Gömlekçi Hatem Emmi
mahmut yıldırım, hatem kasadar, mehmet rifat yüksel, yavuz akpınar.
.
Bir dostum, “Hatem Usta vefat etmiş” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Felç olup yatağa düştüğünü duymuş, bir mektup yazmıştım; ama, insanlık hâli bu ya, bir türlü Erzurum’a gidip ziyaret edememiştim; artık görüşmemiz rûz-i mahşere kaldı… Erzurum’da gömlekçilik yapan, gösterişsiz halktan bir arif hakka yürüdü. Ne diyelim: İnna Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn! Erzurum’un Dadaş’ları herhalde çok hayıflanacak; amma, gösterişsiz bir halk adamı ölmüş; kimin umurunda, değil mi ya? Sohbetinde bulunmayanlar bilmezler elbette; amma, ben kendimi Sokrat’ın ölümünden sonra ortada kalan Eflatun gibi hissediyorum. Nitekim, Sokrat gibi, o da bir mîr-i kelâm idi ve onun dahi, sohbetinden müstefîd olan her çeşid insandan mürekkeb, bir cemaati var idi.
Üstadı, soğuk bir kış gecesi, Erzurum’un Cumhuriyet caddesinde o zamanlar, herkese açık bir halk üniversitesi olan Hemşin Pastanesi’nde tanımıştım. Yavuz baba beni Hatem Usta’ya, “Hatem emmi bu da sizden, Şahin de Karapapak” diyerek tanıştırmıştı. Hatem Usta o sırada, bir diğer mîr-i kelâm ile Boyacı İsmail Usta ile yanımızdaki masada sohbeti koyulaştırmıştı; onların masasına geçtik; “Sivas’lı idim. Sivas’ta on onbeş Karapapak köyü vardı. Bizimki Kangal’ın Acıyurt köyü idi; hani şu, 93 harbinde Rus cephesinde kahramanlıkları ile temâyüz eden meşhur Mehrali Bey’in köyü.” İsmail Usta söze girip, Mehmed Arif Bey’in “Başımıza Gelenler” adlı kitabında Mehrali Bey’den sitayişle bahsettiğini söylüyor. “-Seyyid Nigârî’yi bilir miydim? “-Elbette bilirdim; hem Farsça Divanını hem Türkçe Divanını okumuştum: Nigârî hazretlerinin mürîdânından Hacı Musa Yılmaz’ın hem talebesi, hem damadı idim.” Ve Hatem Usta, Seyyid Nigârî’ye dair, Erzurumluların hâtıralarını nakletmeye başladı: ‘Seyyid Nigârî hazretleri (Türbesi Amasya’dadır) Erzurum’da konmuş; bir müddet eğleşmiş; hatta Alvarlı Mehmet Efendi’nin şeyhi de o imiş. Bir zaman sonra Erzurumlular bu Kafkas muhaciri Karapapak şeyhi çekemeyip, dedikodu etmeye başlamışlar. “-Ola bu İranlı şeyh nerden celdi; her çesi gızılbaş edecek!” demeye başlamışlar. Şeyhi rahatsız etmişler: Şeyh oradan da göçüp Amasya’ya gitmiş.
Derken, bu sefer de Alvarlı’ya dair hoş bir hikâye anlatmaya başladı: “Alvarlı pek iyi konuşamazmış (belki de başka bir şeyh ama, ben şimdi Alvarlı diye hatırlıyorum). Bir ramazanda vaaz vermesi için Erzurumlular çok ısrar etmişler, galiba Gürcükapı’da demişti, bir Acem camii varmış. Sabah oldu mu, kervanların seslerine uyanırmış çoluk çocuk. Erzurum’un kışı malum; develerle kuru meyve vesaire getirirlermiş; Kırk Çeşme Hanı’nda kalırlarmış. O mutlu çocukluk günlerine geçiyor; bir “ortaçağ’ iklîmi” tasvir ediyor… Sadede gelelim, bizim şeyh efendinin hitabeti yok ki, şeyh cemaatinin yüzüne bakar, cemaat şeyhe; şeyh efendi pek konuşamıyor. Cemaat günden güne eksilmeye başlamış… Sonunda kala kala, iki İranlı tüccar kalmış. Onlar da, şeyh efendi “Şâh-ı velayet efendimiz Hz. Ali’den” çok bahsediyor”, diye dinlerlermiş meğerse! Şeyh bir gün Hatem Usta’ya bu macerayı gülerek anlatmış; demiş ki; “-Allah o iki İran’lıdan razı olsun; beni mahcup etmediler; ramazan boyunca beni dinlediler de, cemaatsiz koymadılar!”
