telkin, hem de yanlış telkinler. Dünyada “Hür Düşünce” mekteple, üniversite ile değil, matbaa ile yayılmıştır. İlim ve felsefenin büyük isimleri mekteplerde yetişmediler. Çünkü bu imkânsızdır. Böyle insanlar mekteplerde okumuş olsalar da, okutulan mektep klişeleri onları etkilemez; mevcut otoritelere karşı çıkmayı da, kendi fikirlerini inşâ etmeyi de bilirler. Ama dediğimiz gibi, bu Allah vergisidir, okumakla olmaz. Sokrat’ın ve Yûnus’un kasdettiği anlamlarda “kendini bilme”ye gelince, onun mekteple medrese ile hiç ilgisi yoktur.
O bir irfân seviyesidir ki halkımızın şifâhî kültüründe kitâbî kültürden daha büyük ölçüde mevcuttur. Türkiye’de mekteplerde öğretilen, “yalan yanlış üç-beş pozitivist mektep klişesinden ibaret” kitâbî kültür çok zayıf. Benim annem bazen, halka mahsus o şifâhî kültürün, sağduyunun ve sezginin ifadesi ile, “gâvur mektepleri” diyor ki, materyalist ve pozitivist ekoller için “gâvur” sıfatı çok da haksız değil. Vaktiyle aydınlanma çağının getirdiği fikirlere kızan bir İngiliz şâir, W. Wordsworth de burada nakletmek istediğim bir tenkit şiiri yazmıştı. İngilizce aslını da burada parantez içinde yazıyorum:
“Enough of science and of art
Close up these barren leaves
Come forth, and bring with you a heart
That watches and receive”:
“Bu kadar ilim ve sanat bahsi yeter
kapat artık bu kurumuş yaprakları
gel beri, beraber bir kalp getir
ki görür ve kabul eder.”
Halbuki, entelektüellerin kalbi kurumuştur ve nâ-kaabil-i istidâd olmuştur.
Wordsworth ile müşterek bir şiir kitabı yazan arkadaşı Coleridge de aydınlanma çağı akılcılığına “kitapçı aklı” demişti. Kitapçı aklı ile Don Kişotluğa soyunan entelektüeller, ilmin marifet-i nefs bahsini nereden bilsinler? Pozitivizm, materyalizm vb. mektep klişeleri ile beyni yıkanan entelektüel profesörler kalbin hakikatini nasıl anlasınlar? Onlar âlim değil uzmandırlar: Hem de ilmin muhtemelen ehemmiyetsiz bir teferruat bahsinde. Halbuki ilmin tamamı bile tahsîl-i maarif ve marifetin ancak küçük br cüz’üdür: Maarif’in ilme ilâveten, daha tarih, sanat, felsefe ve marifet-i nefs bahisleri var. Bu da bir bahs-i diğer.
Bâyezid-i Bistâmî buyurmuş ki: “Bu bilgiyi arayarak bulamazsın, ama onu bulanlar da ancak arayanlardır.” Yani, marifet-i nefs nasip işidir; vehbîdir, kesbî değildir. Aramazsan zaten bulamazsın; ama arasan da, Allah vermezse yine bir şey bulamazsın. Marifet meyvesini tatmayan bilmez, vesselam.