Hatem Usta, bu hikâyeleri, ballandıra ballandıra, kıs kıs da gülerek, anlatırken orada olmalı idiniz ki bilesiniz. Usta’nın bir gözü fazlaca şehlâ idi. Gayet sevimli, feleğin kahır çemberinden geçmiş bir âdem. Yürürken de kazlar gibi iki yana salınarak, bir elinde tesbih ötekinde cigara, tarz-ı reftârına külhanbeylik günlerinden kalma bir çeşni de katarak, iki yana devrile devrile bir gidişi vardı ki görülmeye sezâ idi. Sohbeti câne şifâ, ülfeti derde devâ idi, vesselâm. O zekâ fışkıran gözlerinin içi gülerek, öyle de komik taklitler yaparak, bir tarz-ı mahsûs-i füsûnkâr ile anlatırdı ki ‘Hekatçı Hafız’ yanında halt etmiş! (Hekatçı Hafız vefat etmiş ve Usta’nın beğendiği yegâne meddâh imiş).
Dostluğumuz, soğuk bir kış gecesinde, Hemşin Pastanesi’ndeki sobanın yanında yaptığımız o unutulmaz sohbet ile başlamıştı.
“O zaman, Erzurum’da ne arıyordum?”: “Şeyda Dîvânı’nı yeni yazmıştım (1975) Bir Kûfî besmelem vesilesi ile İstanbul’da Enderun Sahafiye’de tanıştırıldığım, Prof. Kaya Bilgegil’i ziyarete gitmiştim: Niyetim, ‘İşte yazdığım divan, tetkik edin, bir değeri olduğuna hükmederseniz, beni üniversiteye alın; öğretmenlikten bıktım” demekti: Öyle de yaptım ve 1976’da, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne Paleografi ve Epigrafi uzmanı tayin edildiğimi tebellüğ ettim. Ocak’ın 12’sinde yine müthiş bir kış gecesi Erzurum’a hareket etmiştim. Ertesi gün akşamı, soluğu Hatem Usta’nın Ulucami yakınındaki gömlekçi dükkânında almıştım. Ve Erzurum’dan ayrıldığım 83 yılına kadar, hemen hemen her gün, Hatem Usta’nın dükkânında oturur, usta ve yârânı ile şakalaşır, sohbet eder, feyz alırdım. Âdem gibi kelâm eden, ortaçağdan kalma, üç beş kişiden biriydi Hatem Usta. Şimdi hatırlıyorum da, şu sıralar Çankaya Müftüsü olduğunu duyduğum (şimdi Diyanet İşleri Reisi) aziz dostum ve Farsça hocam Nuri Yılmaz (Bu yazıyı bitirir bitirmez Ankara’ya gidip Nuri Hoca’ya Hatem Usta’nın taklidini yaptıracak, müşterek hâtıralarımızı yâd edeceğim); yine Arapça hocalığımı yapmış Naim Baba (Vaaza başlarken, “Ola uşak, bilirsiz, ben hoca değilem; hoca bak orda oturir-Nuri Hoca’yı gösteriyor cemaate- ben berber Naimem: Allah görir, bilir;” dedikten sonra, muhteşem sakalını şöyle bir sıvazlayıp, gayet artistik ve enfes bir tarzda, dervişâne bir nutuk çeken bir diğer mîr-i kelâm); Mazhar Hoca (onunla da ‘Elfiye’den beş on sayfa okumaya çalışmıştık aylarca; çok sevdiğim eşimin vefatından sonra, uzun zaman hane-harab olduğum için -hâlâ da öyleyim ya- bana, “Şahinim yok çıkam ava, Ne yaptımsa aldım hava, Kuşlar gibi ben bir yuva, Kuramadım ahşam oldi” diye takılmayı âdet edinmişti); Dadaş Mustafa (hızlı MSP’li olup, Hatem Usta’yı ziyarete gelen üniversite mensubu arkadaşlara, bilhassa MHP’lilere, latîfe olsun diye takılıp, tahrik etmeyi âdet edinmişti: Hatem Usta onun hakkında, “Külhanbeylik zamânımızdan arkadaşımdır; kavga etmeye alışmış; kavga etmeyince canı sıkılıyor; şimdi sakal bıraktı ya, bu sefer de söz düellosu yapıyor;” derdi ve daha nice Erzurumlu tipleri… Hepsini de severdik, üniversitede çalışan bir çok arkadaşımla da Hatem Usta’nın dükkânında tanışmıştık; orda buluşur, orda sohbet ederdik; Bilhassa ramazan geceleri, ben mahsus mollalarla bir münakaşa mevzuu çıkarırdım; sahuru bulurduk.
Hatem Usta mîr-i kelâm olmuştu, amma nasıl olmuştu? Meşhur Erzurumlu meddah Hekatçı Hâfız’ı dinleyerek büyümüştü. Osmanlı, ya da daha münasip bir tabirle, “ortaçağ” ikliminden kalmıştı. Fakat asıl sebep farklı ve trajiktir: Hatem Usta’nın babası, Erzurum’daki şapka isyanının liderlerinden bir deli derviş. “Osmanlı kefere-i fecere gibi ‘şapkalû’ mu olacak?” deyip isyan ediyor (eskiden şapkayı Avrupalılar giydiği için Osmanlılar gavur ma’nâsına ‘şapkalû derlerdi). Tabii, bu isyanda asılan diğer âdemlerle beraber o da asılmış.
Vallâhu gâlibün alâ emrihi. Ve lâ gâlibe illallah.. (Allah emri üzerine gâlibdir. Ve Allah’tan başka gâlip yoktur…)
Ustayı, böyle şeylere karışmayan amcası büyütmüş. Hatem Usta gençliğinde iyi para kazanıyor, külhanbeylik ediyor. Bazen eski fahişelerin meslek terbiyesine dair nutuk çekerdi. Evlenmemiş. Bir “hâne-harâb rind-i abâ be-dûş ve serhoş bir hâne-berdûş” olmuş! Aslında, amcasının kızı ile evlendirmek istemişler; amma, “ben birlikte, kardeş gibi, büyüdüm onunla” diye bahane edip evlenmemiş. Öyle ya, ya Hatem Usta da bir gün asılırsa; onun da evladı ortada mı kalsın; kendisi gibi yetim mi olsun? Bekâr olunca, mâcerâ kolaydır. Derken sonunda, İsmail Usta ve Hatem Usta, gençliklerinin bir kısmını Bölükbaşı uğrunda hızlı partizanlık yaparak harcamışlar. “Eh, liderleri de kendileri gibi, deli dolu bir âdem imiş; amma, namuslu politikacı imiş”; alâ rivâyetin, kafası da çalışırmış. Benim Erzurum’dan ayrılmama yakın bir zamanda, Hatem Usta evlendi. Hem de vaktiyle evlenmeyi reddettiği amca kızıyla. Kadıncağızın kocası ölmüş, dul kalmış; Hatem Usta da, amca kızını sıyânet etmek için evlendi (Allah’ın işine bakın ki, Hatem Emmi amca kızını değil, amca kızı ustayı sıyânet etti. Felç olunca, ustanın elinden konuşmaktan başka bir şey gelmiyormuş. Yemeğini bile ağzına, götürmek gerekiyormuş…)
Ee, uzun zaman bekâr yaşayınca, çok şey görüp geçirince, nerde akşam, orda sabah yaşanınca; ve bir ömür çok enteresan tiplerin meclislerinde sohbetle geçince; elbette, böyle cemaat sahibi bir mîr-i kelâm olur insan. Hulâsa, iki kardeşten derviş olanı (öyle olduğu için de cesur olanı) asılmış; molla olanı ihtiyatlı davranmış; isyana karışmamış; kardeşinin oğlunu ve kendi kızını büyütmüş. Amma, akıbet herkes ölecek; nihayet o da âhirete intikal etmiş. Şimdi Hatem Usta da öldüğüne göre, sadece yaşlı amca kızı kaldı geriye. Allah gecinden versin, amma akıbet o da ölecek ve her iki kardeşin de torunları olmayacak, nesilleri kurudu… Hatem Usta’nın eşine başsağlığı diliyoruz. Hatem Usta belki nesli devam ettirmek cihetinden ‘ebter’ oldu; amma, bize bir kayıp zamanın ruhunu naklederek, gözümüzün önüne, bir eski zaman Erzurum’u getirip, o iklîmi ve o iklîmin kelâmını, âdâbını ve erkânını koyarak; o son derece tatlı sohbetleriyle bize başka bir dünyanın kapısını aralayarak; bizim ma’nevî iklîmimizin, gönlümüzün ve fikirlerimizin üstâdı oldu. Dünyada bıraktığı eser, kendisini çok seven bir çok dostunun hâfızası ve gönlünde yaşayan, sevimli bir çehre, kâmil bir ifâde ve bize de sirâyet eden bir insanlık aşkı oldu. Çok sevdiğim bu insan için daha çok şey yazmak isterdim. Amma ne yazık ki Hatem Emmi gibi “kayıp zamanları yeniden canlandıracak, hatıraları ve geçmiş zamanı yaşanan âna kalb edecek bir sihr-i beyân ve kudret-i kelâm” husûsiyetine sâhip değilim.
Ya Hatem Emmi’nin o meşhur yemekleri, o kadayıf dolmaları… Bazen dükkânda pişirir, bazen malzemeleri alır, benim lojmana giderdik. Ekseriya, Hatem Emmi’yi, Yavuz Baba’yı (Akpınar) İsmail Usta’yı götürür, Hatem Emmi’ye kadayıf dolması yaptırırdım. Eşim 78’de vefat ettikten sonra, zaten hâne-harâb idim: ‘Âbâd olsak da bir olmasak da bir’*, diyor, nerde akşam orda sabahlıyordum. Ya Almanca hocası aziz dostum Hakan’ın (Çil) evine gider, yahut Hatem Emmi’yi ve diğer arkadaşları bize götürürdüm. Haa, Erzurum’un kadayıf dolması gayet ağır bir nesnedir: kadayıf, ceviz içi, yağ, yumurta, şeker… yiyebilene aşk olsun! Amma Hatem Emmi yapınca mübârek lât-i lokum olurdu: cullup, mideye! Nefes bile almadan yedi sekiz dolmayı (dolma dediğimde kabak büyüklüğünde olurdu) gövdeye indirirdim de, yine de hiç rahatsız olmazdım. O kadar hafif ve leziz yapardı usta dolmayı. Bize her gelişlerinde, Yavuz da, Hatem Emmi de, bana bozuk çalarlardı: çünkü bulaşıklar birikmiş olurdu. ‘Bizi bulaşıkları yıkatmak için getiriyorsun,” derlerdi. Sağolsun Yavuz da en az Hatem Emmi kadar kahrımı çekmiştir: Benim elimden gelmediği ve lokanta yemeklerinden de huylandığım için, arasıra gelir, uzun zaman dayanacak cinsten yemekler, kıyma, haşlama vs. yapardı.
Hey gidi günler! İsmail Usta’yı da diğer Erzurumlu dostları da çok arıyorum şimdi. Erzurum âdem cihetinden zengin idi. Hatem Emmi’nin dergâhı sayesinde ne kadar cins âdem var ise tanımıştım. İsmail Usta’yı her sene, Ermeni katliamına dair televizyonda bir iki dakika konuşturmak âdet olmuştur: Çok kızıyorum… Yâhu, şöyle bir saatlik bir sohbet yapın ustayla be adamlar; nerde lüzumsuz ve uğursuz varsa bulup röportaj yapıyorsunuz durmadan, ustayla da yapsanıza. Sağolsun, Mustafa Kutlu ustayı konuşturup teybe almış, “Siyasî Tarih Üzerine Konuşmalar” adıyla bir sohbetini bastılar: okuyun hak vereceksiniz. Şimdi bazı zevatın TV’deki konuşmaları ile İsmail Usta’nın sohbetlerindeki lezzet bir mi? Bir gün iktisat doçenti bir aziz dostum, Mehmet Şahin, ustayı dersine götürüp kürsüye çıkarmıştı; bir kere de ben davet ettim: “Yâhu İsmail Emmi, gel benim kürsüde bir İslâm Tarihi anlat da, talebemiz adam görsün” demiştim ya, nazlandı gelmedi. Usta televizyonda konuşamaz mı sanıyorsunuz? Çünkü bu âdemler, alışılmış tabirle ‘kıymet’ demeyeceğim, bu ümmete rahmet ve nimettirler. TRT nimete nankörlük etmesin! Yaptıkları programları görüyoruz işte…
Hatem Usta anlatılamaz, görmek ve dinlemek lâzımdı; onun için dostlarını anlatalım biz yine. Ustanın vefatını haber veren dostum Mehmet Penbeci, Ali Karaavcı’nın da üç kitabını getirmişti. ‘Yargı’, ‘Tutku’, ‘Niyaz’ (Güçlü Ajans Yayınları, İstanbul 1985). Bu kitaplarda Ali’nin ilk kitabı ‘Sayıklama’ için de, yakında yayınlanacak notu vardı. Hatem Usta ile tanıştığımız o karlı kış gecelerinden birinde, Ali Baba da Hemşin’de idi. Mutlaka bir tenkîd mektubu yazıp göndermem şartıyla, ‘Sayıklama’nın müsveddelerini’ bana vermişti; ben de okuyup tenkit mektubumla birlikte Sivas’tan adresine postalamıştım. Tenkidim çok sert olmuş galiba; bir iki hatâsına işaretle, madem felsefeyi biliyor ve çalışıyor, belki ikaz edersem daha esaslı şeyler yazmasına vesîle olurum; diye düşünmüştüm. Çok kızmış tabii. 76’da ben Erzurum’a gidince “sen bunları bana nasıl söylersin, anlamamışsın yazdıklarımı” vs. şeklinde kızarak, bir yandan da, gönderdiğim mektubu sıkı sıkı tuttuğu elini havaya kaldırıp şiddetle sallayarak, iki saat münakaşa etmişti: Bir zaman küstü bana. Derken, ben Şeyda Divânı’nı ve Rüya ve Gerçek isimli manzum piyesimi neşrettim; bir tane de Ali’ye verdim. Ali piyesimi okumuş; geldi beni buldu: “-gel bakalım ben de senin piyesi tenkid edeceğim, çünkü felsefe yapmışsın bu piyeste” diyerek geldi: “Hadi Hatem Usta’nın dükkânına!” “-Yâhu”, dedim, “burada tenkîd etsen olmaz mı, Hatem Usta’nın yanında tenkîd edip de ne olacak?” ısrar etti, “-Hatem Emmi hakem olacak!” Filvâki’ eserlerini Hatem Usta’ya da okuturdu. Nâçâr, gittik; aldı sazı eline Ali Baba, görelim ne söyledi; deyip anlatmaya başlayacağım amma, neler söylediğini hatırlamıyorum ki! Hatem Emmi dersen zevkinden dört köşe olmuş; milleti birbirine takıp münakaşalarını dinlemeye bayılırdı: Tabii bu arada her iki taraf ile de alay etmeyi ihmal etmiyor… Ezcümle Ali Baba diyor ki, ‘arkadaş senin bunları söylemeye hakkın yoktu, burada bunu kastediyor, burada şunu kastediyorsun; ne hakla böyle konuşuyorsun; vs.’ Bense diyorum ki, ‘arkadaş burada böyle bir şey kasd edilmemiş, böyle tefsîr edilmesi mümkün değil; sen bunu nereden çıkarıyorsun? yahut, evet burada da böyle demişim ve doğru anlamışsın; amma, sana ne oluyor; sana ne yâhû, ne istersem söylerim; bunu yazma hakkıma ne karışıyorsun? vs…’
Velhasıl, ortalığı tozu dumana kattık; karşılıklı gayet sert tenkit ediyoruz birbirimizi. Hatem Usta da kıs kıs gülüyor tabii. Bazen de münakaşaya karışıyor, sonunda, bir zaman daha küstü Ali Baba ve en sonunda, Toynbee’nin A Study of History isimli, 12 ciltlik eserini sattığını duydum. Gidip, talip oldum, aldım ve bu vesile ile barışmış olduk. Ali Baba bir garip filozoftur; amma, cins bir filozoftur. Ziraat mühendisi olduğu halde, mesleğini icra etmez. Akşama kadar Erzurum’da dolaşır, Hemşin’e, Hatem Usta’ya filan uğrar, sohbet eder. Akşamları oturur felsefe yapar; kitap yazar.
Babasından harçlık istemeye tenezzül eder mi bilmem. Bu arada kifâf-ı nefs eder: üç beş zeytin, çeyrek ekmek, hâcet-i taam içün kâfî ve vâfîdir. Hem yemek yemek, uyumak da ne ola ki? Buncağızı her fânî yapabilir, amma, herkes felsefe yapamaz… Ali Baba’nın elimdeki kitapları ‘Sayıklama’ya göre çok daha iyi. Üslubu ‘Sayıklama’da da olduğu ve benim de sertçe tenkit ettiğim gibi, yeni Türkçe ile ve filozoflarda adet olduğu üzere çok da karışık. ‘Yargı’, ‘Tutku’ ve ‘Niyaz’ isimli eserlerinde söylediklerine bir itirazım yok; vardığı neticelerde hemfikiriz. Bazen, Kierkegard’a benziyor üslubu. Anlatmak istediği meseleleri karakterize etmek için, verdiği bazı misaller ve temsîlî hikâyeler ise mest etti beni: Yargı’da 89. sayfadan 117’ye kadar çeşitli hususları işaretlemiştim. “Bahara Özlem” diye yazdığı hikâye nefîs. Bunlarda, hikâye oldukları için, felsefî üslûp yerini sade ve oldukça zevkli bir türkçe ‘tahkiye’ye bırakıyor. Fakat; bütün öncü şahsiyetlerin cemiyetteki vaziyetini ve anlaşılmamanın verdiği yalnızlık ve kahrı, çok güzel anlatmış. Bir başka hikâyesinde bir gece sabaha kadar sokaklarda dolaştıktan sonra, sabah namazını kılan cemaati caminin penceresinden seyredişini ve bu esnadaki hislerini dahi çok güzel anlatıyor kahramanının. Ali’nin bu kitapları mühimdir. Bütün üslup kusurlarına rağmen, Ali tefekkür hayatında bir fenomendir. Kızdırma riskini de göze alarak söylüyorum, benim olduğu gibi, Ali’nin yetişmesinde ve düşüncelerinde de Hatem Usta’nın sohbetlerinin inkâr edilmez bir payı vardır. Tıpkı, İsmail Usta’nın sohbetlerinin dahi fikirlerimizde bir hissesi ve kokusu olduğu gibi… Ve Ali Türk fikir hayatında yeni ve mühim bir merhaleyi temsil etmektedir: İnsanımız düşünmeye başlamıştır. Kelimelerden başlayarak ve bütün âşinâ mefhumları yeni baştan muhâkeme ederek; ve ‘kendi şuûrunu yeniden yaratarak’, yani gerçek ma’nâsında düşünmeye başlamıştır. Şimdiye kadar yazıp çizen münevverlerimiz olmadı mı? Elbette, oldu; amma, onların hiçbiri böyle bir tefekkür cesâreti göstererek, kopyacılığı bir kenara bırakıp, kıyl ü kaali terkedip, kendi başlarına düşünme ve felsefe yapma cesaretini gösterememişlerdi. Anlı şanlı felsefe profesörlerimiz yok mu? Var, ama felsefe yapmıyorlar! Filozoflar ne söylemiş, felsefe nedir, gibi meseleleri anlatıyorlar üniversitede: yani, felsefe değil ‘felsefe tarihi’ yapıyorlar. Ali’nin kitaplarına bunun için dikkati çekmek istiyorum: kusurları mahfûzdur!…
İkimizin de çok sevip, hürmet ettiğimiz bir aziz insan vardı: Muş’ta oturan Abdurrahman Efendi. Abdurrahman Efendi, bazen Hatem Usta’yı ziyarete gelirdi. Hatem Usta’nın dükkânında oturuyordum; Hatem Usta’nın Abdurrahman Efendi’ye hürmetkâr davranmasından enteresan bir insan olması lâzım geldiğini anlamıştım. Abdurrahman Efendi, Türkçe’yi acemice konuşuyor. Sâkin, vakûr bir âdem; bir köylü de olabilir, bir âlim de! Şen kahkahalar ve ustaya takılmalar faslını bir yana bırakıp, bu zâtı tedkîke koyuldum ve hürmete şayan bir zât olduğuna hükmettim. Amma fazla bir muârefemiz olmadı. Abdurrahman Efendi gittikten sonra, Hatem Emmi, ‘bunun çok âlim ve çok kâmil bir zât olduğunu; fakat şeyhlik falan yapmadığını; bir köyde imamlık ile meşgul olduğunu’ anlattı. Abdurrahman Efendi’ye tekrar rastladığımda benden, dîvânımın bir nüshasını istedi. Nâim Baba’da görmüş, bazı şiirlerimi okumuş (Nâim Baba o kadar çok şiir ezbere bilir ki sayısını Allah bilir, âşık bir âdemdir); beğenmiş. Tabii, çok mütehassis oldum. Derken Şeyda Dîvânı’ndaki bir hadisin söyleniş sebebini anlatarak, bir şiirimi şerh etmeye başladı. (Abdurrahman Efendi hazretleri ile [kulağı çınlasın] dostluğumuz da böyle başlamıştı. Tabii, bu son derece âlim zâtın Arap edebiyatı hakkındaki muazzam bilgisi hemen dikkatimi çekmişti; amma, ne yalan söyleyeyim, benim şiirimi şerh ederken açıkladığı yüksek ma’nâlarm hiçbirini kasdetmemiştim. Çünkü bunlardan çoğunu, o şerh vesilesi ile, o anlatırken öğrendim! “El-Ma’nâ fi batni’ş-şâir… Ma’nâ şâirin karnındadır” demişler. Emerson da bir yerde der ki “The Poets utter great and wise things which they do not themselves understand.” (Şairler büyük ve hakîmâne sözler söylerler ki söylediklerinin ma’nâsını kendileri bile bilmezler).
Birgün Abdurrahman Efendi, elinde benim divanla çıkageldi. Hatem Emmi de ben de şaştık: Dîvan lîme lîme olmuştu. “-Yâhu hocam, sen bu dîvânı nasıl bu hale getirdin?” dedim. Dedi ki, “-Sorma! Sabahtan akşama kadar her gün mollalara bunu okutuyorum, ders diye! Yalnız birkaç arkaik Türkçe kelime var; ma’nâlarını anlayamadığım için, onları şerh edemedim; meselâ, yalvaç ne demek?” Tabii ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz. Abdurrahman Efendi benim dîvânı ders olarak mollalara okutuyor. Bunu anlatırken de, özür dilerim ama, gurur duyduğumu saklayamam. Büyük lütûf, büyük teveccüh! Tabii kendisine derhal başka, husûsi ciltlenmiş, bir nüsha verdim.
Abdurrahman Efendi’nin babası, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Suriye’ye gitmiş. Abdurrahman Efendi tahsîlini orada yapmış. Derken memleket hasretine dayanamayıp dönmüşler. Babası Abdurrahman Efendi’ye Erzurum’da bir ev tutmuş. Bir müddet burada yaşa, Türkçe öğren diye. Amma mollalar Abdurrahman Efendi’ye Türkçe öğrenme fırsatı vermemişler ki, Arapça öğreneceğiz diye. “Arapça’yı, uzun zamandır Türkiye’de olduğum için, unuttum, Türkçe’yi de doğru dürüst öğrenemedim, Muş’ta yaşıyorum, amma ora ahalisinin dilinden de bir şey anlamıyorum; hulâsa dilsiz kaldığım için az konuşuyorum; konuşkan olmadığımdan değil!” diyordu. Hakîkaten de, Türkçe’yi biraz acemice konuşmasına aldırmazsanız, o da bir başka mîr-i kelâm idi: Şöyle ki, her ne kadar kelâmı iyi tasarruf edemese de, bahsettiği mevzular, bazen defterime yazdığı Arapça şiirler ve üzerinde düşünüp bizi de düşünmek zorunda bıraktığı meselelere dair o can sohbetleri nasıl unutulur? Bir sözü kulağımda küpedir: “İslâmiyet olmadan da insâniyet olur; amma, insâniyet olmazsa İslâmiyet de olmaz!” Bu yazımla birlikte ona da başsağlığı diliyor, üzüntüsünü paylaştığımı arz ediyorum. Esselamü aleyke ya seydî! Men tü râ çi gûyem vasf-ı an Hâtem-i Tâî: Küllü nefsin zâikatü’l-mevt…
(Selâm sana efendi! Ben sana o Hatem-i Tâi hakkında ne diyeyim: Her nefis ölümü tadacaktır)
- “Yakılmış, yıkılmış hâne-harâbız/ Âbâd olsak da bir, olmasak da bir”…
- (Yeni Düşünce, 1987,